Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə22/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   62

Sert ve soğuk bir şey Jonas'ın gömleğinin üzerine, kürek kemiklerinin tam ortasına dayandı. Silahşor bunun ne olduğunu ve bıçağı kimin tuttuğunu biliyordu. Oyunu kaybettiklerini anladı. Ama böyle gülünç, çıldırtıcı bir şeyin nasıl olabildiğini kavrayamadı.

O sivri uçlu madeni tutan delikanlı, "Tabancanı kılıfına sok," diye emretti. Sesi sakin ve duygusuzdu. "Bunu hemen yap. Yoksa bıçak kalbine saplanacak. Artık konuşmak yok. Konuşmalar sona erdi. Ya söylediğimi yaparsın ya da ölürsün."

Jonas sesteki iki şeyi farketti. Gençliği ve gerçeği. Silahşor tabancasını hemen kılıfına soktu.

"Sen, siyah saçlı. Tabancayı arkadaşımın kulağından çekip hemen kılıfına sok. Şimdi!"

Clay Reynolds bu sözlerin ikinci defa söylenmesini beklemedi. Alain gırtlağındaki bıçak çekilince uzun uzun, titrek titrek soluk aldı. Cuthbert etrafına bakınmadı. Dirseğini bükmüş, sapanın lastiğini germişti.

Roland, "Sen bardaki," dedi. "Tabancanı kılıfına koy." Depape isteneni yaptı. Yaralı parmağı tabanca kayışına çarptığı için yüzünü buruşturdu. Cuthbert ancak o tabancasını yerine soktuktan sonra sapanı tutan elini gevşetti ve bilyenin avucuna düşmesini sağladı.

Gelişmeler sonuna varırken bütün bu olayların nedeni unutulmuştu. Şimdi Sheemie ayağa kalkarak salonda hantalca koştu. Yanakları gözyaşlarından ıslanmıştı. Cuthbert'in ellerinden birini tutup birkaç defa öptü. (Başka zaman bu şapırtılar diğerlerine komik gelebilirdi.) Çocuk delikanlının elini bir an yanağına bastırdı. Sonra Reynolds'un yanından geçerek yarasa gibi kapının sağ kanadını itti. Ve hâlâ yarı sarhoş olan ve gözlerinden uyku akan şerifin kollarına düştü. Avery'yi Sheb hapishaneden çağırmıştı. Şerif Belediye Başkanı'nın resmi ziyaretinden sonra hücrelerden birinde sızmıştı.

"Bu tam bir rezalet, öyle değil mi?"

Konuşan Avery'ydi. Kimse cevap vermedi. Şerif de bunu beklemiyordu zaten. Çıkarlarını biliyorlarsa bir şey söylememeleri gerekirdi.

Hapishanedeki büro üç güçlü kuvvetli delikanlıyı ve iri bir şerifi alamayacak kadar küçüktü. Avery bu yüzden onları yakındaki Kent Toplantı Salonu'na götürmüştü. Burada kirişlerde güvercinler kanat çırpıyorlardı. Podyumun gerisindeki büyük saat düzenle tıkırdıyordu.

Sade bir odaydı burası. Ama yine de şerif iyi yer seçmişti. Kentliler ve Baronluk toprak sahipleri yüzyıllardan beri karar vermek, yasa çıkarmak ve zaman zaman da kötü sorunlar yaratan birilerini batıya göndermek için burada toplanırlardı. Ayın ışıklarının süzüldüğü karanlık yerde ciddi bir hava vardı. Roland ihtiyar Jonas'ın bile bunu hissettiğini sezdi. Salon Şerif Hark Avery'ye başka koşullarda elde edemeyeceği bir otorite veriyordu.

Salona "çıplak banklar" denen meşe ağacından yapılmış sıralar konmuştu. Oturulacak ya da sırt dayanılacak yerlerde yastık da yoktu. Otuz bank vardı salonda. Ortadaki geniş açıklığın iki yanına otuzar sıra dizilmişti. Jonas, Depape ve Reynolds açıklığın solundaki ilk bankta oturuyorlardı. Roland, Cuthbert ve Alain ise sağda, onların tam karşısında. Reynolds ve Depape utançla somurtmuşlardı. Jonas'ın sakin ve soğuk bir hali vardı. Will Dearborn'un küçük grubu sessizce bekliyordu. Roland, Cuthbert'e onun anlayacağını umduğu bir biçimde anlamlı anlamlı bakmıştı: Küstah bir tek kelime söylersen, o dilini koparırım! Arkadaşı bunu anlamış gibiydi; o budalaca "nöbetçisi" kurukafayı da bir yere saklamıştı. Bu da iyiye işaretti.

Avery tekrarladı. "Bu tam bir rezalet." Derin derin soludu. Nefesi alkol kokulu bir rüzgâr gibi diğerlerinin yüzlerine çarptı. Şerif podyumun kenarına ilişmiş, kısa bacaklarını aşağıya sarkıtmıştı. Silahşorlarla delikanlılar bezginlikle karışık bir hayretle bakıyordu.

Yan kapı açılarak Yardımcı Dave içeri girdi. Beyaz servis ceketini çıkarmış, monoklünü her zamanki haki gömleğinin cebine sokmuştu. Bir elinde bir fincan vardı. Diğer elindeyse Roland'ın katlanmış huş ağacı kabuğuna benzettiği bir şey.

Avery, "İlk yarısını kaynattın mı, David?" diye sordu. Şimdi suratında rahatsız olmuş gibi bir ifade vardı.

"Evet."

"İki defa kaynattın değil mi?"



"Evet. İki defa."

"Çünkü tarif böyleydi."

Dave bıkkın bıkkın, "Evet," deyip fincanı Avery'ye verdi. Şerif kabı ona doğru uzatınca da huş kabuğunun içindeki geri kalan şeyleri fincana boşalttı.

Avery kaptaki sıvıyı dalgalandırdı. Buna kuşkulu ve bıkkın bir ifadeyle bakıyordu. Sonra sıvıyı içerek yüzünü buruşturdu. "İğrenç! Bu neden bu kadar kötü?"

Jonas, "Nedir o?" diye sordu.

"Başağrısı için toz. Tabii sarhoşluk tozu da diyebilirsin. Bu ilacı o ihtiyar cadı verdi. Şu Cöos Tepesi'nde yaşayan büyücü. Nereyi kastettiğimi biliyorsun, değil mi?" Avery, Jonas'a kurnazca baktı. Yaşlı silahşor bu bakışın farkında değilmiş gibi bir tavır takındı. Ama Roland onun şerifin bakışlarının farkında olduğundan emindi. Ve bu ne anlama geliyordu? İşte sana esrarlı bir şey daha!

Depape, Cöos sözcüğünü duyunca başını kaldırdı. Sonra yaralı parmağını emmeyi sürdürdü. Onun ilersinde Reynolds pelerinine sarılmış oturuyordu. Gözlerini sert bir tavırla kucağına dikmişti.

Roland öğrenmek istedi, "ilaç etkili oluyor mu?"

"Evet, oğlum. Ama cadının ilacının karşılığını ödemeniz gerekiyor. Bunu unutmayın, her zaman ödemek zorundasınız. Puncu fazla kaçırdığınız zaman bu ilaç başağrısını geçiriyor. Ama bağırsakların müthiş sancımasına neden oluyor. Gerçekten. Ve o gaz..." Bunu belirtmek için elini yüzüne doğru salladı. Fincandan bir yudum daha aldı. Sonra onu bir kenara bıraktı. Eskisi gibi ciddi bir tavır takındı. Ama odadaki sıkıntılı hava biraz dağılır gibi olmuştu. Hepsi de bunun farkındaydılar. "Şimdi bu mesele konusunda ne yapacağız?"

Hark Avery sağda, en dipte olan Reynolds'dan başlayarak en soldaki Alain'i -Richard Stockworth'u- ağır ağır süzdü. "E, çocuklar? Bir tarafta Belediye Başkanı'nın adamları. Diğer tarafta da Birlik'in... görevlileri. Altı kişi az kalsın cinayet işleyeceklerdi. Neden? Bir gerizekâlı ve bir kovadan dökülen artıklar yüzünden." Önce Büyük Tabut Avcıları'nı işaret etti. Sonra da Birlik'in sayıcılarını. "İki barut fıçısı. Ve ortada da şişman bir şerif. Onun için... şimdi ne düşünüyorsunuz? Çekinmeyin, konuşun! Yolun aşağısındaki Carol'ın randevuevinde hiç çekinmiyordunuz. Burada da çekinmeyin!"

Kimse bir şey söylemedi. Avery o pis sıvıdan birkaç yudum daha aldı. Sonra fincanı bırakarak diğerlerine kararlı bir tavırla baktı. Ondan sonraki sözleri Roland'ı pek şaşırtmadı. Bu tam Avery gibi bir adamdan bekleyeceği gibi şeydi. Hatta ses tonuna kadar. Şerif bu ses tonuyla kendini gerektiğinde zor kararlar verebilecek bir erkek saydığını açıklıyordu.

"Size ne yapacağımızı söyleyeceğim. Olayı unutacağız."

Şerif şimdi gürültülü itirazlar bekleyen ve bununla başa çıkmaya hazır olan bir adam tavrı takındı. Kimse konuşmadığı ve ayaklarını yere sürmediği için şaşalayıp sıkıldı. Ama yapması gereken bir görevi vardı ve gece saatleri de geçiyordu. Şerif omuzlarını dikleştirerek konuşmasını sürdürdü.

"Önümüzdeki üç dört ayı kimin kimi öldüreceğini bekleyerek geçiremem. Hayır! Ayrıca yarım akıllı Sheemie yüzünden kavga çıkarmanızın cezasını da ben çekemem!

"Sizin pratik yanınıza hitap ediyorum, çocuklar! Burada kaldığınız sürede sizin dostunuz ya da düşmanınız olabileceğimi unutmayın... Ama soylu yanınıza hitap etmezsem hata yapmış olurum. Güçlü ve hassas soylu bir yanınız olduğundan eminim."

Şerif şimdi de soylu bir tavır takınmaya çalıştı. Ama Roland'a göre hiç de başarılı olamadı. Avery dikkatini Jonas'a verdi.

"Sai, Birlik'ten gelen üç gencin başına dert açmayı isteyeceğine inanamam. Birlik hemen hemen elli kuşak boyunca bizim anamızın sütü ve babamızın da koruyucu eli gibi oldu. Ona karşı herhalde saygısızlık etmek istemezsin. Öyle değil mi?"

Jonas başını salladı ve yüzünde yine o hafif, alaycı tebessüm belirdi.

Avery de başıyla onayladı. Böylece işlerin yolunda gittiğini belirtiyordu. "Hepinizin de yapması gereken işleri, yerine getirmesi gereken görevleri var. Böyle bir şeyin işlerinize engel olmasını herhalde istemezsiniz."

Bu kez hepsi başlarını, "Hayır," der gibi salladılar.

"Onun için ben şimdi sizden şunu yapmanızı istiyorum, ayağa kalkarak birbirinize dönün ve el sıkışın. Birbirinizden özür dileyin. Bunu yapmazsanız o zaman şafak sökerken atlarınıza biner ve batıya gidersiniz. Bu da bana vızgelir."

Avery fincanı alıp bu sefer sıvıdan daha fazla içti. Roland adamın elinin hafifçe titrediğini farketti. Buna da şaşmadı. Şerifinki sadece blöftü tabii. Jonas, Reynolds ve Depape'in elindeki o küçük mavi tabut dövmelerini gördüğü an otoritesinin onlara işlemeyeceğini anlamış olmalıydı. Herhalde bu geceden sonra Roland, Cuthbert ve Alain için de aynı şeyleri düşünecekti. Yani Dearborn, Stockworth ve Heath konusunda. Şerifin bütün umudu hepsinin çıkarlarını düşünmeleriydi. Roland bunu düşünüyordu zaten. Jonas da öyle. Çünkü delikanlı ayağa kalkarken o da aynı şeyi yaptı.

Avery biraz irkildi. Sanki Jonas'ın tabancasını, Dearborn'un da belindeki bıçağını çekmesini bekliyordu. Soluk soluğa meyhaneye girdiği sırada delikanlının silahşorun sırtına dayadığı o bıçağı.

Ama ne tabanca çeken oldu, ne de bıçak. Jonas, Roland'a doğru dönerek elini uzattı.

O ince, titrek sesiyle, "Şerif haklı, oğlum," dedi.

"Evet."


"Yaşlı bir adamın elini sıkar ve her şeye yeniden başlayacağına söz verir misin?"

"Evet." Roland da elini uzattı.

Jonas onun parmaklarını kavradı. "Senden özür diliyorum."

"Ben de özür diliyorum, Bay Jonas." Roland sol elini boynuna vurdu. Yaşlılarla konuşulurken böyle yapılması gerekiyordu.

İkisi yerlerine otururken Alain'le Reynolds kalktılar. Sanki daha önce bu törenin provasını yapmış gibi düzgünce. En son ayağa kalkanlar Cuthbert'le Depape oldu. Roland, Cuthbert'in yine saçmalayacağından hemen hemen emindi. O budala dayanamayacaktı. Delikanlı, ama Bert de bu gece Depape'in alay edilmeyecek bir adam olduğunu herhalde anladı, diye düşündü.

Bert, "Özür diliyorum," dedi. Sesi hayran olunacak kadar ciddiydi.

Depape mırıldandı. "Ben de öyle." Kanlı elini uzattı. Roland'ın gözlerinin önünde bir an kâbuslara yakışacak bir sahne belirdi. Cuthbert silahşorun elini olanca gücüyle sıkacak ve kızıl saçlı adam da sıcak bir sobaya konmuş bir baykuş gibi bağıracaktı. Ama Bert bu konuda da konuşurken olduğu gibi yine dikkatli davrandı. Kendini tuttu.

Avery podyumun kenarında, tombul bacaklarını sarkıtmış oturuyor, bir amcaya yakışan bir neşeyle onlara bakıyordu. Hatta yardımcısı Dave bile gülümsüyordu.

"Şimdi ben de hepinizle el sıkışacağım. Sonra da sizi buradan yollayacağım. Çünkü artık geç oldu. Gerçekten. Ve benim gibilerin güzellik uykularına ihtiyaçları vardır." Şerif güldü. Ama kimse ona katılmayınca yüzünde sıkıntılı bir ifade belirdi. Podyumdan inerek el sıkmaya başladı. Bunu uzun ve fırtınalı bir sevişme döneminden sonra inatçı bir çifti evlendirmeyi başaran bir rahibin heyecanıyla yapıyordu.

Dışarı çıktıkları zaman ay artık batmıştı. Temiz Denizin ötesinde gökyüzünde ilk ışıklar beliriyordu.

Jonas, "Belki tekrar karşılaşırız, sai," dedi. Roland, "Evet, belki," diyerek atına bindi.

Büyük Tabut Avcıları Deniz Kıyısı'nın bir buçuk kilometre kadar güneyindeki bekçinin evinde kalıyorlardı. Burası kentten yedi buçuk kilometre uzaklıktaydı.

Jonas yarı yolda yana saptı. Orada aydınlanmaya başlayan kayalık dik yamaç denize doğru iniyordu.

"İn bakalım, bayım." Silahşor Depape'e bakıyordu.

"Jonas... Jonas... Ben..."

"İn," dedim.

Dudaklarını sinirli sinirli dişleyen Depape atından indi.

"Gözlüğünü çıkar."

"Ne oluyor, Jonas? Ben..."

"Gözlüğünün kırılmasını istiyorsan o zaman bırak kalsın."

Depape dişlerini dudağına geçirerek altın çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Daha bunu yaparken Jonas genç adamın başının yanına müthiş bir yumruk indirdi. Depape haykırdı ve yalpalayarak uçuruma yaklaştı. Jonas öne atıldı. Yumruğu indirdiği anda olduğu gibi çok hızlı hareket ediyordu. Depape tam uçuruma yuvarlanacağı sırada onu gömleğinin önünden yakaladı. Gömleğin kumaşını elinde bükerek Depape'i kendine doğru çekti. Derin bir soluk alırken burnuna çam reçinesi ve Depape'in ter kokusu geldi.

Jonas soluk soluğa, "Seni aşağıya atmalıyım," diye homurdandı. "Bize ne kadar zarar verdiğinin farkında mısın?"

"Ben... Jonas, kötü bir niyetim... ben sadece biraz eğlenmek... onların nasıl olduklarını nereden bilecektik..."

Jonas'ın eli yavaş yavaş gevşedi. Depape'in telaşla söylediği son sözler onu etkilemişti. "Onların nasıl olduklarını nereden bilecektik?" Bu düzgün bir cümle değildi, ama doğruydu. "Bu gece kavga çıkmasaydı onların nasıl birileri olduğunu belki de hiç öğrenemeyecektik." Bu açıdan bakıldığı zaman Depape onlara iyilik etmiş bile sayılırdı. Tanıdığın iblis, tanımadığın şeytana her zaman tercih edilirdi. Yine de bu olay duyulacak ve herkes gülecekti. Ama belki böylesi daha iyiydi. O gülüşmeler zamanı gelince sona erecekti.

"Jonas, senden özür diliyorum!"

Yaşlı silahşor, "Keş sesini," dedi. Doğuda güneş kısa bir süre sonra ufuktan yukarıya tırmanacaktı. Çaba ve keder dolu bu dünyanın göreceği yeni günü ilk ışıklarıyla aydınlatacaktı. "Seni aşağıya atacak değilim. Çünkü o zaman Clay'i de atmam, sonra da ikinizi izlemem gerekecek. O piçler sana yaptıkları gibi, bizi de zor duruma düşürdüler. Öyle değil mi?"

Depape, "Evet, öyle," demek istiyordu ama bu tehlikeli olurdu. İhtiyatlı davranarak sesini çıkarmadı.

"Buraya gel, Clay."

Reynolds atından indi.

"Şimdi çömelelim."

Üç silahşor çömeldi. Botlarının topuklarını kaldırmış burunlarının ucunda duruyorlardı. Jonas bir otu kopararak dudaklarının arasına sıkıştırdı. "Bize o piçler Birlik'ten geldiklerini söylediler. Bize öyle söylendi. Buna inanmamamız için bir neden yoktu. Kötü çocuklar Temiz Deniz kıyısında uyuklayan Mejis Baronluğu'na gönderilmişlerdi. Çalışacaklardı, Görevlerinin beşte üçü ceza, beşte ikisi de kefaretti. Bize böyle söylemediler mi?"

İki silahşor başlarını, "Evet," der gibi salladılar.

"Bu geceden sonra ikiniz de bu hikâyeye inanıyor musunuz?"

Depape bu sefer de, "Hayır," dermişçesine kafasını salladı. Clay de öyle.

Depape, "Onlar zengin çocukları olabilirler," dedi. "Ama hepsi bu kadar değil. Bu geceki davranışlarına bakıyorum da... Onlar tıpkı..." Sesi hafifledi. Düşüncesini tamamlamak pek istemiyordu. Çok gülünç bir şeydi bu.

Ama Jonas tamamlamaya hazırdı. "O çocuklar birer silahşor gibi davrandılar."

Depape de, Reynolds da önce sesini çıkarmadı. Sonra Clay Reynolds, "Ama onlar çok genç, Eldred," diye itiraz etti. "Yani yıl bakımından."

"Belki de silahşor çırağı olabilecek yaştalar. Her neyse... Bunu öğreneceğiz..." Jonas, Depape'e döndü. "Atla bir yolculuk yapacaksın ahbap."

"Ama Jonas!"

"Bu gece hiçbirimiz de başarılı olamadık. Ama olay çıkmasına neden olan salak sensin." Jonas, Depape'e baktı. Ama o gözlerini yere dikti. "Onların izini sürerek geri gideceksin, Roy. Benim merakımı giderecek cevaplar alıncaya kadar sorular soracaksın. Clay'le ben daha çok, bekleyeceğiz ve gözetleyeceğiz. Hatta onlarla şato oyunu oynayacağımızı bile söyleyebilirim. Onlar bizden şüphelenmeden yeterince bilgi edindiğimiz zaman belki oynarız da."

Ağzındaki otu ısırdı. Otun uzun ucu yuvarlanarak Jonas'ın botlarının arasına düştü.

"Onun elini neden sıktığımı biliyor musun? Dearborn denilen o çocuğun lanet olasıca elini? Çünkü şu ara kayığı sarsamam, çocuklar. Tam limana yaklaştığı sırada bunu yapamam. Latigo'yla beklediğimiz adamlar artık pek yakında buraya doğru gelecekler. Onlar bu yöreye gelinceye kadar çıkarımız gereği sakin sakin oturacağız. Ama sana şu kadarını söyleyeceğim: Hiç kimse Eldred Jonas'ın sırtına bıçak dayayamaz. Bunu yapan ölür. Şimdi beni dinle, Roy. Beni bunu sana iki defa anlatmak zorunda bırakma."

Jonas dizlerinin üzerinden Depape'e doğru eğilerek konuşmaya başladı. Genç adam bir süre sonra başını salladı. Aslında küçük bir yolculuk hoşuna gidecekti. Yolcuların Dinlenme Yeri'ndeki son komediden sonra hava değişikliği iyi olacaktı.

Üç arkadaş Bar K.'ye yaklaştıkları ve güneş de ufukta belirdiği zaman Cuthbert uzayıp giden sessizliği bozdu. "Eh! Bu eğlenceli ve eğitici bir gece oldu. Öyle değil mi?" Roland da cevap vermedi, Alain de. Cuthbert tekrar eyerinin kaşındaki yerine taktığı karga kafasına doğru eğildi. "Ya sen ne diyorsun, eski dost? Bu gecenin zevkini çıkardık mı? Ziyafet bir daire dansı. Ve geceyi ölümle burun buruna gelerek tamamladık. Bu sana zevk verdi mi?"

"Nöbetçi" iri kara gözleriyle Cuthbert'in atının önüne doğru baktı.

Delikanlı, "Konuşamayacak kadar yorgun olduğunu söylüyor," diyerek esnedi, "Aslında ben de öyle." Roland'a döndü. "Bay Jonas seninle el sıkıştıktan sonra onun gözlerinin içine baktım, Will. O seni öldürmek niyetinde."

Roland, "Evet," der gibi başını salladı.

Alain atıldı. "Onlar hepimizi öldürmek niyetindeler."

Roland başıyla onayladı. "Bu işi onlar için güçleştireceğiz. Ama o üçlü hakkımızda ziyafet sırasında öğrendiklerinden daha fazla şey biliyor artık. Bir daha onlara arkadan sokulamayacağız."

Durdu. Jonas'ın onlardan dört buçuk kilometre ötede yaptığı gibi, ama Roland ve arkadaşları doğruca Temiz Deniz'e değil, uçuruma inen uzun yamaca bakıyorlardı, Bir at sürüsü batıdan doğuya doğru gidiyordu. Hayvanlar bu ışıkta gölgelere benziyorlardı.

Alain, "Ne görüyorsun, Roland?" diye sordu biraz da çekinerek.

Delikanlı, "Bela," dedi. "Ve bizim yolumuzun üzerinde." Sonra atını mahmuzlayarak yola devam etti. Grup Bar K.'deki yatakhaneye varmadan Roland yine Susan'ı düşünmeye başlamıştı. Başını çuvaldan yapılmış yastığına koyduktan beş dakika sonra da kızı rüyasında görüyordu artık.


7. Uçurumun Kenarında
Belediye Başkanı'nın evindeki ziyafet ve Yolcuların Dinlenme Yeri'ndeki olayın üzerinden üç hafta geçmişti. Roland'ın ka-tet'iyle Jonas'ın grubu arasında bir sorun çıkmamıştı. Gökyüzünde Öpen Ay küçülmüş, yerine Satıcının Ayı incecik bir hilal halinde gözükmüştü. Günler güneşli ve sıcaktı. Yaşlılar bunun hatırladıkları en güzel yaz olduğunu söylüyorlardı.

Yine güzel bir yaz günü öğleye doğru Susan Delgado, Pylon adlı iki yıllık bir roso'yu uçurumun yanından kuzeye doğru sürüyordu. Rüzgâr kızın gözyaşlarını kurutmuştu, şimdi bağlamayıp serbest bıraktığı saçlarını arkasında uçuruyordu. Susan, Pylon'un daha hızlı gitmesini istiyordu. Mahmuzsuz botlarıyla hayvanın iki yanına vurdu. At hemen biraz hızlandı. Kulakları başına yapışmış, kuyruğu dikleşmişti. Susan kot pantolonuyla rengi solmuş, çok büyük bir haki gömlek giymişti. (Bu babasının gömleklerinden biriydi. Ve soruna da bu giysi neden olmuştu.) Kız hafif çalışma eyerinin üzerinden eğilerek bir eliyle kaşı yakaladı. Diğer eliyle de atın güçlü, ipek gibi boynunun yanını okşadı.

"Daha hızlı," diye fısıldadı. "Daha hızlı. Haydi, oğlum!"

Pylon biraz daha hızlandı. Kız onun daha da hızlanabileceğini biliyordu. Hatta düşündüğünden daha da hızlı gidebilecekti at.

Uçurumun yakınındaki en yüksek sırtta hızla ilerlediler. Susan aşağıya doğru inen yemyeşil ve sapsarı yamacı görmüyordu bile. Toprakların Temiz Denizin mavi sisleri arasında nasıl kaybolduğuyla da ilgilenmiyordu. Bugün sadece Pylon'un hafif bir gökgürültüsüne benzeyen düzgün nal seslerini duymak ve atın kaslarını büzüp açmasını hissetmek istiyordu. Susan kendi düşüncelerinden kaçmaya çalışıyordu.

Ve her şeye, bu sabah aşağıya ata binmek için arkasında babasının eski gömleğiyle inmesi neden olmuştu.

Cord Hala fırının başındaydı. Sabahlığına sarınmıştı. Başında hâlâ saç filesi vardı. Bir kâseye yulaf ezmesi koyarak sofraya getirdi. Susan halası elinde kâseyle ona doğru döner dönmez sorun çıkacağını anladı. Kadının dudakları seğiriyordu. Cord Hala Susan'ın soyduğu portakala hoşnutsuzca baktı. O zamana kadar çoktan eline geçmiş olması gereken gümüşler ve altınlar yüzünden hâlâ öfkeliydi. Bu paranın verilmesi cadı alay edercesine Susan'ın sonbahara kadar beklemesine karar verdiği için daha da gecikecekti.

Ama asıl neden bu değildi. Ve Susan da bunu biliyordu. Kısacası halayla yeğen birbirlerinden iyice bıkmışlardı. Para Cordelia'nın düşkırıklığına uğramasına neden olan tek beklentisi değildi. Uçurumun hemen yanındaki bu evde yazın artık yalnız kalacağını ummuştu... Tabii Bay Eldred Jonas da onu zaman zaman görmeye gelecekti. Cordelia'nın adamı beğendiği anlaşılıyordu. Ama işte kadınla Susan hâlâ aynı evdelerdi. Bu iki kişiden biri yaşlanmaya başlamıştı. Hoşnutsuzluk dolu suratı zayıftı, hiçbir şeyi beğenmediğini belirten dudakları da ipince. Yüksek yakalı giysilerinin altında göğüsleri küçücüktü. (Cordelia, Susan'a sık sık, "Önce boyun yaşlanır," diyordu.) Kestane rengi saçlarının eski parlaklığı kalmamış, aralarında tel tel beyazlar belirmeye başlamıştı. Buna karşılık diğeri genç, zeki ve çevikti; fiziki güzelliğinin doruğuna yaklaşıyordu. Halayla yeğen birbirlerinin sinirine dokunuyorlardı. Her söz sanki kıvılcımlar çıkmasına neden oluyordu. Buna şaşmamak gerekirdi, ikisine de büyük sevgisi olan ve onların birbirlerini sevmelerini sağlayacak adam ölmüştü.

Cordelia kâseyi masaya koyarak, "O ata mı bineceksin?" diye sordu. Sabah güneşinin aydınlattığı yere oturdu. Uygunsuz bir yerdi bu. Bay Jonas orada olsaydı Cordelia bunu kesinlikle yapmazdı. Güçlü ışık yüzünü oyulmuş bir maskeye dönüştürüyordu. Ağzının bir yanında uçuk çıkmıştı. Doğru dürüst uyuyamadığı zaman hep böyle olurdu.

Susan, "Evet," dedi.

"Öyleyse ondan daha fazlasını yemelisin. O saat dokuza kadar seni tutmaz, kız."

"Pekâlâ tutar." Susan portakal dilimlerini daha hızlı yemeye başladı. Lafın dönüp dolaşıp nereye varacağını biliyordu. Halasının gözlerindeki hoşnutsuzluğun ve nefretin de farkındaydı. Sorun çıkmadan sofradan kalkıp gitmek istiyordu.

Cord Hala, "Neden sana da bundan bir kâse vermemi istemiyorsun?" diyerek kaşığını yulaf ezmesine gürültüyle soktu. Susan bunu bir at ayağını çamura -ya da pisliğe- soktuğu zaman çıkan sese benzetti. Midesi büzüldü. "Bu seni öğle yemeğine kadar tutar. Yani o kadar uzun süre ata bineceksen. Tabii senin gibi zarif bir hanımefendi ev işleriyle ilgilenmek zahmetine katlanmaz..."

"İşleri bitirdim." Susan, "Bunu sen de biliyorsun," diye eklemedi. "Sen aynanın önünde oturup o uçuğu yoklarken ben işleri yaptım."

Cordelia Hala bulamaca kaymak gibi tereyağı da attı. Susan kadının bütün bunları yemesine rağmen hâlâ nasıl sıpsıska kalabildiğini anlayamıyordu. Kız yağın erimesini seyretti. Ona bir an kahvaltı uygarca bir biçimde sona erecekmiş gibi geldi.

Ondan sonra da gömlek meselesi çıktı.

"Gitmeden önce o arkandaki paçavrayı çıkarmanı istiyorum,. Susan. Thorin'in sana geçen hafta yolladığı yeni binici bluzlarından birini giy. Hiç olmazsa ona bu kadar..."

Cordelia sözünü kesmeseydi Susan'ın öfkesi yine de taşacaktı Kız elini gömleğin koluna sürdü. Bunun dokusu hoşuna gidiyordu. Yıkana yıkana kadifeye benzemişti. "Bu paçavra babamındı."

Cornelia burun kıvırdı. "Evet, Pat'indi. O senin için çok büyük. Ve eski de. Zaten uygun bir kılık değil. Belki daha küçükken bir erkeğin düğmeli gömleğini giymenin bir sakıncası olmazdı. Ama artık göğüslerin gelişti, bir kadınınki gibi..."

Binici bluzları bir köşeye askılarla asılmıştı. Dört gün önce gönderilmiş olmasına karşın Susan onları alıp odasına çıkarma zahmetine bile girmemişti. Üç bluz yollamıştı Thorin. Hepsi de ipektendi. Biri kırmızı, biri yeşil, biri de mavi. Herhalde küçük bir servet değerindeydi bunlar. Ama Susan bu iddialı giysilerden nefret ediyordu. Bluzlar kırmalarla süslenmişti. Kolları rüzgârda gözalıcı bir biçimde dalgalanacaktı. Yakaları budalaca denecek kadar geniş ve yumuşacıktı... Tabii göğüs kısımları da iyice açıktı. Susan, Thorin'in karşısına o bluzlardan biriyle çıkarsa adam sadece onun dekoltesini görecekti herhalde. Ama tabii Susan'ın ona böyle görünmek gibi bir niyeti yoktu. Tabii mümkünse.

Susan, "'Bir kadınınki gibi,' diye tanımladığın göğüslerim beni ilgilendirmiyor," dedi. "Onların ben atla dolaşırken başkaları ilgilendireceğini de sanmıyorum."

"Belki ilgilendirmez, belki de ilgilendirir. Baronluk'un çiftçilerinden biri seni görebilir. Hatta Rennie bile. Senin de bildiğin gibi sık sık o tarafa gidiyor. Hart'a onun sana nezaketle hediye ettiği camisa'larından birini giymiş olduğunu söylemesinin bir zararı olmaz. Öyle değil mi? Neden bu kadar dikkafalısın, kız? Neden her zaman isteksiz ve haksız davranıyorsun?"

1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət