Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə26/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   62

Depape ihtiyar piçi geçidin dibindeki parmaklığa ve çöp yığınlarına doğru götürürken adam, "Büron ha?" diyerek gıdaklar gibi güldü.

Rüzgar sertleşmişti. Madenlerden' yükselen sülfür ve fenol kokusu. Depape'in genzini yakıyordu. Sağ taraftan Hattigan'ın meyhanesinden orada eğlenen sarhoşların gürültüsü geliyordu. "Büron ha? İşte bu çok güzel."

"Evet, bürom."

İhtiyar geçidin yukarsında parlayan ayın ışıklarında silahşora dikkatle baktı. "Sen Mejis'ten misin? Yoksa Tepachi'den mi?"

"Belki birinden, belki de diğerinden. Belki ikisinden de değil."

"Seni tanıyor muyum?" Yaşlı adam şimdi ona daha da dikkatle bakıyordu. Sanki öpüleceğini umuyormuş gibi ayaklarının ucunda yükselmişti. Ööö!

Depape adamı itti. "Bana o kadar yaklaşma, babalık." Ama biraz umutlanmıştı. O, Jonas ve Reynolds daha önce de Ritzy'ye gelmişlerdi, ihtiyar onun yüzünü hatırlayabildiğine göre daha sonra gördüğü delikanlılardan söz ederken yalan uydurmuyor demekti. '

"Bana o üç genç lorddan söz et, babalık." Depape Hattigan'ın meyhanesinin duvarına vurdu. "Belki bu içerdekileri ilgilendirmiyor. Ama beni ilgilendirdiğinden emin olabilirsin."

İhtiyar piç ona bulanık gözlerle ama bir şeyi hesaplamaya çalışıyormuş gibi baktı. "Bu işten bana biraz para çıkar mı?"

Depape, "Evet," dedi. "Bana istediklerimi anlatırsan sana para veririm."

"Altın mı?"

"Önce anlat. Ondan sonra bakarız."

"Hayır, efendim. Önce pazarlık edelim. Ondan sonra konuşurum."

Depape adamı kolundan yakaladığı gibi döndürdü. İhtiyarın sopaya benzeyen bileğini sıska kürek kemiklerine kadar kaldırdı. "Tepemi attırma, babalık. Yoksa işe kolunu kırarak başlarım."

İhtiyar köpek soluk soluğa, "Bırak kolumu!" diye bağırdı. "Bırak kolumu! Cömertliğine güveneceğim, genç bey. Çünkü yüzün cömert bir insanınki gibi. Evet! Gerçekten!"

Depape adamın kolunu bıraktı. Yaşlı piç onu ihtiyatla süzdü. Omuzunu ovuşturup duruyordu. Yanağında pıhtılaşmaya başlayan kanlar ayışığında siyahmış gibi gözüküyordu.

İhtiyar, "Üç kişiydiler," dedi. "Soylu üç çocuk."

"Çocuklar mı, lordlar mı, babalık? Hangisi?"

Yaşlı piç bu soruyu düşündü. Kafasına yediği darbe, gece havası ve kolunun bükülmesi onu ayıltmış gibiydi. Hiç olmazsa geçici bir süre için.

Sonunda, "Her ikisi de sanırım," dedi. "Onlardan birinin bir lord olduğu kesindi. Meyhanedekiler buna ister inansınlar, ister inanmasınlar. Çünkü ben onun babasını gördüm. Ve babası tabancalar taşıyordu. Senin belindekiler gibi berbat şeyler de değillerdi. Özür dilerim. Bunların son günlerde bulunabilen silahların en iyileri olduklarını biliyorum. Ama o beydeki gerçek tabancalardı. Babam daha çocukken görülenler gibi. Kabzaları sandal ağacından büyük tabancalar."

Depape ihtiyara bakakaldı. Heyecanlanmaya başlıyordu... Ayrıca istememesine rağmen bir tür huşu da duyuyordu. Jonas, "Onlar birer silahşor gibi davrandılar," demişti. Reynolds yabancıların çok genç olduklarını söyleyerek itiraz ettiği zaman da, "Belki de çırak onlar," diye üstelemişti. Şimdi patronun haklı olduğu anlaşılıyordu.

"Kabzaları sandal ağacından mıydı?" diye sordu. "Sandal ağacından kabzalar, öyle mi, babalık?"

"Evet." ihtiyar, Depape'in heyecanlandığını ve kendisine inandığını farketmişti. Göğsü gözle görülecek kadar kabardı.

"Yani adam bir silahşordu, öyle mi? Bu delikanlının babasında büyük tabancalar vardı?"

"Evet. Bir silahşordu o. Son Lordlar'dan biri. Artık soyları sona eriyor. Ama babam onu çok iyi tanıyordu. Gilead'lı Steven Deschain. Henry'nin oğlu Steven."

"Peki yakında gördüğün o çocuk..."

"O Steven'in oğlu. 'Uzun Boylu' Henry'nin torunu. Diğer iki delikanlı da soyluya benziyordu. Belki onlar da lordların çocukları. Ama o dikkatimi çeken çocuk doğruca Arthur Eld'in soyundan gelme. Ya şu kadından ya bu kadından. Sen iki ayağının üzerinde nasıl yürüyorsan, bu da o kadar kesin. Eh, artık paramı hak etmedim mi?"

Depape evet demeyi düşündü ama sonra bu yaşlı köpeğin sözünü ettiği piçin o üçünden hangisi olduğunu bilmediğini kavradı.

Düşünceli düşünceli, "Üç delikanlı," diye mırıldandı. "Üç soylu çocuk. Onların tabancaları var mıydı?"

Yaşlı piç, "Bu kentin toprak kazıcılarının görebilecekleri bir yerde değildi bunlar," diyerek pis pis güldü. "Ama silahları gerçekten vardı. Herhalde sardıkları yatakların içindeydi. Buna saatim ve izin kâğıdım üzerine bahse girerim.".

Depape, "Evet, herhalde girersin," dedi. "Üç delikanlı. İçlerinden biri de bir lordun oğlu. Bir silahşorun. Öyle düşünüyorsun. Gilead'lı Steven'in oğlu." Bu ad ona tanıdık geliyordu. Tabii ya.

"Gilead'lı Steven Deschain. Adı bu."

"Peki bu genç lord ne ad verdi?"

İhtiyar köpek hatırlamaya çalışırken yüzünü korkunç bir biçimde buruşturdu. "Deerfield? Deerstine. Tam olarak hatırlamıyorum..."

"Tamam, tamam. Ben bu adı bitiyorum. Ve sen parayı hak ettin."

"Öyle mi?" Yaşlı köpek yine silahşora sokuldu. Soluğu ot yüzünden mide bulandıracak kadar tatlıydı. "Gümüş mü vereceksin, altın mı? Hangisi, dostum?"

Depape, "Kurşun," diyerek tabancasını çekti ve ihtiyarın göğsüne iki el ateş etti. Aslında yaşlı adama iyilik etmiş sayılırdı.

Silahşor şimdi Mejis'e doğru gidiyordu. Yolculuk bu sefer daha kısa sürecekti. Her pis küçük kasabaya uğrayarak sorular sormak zorunda kalmayacaktı.

Depape'in başının hemen yukarsından kanat sesleri geldi. Bir güvercin ilerdeki bir kayaya kondu. Sanki dinlenmek istiyordu. Güvercin koyu griydi ve boynunun etrafında beyaz bir halka vardı, ilginç bir kuştu. Depape, yaban güvercini değil, diye düşündü. Birinin evinden kaçan bir kuş mu? Dünyanın bu ıssız ve kasvetli köşesinde bir insanın yarı vahşi bir köpekten başka bir hayvan yetiştireceğini sanmıyordu. Köpeği de hırsızlığa kalkışanları ısırması için beslerlerdi. (Hoş, bu adamların çalınmaya değer neleri vardı? Silahşorun bu soruyu cevaplaması imkânsızdı.) Ama tabii her şey mümkündü. Her neyse... Gece mola verdiği zaman kızarmış güvercin yemek iyi olacaktı.

Depape tabancasını çekti. Ama horozu indiremeden güvercin havalanarak doğuya doğru uçmaya başladı. Silahşor yine de kuşun arkasından ateş etti. Bazen insana şansı yardım ediyordu. Ama bu kez öyle olmadı. Güvercin hafifçe alçaldı. Sonra yükselerek Depape'in de gittiği yöne doğru uçtu. Silahşor bir an atının üzerinde öylece oturdu Kuşu kaçırdığı için fazla sinirlenmemişti. Jonas'ın öğrendiklerinden çok memnun kalacağını düşünüyordu.

Silahşor bir süre sonra atını mahmuzladı. Baronluk Deniz Yolu'nda atını tırısa kaldırarak Mejis'e doğru gitti. Onu utandıran çocuklar hesaplarının görülmesi için orada kendisini bekliyorlardı. Onlar birer lord olabilirlerdi. Silahşorların oğulları da. Ama son günlerde öyleleri bile ölüyorlardı. O yaşlı piçin de sağ olsaydı hiç kuşkusuz belirteceği gibi, dünya geçip gitmişti.

Roy Depape, Ritzy'den ayrılarak atını Hambry'ye doğru döndürdükten üç gün sonra Roland, Cuthbert ve Alain de yola çıktılar. Atlarını kentin kuzey ve batısına doğru sürdüler. Önce uçurum denen uzun yamaçtan indiler. Sonra da Hambry'lilerin Kötü Çayır dedikleri, kimsenin malı olmayan bölgeden geçtiler. Ve sonunda çöle benzeyen çorak topraklara eriştiler. İlerde aşınmış, parçalanmış dik kayalar vardı. Açıklık yere çıktıkları için artık etrafı iyice görebiliyorlardı. Bu kayaların tam ortasındaki karanlık yer dikkati çekiyordu. İki yanı sanki öfkeli bir tanrı onları baltayla kırmış gibi parçalanmıştı.

Uçurumun sonuyla kayalıkların arasındaki uzaklık dokuz kilometre kadardı. Yolun dörtte üçünü aştıkları sırada düzlüğün tek gerçek coğrafi özelliğine rastladılar. Dimdik bir kaya. İlk ekleminden kıvrılmış bir parmağa benziyordu. Altında da küçük, bumerang biçimi yeşil bir alan vardı. Cuthbert ulur gibi bağırdı. Sesi ilerdeki kayalıklara çarparak geri döndü. Gevezelik ediyormuş gibi sesler çıkaran, değişim geçirmiş bir hayvan sürüsü yeşilliklerin arasından fırlayarak geriye, güneydoğuya doğru kaçtılar. Uçuruma doğru.

Roland, "Bu Sarkan Kaya," diye açıkladı. "Dibinde bir kaynak var. Buradaki bu tür tek kayanın bu olduğunu söylüyorlar."

Yollarına devam ederlerken sadece bu kadar konuştular. Ama Cuthbert'le Alain rahatladıklarını belirtmek için Roland'ın arkasından birbirlerine baktılar. Çünkü son üç hafta sanki yerlerinde saymışlardı.

Yaz etraflarından geçip gitmişti. Roland için, "Beklemeliyiz," demek kolaydı. "En fazla önemsiz şeylerle ilgilenmeyiz. Gözucuyla gördüğümüz şeyleri saymalıyız." Ama iki arkadaş Roland'ın o hiçbir şeyle ilgilenmediğini belirten halinden hoşlanmıyor, bunu kuşkuyla karşılıyorlardı. Delikanlı Clay Reynolds'ın pelerinin bir başka türüymüş gibi. bu ruh haline bürünüyordu. İki delikanlı aralarında konuşmuyorlardı. Buna hiç gerek yoktu. İkisi de Roland'ın Belediye Başkanı Thorin'in metres olarak almayı düşündüğü o güzel kızla ilgilendiğini biliyorlardı. (O uzun sarı saç başka kimin olabilirdi?) Arkadaşları o kızla sevişmeye kalkışırsa başları çok kötü belaya girecekti. Ama Roland'ın kur yapmaya hazırlanıyormuş gibi bir hali yoktu. Cuthbert de, Alain de arkadaşlarının yakasında başka sarı tel de bulmamışlardı. Ve Roland bu gece hemen hemen eskisi gibiydi. Sanki o dalgınlık pelerinini bir kenara atmıştı. Belki geçici bir durumdu. Şansları yardım ederse sürekli olabilirdi. Bekleyip sonucu görmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Sonunda ka her şeyi açıklayacaktı. Her zaman olduğu gibi.

Dik kayalara bir buçuk kilometre kala arkalarından esen deniz kokulu güçlü rüzgâr birdenbire kesildi. Ve üç arkadaş yardan gelen alçak, ahenksiz sesi duydular. Dar Eyebolt Kanyonu denilen yerdi burası. Alain atının dizginlerini çekti. Yüzünde son derecede ekşi bir meyveyi ısırmış gibi ifade belirmişti. Delikanlı bu sesi güçlü bir elin sıkıştırıp birbirine sürterek ufaladığı bir avuç çakıla benzetti. Yarın yukarsında sanki ses onları çekiyormuş gibi akbabalar uçuşuyorlardı.

Cuthbert eklemlerinin üstünü kuş kafasına vurdu. "Nöbetçi bundan hoşlanmadı, Will. Ben de hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Buraya kadar neden geldik?"

Roland, "Saymak için," dedi. "Bizi buraya her şeyi saymamız ve her şeyi görmemiz için yolladılar. Bu da yine sayıp görmemiz gereken bir şey."

Cuthbert, "Ah, öyle ya..." diye mırıldandı. Atına biraz zorlukla hakim olabiliyordu. İncecik'in o alçak, gıcırtıya benzeyen iniltisi hayvanı ürkütüyordu. "Bin altı yüz on dört balık ağı. Yedi yüz on küçük tekne. İki yüz on dört büyük tekne. Kimsenin varolduklarını kabul etmediği yetmiş öküz. Ve kentin kuzeyinde bir 'incecik'. Su kahrolasıca şey her neyse..."

Roland, "Biz de bunu öğreneceğiz," dedi.

Atlarını sürerek ses dalgasının içine girdiler. Bu hiçbirinin hoşuna gitmedi. Ama kimse geri dönmelerini de önermedi. Tâ buraya kadar gelmişlerdi ve Roland haklıydı. Bu onların göreviydi. Ayrıca... merak da ediyorlardı.

Yarın ağzını Susan'ın Roland'a söylediği gibi çalı çırpıyla tıkamışlardı. Sonbahara kadar bunların çoğu kurumuş olacaktı herhalde. Ama şimdi yığılmış dalların üzerinde yapraklar vardı ve bu yüzden yar gözükmüyordu. Çalı çırpının ortasında bir yol açılmıştı. Ama atların geçemeyeceği kadar dardı. (Zaten hayvanlar da belki oradan geçmemek için direneceklerdi.) Işık sönükleştiği için Roland etrafı pek de iyi göremiyordu.

Cuthbert, "Buradan geçecek miyiz?" diye sordu. "Hesap Tutarı Melek buna karşı olduğumu kaydetsin. Ama size uyacağım."

Roland arkadaşlarını çalıların arasından geçirerek o sesin kaynağına doğru götürmek niyetinde değildi. Çünkü bir incecik'in ne olduğu konusunda belli belirsiz bir fikri vardı. Son birkaç hafta sorular sormuş ama işine yarayacak cevaplar alamamıştı. Şerif Avery, "Ben sizin yerinizde olsaydım oraya yaklaşmazdım bile," demişti. Roland en yararlı bilgiyi yine Susan'dan almıştı. O ilk karşılaştıkları gece.

"Rahat ol, Bert. Oraya gidecek değiliz."

Alain yavaşça, "İyi," diye mırıldanınca Roland güldü.

Yarın batı yanında dar ve dik bir patika vardı. Ama dikkati hareket ederlerse o yolu izleyebilirlerdi. Tek sıra halinde ilerlemeye başladılar. Bir keresinde durup yola yuvarlanmış olan kayaları temizlediler. Sivri uçlu çakıl ve boynuz gibi parçaları sağlarındaki iniltiler yükselen yere attılar. Bu işi bitirdikten sonra tam tekrar atlarına binecekleri sırada bir tür iri bir kuş -belki de bir orman ya da çayır tavuğu- gürültüyle kanat çırparak uçurumun yanından yükseldi. Roland tabancalarına uzandı. Alain'le Cuthbert'in de aynı şeyi yaptıklarını gördü. Bu çok komikti. Çünkü silahlarını, korumak için muşambaya sarmış ve Bar K.'deki yatakhanenin zeminindeki tahtaların altına saklamışlardı.

Üç arkadaş birbirlerine baktılar. Hiçbir şey söylemediler. (Ama bakışları çok şey anlatıyordu.) Roland incecik'e bu kadar yaklaşıldığı zaman etkinin daha da arttığını farketti. Bu, insanın alışabileceği bir ses değildi. Tersine. Eyebolt Kanyonu'nun yakınında ne kadar kalırsanız, ses beyninizi o kadar sarsıyordu. Hem kulaklarınıza, hem de ağzınıza doluyor; göğüs kemiğinin altındaki sinir düğümünün titreşmesine neden oluyor, gözlerin arkasındaki ıslak ve nazik dokuyu kemiriyordu. Ama en kötüsü kafanızın içine girip size, dünyada korktuğunuz her şeyin yoldaki dönemecin ya da ilerdeki taş yığınının arkasında beklediğini söylemesiydi. Oradan dışarı süzülerek sizi yakalamak için bekliyordu.

Grup patikanın tepesindeki yassı ve çorak yere ulaşıp tepelerinde gökyüzünü tekrar gördüklerinde durum biraz iyileşti. Ama o sırada karanlık hemen hemen çökmüştü- Atlardan inerek uçurumun ufalanan kenarına gidince gölgeler yüzünden pek bir şey göremediler.

Cuthbert öfkeyle, "İşte bu olmadı," dedi. "Daha erken yola çıkmalıydık, Roland... Yani Will. Amma da aptalız!"

"İstersen burada senin için tekrar Roland olabilirim. Ve görmek için geldiğimiz şeyi göreceğiz. Saymak için geldiğimiz şeyi sayacağız. Bir 'incecik'... senin de dediğin gibi. Sadece bekle."

Üç arkadaş beklediler. Yirmi dakikadan daha kısa bir süre sonra Satıcının Ayı ufuktan yükseldi. Tam yaza uygun kusursuz bir aydı... Koskocaman ve turuncu. Dünyaya çarpmak üzere olan bir gezegen gibi karanlıklaşan menekşe rengi gökyüzünde belirdi. Ayın yüzündeki Satıcı gayet iyi gözüküyordu. Çığlıklar atan çuval dolusu ruhla Nones'ten çıkıp gelen varlık. Satıcı kamburdu. Gölgelerden oluşan varlığın kaldırdığı omzuna vurduğu çuval çok belirgindi. Onun gerisinde turuncu ışık cehennem alevlerine benziyordu.

Cuthbert, "Oo," dedi. "Bu hiç de hoş bir görünüm değil. Özellikle aşağıdan da o ses gelirken."

Ama delikanlılar yine de yerlerinden kımıldamadılar. (Atları da öyle. Yalnız hayvanlar onlara buradan daha önce gitmiş olmaları gerektiğini hatırlatmak istercesine sık sık dizginlerini çekiştiriyorlardı.) Ay gökyüzünde yükselirken biraz küçülerek gümüşe dönüştü. Sonunda beyaz ışıkları Eyebolt Kanyonu'na vurabileceği bir noktaya ulaştı. Üç çocuk durmuş aşağıya bakıyorlardı. Hiçbiri de konuşmuyordu. Roland arkadaşlarını bilmiyordu ama kendisi istense de konuşamayacaktı.

Susan, "Kutu biçimi bir vadi," demişti. "Kısa kenarları dik." Bu tarif gerçekten çok uygundu. Kız ayrıca yarın yan yatmış bir bacaya benzediğinden de söz etmişti. Roland, galiba bu da doğru, diye düşündü. Tabii baca devrilirken biraz parçalanırsa ve ortasında çarpık bir yer olursa.

Uçurumun dibi o çarpık yere kadar normale benziyordu. Ayın ışıklarının aydınlattığı karmakarışık kemik yığınları bile olağanüstü şeyler sayılmazlardı. Kutu gibi yara giren hayvanların çoğu gerip dönüp dışarı çıkmayı başaramamışlardı. Ayrıca uçurumun ağzına yığılan çalı çırpı da kaçmayı zorlaştırıyordu. Yanlar tırmanılamayacak kadar dikti. Çıkılabilecek bir tek yer vardı. O küçük çarpık yerden önceydi bu. Oradan yukarıya doğru çukurumsu bir çizgi uzanıyordu. İçersinde bazı çıkıntılı kayalar vardı. Belki bir insan onlara tutunarak yukarı çıkabilirdi. Belki! Tabii Roland'ın bunun üzerinde durması için bir neden yoktu. Ama yine de durdu. Bütün yaşamı boyunca kaçma yollarının üzerinde duracağı gibi.

Vadinin dibindeki yarığın ötesinde üç delikanlının o zamana kadar görmedikleri bir şey vardı... Birkaç saat sonra yatakhaneye döndükleri zaman ne gördüklerinden pek de emin olmadıklarını açıkladılar. Eyebolt Kanyonu'nun yarıktan ötedeki bölümü gümüşümsü koyu bir sıvıyla kaplıydı. Bundan şerit şerit duman ya da sisler yılanlar gibi kıvrılıp bükülerek yükseliyordu. Sıvı ağır ağır hareket ediyormuş gibiydi. Onu içeriye hapseden yamaçlara çarpıyordu. Delikanlılar daha sonra hem sıvı, hem de sislerin hafif yeşil olduğunu öğreneceklerdi. Bunların gümüşümsü gözükmelerinin nedeni ayışığıydı.

Üç arkadaş incecik'e bakarlarken kara bir gölge uçarak sıvının yüzeyine doğru indi. Belki de bu daha önce onları korkutan kuştu. Havada bir şeyi kaptı. Bir böcek miydi? Daha küçük bir kuş muydu? Sonra gölge yeniden yükselmeye başladı. Ama bunu başaramadan vadinin dibinden gümüşümsü sıvı bir kol uzandı. Bir an o gıcırtılı homurtu biraz yükseldi. Ve hemen hemen insan sesine dönüştü. Kol kuşu havada kaparak aşağıya çekti. İncecik'in yüzeyinde odak noktası belli olmayan yeşilimsi bir ışık çaktı. Elektrik akımı gibi. Sonra kayboldu.

Üç çocuk korku dolu gözlerle birbirlerine baktılar.

Birdenbire bir ses duyuldu. Haydi, atla, silahşor. Bu, incecik'in sesiydi. Roland'ın babasının sesiydi. Kadınları baştan çıkaran büyücü Marten'in sesiydi. En korkuncu bu Roland'ın kendi sesiydi.

Haydi atla. Böylece bütün dertlerin sona ersin. Burada kızlarla ilgili seni üzecek aşklar yok. Çocuksu kalbini ezecek kaybolmuş annelerin yası da tutulmuyor. Sadece evrenin ortasında gitgide büyüyen boşluğun mırıltısı var. Çürüyen etlerin tatlı pis kokusu da.

Haydi gel, silahşor. İncecik'in bir parçası halini al!

Yüzünde dalgın bir ifadeyle boş boş bakan Alain yarın kenarında yürümeye başladı. Sağ botu kenara öylesine yakındı ki, topuğundan yükselen tozlar ve avuç avuç çakıl aşağıya uçuyordu. Alain beş adım yürüdü. Sonra Roland onu kemerinden yakaladığı gibi şiddetle geri çekti.

"Sen nereye gittiğini sanıyorsun?"

Alain ona bir uyurgezerin gözleriyle baktı. Sonra gözleri giderek berraklaşmaya başladı. "Bil... bilmiyorum... Roland."

Aşağılarında incecik mırıldanıyor, homurdanıyor, sanki şarkı söylüyordu. Buna bir başka ses de karışıyordu: cıvık cıvık çamurun akarken çıkardığına benzeyen bir ses'.

Cuthbert atıldı. "Ama ben hepimizin nereye gideceğini biliyorum. Bar K.'ye dönüyoruz. Haydi, gelin, buradan uzaklaşalım." Yalvarırcasına Roland'a baktı. "Lütfen. Korkunç bir şey bu."

"Pekâlâ!"

Ama delikanlı arkadaşlarını patikaya geri götürmeden önce uçurumun kenarına yaklaşarak aşağıdaki sisli, gümüşümsü yoğun sıvıya baktı. Açık açık meydan okurcasına, "Sayıyorum," dedi. "Bir incecik. Sayıldı." Sonra sesini alçaltarak ekledi. "Kahrol!"

Delikanlılar geri dönerlerken kendilerini toparladılar. Yar ve incecik'in kavrulmuş ölü kokusundan sonra yüzlerine vuran serin, deniz kokulu rüzgâr onları canlandırdı.

Atların yorulmaması için uçurumdaki yamacı çaprazlamasına çıkarlarken Alain, "Bundan sonra ne yapacağız?" diye sordu. "Bunu biliyor musun?"

"Hayır. Aslına bakarsan bilmiyorum."

Cuthbert neşeyle, "işe akşam yemeğiyle başlayabiliriz," diyerek sözlerini güçlendirmek için nöbetçinin içi boş kafatasına vurdu.

"Ne demek istediğimi biliyorsun."

Cuthbert, "Evet," diye başını salladı. "Ve sana bir şey söyleyeceğim, Roland."

"Will! Lütfen! Artık uçurumdan döndük. Onun için izin ver de Will olayım."'

"Tamam, tamam! Çok güzel! Sana bir şey söyleyeceğim, Will. Artık ağları, tekneleri, dokuma tezgâhlarını ve tekerlek demirlerini saymayı daha fazla sürdüremeyiz. Önemsiz şeyler bitmek üzere. Hambry'de yetiştirilen atları saymaya başladığımız zaman aptal gibi davranmak da zorlaşacak. Ben buna inanıyorum."

Roland, "Evet," diyerek Aceleci'yi durdurdu. Dönüp geldikleri yöne baktı. Bir an atların halleri onu büyüledi. Hayvanlar bir tür ay-çılgınlığına kapılmış gibiydiler. Gümüşümsü otların üzerinde koşuyor, sıçrıyorlardı. "Ama ikinize tekrar söylüyorum. Bu sadece atlarla ilgili bir mesele değil. Farson'un atlara ihtiyacı mı var? Evet, belki. Birlik'in de öyle. Öküzlere de. Ama burada her tarafta atlar var. 'Belki bizimkiler kadar güze! değiller. Bunu kabul ediyorum. Ama dedikleri gibi: 'Bir fırtınada herhangi bir liman işe yarar.' O halde... sorun atlar değilse nedir? Bunu öğreninceye ya da hiçbir zaman öğrenemeyeceğimize karar verinceye kadar şimdiki gibi devam edeceğiz."

Cevabın bir bölümü onları Bar K.'de bekliyordu. Atların bağlandığı direğe konmuş, küstahça kuyruğunu kımıldatıyordu. Güvercin Roland'ın avucuna atladığı zaman delikanlı kuşun bir kanadının tüylerinin biraz yolunmuş olduğunu gördü. Bir hayvan, belki de bir kedi ona üzerine atılacak kadar yaklaşmış sanırım, diye düşündü.

Güvercinin bacağına takılmış olan mesaj kısaydı. Ama delikanlıların anlayamadığı pek çok şeyi açıklıyordu.

Roland mesajı okuduktan sonra kendi kendine, Susan'ı tekrar görmem gerekiyor, dedi. Ve müthiş bir mutluluk duydu. Kalbi hızla çarpmaya başladı ve Satıcının Ayı'nın ışıkları altında gülümsedi.


9. Citgo
Satıcının Ayı küçülmeye başladı. Ortadan kaybolduğu zaman yazın en sıcak, en güzel günlerini de birlikte götürecekti. Dolunaydan dört gün sonra Belediye. Başkanı'nın konağında çalışan yaşlı mozo Susan'ın halasıyla paylaştığı eve geldi. (Miguel, Hart Thorin'den önceki yıllarda orada çalışmıştı. Thorin çiftliğine döndükten sonra da bunu sürdürecekti.) Adam doru bir kısrak getirmişti. Söz verilen atların ikincisiydi. Susan, Felicia'yı hemen tanıdı. Çocukluğunda en sevdiği atlardan biri de oydu.

Kız, Miguel'e sarılarak adamın sakallı yanaklarına öpücükler kondurdu. Yaşlı adam gülümsedi. Dişleri olsaydı hepsi ortaya çıkacaktı. Susan, "Gracias, gracias," dedi. "Binlerce teşekkür, yaşlı baba!"

Miguel, "Da nada," diyerek dizginlen Susan'a uzattı. "Belediye Başkanı'nın içten bir armağanı."

Susan, Miguel'in uzaklaşmasını seyrederken dudaklarındaki tebessüm yavaş yavaş silindi. Felicia yanında uysalca duruyor, kestane rengi derisi yaz güneşinde ışıldıyordu. Bir rüya gibiydi o. Ama bu bir rüya değildi. Başlangıçta öyle gözükmüştü. Susan'ın bütün bunları gerçek olmadığı duygusuna kapılması, tuzağa düşmesinin diğer nedenlerinden biriydi. Ama hiçbirinin de rüya olmadığı kesindi artık. Onun dürüst olduğu kanıtlanmıştı. Ve şimdi zengin bir adam ona "içten" armağanlar yolluyordu. Tabii bu sözcük geleneklere uyulduğunun belirtilmesi için söylenmişti. Ya da acı bir alaydı. Artık insanın ruh haline ya da bakış açısına bağlı bir şeydi. Felicia da Pylon gibi bir hediye değildi aslında. Yaptığı anlaşmanın adım adım yerine getirilmesiydi. Cord Hala şok geçiriyormuş gibi bir tavır takınacaktı ama Susan gerçeği biliyordu; kendisini bekleyen fahişelikti. Gerçek buydu işte.

Susan hediyeyi ahıra götürürken Cord Hala mutfak penceresindeydi. (Kıza göre bu bir armağan da değildi. Ona kendi malını geri veriyorlardı.) Cordelia neşeyle seslenerek atın gönderilmesine sevindiğini söyledi. Böylece Susan ata bakarken sıkılmak için fazla zaman bulamayacaktı. Öfkeli bir karşılık kızın dilinin ucuna kadar geldiyse de, kendini tuttu. Bluzlar konusunda avaz avaz bağırma yarışından sonra aralarında ihtiyatlı bir ateşkes başlamıştı. Susan da bunu bozanın kendisi olmasını istemiyordu. Kafasında ve kalbinde pek çok şey vardı Halasıyla bir defa daha tartışırsa ona kırılıp ikiye ayrılıverecekmiş gibi geliyordu. Bir botun bastığı kuru bir dal gibi. Susan on yaşlarındayken babasına neden her zaman o kadar sessiz olduğunu sormuştu. Babası da, "Çünkü çoğu zaman en iyisi sessiz kalmaktır," demişti. Bu cevap kızı o zaman şaşırtmıştı. Ama şimdi her şeyi daha iyi anlıyordu.

Felicia'yı ahıra, Pylon'un yanına soktu. Atı silerek yem verdi. Kısrak yulafları yerken Susan atın toynaklarını inceledi. Kısrağın nalları pek hoşuna gitmedi. Deniz Kıyısı'nda işler böyleydi işte. Susan bu nedenle babasının ahırın kapısının yanındaki çiviye asılı olan nal torbasını aldı. Kayışını başından ve omzundan geçirerek torbayı kalçasına doğru sarkıttı. Üç kilometre ötedeki Hookey'nin Ahırı'na gitti. Torba kalçasına çarparken babasının hayali olanca canlılığıyla gözlerinin önünde belirdi. Kızın kalbi kederle burkuldu, neredeyse ağlayacaktı. Şu andaki durumum babamı çok sarsardı, diye düşündü. Hatta belki de tiksinti duyardı. Ve babam Will Dearborn'dan hoşlanırdı. Bundan eminim. Ondan hoşlanır ve bana uygun bir genç olduğunu düşünürdü. Bu düşünce her şeyden çok acı verdi ona.

1   ...   22   23   24   25   26   27   28   29   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət