Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə28/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   62

Susan titrek bir sesle, "Will Dearborn," dedi. "Buluşmamız hem iyi, hem de kötü." Sonra Roland onu öpmeye başladı. İyice incelmiş olan Satıcının Ayı aç aç yükselirken iki genç alev alev yanıyorlardı.

Rhea, Cöos tepesindeki ıssız kulübesinde, mutfak masasının başında oturuyordu. Büyük Tabut Avcıları'nın ona bir buçuk ay önce getirdikleri cam kürenin üzerine eğilmişti. Kürenin pembe ışığı yüzüne vuruyordu. Ama artık hiç kimse suratının genç bir kızınki gibi olduğunu düşünmezdi. Aslında büyücü olağanüstü güçlüydü. Bu sayede uzun yıllar yaşamayı başarmıştı. (Hambry'nin sadece en uzun ömürlü sakinlerinin Cöos'lu Rhea'nın yaşı konusunda bir fikirleri vardı. Ama o da kesin olmaktan çok uzaktı.) Ancak cam küre sonunda cadının bu gücünü götürüyor, kuvvetini emiyordu. Bir vampirin kan emmesi gibi. Yaşlı kadının arkasındaki kulübenin en büyük odası her zamankinden daha karmakarışık ve pisti. Yaşlı kadının son günlerde etrafı temizliyormuş gibi yapacak kadar bile zamanı yoktu. Cam küre bütün vaktini alıyordu. Büyücü küreye bakmadığı zamansa ona bakmayı düşünüp duruyordu... ve, ah! O camda neler görüyordu neler!

Ermot kadının sıska bacaklarından birine sürünerek sinirli sinirli tısladı. Ama cadı onu farketmedi bile. Onun yerine kürenin zehir pembesi ışığına doğru daha da eğildi. Kürenin içinde gördükleri onu büyülemişti.

Dürüst olduğunu kanıtlamak için ona gelen kızı görüyordu. Küreye ilk baktığı zaman farkettiği o delikanlıyı da. Yaşını anlayıncaya kadar bir silahşor sandığı o çocuğu.

Şarkı söyleyerek Rhea'ya gelen ama daha uygun bir sessizlik içinde kulübeden uzaklaşan o budala kız hâlâ dürüst olabilirdi. (Çocuğa bir bakirenin birbirine karışan açgözlülüğü ve çekingenliğiyle dokunuyor ve onu öpüyordu.) Ama böyle devam ederse kızın dürüstlüğü çabuk sona erecekti. Ve Hart Thorin bu tertemiz genç metresini yatağına aldığı zaman pek şaşıracaktı! Tabii bu konuda erkekleri kandırmanın çok yolu vardı. (Zaten erkekler de bu konuda aldatılmak için adeta yalvarıyorlardı.) Ama tabii kızın bu yöntemleri bilmesi imkânsızdı. Ah, müthiş bir şeydi bu! Ve o Azametli Küçük Hanım'ın burnunun kırılmasını, onun rezil olmasını buradan, bu harika kürenin yardımıyla seyredebilecekti. Ah, ne şahaneydi bu!

Cadı cam kürenin üzerine daha da eğildi. Çökmüş gözçukurları pembe bir ateşle doldu. Onun cilvelerine aldırmadığını sezen Ermot zeminde kederle süzüldü. Böcek aramaya başladı. Musty sıçrayıp ondan uzaklaştı. Tıslayarak kedice küfürler ediyordu. Alevlerin aydınlattığı duvardaki altı ayaklı biçimsiz gölgesi dev gibiydi.

Roland o müthiş anın hızla yaklaştığını hissetti. Ve nasılsa gerileyerek kızdan uzaklaşmayı başardı. Kız da geriledi o zaman. Gözleri irileşmiş, yanakları kızarmıştı. Roland yeni doğan ayın ışıklarında bile onun kızardığını farkedebiliyordu.

Susan ondan yarı döndü. Roland kızın somprero'sun un sırtında yana kaymış olduğunu gördü. Titreyen elini uzatarak şapkayı düzeltti. Susan bir an onun parmaklarını güçle kavradı. Sonra eğildi ve delikanlının cildine dokunmak istediği için çıkardığı binici eldivenlerini yerden aldı. Tekrar doğrulduğu zaman yüzüne hücum eden kanları birdenbire çekildi. Susan sendeledi. Eğer Roland onu omuzlarından tutmasaydı yere yığılacaktı. Kız ona döndü. Gözlerinde pişmanlık vardı.

"Ne yapacağız? Ah, Will, ne yapacağız?"

Roland, "Elimizden gelenin en iyisini," dedi. "İkimiz de her zaman yaptığımız gibi. Babalarımızın bize öğrettikleri gibi."

"Çılgınlık bu."

Roland vücudundaki sızıya rağmen kendini hiç bu kadar aklı başında bulmamıştı. Ama sesini çıkarmadı.

Susan, "Bunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu biliyor musun?" diye sordu ve delikanlının cevabını beklemeden sözlerini sürdürdü. "Evet, tabii biliyorsun. Bunu görüyorum. Bizi birarada görmeleri bile ciddi sorunlara yol açar. Hele deminki gibi..."

Ürperdi. Roland ona doğru uzandı ama kız geriledi. "Böyle yapmaman daha iyi olacak, Will. Eğer istediğini yaparsan sadece sevişir ve bir şey de başaramayız. Ama niyetin buysa o başka."

"Öyle olmadığını biliyorsun."

Susan başını salladı. "Arkadaşlarından gözcülük etmelerini istedin mi?"

Roland, "Evet," dedi. Sonra da yüzü Susan'ın pek sevdiği o beklenmedik gülümsemeyle aydınlandı. "Ama onlar bizi gözetleyebilecekleri bir yerde değiller."

Susan, "Tanrılara şükürler olsun," diyerek dalgın dalgın güldü. Sonra da delikanlıya yaklaştı. Şimdi o kadar yakındı ki, Roland onu tekrar kollarına almamak için kendini zor tuttu. Susan başını kaldırarak merakla delikanlının yüzüne baktı. "Sen aslında kimsin, Will?"

Roland omzunu silkti. "Bir ad da diğeri kadar işe yarar. Buna cevap veren kalp dürüstse tabii. Susan, bugün Belediye Başkanı'nın evine gittin. Arkadaşım Richard seni atla oraya giderken görmüş."

Susan başını salladı. "Evet, elbise provaları için. Ben bu yılın 'Hasat Kızı' olacağım. Bu Hart'ın isteği. Ben hiçbir zaman böyle bir şeyi istemezdim. Bu sözlerime dikkat et. Sürüyle saçmalık! Ve herhalde Olive için de çok acı bir şey."

Delikanlı, "Sen Hasat Kızları'nın en güzeli olacaksın," dedi. Sesindeki içtenlik Susan'ın coşkuya kapılmasına neden oldu. Yanakları yine alev alev yanmaya başladı. Hasat Kızı öğle ziyafetiyle alacakaranlık basarken büyük ateşin yakılması töreni arasında beş ayrı elbise giyiyordu. Bunların her biri diğerinden daha süslüydü. (Gilead'da ise dokuz giysi hazırlanırdı. Susan bu bakımdan ne kadar şanslı olduğunun farkında değildi.) Kız bütün o elbiseleri Will için memnunlukla giyebilirdi. Yani o Hasat Delikanlısı olsaydı. (Bu yılın Hasat Delikanlısı Hart Thorin'in temsilcisi olan İrin suratlı, soluk benizli Jamie McCann'di. Başkan bu unvan için fazla yaşlı, en aşağı kırk yaş büyüktü.) Susan altıncı elbiseyi daha mutlulukla giyerdi. İncecik askıları olan gümüşümsü düz bir giysiydi. Eteği çok kısa, dizlerinin çok yukarsındaydı. Ama bunu hizmetçisi Maria, terzisi Conchetta ve Hart Thorin'den başka kimse görmeyecekti. Susan eğlenceler sona erdikten sonra bu kılıkta yaşlı adamın metresi olarak ona gidecekti.

"Belediye Konağı'ndayken kendilerine Büyük Tabut Avcıları adını takmış olan adamları gördün mü?"

Kız, "Jonas'la o pelerinli adamı gördüm," dedi. "Avluda durmuş konuşuyorlardı."

"Ya Depape'i? Şu kızıl saçlı olanı?"

Susan, "Hayır," der gibi başını salladı.

"Sen şato oyununu biliyor musun, Susan?"

"Evet. Küçükken babam bana öğretmişti."

"O halde kırmızı taşların tahtanın bir ucunda, beyazların da diğer ucunda durduklarını biliyorsun. Sonra tepelerin arkasından çıkarak usul usul birbirlerine yaklaşıyorlar. Görülmemek için engeller oluşturuyorlar. Hambry'de olanlar da buna benziyor. Oyunda olduğu gibi şimdi soru şu: Önce kim gizlendiği yerden çıkacak? Anlıyor musun?"

Susan anladığını belirtmek için başını salladı. "Oyunda tepesinin yanından ilk çıkan kimse savunmasız durumda oluyor."

"Yaşamda da öyle. Her zaman. Ama bazen gizlendiğin yerde kalmak bile zorlaşıyor. Arkadaşlarımla ben sayma cesaretini gösterebildiğimiz her şeyi saydık. Geri kalanları saymak..."

"Örneğin uçurumdaki atları,"

"Evet, öyle. Onları saymak gizlendiğimiz yerden çıkmak olacak. Ya da varolduklarını bildiğimiz öküzleri..."

Kız kaşlarını kaldırdı. "Hambry'de hiç öküz yok! Herhalde yanılıyorsun."

"Hayır, yanıltmıyorum."

"Nerede bu öküzler?"

"Rocking H.'da."

Susan bu sefer de kaşlarını düşünceli düşünceli çattı. "Orası Laslo Rimer'in."

"Evet. Kimba'nın kardeşinin. Hambry'deki son zamanlarda saklanan hazineler sadece o öküzler de değil. Atçılar Derneği'nin ahırlarına saklanmış olan sürüyle fazla araba, fazla koşum takımları ve fazla yem var.,."

"Will! Olamaz!"

"Evet. Bütün bunlar ve daha başka şeyler de. Ama onları saymak... sayarken görülmek, ortaya çıkmamız demek olacak. Yani şato oyununda yenilme tehlikesini göze almamız. Son günlerimiz birer kâbustan farksızdı. Hambry'nin uçurum tarafına gitmeden sanki işimiz başımızdan aşkınmış gibi görünmeye çalışıyoruz. En büyük tehlike o tarafta. Ama böyle rol yapmak gün geçtikçe daha zorlaşıyor. Sonra bir mesaj da aldık..."

"Bir mesaj mı? Nasıl? Kimden?"

"Galiba bunları bilmemen daha iyi olacak. Ama bu mesaj aradığımız bazı cevapların Citgo'da olabileceğini düşünmemize yol açtı."

"Will, sence oradaki şeyler babamın başına gelenleri daha iyi anlamama yardım eder mi?"

"Bilmiyorum. Bu mümkün. Ama sanmıyorum. Emin olduğum tek şey şu: Sonunda önemli bir şeyi sayma fırsatı elime geçti. Ama bunu yaparken görülmemem gerekiyor." Roland'ın kanındaki ateş Susan'a elini uzatmasına yetecek kadar soğumuştu. Kızın kanındaki ateş de bu eli güvenle tutulmasına yetecek kadar. Ama Susan eldivenlerini giymişti. Sonradan üzülmektense ihtiyatlı davranmak daha iyiydi. Kız, "Haydi, gel," dedi. "Bildiğim bir patika var."

Ayın soluk ışıklarının aydınlattığı alacakaranlıkta Susan delikanlıyı portakal bahçesinden çıkardı ve gıcırdayıp gümbürdeyen petrol alanına doğru götürdü. Bu sesler Roland'ın sırtını ürpertiyordu. Keşke Bar K.'de zemindeki tahtaların altına sakladığım tabancalarım şimdi yapımda olsaydı, diye düşündü.

Susan fısıltıya yakın bir sesle, "Bana güvenebilirsin, Will," dedi. "Ama bu sana çok yardımım dokunacak anlamına da gelmiyor. Bütün hayatım boyunca Citgo'nun gürültüsünü duyduğum bir yerde yaşamama rağmen petrol alanına ancak parmaklarımla sayabileceğim kadar gittim. Gerçekten. İlk iki üç sefer arkadaşlarım meydan okudukları için alana girdim."

"Sonra?"

"Babamla gittim. Eskiler onu her zaman ilgilendirirdi. Cord Hala, 'Onların artıklarıyla ilgilendiğin için sonun çok kötü olacak,' derdi hep." Susan uzun uzun yutkundu. "Evet, sonu gerçekten kötü oldu. Ama bundan Eskiler'in sorumlu olduklarını sanmıyorum. Zavallı babacığım."

Dikensiz tellerden oluşan engele erişmişlerdi. Engelin gerisinde petrol kuleleri Lord Perth boyunda nöbetçiler gibi gökyüzüne doğru uzanıyorlardı. Roland, Susan onlardan on dokuzunun hâlâ çalıştığını söylemişti, diye düşündü. Makinelerin sesleri korkunçtu. Sanki birtakım canavarları boğarak öldürüyorlardı. Tabii burası çocukların içeri girmek için birbirlerine meydan okuyacakları türden bir yerdi. Bir çeşit üzeri açık hayaletli ev.

Roland kızın geçebilmesi için iki teli birbirinden ayırdı. Susan da aynı şeyi onun için yaptı. Delikanlı telden geçerken en yakınındaki direkte beyaz porselen silindirlerin bir sıraya dizilmiş olduklarını gördü. Her birinden bir tel geçiyordu.

Roland silindirlerden birine vurarak, "Bunların ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu. "Yani eskiden ne işe yaradıklarını?"

"Evet. Elektrik varken bir kısmı buradan geçerdi." Kız bir an durduktan sonra utançla ekledi. "Bana dokunduğun zaman aynı şeyi hissediyorum."

Roland, Susan'ın yanağını, kulağının hemen altını öptü. Kız titredi ve elini bir an delikanlının yanağına koydu. Sonra da ondan uzaklaştı.

"Arkadaşlarının her şeye dikkat edeceklerini umarım."

"Evet, edecekler."

"Bir işaret kararlaştırdınız mı?"

"Gece atmacası gibi bir ses çıkaracaklar. Buna gerek kalmayacağını umalım."

"Evet, öyle." Susan, Roland'ın elinden tutarak petrol alanına çekti.

İlerde ilk gaz alevi belirdiği zaman Roland yavaşça küfretti. (Kız babasının ölümünden beri kimsenin böyle sövdüğünü duymamıştı.) Delikanlı elini kemerine attı. Diğeriyle kızın elini tutuyordu.

"Endişelenme! Bu sadece kandil. Gaz borusu yani,"

Roland ağır ağır gevşedi. "Onu kullanıyorlar, öyle değil mi?"

"Evet. Birkaç makineyi çalıştırmak için. Hepsi de oyuncak gibi şeyler. Onlardan daha çok buz yapmak için yararlanıyorlar."

"Şerifle tanıştığımız gün buzlu çay içmiştim."

Ortası mavimsi sarı alev tekrar belirdiği zaman bu kez irkilmedi. Hambry'lilerin kandil dedikleri şeyin gerisindeki üç gaz tankına ilgisizce bir göz attı. Biraz ilerde gazın doldurulup taşınabileceği paslı tenekeler vardı.

Susan, "Böyle şeyleri daha önce de gördün mü?" diye sordu.

Delikanlı, "Evet," der gibi başını salladı.

Kız, "İç Baronluklar çok güzel ve olağanüstü yerler olmalılar," dedi.

Roland ağır ağır döndü. "Onların Dış Kavis'tekilerden daha garip olmadıklarını düşünmeye başlıyorum." Sonra işaret etti. "Şuradaki bina nedir? Eskiler'den kalma mı?"

"Evet."

Citgo'nun doğusunda toprak birdenbire dikleşerek ağaçlıklı bir yamaca dönüşüyor ve ortasından bir yol geçiyordu. Bu yol ayışığında bir saçın ayrılma yeri kadar belirgindi. Yamacın dibine yakın bir yerde etrafı molozlarla çevrili harap bir bina vardı. Molozlar devrilmiş olan çok sayıda bacadan kalmaydı. Böyle olduğu hâlâ yıkılmamış olan bacadan anlaşılıyordu. Eskiler başka neler yapmış olurlarsa olsunlar, çevreye pek çok duman saçmışlardı.



Susan, "Babam çocukken orada birçok yararlı şey varmış," diye açıkladı. "Kâğıt filan gibi şeyler. Hatta hâlâ kullanır halde olan mürekkepli yazıcılar... Hiç olmazsa bir süre için. Onları şiddetle salladığın zaman yazı yazabiliyormuşsun." Binanın sol tarafını işaret etti. Orada kırık taşlarla döşeli kare biçimi, geniş bir yer vardı. Eskiler'in yolculuk yaptıkları atsız taşıtların paslanmış kalıntıları duruyordu. "Bir zamanlar orada gaz tanklarına benzeyen ama onlardan çok daha büyük gümüş gibi tenekeler vardı. Geri kalanlar gibi paslanmıyorlardı da. Bilmiyorum onlar ne oldu? Belki de birileri su depolamak için alıp götürdüler. Ama ben bunu yapmazdım. Pis olmasalar bile yine de uğursuzluk getirirlerdi."

Susan başını Roland'a doğru kaldırdı. Delikanlı ayışığında onu öptü.

"Ah, Will. Bu senin için ne acı bir durum."

"İkimiz için de acı." Sonra birbirlerine ancak yeni gençlerin yapabilecekleri gibi üzüntüyle uzun uzun baktılar. Sonunda bakışlarını kaçırarak el ele yürümeyi sürdürdüler.

Susan kendisini en çok neyin korkuttuğuna karar veremiyordu. Hâlâ petrol pompalayan o birkaç kule mi, yoksa sessiz kalmış olan diğerleri mi? Kız bir tek şeyden emindi. Yanında bir arkadaşı olmadıkça bu alanın çevresindeki tele bile yaklaşamazdı. Pompalar gıcırdıyor, arada bir silindirler bıçaklanan birinin çığlığına benzeyen sesler çıkarıyorlardı. Belirli aralarda kandil bir ejderhanın soluk almasına benzeyen bir sesle tutuşuyordu. Susan kulak kesilmişti. Gece atmacasının iki notadan oluşan ıslığa benzeyen tiz sesini kaçırmamaya çalışıyordu.

Geniş bir yola geldiler. Herhalde bir zamanlar petrol alanının bakımı için kullanılan yol alanını ikiye bölüyordu. Tam ortasından contaları paslanmış çelik bir boru uzanıyordu. Boru betondan derin, hendeğim. si bir yere yerleştirilmişti. Paslı üst kavisi toprak hizasından daha yukarda kalıyordu.

Roland, "Bu nedir?" diye sordu.

"Şuradaki binaya petrol götüren boru sanırım. Ama artık bunun bir değeri yok. Yıllardan beri kupkuru."

Delikanlı tek dizinin üzerine çökerek elini dikkatle beton hendekle borunun paslı yanının arasına soktu. Susan onu endişeyle seyrediyor, zayıf ya da kadınca bir şey söylememek için dudağını dişliyordu. "Ya o unutulmuş karanlık yerde insanı sokan örümcekler varsa?" gibi bir şey. "Ya elin oraya sıkışırsa? O zaman ne yaparız?" gibi.

Roland elini çektiği zaman parmaklarının sıkışmasının imkânsız olduğu anlaşıldı. Eline kapkara, kaygan ham petrol bulaşmıştı.

Delikanlı hafifçe gülümseyerek, "Yıllardan beri kupkuru öyle mi?"

Boruyu yolun üzerindeki çürümüş kapıya erişinceye kadar izlediler. Boru kapının altından geçiyordu. (Susan ayın sönük ışığında borunun eski ek yerlerinden petrol sızdığını görebiliyordu.) Susan'la Roland kapının üzerinden aştılar. Kız delikanlı ona yardım ederken ellerinin kibar kimseler için fazla samimi olduğunu düşündü. Ve Roland'ın her dokunuşu içini coşkuyla doldurdu. Dokunmayı kesmezse kafamın tepesi kandil gibi patlayacak, diye düşünerek güldü.

"Susan?"

"Bir şey yok, Will. Sadece sinirlerim gerildi."

İki genç kapının diğer tarafında dururlarken yine uzun uzun bakıştılar. Sonra yan yana yamaçtan indiler. Yürürlerken Susan garip bir şeyi farketti. Çamların çoğunun alt dalları kesilmişti. Ayışığında balta izleri ve leke leke reçineler kolaylıkla gözüküyordu. Bu iş yeni yapılmışa benziyordu. Kız ağaçları Roland'a işaret etti. Delikanlı başını salladı ama bir şey söylemedi.

Tepenin eteğinde boru yerden yükseliyor, paslı bir dizi iskelenin üzerinden terkedilmiş binaya doğru yetmiş metre kadar uzanıyordu. Sonra birdenbire sona eriyordu. Ucu savaş alanında kesilmiş bir bacak gibi çentik çentikti. Altında kurumaya başlayan yapışkan petroldan bir gölcük vardı. Susan üzerindeki ölü kuşlardan gölcüğün uzun bir süreden beri orada olduğunu anladı. Kuşlar petrolün ne olduğunu anlamak için aşağıya konmuş ve oraya yapışmışlardı. Ve kötü bir biçimde ağır ağır ölmüşlerdi herhalde.

Susan bu sahneye hiçbir şey anlayamıyormuş gibi irileşmiş gözlerle bakıyordu. Sonra Will onun bacağına usulca vurdu. Delikanlı yere çömelmişti. Kız da yanına çömeldi. İki genç diz dize durdular. Susan, Roland'ın parmaklarıyla çizdiği geniş kavisi gitgide artan bir hayretle izledi. Gördüklerine inanamıyordu. Burada izler vardı. Çok iri izler. Bu izleri sadece bir tek şey bırakmış olabilirdi.

Susan, "Öküzler," dedi.

"Evet. Şuradan gelmişler." Roland borunun kesildiği yeri gösterdi. "Ve sonra..." Botlarının ucunda döndü. Hâlâ diz çökmüş durumdaydı. Geriyi ağaçlığın başladığı yamacı gösterdi. Susan daha önce görmüş olması gereken şeyi farketti. O bir avcının kızıydı. İzleri silmek ve ağır bir şey çekildiği ya da yuvarlandığı için karışan toprakları saklamak için biraz çaba gösterilmişti ama fazla değil. Zaman içinde yerin düzeltilmiş olmasına rağmen izler hâlâ belliydi. Susan öküzlerin neleri çektiklerini anladığını bile düşündü. Will'in de bunu bildiğini anladı.

İzler borunun ucundan iki yana doğru birer kavis çiziyordu. Susanla delikanlı sağ taraftakini izlediler. Kız öküzlerin ayak izlerine pas karışmış olmasına şaşmadı. İzler fazla derin değildi. Sonuçta oldukça kurak bir yaz geçirmişlerdi. Yer de beton kadar sertti. Ama izler yine de belli oluyordu. Onları hâlâ görebilmelerinden hayvanların iyice ağır şeyler çekmiş oldukları anlaşılıyordu. Ah, tabii ya, yoksa öküzlere neden ihtiyaçları olacaktı.

İki genç yamacın eteğindeki ormanın kenarına geldiklerinde Will, "Bak," dedi. Susan sonunda onun dikkatini neyin çektiğini anladı. Ama bunun için yere diz çökmek zorunda kaldı. Şimdi dizlerinin ve ellerinin üzerinde duruyordu. Will'in gözleri ne kadar da keskindi. Adeta doğaüstü bir yetenekti onunkisi. Burada bot izleri vardı. Taze değillerdi. Ama öküzlerin ayaklarının ve tekerleklerin bıraktığı izlerden daha yeniydiler.

Delikanlı, "Bu pelerinli adamın," diyerek çok belirgin bazı izleri işaret etti. "Reynolds'un."

"Will! Bunu bilemezsin!"

Roland şaşırdı, sonrada güldü. "Tabii bilebilirim. Adam bir ayağını hafifçe içeriye doğru basıyor. Solunu. İşte bak." Parmağının ucuyla izlerin üzerinde daireler çizdi. Sonra da kızın kendisine nasıl baktığını farkederek yine güldü. "Bu büyü değil, Patrick'in kızı Susan. Sadece iz sürmeyi bilmek."

Susan, "Bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun?" diye sordu. "Oysa çok gençsin. Sen kimsin, Will?"

Roland ayağa kalkarak kızın gözlerinin içine baktı. Eğilmesine gerek yoktu. Çünkü Susan bir kız için hayli boyluydu. Delikanlı, "Benim adım Will değil, Roland," diye açıkladı. "Ve artık hayatım senin ellerinde. Bu benim için önemli değil. Ama galiba senin hayatını da tehlikeye atıyorum. Bu adı müthiş bir sır gibi saklamalısın."

Kız şaşkın şaşkın, "Roland..." diye mırıldandı. Sanki bu ismin tadını almaya çalışıyordu.

"Evet. Hangi adı daha çok beğendin?"

Susan hemen, "Asıl adını," dedi. "Bu soylu bir ad gerçekten."

Roland rahatladığı için gülümsedi. Bu gülümseme onu yine çok genç gösterdi.

Susan ayaklarının ucunda yükselerek onu öptü. Başlangıçta safça olan bu öpücük sonra bir aleve dönüştü.

Bu ka'ydı. Rüzgâra benzeyen ka.

Susan bunu söylemek için ağzını açtı, sonra tuhaf ama inandırıcı bir duygu onu sardı. Biri onları gözetliyordu. Gülünç ama doğruydu. Hatta onları kimin gözetlediğini bildiğine de inanıyordu. Susan gerileyerek Roland'dan uzaklaştı. Botunun topukları yarı silinmiş öküz izlerine takılırken sendeledi. Kız soluk soluğa, "Seni ihtiyar dişi köpek," diye söylendi. "Defol! Bizi bilmediğim bir şekilde gözetliyorsan, hemen defol!"

Rhea, Cöos Tepesi'nde cam küreden geriledi. Yılanının tıslamasına benzer bir sesle küfrediyordu. Susan'ın ne dediğini bilmiyordu. Küre sesleri değil, sadece görüntüyü yansıtabiliyordu. Ama büyücü kızın onları gözetlediğini hissettiğini biliyordu. Susan bunu anladığı an görüntü birdenbire kaybolmuştu. Cam parlak pembe bir ışık çıkarmış, ondan sonra da kapkara kesilmişti. Büyücünün yaptığı bütün işaretlere rağmen artık aydınlanmıyordu.

Cadı sonunda çabalamaktan vazgeçti. "Pekâlâ, pek güzel, öyle olsun!" Kulübenin kapısında ipnotize ettiği o aşağılık, fazla titiz kızı iyi hatırlıyordu. (Ama bu gençle beraberken hiç de titiz davranmıyordu. Öyle değil mi?) Büyücü kıza Belediye Başkanı'yla buluştuktan sonra ne yapması gerektiğini söylediğini unutmamıştı. Rhea sırıtmaya başladı ve keyfi yerine geldi. Susan ömründe ilk kez Mejis'in Yüksek Belediye Başkanı Hart Thorin'le değil de bu serseri çocukla yatarsa her şey çok daha gülünç olacaktı.

Rhea pis kokulu kulübesinde gölgelerin arasında oturarak, gıdaklar gibi güldü.

Susan, Rhea'yı anlatırken delikanlı irileşmiş gözlerle ona bakakaldı. ("Dürüstlüğün Kanıtlanması" için gerekli olan o muayenenin en önemli ayrıntısından, o gurur kırıcı olaydan hiç söz etmedi kız.) Roland'ın ateşi kontrolü tekrar ele almasını sağlayacak kadar hafiflemişti. Bu olayın o ve arkadaşlarının Hambry'de yapmaya çalıştıkları işle bir ilgisi yoktu. Görevini tehlikeye atamazdı. (Delikanlı kendi kendine böyle diyordu.) Ama Susan'ın durumuyla yakından ilgileniyordu. Kızın durumu önemliydi. Şerefiyse daha da önemli.

Susan'ın sözleri sona erdiği zaman delikanlı, "Bence seninki bir hayal," dedi.

"Hiç sanmıyorum." Kızın sesinde hafif bir soğukluk vardı.

"Vicdanınla ilgili olmasın?"

Susan bu sözleri duyunca gözlerini yere dikti ve sesini çıkarmadı.

"Susan, sana hiçbir zaman zarar vermek istemem."

"Ve sen beni seviyorsun, öyle mi?" Kız başını kaldırmamıştı.

"Evet, seviyorum."

"O halde artık beni öpme ve bana dokunma. Böylesi daha iyi. Bunu yaparsan dayanamayacağım."

Roland bir şey söylemeden başını öne doğru salladı ve elini uzattı. Susan bu eli tuttu. İki genç akılları karışmadan önce gittikleri yöne doğru ilerlediler.

Ormanın kenarına on metre kala ikisi de şık yapraklara rağmen madeni pırıltıyı farkettiler. Susan, bu yapraklar fazla sık, diye düşündü Çok çok sık.

Tabii gördükleri çam dallarıydı. Yamaçtaki ağaçlardan baltayla kesilmiş dalları taş döşeli alandan götürülmüş olan büyük gümüş tankları gizlemek için birbirlerine karıştırarak yığmışlardı. Gümüşümsü depoları buraya kadar sürüklemişlerdi. Herhalde bu işi öküzlere yaptırmışlardı. Sonra da depoları gizlemişlerdi. Ama neden?

Roland birbirine girmiş çam dallarını inceledi. Sonra da birkaçını yana çekti. Böylece kapıya benzeyen bir açıklık oluştu. Delikanlı kıza girmesi için işaret etti. "Çok dikkatli ol. Onların tuzaklar kurduklarını sanmıyorum. İçeri girenlerin ayaklarının takılması için teller germediklerinden de eminim. Ama dikkatli davranmak her zaman iyidir."

Her şeyi gizleyen dalların gerisinde tankları düzgünce sıraya dizmişlerdi. Çocukların günün sonunda kurşun askerleri sıraya dizmeleri gibi. Susan tankerleri gizlemelerinin bir nedenini anladı: Onlara yeniden tekerlekler takılmıştı. Kızın göğsünün hizasına kadar gelen bu tekerlek sağlam meşe tahtasından yapılmıştı. Her tekerleğin etrafında demirden ince bir çember vardı. Tekerlekler yeniydi. Demir çemberler de öyle. Teker göbekleri ısmarlama yapılmıştı. Susan Baronluk'ta bu ince işi yapacak bir tek kişi olduğunu biliyordu. Brian Hookey. Felicia'nın yeni nalları için gittiği nalbant. Susan omzunda babasını nal torbasıyla ona gittiği zaman adam dostça bir tavırla gülümseyerek omzuna vurmuştu. Pat Delgado'nun en yakın arkadaşlarından olan Brian Hookey.

Susan dükkânda etrafına bakınarak Hookey'nin işlerinin yolunda olduğunu düşündüğünü hatırlıyordu. Ve yanılmamıştı tabii. Demirciye bol bol iş çıkmıştı. Bir kere Hookey herhalde çok sayıda çember ve tekerlek yapmıştı. Ve tabii biri ona bütün bunlar için para vermişti. Bir ihtimal Eldred Jonas'dı. Ama Kimba Rimer daha uygundu. Hart? Susan onun bu işe karıştığına inanıyordu. Başkanın aklı fikri -o yarım aklı- bu yaz başka şeylerdeydi.

1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət