Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə21/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   62

Ama Sheemie bu gece barın arkasındaki Deve Sidiği testisine erişemedi. Ayağı irkilen kovboyun botuna takıldı. Hayretle bağırarak dizüstü düştü. Kovadaki sıvı öne doğru dalgalandı. Ve İblisin İlk Kötülük Yasası'na ("En kötü şey olacaksa olur" düstûruna), uyarak Roy Depape'nin dizinden aşağısı bira, grafve beyaz yıldırım karışımıyla sırılsıklam oldu.

Tezgâhın önündeki konuşmalar kesildi. Zar masasının başındaki damların sesleri de öyle. Sheb döndü ve Sheemie'nin, Jonas'ın gamlarından birinin önünde diz çökmüş olduğunu gördü. Ve piyano çalmayı bıraktı. Gözlerini yumarak bütün ruhunu şarkısına döken Pette üç dört mezür tiz bir sesle bağırmayı sürdürdü. Sonra sudaki halkalar gibi dalga dalga etrafa yayılan sessizliği farketti. Şarkı söylemeyi bırakıp gözlerini açtı. Bu tür bir sessizlik genellikle birinin öldürüleceği anlamına gelirdi. Öyle bir şey olacaksa, bunu kaçırmak istemiyordu.

Depape hiç kımıldamadan duruyor, yerden yükselen alkolün keskin kokusunu içine çekiyordu. Kokuya aldırdığı yoktu. Hiç olmazsa reçinenin pis kokusunu bastırıyordu. Genç adam pantolonunun dizlerine yapışmasına da aldırmıyordu. O neşe sıvısı botlarının içine aksaydı belki biraz sinirlenirdi ama öyle bir şey olmamıştı.

Depape elini tabancasının kabzasına attı. Çok şükür! İşte ona yapış yapış ellerini ve orada olmayan fahişeyi unutturacak bir şey çıkmıştı. Ve iyi bir eğlence her zaman biraz ıslanmaya değerdi.

Şimdi ortalıkta çıt çıkmıyordu. Stanley barın gerisinde bir asker gibi dimdik duruyor, gömleğinin kollarına geçirmiş olduğu lastiği sinirli sinirli çekiştiriyordu. Tezgâhın diğer ucunda Reynolds ortağına zekice bir ilgiyle bakıyordu. Buharları tüten kovadan bir midye alıp tezgâhın kenarına vurdu. Midyeyi lop bir yumurtanın kabuğu gibi kırdı. Depape'nin ayağının dibindeki Sheemie başını kaldırdı. Karışık, kıvırcık siyah saçlarının altında gözleri korkuyla irileşmişti. Gülümsemeye çabalıyordu.

Depape, "Ah, çocuk," dedi. "Beni iyice ıslattın."

"Affedersin, büyük adam. Ayağım takıldı." Elini kaldırarak omzunun üzerinden işaret etti. Parmaklarının ucundan etrafa Deve Sidiği damlaları uçuştu. Bir yerde biri sinirli sinirli boğazını temizledi. Öö-hööö! Oda irileşmiş gözlerle doluydu, içersi o kadar sessizdi ki, saçakların altında uğuldayan rüzgârı ve üç kilometre ötede Hambry Burnu'ndaki kayalara çarpan dalgaların şapırtısını duyabiliyorlardı.

Öne doğru çıkan kovboy, "Haydi oradan!" dedi. Yirmi yaşındaydı ve birdenbire annesini bir daha göremeyeceğinden korkmaya başlamıştı. "Suçu benim üzerime atma, kahrolasıca gerizekâlı!"

Depape, "Kazanın nasıl olduğu beni ilgilendirmiyor," dedi. Bir seyirci topluluğunun karşısında olduğunun farkındaydı. Ve seyircilerin en çok eğlenmek istediklerini de biliyordu. Depape eski bir oyuncu gibi onları memnun etmeye hazırdı.

Depape kot kadife pantolonunu dizinin üstünden tutarak yukarıya çekti. Botlarının burunları ortaya çıktı; parlak ve ıslaktılar.

"Şuraya bak. Botlarıma bulaştırdığın şeyi görüyor musun?"

Sheemie başını kaldırarak silahşora baktı. Dehşet içinde sırıtıyordu.

Stanley Ruiz bu işe izin veremeyeceğini, hiç olmazsa engel olmak için bir çaba göstermesi gerektiğini düşündü. Çocuğun annesi Dolores Sheeler'ı eskiden iyi tanırdı. Belki de Sheemie onun oğluydu. Ne olursa olsun, çocuğu seviyordu. Aptal ama iyi kalpliydi. İçki içmiyor, her zaman işini yapıyordu. Ayrıca en soğuk ve sisli günde bile insana gülümsüyordu. Bu yetenek normal zekâlı insanların çoğunda yoktu.

Barmen öne doğru bir adım atarak saygı dolu alçak bir sesle, "Sai Depape," dedi. "Olanlar için çok üzgünüm. Eğer bu üzücü olayı unutursak bu gece bütün içkilerinizi memnunlukla bedava..."

Depape adeta farkedilemeyecek kadar hızla hareket etti. Ama o gece meyhanede olanları şaşırtan şey bu değildi. Sonuçta Jonas'la birlikte dolaşan bir adamın hızlı silahı çekmesi gerekirdi. Müşterileri hayrete düşüren silahşorun hedefi görmek için dönmek zahmetine girmemesiydi. Depape, Stanley'nin sesinden onun nerede olduğunu anlamıştı.

Depape tabancasını çektiği gibi sağa doğru yükselen bir kavis çizdi. Ve silah Stanley Ruiz'in ağzına geldi. Barmenin dudakları ezildi ve üç dişi kırıldı. Tezgâhın arkasındaki aynaya kanlar sıçradı. Yukarı doğru sıçrayan birkaç damla da Kolay Av'ın sol taraftaki burnuna geldi. Stanley bir çığlık atarak ellerini yüzüne götürdü. Sendeleyerek geriledi ve arkadaki rafa çarptı. O sessizlikte birbirine çarpan şişelerin şıngırtısından çok gürültü çıktı.

Reynolds barın diğer ucunda bir midye daha kırıp sahneyi ilgiyle seyretmeyi sürdürdü. Bu olay bir oyun kadar güzeldi.

Depape dikkatini tekrar yere diz çökmüş olan çocuğa verdi. "Botlarımı temizle!"

Sheemie'nin yüzünde rahatladığını açıklayan biraz da şaşkınca bir ifade belirdi. Botları temizlemek! Evet! Tabii! Hemen! Çocuk her zaman arka cebinde duran bezi çıkardı. Bez henüz kirlenmemişti. Yapı en azından fazla kirli sayılmazdı.

Depape sabırla, "Hayır," dedi. Sheemie başını kaldırarak ona şaşkın şaşkın baktı. Ağzı da açılmıştı. "O pis bezi geldiği yere geri koy. Onu görmek bile istemiyorum!"

Sheemie bezi tekrar arka cebine tıktı.

Depape yine o sabırlı sesle, "Botlarımı yala," diye emretti. "Benim istediğim bu. Botlarımı onlar tekrar kuruyuncaya kadar yalayacaksın, iyice temiz olmalılar. Botlarıma baktığın zaman tavşanınkine benzeyen salak suratını görmelisin."

Sheemie kendisinden ne istendiğini pek anlamamış gibi durakladı. Belki de hâlâ bu emri anlamaya çalışıyordu.

Sheb'in piyanosunun arkasındaki güvenli olduğunu umduğu yere sinmiş olan Barkie Callahan, "Ben olsam bunu yapardım, çocuk," dedi. ""Güneşin doğduğunu görmek istiyorsan senden isteneni yapmalısın."

Ama Depape bu pelte beyinli çocuğun güneşin doğduğunu görmemesine karar vermişti bile. Bu dünyada göremeyecekti artık. Ama silahşor sesini çıkarmadı. O zamana kadar botlarını hiç yalatmamıştı. Hoşuna giderse -ve seksi bulursa- belki Sayın Kontes'ten de aynı şeyi isteyecekti.

"Bunu yapmam gerekli mi?" Sheemie'nin gözleri dolmaya başlamıştı. "Çok üzüldüğümü söyleyemez miyim? Sonra botlarını iyice parlatırım."

Depape, "Botlarımı yala, gerizekâlı eşek," dedi.

Sheemie'nin saçları alnına düştü. Çocuk dilini hafifçe çıkardı. Başını Depape'nin botlarına doğru eğerken ilk gözyaşı damlası düştü.

Biri, "Durun!" dedi. "Durun!" O sessizlikte herkesin şok geçirmesine neden oldu bu ses. Birdenbire söylendiği ya da seste öfke olduğu için değil. Ses neşeli olduğu için insanı sarsıyordu. "Buna kesinlikle izin veremem. Hayır. Mümkün olsaydı verirdim ama imkânsız. Çünkü sağlığa aykırı. Kim bilir etrafa ne tür bir hastalık yayılır? İnsan bunu düşünürken beyni sarsılıyor. Ke-sin-lik-le sar-sı-lı-yoooor!"

Yarasa kanatlarına benzeyen kapının hemen önünde bu budalaca ve öldürücü olabilecek sözleri söyleyen yabancı duruyordu. Orta boylu bir delikanlıydı. Geriye ittiği düz tepeli şapkasının altından kan şık kumral saçları çıkmıştı. Ancak... delikanlı tabancasını silahşora doğrultmamıştı. Depape bunu hemen farketti. Delikanlı fazla ukalaydı Zaten henüz çocuk sayılırdı. Boynuna büyük, komik bir madalyon gibi bir kuşun kurukafasını asmıştı. Bunun nedenini ancak Tanrılar bilirdi Zincir kuşun göz çukurlarından geçirilmişti. Yabancının elinde de tabanca değil, lanet olasıca bir sapan vardı. Depape, zaten onun gibi henüz sakalı çıkmamış bir budala tabancayı nereden bulacak, diye düşündü. Silahşor kahkahalarla gülmeye başladı.

Çocuk da ona katıldı. Her şeyin pek gülünç gözüktüğünü anlıyormuş gibi başını sallıyordu. Olanlar çok gülünçtü gerçekten. Kahkahaları diğerlerini de etkiliyordu. Hâlâ taburenin üstünde duran Pettie kıkır kıkır güldü, sonra da elleriyle ağzını kapattı.

Depape, "Burası senin gibi çocuklara göre bir yer değil," dedi. Eski bir beşlik olan tabancasını hâlâ kılıfına sokmamıştı. Bara dayadığı elinde tutuyor, namlusundan Stanley Ruiz'in kanları damlıyordu. Depape demir namlusunu tezgâhtan kaldırmadan silahı hafifçe salladı. "Böyle yerlere gelen çocuklar kötü alışkanlıklar edinirler, yavrucuk; Bunlardan biri de ölmek olabilir, Onun için sana bir tek fırsat veriyorum. Çık git."

"Teşekkür ederim, efendim. Bu tek fırsatı takdirle karşılıyorum." Delikanlı müthiş etkileyici bir içtenlikle konuşuyordu... Yerinden de kıpırdamamıştı. Hâlâ yarasa kanadı gibi kapının önünde duruyordu. Sapanın lastiğini iyice germişti. Depape lastiğin ortasındaki kapçıkta ne olduğunu tam göremiyordu. Ama gaz lambasının ışığında pırıldıyordu.

Depape, "Ee?" diye homurdandı. Bu iş fazla uzamaya başlamıştı.

"Canınızı sıktığımı biliyorum, efendim. Bir başbelası olduğumu da. Ben iç sıkıcı bir yaratığım. Ama sizce bir sakıncası yoksa, sevgili dostum, bana verdiğiniz o bir tek fırsatı önünüzde diz çökmüş olan şu çocuğa devretmek istiyorum. Bırakın sizden özür dilesin, sizi memnun edinceye kadar beziyle botlarınızı parlatsın. İzin verin de yaşamını sürdürsün."

Pokercilerin bulundukları taraftan bu önerinin beğenildiğini belirten mırıltılar geldi. Bu, Depape'nin hiç hoşuna gitmedi. Ve silahşor birdenbire kararını verdi. Bu çocuk da ölecekti. Onu küstahlığı yüzünden adam edecekti. Artıkları üzerine döken yaratığın gerizekâlı olduğu belliydi. Ama kapıda duran, piçin böyle bir mazereti bile yoktu. O sadece pek komik olduğunu sanıyordu.

Depape şefkatle, "Bence bir hata yaptın, çocuk," dedi. "Bana kalırsa..." Sapanın ortasındaki kapçık hafifçe aşağı indi... Ya da Depape'e öyle geldi. Silahşor harekete geçti.

Hambry'de bu olaydan yıllarca söz ettiler. Gilead'ın düşmesinden ve Birlik'in sona ermesinden otuz yıl sonra bile, herkes hâlâ bunu konuşuyordu. Artık son zamanlara kadar o gece meyhanede olduğunu iddia eden büyükbabaların sayısı beş yüzü geçmişti. (Birkaç nine de aynı şeyi söylüyordu.) Hepsi de o gece meyhanede bira içtiklerini ve bütün olanları gördüklerini anlatıyorlardı.

Depape gençti ve bir yılan kadar da hızlıydı. Ama buna rağmen Cuthbert Allgood'a ateş etmeyi başaramadı. Lastik bırakılırken "şak-tıng!" diye bir ses duyuldu. Çelik ışıldadı ve meyhanenin dumanlı havasında karatahtaya çekilen bir çizgi gibi dümdüz ilerledi. Depape bir çığlık attı. Tabancası yere yuvarlandı ve botlu bir ayak bir tekmede silahı silahşorun yanından uzaklaştırdı. (Büyük Tabut Avcıları Hambry'de oldukları sürede kimse bunu yapanın kendisi olduğunu söylemedi.) Ama onlar gittikten sonra yüzlerce insan bunu iddia etti. Depape yine bağırarak kanayan elini havaya kaldırdı. Can acısına hiç gelemezdi. Eline acıyla ve gözlerine inanamıyormuş gibi baktı. Cuthbert'in küçük topu adamın orta parmağının ucunu ezmiş ve tırnağını koparmıştı. Bilye daha aşağıya gelseydi silahşor avucundan dumanları üfleyerek halkalar oluşturabilecekti.

O arada Cuthbert sabanının kapçığına yine çelik bir bilye koymuş ve lastiği yeniden germişti bile. "Şimdi dikkatinizi bana verin, iyi efendim..."

Reynolds arkasından, "Onun dikkati konusunda bir şey söyleyemem," dedi. "Ama ben sana bütün dikkatimi veriyorum, ortak. Bilmiyorum bu nesneyi kullanmakta gerçekten usta mısın? Ya da çok mu Şanslısın? Ama iki durumda da artık o oyuncakla işin bitti. Lastiği gevşet ve sapanı bırak. Onu şu önündeki masaya koyduğunu görmek istiyorum."

Cuthbert üzüntüyle, "Yine gafil avlandım," dedi. "Toyluğum yüzün den kötü duruma düştüm. Gençliğim bana ihanet etti"

"Toy musun, değil misin, bunu bilmiyorum, kardeş. Ama senin gafil avlandığın kesin." Reynolds, Cuthbert'in arkasında, onun biraz soluna doğru duruyordu. Tabancasını uzattı. Cuthbert namlunun başının arkasına dayandığını hissetti. Reynolds horozu çekti. Bir sessizlik gölcüğü halini alan meyhanede bu ses herkese pek şiddetliymiş giy geldi. "Şimdi o sapanı bırak."

"İyi efendim, korkarım bu önerinizi reddedeceğim. Özür dilerim."

"Ne?"

Cuthbert, "Anlayacağınız," diye başladı. "Çok güvendiğim sapanımla şu hoş arkadaşınızın kafasına nişan almış bulunmaktayım." Depape endişeyle kımıldayarak tezgâha dayandı. Cuthbert'in sesi kamçı gibi sakladı; hiç de toy bir gencin sesine benzemiyordu. "Kımıldama! Tekrar hareket edersen kendini ölmüş bil!"



Depape durakladı. Kanlı elini reçine yapışmış gömleğine dayamıştı. Yüzünde ilk kez korku dolu bir ifade belirmişti. Ve Reynolds ilk defa o gece, hatta Jonas'a katılalı beri ilk kez otoritenin elinden kaymak üzere olduğunu hissetti... Ama bu nasıl olabilirdi? Bu küstah çocuğun arkasından dolaşıp ona nişan almışken? Hayır, artık bu olayı sona erdirmeliydi.

Cuthbert sesini alçaltarak daha önce olduğu gibi sıradan bir konuşma yapıyormuş gibi, "Beni vurursan," dedi. Sesi şakacıydı. "Bu bilye uçar ve arkadaşın da benimle birlikte ölür."

Reynolds, "Buna inanmıyorum," diye homurdandı. Ama kendi sesindeki ifade hiç hoşuna gitmemişti. Kuşkuya benziyordu. "Hiç kimse böyle bir atış yapamaz."

"Neden buna arkadaşının karar vermesini istemiyoruz?" Delikanlı sesini uysalca yükseltti. "Hey Bay Gözlüklü!" diye seslendi. "Arkadaşının beni vurmasını istiyor musun?"

Depape bağırdı. "Hayır!"

Sesi tizleşmişti. Paniğe kapılmak üzereydi. "Hayır, Clay! Sakın ateş etme!"

Reynolds şaşkın şaşkın, "Berabere kaldık," diye mırıldandı. Sonra hu şaşkınlığının yerini dehşet aldı. Çünkü iri bir bıçağın keskin tarafı boğazında kaymıştı. Bıçak çıkık gırtlak kemiğinin hemen üzerindeki nazik deriye bastırıldı.

Alain yavaşça, "Hiç de değil," dedi. "O tabancayı bırak, dostum. Yoksa gırtlağını keserim."

Jonas yarasa kanadına gibi kapıların dışında duruyordu. Şansı yardım ettiği için bu gösteriye zamanında yetişmişti. Şimdi sahneyi hayret, horgörü ve dehşete pek yakın bir duyguyla seyrediyordu. Önce o Birlik piçlerinden biri Depape'i yaralamıştı. Reynolds tabancayı onun başına dayadığı zaman da yuvarlak yüzlü, kovboy omuzlu iriyarı çocuk bıçağı silahşorun boynuna bastırmıştı. İki piç de en fazla on beş yaşındaydı. İkisinin de tabancası yoktu. Harika! Jonas bunun gezginci bir sirkin numaralarından daha eğlenceli olacağını düşünecekti. Ama durum düzeltilmediği takdirde birtakım sorunlar çıkacağını biliyordu. Etrafa bu ürkütücü adamlarının çocuklardan korktukları yayılırsa Hambry'de nasıl iş yapacaklardı? Bunun tam tersi olması gerekirken.

Belki biri öldürülmeden bu olaya son verebilirim, diye düşündü. Tabii bunu istiyorsam. Evet, istiyor muyum?

Jonas istediğine karar verdi. Kurnaz davranırlarsa bu karşılaşmadan galip çıkabilirlerdi. Ayrıca kararını da verdi. Bu Birlik piçleri Mejis Baronluğu'ndan sağsalim ayrılamayacaklardı. Tabii çok şanslıysalar o başka.

Üçüncü çocuk neredeydi? Şu Dearborn?

İyi bir soruydu bu. Önemli bir soru. Jonas Roy ve Clay gibi kıstırılırsa sıkıntısı utanca dönüşecek, küçük düşecekti.

Dearborn meyhanede değildi. Bu kesindi. Jonas topuklarının üzerinde dönerek Güney Anacadde'yi iki yönde bakışlarıyla taradı. Ayın on dördü iki gece geride kalmıştı. Ama yine de Öpen Ay'ın ışıklarında her taraf adeta gündüz gibi aydınlıktı. Etrafta kimse yoktu. Ne sokakta, ne de karşı tarafta. Hambry'nin ticaret merkezi o taraftaydı. Önünde bir veranda vardı. Işığın Korucuları'nı gösteren totemler dizilmişti buraya: Ayı, Kaplumbağa, Balık, Kartal, Aslan, Yarasa ve Kurt. On iki Koruyucu'dan yedisi. Totemler ayışığında mermerden yapılmış gibi parlıyordu. Çocuklar herhalde onlara bayılıyorlardı. Orada da kimse yoktu İyi! Harika!

Jonas merkezle kasap arasındaki geçide de dikkatle baktı. Atılmış kutuların ,arkasındaki gölgeyi farketti. Bir an kasları gerildi. Sonra bir kedinin parlak yeşil gözlerini görünce rahatladı. Başını sallayarak harekete geçti. Yarasa kanadına benzeyen kapının sol kanadını itip Yolcuların Dinlenme Yeri'ne girdi. Alain menteşenin gıcırtısını duydu. Ama daha dönemeden Jonas tabancasını onun şakağına dayadı.

"Oğlum, o domuz bıçağını bir tarafa bırak. Tabii berbersen o başka. Seni ikinci defa uyarmayacağım."

Alain, "Olmaz," dedi.

Jonas çocuğun hemen boyun eğeceğini sanmıştı. Bundan başka hiçbir şeye karşı hazır değildi. İyice şaşaladı. "Ne?"

Alain, "Beni duydun," dedi. "Sana, 'Olmaz,' dedim."

Üç arkadaş Deniz Kıyısı'nda nezaketle davranarak izin aldıktan sonra Roland diğerlerinden ayrılmıştı. İki arkadaşının istedikleri gibi eğlenmelerine izin vermişti. Onların sonunda kendilerini Yolcuların Dinlenme Yeri'nde bulacaklarından emindi. Ama kumar oynayacak paraları yoktu. Soğuk çaydan daha etkili bir şey de içemeyeceklerdi. Roland bu yüz'den başlarının derde gireceğini sanmıyordu. Delikanlı kente başka yoldan inmiş ve atını şehrin iki alanından aşağıdakine bırakmıştı. Hayvanı herkesin kullandığı direğe bağlamıştı. (Aceleci bu davranış karşısında bir tek defa şaşkın şaşkın kişnemişti. Ama o kadar.) Roland o andan beri uyuklayan boş sokaklarda dolaşıyordu. Şapkasını gözlerine kadar indirmiş, ellerini arkasında kavuşturmuştu. Eklemleri sızlıyordu.

Kafası sorularla doluydu. Burada kötü bir şeyler vardı. Çok kötü. Önce buna hayal gücünün neden olduğunu sanmıştı. Çocuksu yanı, gerçek çarpışmaların olduğu yerden uzaklaştırıldığı için hayali dertler ve masallara yakışacak entrikalar yaratmıştı. Ama Roland, Rennie'yle yaptığı konuşmadan sonra gerçeği anlamıştı. Bazı sorular, hatta esrarlı şeyler vardı. Ama işin acı yanı Roland onlardan bir anlam çıkarmaya çalışmak bir yana, dikkatini bu konuya veremiyordu bile. Bunu her dervişinde karşısında Susan Delgado'nun yüzü beliriyordu... Yüzü ya da beline kadar inen saçları. Hatta dansta onun botlarını korkusuzca izleyen, duraklamayan, geride kalmayan ipek iskarpinli ayakları. Delikanlı tekrar tekrar kıza son söylediği sözleri duyuyordu. Bir çocuk-rahip gibi yine ukalaca bir tavırla, soğuk bir sesle konuşmuştu. O ses tonunu ve sözleri silebilmek için hemen her şeyini verebilirdi. Onları geri alabilmek için. Hasat zamanı Thorin'in yanında olacaktı kız. İlk karlar yağmadan önce hamile kalacaktı. Belki de ona bir erkek vâris de verecekti? Ama bu önemli miydi? Tâ zamanın başlangıcından beri zengin erkekler, ünlü adamlar ve soylular her zaman metres tutmuşlardı. Anlatılanlara göre Arthur Eld'in kırk odalığı vardı. Bu nedenle bütün bunlar Roland için önemli miydi?

Ben o kıza âşık oldum. Onun için de çok önemli.

Sarsıcı bir fikirdi bu. Ama delikanlının bunu kafasından atması imkânsızdı. Roland kalbindeki duyguyu çok iyi biliyordu. Susan'ı seviyordu. Evet, çok güçlüydü bu ihtimal. Ama delikanlının bir yanı da kızdan nefret ediyordu. Ve bu yanı yemekte aklına gelen o sarsıcı düşünceden vazgeçmiyordu. Silahlı olsaydı Susan Delgado'yu kalbinden vuracaktı. Bunun bir nedeni kıskançlıktı. Ama hepsi o kadar değildi. Hatta en önemli kısmı bile. Delikanlı masanın bir ucundan kederle ama yine de cesurca gülümseyen Olive Delgado'yla kendi annesi arasında tarif edilemeyecek ama güçlü bir bağ kurmuştu. Annesiyle babasının danışmanını yakaladığı gün Gabrielle'in gözlerinde de aynı kederli, pişmanlık dolu ifade belirmemiş miydi? Marten'in gömleğinin yakası açıktı. Annesinin dümdüz elbisesinin bir omzu kaymıştı. O sıcak sabah neler olduğu o kadar belliydi ki.

Roland'ın kafası dehşetle bu hayalden kaçtı. Onun yerine Susan Delgado'ya döndü. Kızın gri gözleri ve ışıltılı saçlarına. Roland onu görür gibi oldu. Susan başını kaldırmış gülüyordu. Ellerini Thorin'in ona verdiği zafir gerdanlığın önünde birbirine kavuşturmuştu.

Roland, belki bu anlaşma konusunda onu affedebilirim, diye düşündü. Ama kızın onu çok çekmesine rağmen Olive Thorin'in kendi yerinde oturan Susan'a bakarken yüzünde beliren o acıklı gülümseme bağışlanacak gibi değildi. Susan kadının yerinde oturuyor ve gülüyordu üstelik.

Roland ayışığında yürürken bütün bu sahneler hayalinde birbirini kovalıyordu. Ama böyle şeyleri düşünmemeliydi. Onu buraya Susan Delgado için yollamamışlardı. Eklemleri çıtırdayan gülünç Belediye Başkanı ve içler acısı karısı için de... Ama delikanlı yine de onları kafasından kovamıyor, kendini asıl konuya veremiyordu. Babasının yüzünü unutmuştu. Şimdi ayışığında yürüyor ve o suratı yeniden bulacağını umuyordu.

Delikanlı böylece gümüş yaldıza dönüşmüş uykulu anayoldan indi. Güneyden kuzeye doğru gidiyor, belki Alain'le Cuthbert'e boğazlarını ıslatacak bir şeyler ikram edebilirim, diye düşünüyordu. Aceleci'yi alıp geceyi sona erdirmeden Şeytan Yokuşu'nda birkaç el zar atmalarını da sağlarım. Delikanlı sonra Jonas'ı gördü. Adamın sıska vücudunu ve uzun beyaz saçlarını tanımamak imkânsızdı. Silahşor meyhanenin yarasaya benzeyen çift kanatlı kapının önünde durmuş içeriyi gözetliyordu. Bir elini tabancasına atmış, vücudu gerilmişti. Roland o anda her şeyi unuttu. Bir şeyler oluyordu. Bert ve Alain içerdelerse bu onlarla ilgili olmalı, diye düşündü. Ne de olsa kentte yabancıyız. Ve Hambry'de herkesin bu geceki yemekte açıkladıkları gibi Birlik'i sevmeleri de mümkün değil. Zaten buna ihtimal vermiyordum. Belki de başları dertte olanlar Jonas'ın arkadaşları. Her neyse... İçerde bir şeyler olduğu kesin.

Roland yavaşça ticaret merkezinin önündeki basamaklardan çıktı. Bunu neden yaptığını pek bilmiyordu. Oraya tahtadan oyulmuş birtakım hayvan heykelleri dizilmişti. Herhalde bunlar sıkıca zemine, çakılmışlardı. Meyhaneden çıkan sarhoşların çocukluklarından kalma şarkıları söyleyerek onları alıp götürmemeleri için. Roland en uçtaki heykelin arkasına saklandı. Ayı heykeliydi bu. Delikanlı şapkasının tepesinin gözükmemesi için dizlerini büktü. Jonas'ın dönerek o tarafa doğru baktığını gördü. Silahşor sonra sola döndü. Bir şeyi dikkatle süzüyordu...

Roland pek hafif bir ses duydu. Miyav! miyav!

Bu bir kedi. Şu geçitte.

Jonas geçide bir an daha baktı, sonra da meyhaneye girdi. Roland hemen tahtadan oyulmuş ayının arkasından çıkarak basamaklardan indi ve sokağa fırladı. Onda Alain'in o "dokunma" gücü yoktu. Ama sezgileri bazen çok güçlüydü. Şimdi de önsezisi ona acele etmesini söylüyordu.

Yukarda Öpen Ay bir bulutun arkasına girdi.

Koşucu Pettie hâlâ taburenin üstünde duruyordu. Ama ayılmıştı ve şarkı söylemeyi de aklından bile geçirmiyor, gördüklerine inanamıyordu. Jonas, Reynolds'a nişan almış olan çocuğa nişan almıştı. Reynolds'da bir başka çocuğa. (Bu delikanlı boynuna bir zincirle kuş kurukafası asmıştı.) Ve o da Roy Depape'e nişan almıştı. Hatta çocuk Depape'in kanının biraz dökülmesine neden olmuştu. Ve Jonas bıçağını Reynolds'un gırtlağına dayamış olan çocuğa onu bırakmasını söylediği zaman iriyarı delikanlı kabul etmemişti.

Pettie, ışıklarımı söndürüp beni yolun sonundaki açıklığa gönderebilirsiniz, diye düşündü. Çünkü.artık her şeyi gördüm. Gerçekten... Herhalde tabureden inmesi gerekiyordu. Her an ateş edilmeye başlanabilirdi. Hem de bol bol. Ama bazen insanın tehlikeyi göze alması gerekliydi.

Çünkü bazı şeyler kaçırılamayacak kadar olağanüstüydü.

Alain, "Biz bu kente Birlik'in bir işi için geldik," diye hatırlattı. Bir elini Reynolds'un terli saçlarının arasına sokmuştu. Diğer elindeki bıçağı adamın gırtlağına bastırıyordu ama derisini yaracak kadar değil. "Bize zarar verirseniz Birlik bunu haber alır. Babalarımız da öyle. Sizi köpekler gibi kovalarlar. Ve yakalandığınız zaman da herhalde tepe-üstü asarlar."

Jonas, "Oğlum," dedi. "Buradan iki yüz tekerlek öteye kadar bir tek Birlik devriyesi yok. Hatta belki de üç yüz tekerlek öteye kadar. Ama şu tepenin hemen arkasında bir devriye de olsaydı yine bana vızgelirdi. Babanızın da vızgeldiği gibi. Şimdi o bıçağı bırak, yoksa şu lanet olasıca beynini uçururum."

"Hayır."


Cuthbert neşeyle, "Bu olayın gelecekteki gelişmeleri harika olacak," diyerek güldü... Ama şimdi gevezece sözlerinin altında bir şeyler vardı. Korku değildi. Telaş da. Belki sadece delikanlının sinirleri gerilmişti. Jonas, herhalde bu onun işine yarayacak bir sinirlilik, diye düşündü. Ziyafette bu çocukları küçümsemişti. Her şey karmakarışık olsa bile bu belliydi. "Sen Richard'ı vuracaksın. Richard'da Bay Pelerin'in gırtlağını kesecek. Tam Bay Pelerin bana ateş ettiği sırada. Ölmekte olan zavallı parmaklarım sapanımın lastiğini gevşetecek. Ve çelik bilye Bay Gözlüklü'nün beyin yerine kullandığı o şeye saplanacak. Ama hiç olmazsa sen çıkıp gidebileceksin. Herhalde bu ölen arkadaşlarını çok rahatlatacak."

Alain tabancayı şakağına dayamış olan adama, "Berabere kaldık diyelim," diye önerdi. "Hepimiz geriler ve buradan çıkar gideriz."

Jonas, "Olmaz, evlat," dedi. Sesi sabırlıydı. Öfkesinin belli olmadığından emindi. Ama kızgınlığı gitgide artıyordu. Tanrım! Geçici olsa bile onlara böyle meydan okunması! "Hiç kimse Büyük Tabut Avcıları'na böyle davranamaz!"

1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət