Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə25/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   62

"O kadar utanıyorum ki..." diye mırıldandı. "Çok utanıyorum ve korkuyorum. Çok pişmanım. Babamın yüzünü unuttum ve... ve..."

"Ve bu yüzü bir daha hatırlayamayacağım," demek istiyordu. Ama bir şey söylemesine gerek kalmadı. Will ağzını dudaklarıyla kapattı. Susan önce delikanlının kendisini öpmesine izin verdi... Sonra bu öpücüklere karşılık vermeye başladı. Will'in gözlerinin altındaki yaşları başparmaklarıyla usul usul sildi. Sonra çok istediği gibi avuçlarını delikanlının yanaklarından yukarıya kaydırdı. Harika bir duyguydu bu. Susan kollarını Will'in boynuna dolayarak onu ateşle öptü. Orada iki atın arasında. Hayvanlar birbirlerine baktılar, sonra otlamalarını sürdürdüler.

Bunlar Roland'ın yaşamının en güzel öpücükleriydi. Ve silahşor onları hiçbir zaman unutmayacaktı. Susan'ın dudaklarının yumuşaklığı. Düzgün dişleri. Soluğunun güzel kokusu. Roland elini kızın saçlarına götürerek parmaklarını aralarına soktu. İpek gibiydi bu saçlar. Roland saçların yumuşaklığını da hiçbir zaman unutmayacaktı.

Sonra Susan delikanlıdan uzaklaştı. Yüzü utanç ve ihtirasla kızarmıştı. Bir elini ağzına götürdü. İrileşmiş gözleriyle Will'in gözlerinin içine bakıyordu. Bir yarışı tamamlamış gibi soluk soluğaydı. İki gencin arasından elektrik akımı geçiyordu sanki. Bu, delikanlının o ana kadar hissettiği şeylere hiç benzemiyordu. Nehir gibi akıyor ve insanı humma gibi sarsıyordu.

Kız titrek bir sesle, "Bu kadar," dedi. "Burada duralım. Beni gerçekten seviyorsan şerefime leke sürmeme izin verme! Ben söz verdim. Belki daha sonra bir şeyler olabilir. Sözümü yerine getirdikten sonra... Beni hâlâ istiyorsan..."

Delikanlı sakin bir tavırla, "Seni sonsuza dek beklerim," diye cevap verdi. "Senin için her şeyi yaparım. Ama bir kenara çekilerek başka bir erkeğe gitmene izin veremem."

"Beni gerçekten seviyorsan benden uzaklaşırsın. Lütfen, Will!"

"Bir öpücük daha."

Susan hemen öne doğru bir adım attı ve yüzünü güvenle delikanlıya doğru kaldırdı. Will o anda her istediğini yapabileceğini anladı. Kız artık kendine hakim değildi. Marten'in annesine yaptıkları...

Bu düşünce ihtirasını söndürdü; şaşkınlık dolu bir karanlıkta kıvılcımlar saçarak düşen, sonra da sönen kömür parçalarına dönüştürdü Babasının ilişkiyi kabullenmesi...

(Ben bunu iki yıldan beri biliyorum.)

...pek çok bakımdan o yıl olanların en kötüsüydü. Bu kıza nasıl âşık olunabilirdi? Herhangi bir kıza. Kötü kalplerin gerekli olduğu böyle bir dünyada? O eski olay tekrarlanabilirdi.

Ama yine de Susan'a âşıktı.

Delikanlı istediği o ihtiraslı öpücük yerine dudaklarını kızın ağzının yanına hafifçe dokundurdu. Ağzına kendi gözyaşlarının tuzu geldi. Susan ensesindeki tüyleri okşadığı zaman da ürperdi.

Kız delikanlının kulağına, "Olive Thorin'e acı vermeyi hiçbir zaman istemedim," diye fısıldadı. "Seni incitmeyi ne kadar istemezsem, Will. Başlangıçta hiçbir şeyi anlayamadım. Ve şimdi olanları düzeltmek için artık çok geç. Ama sana... minnet duyuyorum. İstediğini alabilirdin ama bunu yapmadın... Ve seni hiçbir zaman unutmayacağım. Senin tarafından öpülmenin nasıl bir şey olduğunu da. Galiba bu karşılaştığım en iyi, en güzel şeydi. Sanki dünyayla gökyüzü birbirine karışmıştı."

"Ben de her şeyi hatırlayacağım." Delikanlı kızın ata binmesini seyretti. İlk karşılaştıkları gece karanlıkta bacaklarının nasıl pırıldadığını hatırladı. Ve birdenbire Susan'ın gitmesine izin veremeyeceğini anladı. Uzanarak kızın botuna dokundu.

"Susan..."

Kız, "Hayır," dedi. "Lütfen."

Will geri çekildi. Bunu nasıl başardıysa!

Susan, "Bu bizim sırrımız, öyle değil mi?" diye sordu. "Aramızda kalacak?"

Delikanlı Hambry lehçesiyle, "He," dedi.

Kız kederli bir ifadeyle gülümsedi. "Bundan sonra bana hiç yaklaşma, Will. Lütfen. Ve ben de sana yaklaşmamaya çalışacağım."

Will bunu düşündü. "Eğer yapabilirsek."

"Yapmalıyız, Will. Yapmalıyız."

Susan hızla uzaklaştı. Roland, Aceleci'nin üzengisinin yanında durmuş onun arkasından bakıyordu. Kız ufukta kaybolduğu sırada o hâlâ bakıyordu.

Şerif Avery, yardımcısı Dave ve diğer yardımcısı George Riggins hapishanenin önündeki verandada otururlarken Bay Stockworth'le Bay Heath atlarını ağır ağır sürerek yoldan geçtiler. Heath'in eyer kaşında hâlâ o budala kuş kafatası vardı. Öğle çanları on beş dakika önce çalmıştı. Şerif Avery iki delikanlının öğle yemeğine gittiğini tahmin etti. Belki Millbank'a gideceklerdi, belki de oldukça güzel öğle yemeği çıkaran hana. Orada puf böreği gibi şeyler yapıyorlardı. Ama Avery daha doyurucu şeylerden hoşlanırdı. Yarım tavuk, bir dana budu ona uygundu.

Bay Heath elini sallayarak ona gülümsedi. "İyi günler, baylar. Ömrünüz uzun olsun. Ilık rüzgârlar essin. Mutlu öğle uykuları."

Şerif ve yardımcıları da el sallayarak gülümsediler. Delikanlılar gözden kaybolduktan sonra Dave, "Bütün sabahlı rıhtımda geçirdiler," dedi. "Ağları saydılar. Ağları! Buna inanabiliyor musun?"

Şerif Avery, "Tabii," diyerek şişman kabaetini kaldırdı ve öğle yemeğine hazırlık için yellendi. "Evet, inanabiliyorum. Gerçekten."

George, "Jonas'ın adamlarını öyle yenmeselerdi," dedi. "Üçünün de beceriksiz olduğunu düşünürdüm."

"Herhalde onlar buna pek aldırmazlardı." Avery, Dave'e baktı. Yardımcısı monoklünü kurdelesinin ucunda döndürüyor ve çocukların gittikleri tarafa doğru bakıyordu. Bazı kentliler bu Birlik piçlerinden, "Küçük Tabut Avcıları," diye söz etmeye başlamışlardı. Avery buna ne anlam vereceğini pek bilemiyordu. Delikanlılarla Thorin'in sert adamlarının arasını bulmuştu. Rimer bu çabalarını överek ona bir altın vermişti. Ama yine de... bu delikanlılar neyin nesiydi?

Avery, Dave'e döndü. "Onların buraya geldikleri gün yumuşak çocuklar olduklarını düşünmüştün. Şimdi ne diyorsun?"

"Şimdi mi?" Dave monoklünü son bir defa döndürdü, sonra da gözüne takarak şerife baktı. "Şimdi onların sandığımdan biraz daha sert olduklarını düşünüyorum."

Şerif, evet, gerçekten, diye düşündü. Ama sert, zeki demek değildir. Tanrılara şükürler olsun ki, böyle! Evet, Tanrılara şükürler olsun!

"Bir öküz kadar acıktım," diyerek ayağa kalktı. "Gerçekten." Eğilip ellerini dizlerine koydu ve yine sesli sesli gaz kaçırdı. Dave'le George bakıştılar. George elini yüzüne doğru kaldırarak salladı. Baronluk Şerifi Herkimer Avery doğruldu. Yüzünde tam rahatlık, hem de beklenti vardı. "Dışarda içerdekinden daha fazla yer olduğu kesin. Haydi çocuklar. Yoldan aşağı inip biraz bir şeyler yiyelim."

Günbatımının bile Bar K. yatakhanesinin verandasından görülen manzarayı biraz olsun güzelleştirmesi imkânsızdı. Çiftlikten geriye bir burası, bir de mutfak ve ahırlar kalmıştı. Yatakhane L biçiminde yapılmıştı. Veranda da kısa olan bölümün önündeydi. Buraya delikanlıların sayısına göre oturulacak eşyalar bırakılmıştı. Kıymık kıymık iki salıncaklı sandalye ve tahta bir sandık. Bunun yanına sırt dayamak için bir tahta mıhlanmıştı. Ama tahta yine de sallanıyordu.

Bu akşam Alain salıncaklı sandalyelerden birinde oturuyordu. Cuthbert ise sandığın üzerinde. Nedense burada oturmak hoşuna gidiyordu. Parmaklığa "nöbetçi" takılmıştı. Kuşun kafatası bastırılmış topraktan avluya ve Garber'ların yanan evinin kalıntılarına doğru bakıyordu.

Alain iliklerine kadar yorulmuştu. Çiftliğin batısındaki çayda yıkanmışlardı ama delikanlının burnuna hâlâ yosun ve balık kokusu geliyordu. Bütün günü ağları sayarak geçirmişlerdi. Alain'in sıkı bir çalışmaya hiçbir itirazı yoktu. Bu tekdüze olsa bile. Ama işe yaramayacak bir çalışmadan hoşlanmıyordu. Bugünkü de öyle bir işti işte. Hambry halkı ikiye bölünmüştü: balıkçılar ve at yetiştirenler. Delikanlıların balıkçıların arasında bulabilecekleri bir şey yoktu. Üç hafta süren çabalardan sonra hepsi de bunu biliyordu. Aradıkları cevaplar uçurumdaydı. Ama o ana kadar oraya bir göz atmaktan başka bir şey yapmamışlardı. Roland öyle emir vermişti.

Rüzgâr birden şiddetlendi. Delikanlılar bir an incecik'in çıkardığı hem çığlığa, hem de homurtuya benzeyen sesleri duydular.

Alain, "Bu sesten nefret ediyorum," dedi.

Bu gece kendisinden beklenmeyecek kadar sessizleşmiş ve düşüncelere dalmış olan Cuthbert başını sallayarak, "He," dedi Hambry lehçesiyle. Hepsi de böyle söylüyordu artık. "Öyle ya," ve "Gerçekten," de diyorlardı. Alain, Hambry'nin tozlarını botlarından sildikten sonra bile hâlâ aynı lehçeyle konuşacaklarından kuşkulanıyordu.

Arkalarından, yatakhanenin kapısının içersinden incecik'inki kadar kötü olmayan bir ses geldi. Güvercinlerin mırıltıları. Sonra yatakhanenin yan tarafından üçüncü bir ses yükseldi. Alain'le Cuthbert'in oturmuş günbatımını seyrederken farkına varmadan bekledikleri sesti; Aceleci'nin nal şakırtıları.

Roland binanın köşesinden çıktı. Atını yavaşça sürüyordu. Aynı anda Alain'e yaklaşan olayların habercisi gibi gözüken bir şey oldu... Bir tür işaretti bu. Bir kanat sesi duyuldu. Havada kara bir gölge belirdi. Sonra bir kuş birdenbire Roland'ın omzuna kondu.

Delikanlı irkilmedi. Başını bile çevirmedi. Atların bağlandığı direğe doğru giderek elini uzattı. Yavaşça, "Gel," dedi. Ve güvercin onun avucuna kondu. Kuşun bir bacağına bir kapsül bağlanmıştı. Roland kapsülü alıp açtı. İçinden sıkıca sarılmış küçücük bir kâğıt şeridi aldı. Diğer elindeki güvercini uzattı.

Alain de avucunu açtı. "Gel." Güvercin ona doğru uçtu. Roland attan inerken o da kuşu yatakhaneye götürdü. Kafesleri oraya, açık bir pencerenin önüne koymuşlardı. Alain ortadaki kafesin kapağını açıp elini uzattı. Yeni gelen güvercin de zıplayarak içeri girdi. Kafesteki kuşsa delikanlının avucuna sıçradı. Alain kafesin kapağını kapatıp sürgüledi. Odada ilerleyerek Bert'in ranzasına gitti. Oradaki yastığı çevirdi; altına içinde boş kâğıt şeritler ve ufacık bir dolmakalem olan küçük bir zarfı saklamışlardı. Alain kalemle bir şeridi aldı. Kalemin kendi haznesi vardı, doldurmak gerekmiyordu. Delikanlı tekrar verandaya çıktı. Roland'la Cuthbert güvercinin Gilead'dan getirdiği kâğıt şeridi inceliyorlardı. Üzerinde küçücük geometrik şekiller vardı.

Alain, "Ne yazıyor?" diye sordu. Şifre basitti ama Alain bunu ezberleyememişti. Bu nedenle bir bakışta mesajı okuyamıyordu. Oysa Roland'la Cuthbert şifreyi hemen öğrenmişlerdi. Alain'in yeteneği başka konularla ilgiliydi, iz sürmek, kolaylıkla 'dokunabilmek.'

Cuthbert, "Farson doğuya doğru gidiyor," diye okudu. "Güçleri bölündü. Biri büyük, biri küçük. Olağanüstü bir şey görüyor musunuz?" Delikanlı Roland'a baktı. Biraz alınmış gibiydi. "Olağanüstü bir şey mi? Bu da ne demek?"

Roland başını iki yana salladı. Bu sorunun ne anlama geldiğini o da bilmiyordu. Mesajı gönderen adamların da bilmediğinden emindi. Onlardan biri de babasıydı tabii.

Alain kâğıt şeritle kalemi Cuthbert'e verdi. Bert tek parmağıyla hafifçe mırıldanan güvercinin başını okşadı. Kuş batıya doğru uçmak için acele ediyormuş gibi kanatlarını açtı.

Cuthbert, "Ne yazayım?" diye sordu. "Aynını mı?"

Roland başıyla onayladı.

Alain, "Ama biz olağanüstü şeyler gördük," dedi. "Ve burada kötü şeyler döndüğünü de biliyoruz! Atlar... ve şu güneydeki küçük çiftlik... Adını unuttum..."

Cuthbert hatırlıyordu. "Rocking H."

"Evet, Rocking H. Orada öküzler var! Öküzler! Tanrım ben onları hiç görmedim. Sadece kitaplardaki resimleri biliyorum!"

Roland telaşlandı. "Hayvanları gördüğünü bilen var mı?"

Alain sabırsızca omzunu silkti. "Sanmıyorum. Etrafta sürücü vardı... üç, belki de dört kişi..."

Cuthbert yavaşça, "Evet, dört," dedi.

"Ama onlar bizimle ilgilenmediler. Bazı şeyleri gördüğümüz zaman bile onları farketmediğimizi sanıyorlar."

"Ve hep böyle de olmalı." Roland arkadaşlarını süzdü. Ama yüzünde dalgın bir ifade vardı. Sanki çok başka şeyleri düşünmüyordu. Delikanlı dönerek batan güneşe doğru baktı. Alain arkadaşının gömleğinin yakasında bir şey olduğunu gördü. Bunu aldı. Ama bu işi o kadar hızlı ve ustalıkla yaptı ki, Roland hissetmedi bile. Alain biraz da gururla, Bert bunu başaramazdı, diye düşündü.

"Evet ama..."

Roland, "Aynı mesaj," diyerek verandanın üst basamağına oturdu ve batıdaki akşama özgü o kırmızılığa baktı. "Sabırlı olun, Bay Richard Stockworth ve Bay Arthur Heath. Bazı şeyleri biliyoruz. Ve bazı başka şeylere de inanıyoruz. Ama John Farson sırf at alabilmek için buralara kadar gelir mi? Hiç sanmıyorum. Evet, atlar çok değerli. Gerçekten... Ama emin değilim. Onun için de beklememiz gerekiyor."

"Pekâlâ, pekâlâ. Aynı mesaj." Cuthbert kâğıt şeridi parmaklığın üzerine koyarak düzeltti. Sonra üzerine bir dizi küçük sembol yazdı. Alain bu mesajı okuyabildi. Çünkü Hambry'ye geleli beri bu diziyi birkaç kez görmüştü. "Mesajı aldık. Biz iyiyiz. Bu ara bildirilecek bir şey yok."

Kâğıt şerit kapsüle konup güvercinin bacağına bağlandı. Alain basamaklardan inerek hâlâ sabırla eyerinin alınmasını bekleyen Aceleci'nin yanına gitti. Güvercinini gurubun solgunlaşan renklerine doğru tuttu. "Git!"

Kuş kanatlarını çırparak bir anda havalandı. Arkadaşlar onu bir an görebildiler, Rengi koyulaşan gökyüzünde bir gölge gibiydi.

Roland güvercinin arkasından baktı. Yüzünde hâlâ o dalgın ifade . vardı. Alain kendi kendine, acaba bu akşam doğru karar verebildi mi, diye düşündü. Yaşamı boyunca o akşama kadar aklına böyle bir şey hiç gelmemişti. Geleceğini de sanmamıştı.

"Roland?"

"Hıı..." Delikanlı derin uykusundan yarı uyanan biri gibi mırıldanmıştı.

"İstersen onun eyerini ben çıkarayım." Alain başıyla Aceleci'yi işaret etti. "Ve kaşağılayım."

Roland bir süre cevap vermedi. Alain soruyu yineleyince delikanlı, "Hayır," dedi. "Bu işi ben yaparım. Bir iki dakika sonra." Ve günbatımını seyretmeyi sürdürdü.

Alain verandanın basamaklarından çıkarak salıncaklı sandalyesine yerleşti. Bert zaten sandığın üzerine oturmuştu. İki arkadaş Roland'ın arkasında kalıyorlardı şimdi. Cuthbert kaşlarını kaldırarak Alain'e baktı. Roland'ı işaret etti, sonra tekrar Alain'e döndü.

Alain de Roland'ın yakasından aldığı şeyi arkadaşına uzattı. Bu ışıkta kolaylıkla görülemeyecek bir şeydi. Ama Cuthbert'inkiler bir silahşorun gözleriydi. Delikanlı Alain'in uzattığı şeyi kolaylıkla aldı.

Bu uzun bir saç teliydi. Altın gibi bir tel. Alain, Bert'in yüzünden arkadaşının o saç telinin kime ait olduğunu bildiğini anladı. Hambry'ye geleli beri bir tek uzun sarı saçlı kızla karşılaşmışlardı. İki çocuk göz göze geldiler. Alain, Bert'in gözlerinde hem endişe, hem de neşe olduğunu farketti.

Cuthbert Algood işaret parmağını şakağına dayayarak bir tabancanın tetiğini çekiyormuş gibi yaptı.

Alain başını salladı.

Verandanın basamağında oturan ve arkası onlara dönük olan Roland hâlâ dalgın dalgın batmakta olan güneşe bakıyordu.


8. Satıcının Ayı'nın Işıkları Altında
Mejis'in hemen hemen altı yüz kilometre batısındaki Ritzy kasabası pek de hoş bir yer sayılmazdı. Roy Depape oraya bazılarının Yaz Sonu Ayı dedikleri Satıcının Ayı'nın on dördünden üç gün önce geldi ve bir gün sonra da ayrıldı. ,

Aslında burası kasaba bile sayılmazdı. Berbat bir madenci köyüydü; Vi Castis Yarı'ndan yetmiş metre kadar ötede, Vi Castis Dağları'nın doğu yamacındaydı. Köyün bir tek sokağı vardı. Yoldaki araba tekerleklerinin açtığı çukurlar demir kadar sertleşmişti. Sonbahar fırtınaları ve yağmurları başladıktan sonra da çamur deryasına dönecekti. Yolun kenarında "Ayı ve Kaplumbağa Dükkânı" vardı. Ama Vi Castis Şirketi madencilerin oradan alışveriş yapmalarını yasaklamıştı. Yine aynı yoldaki şirketin dükkânındansa sadece madenciler alışveriş yapıyorlardı. Hapishaneyle Kasaba Toplantı Salonu aynı binadaydı. Önünden yeldeğirmeniyle darağacı karışımı bir şey yükseliyordu. Yolu birbirinden daha pis, umutsuz ve tehlikeli altı meyhane süslüyordu.

Ritzy iki tepenin arasındaydı. Dev iki omzun arasında öne eğilen çirkin bir kafaya benziyordu. Kasabanın yukarsında, güneyde şirketin madencilerin kalmasını sağladığı harap kulübeler vardı. Rüzgârın her esişinde etrafa kireç dökülmemiş genel tuvaletlerin kokusu yayılıyordu. Madenler kuzeydeydi. Gelişigüzel kazılmış, destek konmamış tehlikeli kuyular on beş metre kadar aşağıya iniyor, sonra altın, gümüş, bakır ve arada sırada da ateş taşları yığınlarını kapmaya çalışan parlaklar gibi etrafa yayılıyorlardı. Madenler dışardan bakıldığında taşlı çıplak topraklara açılmış deliklere benziyordu. Dik dik bakan gözler gibiydiler. Her birinin yatay geçidinin yanında kendi toprak ve moloz yığınları vardı.

Bir zamanlar bu bölgede özel madenler de bulunuyordu. Ama artık böyle şeyler sona ermişti. Her şeyi Vi Castis Şirketi idare ediyordu. Depape bütün bunları biliyordu. Çünkü Büyük Tabut Avcıları bu küçük eğlenceye katılmışlardı. Aslında ellerindeki o tabut dövmelerini buradan yetmiş beş kilometre bile ötede olmayan Wind kasabasında yaptırmışlardı. O çamur gölü Ritzy'den de berbat bir yerdi. Bütün bunlar ne kadar önce olmuştu? Depape bunu pek bilemiyordu. Ama galiba bilmesi gerekirdi. Ancak iş geçmişi düşünmeye geldiğinde çoğu zaman bocalıyordu. Hatta kaç yaşında olduğunu hatırlamak bile ona zor geliyordu. Çünkü dünya geçip gitmiş ve zaman da değişmişti; daha yumuşaktı şimdi.

Ama Depape'nin hatırlamakta zorluk çekmediği bir tek şey vardı. Yaralı.parmağını bir yere her çarpışında hissettiği o feci acı bu anıyı canlı tutuyordu. Depape'in hatırladığı şey kendi kendine verdiği sözdü. Dearborn, Stockworth ve Heath'in cesetlerini sıraya dizecekti. O piçler ellerini küçük bir kızın kâğıt bebekleri gibi uzatmış olacaklardı. Üç. haftadan beri Sayın Kontesi özleyen o organıyla da ölülerin yüzlerini yıkayacaktı. Ama idrarının fazlasını New Canaan'dan Gilead'lı Arthur Heath'e saklayacaktı. O durmadan gülen geveze köpek iyice yıkanacaktı.

Depape, Ritzy'nin tek yolunun güneşin doğduğu yere bakan ucundan kasabadan çıktı. Atını ilk tepenin yanından yukarıya doğru tırısa kaldırdı. Sonra da geriye bir defa bakmak için tepede durdu. Bir gece önce Hattigan'ın meyhanesinin arkasında o ihtiyar köpekle konuşurken Ritzy'de gürültüden geçilmiyordu. Ama bu sabah saat yedideyse bir hayalete benziyordu. Yağmalanan tepelerin yukarsında hâlâ gözüken Satıcının Ayı gibi. Ama Depape madenlerden gelen tangırtıları duyuyordu. Tabii ya. O bebekler haftada yedi gün tangırdıyorlardı. Kötüler için dinlenme yoktu... Galiba kendisi de buna dahildi. Depape her zamanki düşüncesizliğiyle atının kafasını şiddetle çevirdi. Hayvan iyice mahmuzladı ve doğuya doğru ilerledi. Hâlâ o ihtiyar köpeği düşünüyordu. Ona göre yaşlı budalaya adil davranmıştı. Ödül vaat etmiş ve verilen bilginin karşılığını da ödemişti.

Yeni doğan güneşin ışıklarında gözlük camları ışıldayan Depape . evet, dedi kendi kendine. O ihtiyar böcek şikâyet edemez sanırım' (Bu, akşamdan kalmadığı ender sabahlardan biriydi ve keyfi de yerindeydi.)

Depape o genç hayvanların izlerini bulmakta zorluk çekmemişti. Delikanlılar anlaşılan New Canaan'dan baştan sona kadar Büyük Yol'u izleyerek doğuya gelmişlerdi. Uğradıkları her kent ve kasabada dikkati çekmişlerdi. İçinden geçip gittikleri yerlerde bile. Ama neden olmasın? Güzel atlara binmiş, yüzlerinde yara bere olmayan, ellerinde ne tür insanlar olduklarını açıklayan dövmeler bulunmayan, iyi giyimli, pahalı şapkalı delikanlılardı onlar. Grubu özellikle hanlarda ve meyhanedekiler iyi hatırlıyorlardı. Delikanlılar susuzluklarını gidermek için bu yerlere uğramışlar ama alkollü içkiler içmemişlerdi. Bira ve graf da öyle. Evet, onları çok iyi hatırlıyorlardı. Yolcu çocuklar. Pırıl pırıl delikanlılar. Sanki daha önceki, o daha iyi günlerden çıkıp gelmişlerdi.

Depape atıyla ilerlerken, suratlarına işeyeceğim, diye düşündü. Teker teker! BayArthur'u ise... hah hah ha!., sona saklayacağım. Eğer yolun sonundaki açıklıkta olmasaydın, idrarımı biriktirir ve seni onunla boğardım.

Evet, delikanlıları farketmişlerdi ama bu kadarı yeterli değildi. Bu kadarcık bilgiyle Hambry'ye dönerse Jonas tabancasını çeker, burnunu uçururdu. Ve o anda bunu hak etmiş olurdu. "Onlar zengin çocukları olabilirler. Ama hepsi bu kadar değil." Bunu Depape kendisi de söylemişti. Soru şuydu: Bundan başka? Ve silahşor sonunda pislik ve kükürt kokan Ritzy'de aradığını bulmuştu. Belki her şeyi öğrenememişti. Ama yeteri kadar bilgi edinerek atını Hambry'ye doğru döndürmüştü. Yoksa lanet olasıca New Canaan'a kadar gitmek zorunda kalacaktı.

Önce iki meyhaneye uğramış ve su katılmış bira içmişti. Sonunda sıra Hattigan'ın yerine gelmişti. Depape yine sulu bira söylemiş ve barmenle konuşmaya hazırlanmıştı. Ama o daha ağacı sallamaya basmadan istediği elma daldan avucuna düşüvermişti. Güzelce.

Yaşlı bir adam insanın kafasını sancıtan tiz bir sesle konuşuyordu. Zengin yaşlı piç. Zaten ihtiyar piçler içki içtiler mi hep böyle yaparlardı. Adam eski günlerden söz ediyordu. Yaşlı piçlerin her zaman yaptıkları gibi- ihtiyar köpek dünyanın geçip gittiğinden, o çocukken her şeyin çok daha iyi olduğundan dem vuruyordu. Sonra Depape'in kulak kesilmesine neden olan bir şey söyledi. "Belki de eski günler geri geliyor. Çünkü ben iki ay önce üç genç lordu görmedim mi? Belki de daha da kısa bir süre önceydi. Onlardan birine bir içki ikram etmedim mi? Şekerli gazoz olsa bile."

Ağzında sadece dört dişi kalmış olan genç bir kadın, "Sen genç bir lordla taze tezeği bile birbirinden ayıramazsın," dedi.

Bu sözler üzerine meyhanedekilerin hepsi de güldüler. Yaşlı piç alınmıştı, öfkeyle etrafına bakındı. "Pekâlâ da ayırırım. Ben senin öğrenemeyeceğin kadar çok şeyi unuttum! Gerçekten. O çocuklardan biri Eld soyundandı. Çünkü onun suratında babasını gördüm... Senin şu sarkık göğüslerini gördüğüm gibi, Jölene." Sonra ihtiyar köpek Depape'in bile takdir ettiği bir şeyi yaptı. Meyhanenin gediklisi fahişenin bluzunun önünü çekerek içine birasının geri kalanını döktü. Gürültülü kahkahalar ve şiddetli alkışlar bile kadının öfkeli çığlığını örtemedi. Yaşlı adamın feryatlarını da öyle. Çünkü genç kadın adamın başını ve omuzlarını tokatlayıp yumruklamaya başlamıştı. İhtiyar önce sadece öfkeyle bağırıyordu. Ama sonra kadın ihtiyar piçin bira bardağını alarak onun kafasının yanına vurdu. Bardak kırıldı ve ihtiyar köpek can acısıyla haykırmaya başladı. Kanlar sulu biraya karışarak yaşlı piçin yüzünden akmaya başladı.

Kadın, "Defolup git!" diye bağırarak adamı kapıya doğru itti. Meyhanedeki madenciler de yaşlı köpeğin ilerlemesi için ona güçlü tekkeler indirdiler. (Adamlar kolaylıkla taraf değiştirmişlerdi. Rüzgârın yön değiştirmesi gibi.) "Sakın geri geleyim deme, ihtiyar hayvan! Nefesin o ottan kokuyor. Defol, eski günler ve genç lordlarla ilgili kahrolasıca hikâyelerini de alıp götür!"

Yaşlı piç böylece odada zorla yürütüldü. (Hattigan'ın müşterilerini eğlendiren trompetçinin önünden geçti. Bu melon şapkalı, değerli genç sanatçı da ihtiyar köpeğin tozlu pantolonuna tekmeyi indirirken "Oynayın, Hanımlar, Oynayın" adlı parçanın bir tek notasını bile kaçırtmadı.) İhtiyar yarasa kanadına benzeyen kapıdan çıktı ve yüzükoyun sokağa kapaklandı.

Depape ağır ağır onu izlemişti. Yaşlı köpeğin kalkmasına yardım etti. O sırada burnuna o keskin koku geldi. Bira kokusu değildi bu. ihtiyar piçin soluğu kokuyordu ve dudaklarının kenarlarında her şeyi açıklayan o yeşilimsi-gri lekelerden vardı. Evet, ot neden olmuştu bunlara. İhtiyar piç belki de bunu yeni içmeye başlıyordu. (Bilinen nedenle şeytan-otu dağlarda, bayırlarda yetişiyordu. Kentte satılan viski ve bira gibi parayla değil, bedavaydı.) İnsan buna başladı mı, sonu çabuk geliyordu.

Yaşlı köpek boğuk boğuk, "Çok saygısızlar," dedi. "Anlayışlı da değiller."

Depape, "He, öyle," diye cevap verdi. Geldiği o kırsal yöreye özgü lehçeden henüz kurtulamamıştı.

İhtiyar piç başını kaldırmış ona bakıyor, olduğu yerde yalpalıyordu. Yarılmış kafasından kırışık yanağına doğru akan kanları beceriksizce silmeye çalışıyordu. "Oğlum, bir içki paran var mı? Babanın suratını hatırla ve yaşlı birine bir içki içmesi için para ver."

Depape, "Ben yardımdan pek hoşlanmam," dedi. "Ama belki içki parası kazanabilirsin. Şuraya büroma gel de bu işi konuşalım."

Yaşlı köpeği yoldan tahta kaldırıma çıkardı. Altından ve üstünden ışıklar süzülen yarasa kanadı gibi kapıların iyice soluna doğru gitti. Olanca sesleriyle şarkı söyleyen üç madencinin geçmesini bekledi. ('Sevdiğim kadın... Boylu boslu... Vücudunu... bir top gibi... hareket ettiriyor...") Hâlâ yaşlı köpeği dirseğinden tutan Depape onu Hattigan'la yandaki cenazeevinin arasındaki geçide soktu. Ritzy'ye yapılan bir ziyaret bir anda sona erebilir, diye düşünüyordu. İçki iç, kurşunu ye ve yandakiler de seni gömsünler.

1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət