Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə27/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   62

Susan at nallamayı pek erken öğrenmişti. Ruh hali uygunken bundan hoşlanırdı da. Toz toprak içinde yapılan kaba saba bir işti. İnsanın güçlü bir tekme yiyerek eğlenmesi de işe çeşni katar ve bir kızın gerçeklere dönmesini sağlardı. Ama Susan nalların nasıl yapıldığını bilmiyordu. Öğrenmek istediği de yoktu. Brian Hooley nalları ahır ve hanının arkasındaki nalbant dükkânında yapardı. Susan uygun büyüklükte dört nalı kolaylıkla seçti. Bu işi yaparken burnuna gelen atlarla samanların kokusu hoşuna gitti. Taze boya kokusu da. Hookey'nin ahırı ve nalbant dükkânı gerçekten pek derli topluydu. Kız başını kaldırdığı zaman ahırın damında bir tek delik olmadığını gördü. Hookey'nin işlerinin yolunda olduğu anlaşılıyordu.

Hâlâ nalbant önlüğünü çıkarmamış olan adam dört yeni nalı bir kirişe yazdı. Tek gözünü korkunç bir biçimde kısarak yazdığı rakamlara baktı. Susan çekine çekine ödemeden söz edince güldü ve kıza, borcunu ödeyeceğinden eminim," dedi. "Zaten sen de, ben de bir yere gitmiyoruz, öyle değil mi? Tabii ki hayır." Bu sözleri söylerken sakarı ve at kokan yerde kızı kapıya doğru götürüyordu. Hookey bir yıl önce dört nal gibi önemsiz bir konudan bile böyle kayıtsızca söz etmezdi. Ama artık Susan Belediye Başkanı Thorin'in "aziz dostu"ydu ve durum değişmişti.

Hookey'nin loş ahırından sonra öğle saatlerinin parlak güneşi göz Kamaştırıyordu. Susan bir an etrafını göremedi. El yordamıyla sokağa doğru gitti. Kalçasının üzerinde sallanan deri torbanın içindeki nallar şıkırdıyordu. Susan ışıkta karşısında beliren silueti farketmek için ancak bir saniye bulabildi. Sonra bu gölge ona dişlerini takırdatacak ve Felicia'nın yeni nallarının şakırdamalarına neden olacak kadar şiddetle çarptı. Kız az kalsın yere yuvarlanıyordu. Ama güçlü eller çabucak uzanarak onu omuzlarından kavradı. O arada kızın gözleri ışığa alışmıştı. Onu toprakların üzerine devirmesine ramak kalan kişinin Will'in arkadaşı Richard Stockworth olduğunu gördü. Bu olay yüzünden hem sıkıldı, hem de eğlendi.

Delikanlı onu gerçekten yere yuvarlamış gibi elbisesinin kollarını süpürdü. "Ah affedersiniz, sai. Bir şey olmadı ya? İyisiniz değil mi?"

Susan, "Çok iyiyim," diyerek gülümsedi. "Lütfen özür dilemeyin.

Birdenbire içinden ayaklarının ucunda yükselerek Stockworth'ün dudaklarına bir öpücük kondurmak geldi. Ona, "Bunu Will'e verin," diyecekti. "Ve ona sözlerime aldırmamasını da söyleyin! Will'e bunun geldiği yerde daha binlercesinin olduğunu açıklayın! Gelip onların her birini alsın!"

Ama onun yerine dikkatini gözlerinin önünde beliren komik sahneye verdi. Richard Stockworth, Will'i şap diye öpüyor ve bunu Susan Delgado'nun yolladığını söylüyordu. Kız kıkır kıkır gülmeye başladı. Ellini ağzına götürdü ama bunun da bir yararı olmadı. Richard Stockworth de ona gülümsedi... İhtiyatla, çekine çekine... Susan, herhalde deli olduğumu düşünüyor, dedi kendi kendine. Gerçekten de deliyim! Deliyim!

Sonra, "İyi günler, Bay Stockworth," diye mırıldandı. Daha gülünç duruma düşmemek için yürümeye başladı.

Delikanlı da seslendi. "İyi günler, Susan Delgado."

Kız yolda elli metre kadar ilerledikten sonra dönüp bir defa arkasına baktı. Ama delikanlı gözden kaybolmuştu. Susan onun Hookey'nin dükkânına girmediğinden emindi. Bay Stockworth'ün kentin bu ucunda ne işi olduğunu merak etti.

Susan yarım saat sonra yeni nalları babasının torbasından çıkarırken bu sorusunun yanıtını aldı. İki nalın arasına katlanmış bir kâğıt parçası sıkıştırılmıştı. Kız daha bunu açmadan Bay Stockworth'le çarpışmasının bir kaza olmadığını anladı.

Susan, Will'in elyazısını hemen tanıdı. Çiçek demetine iliştirilmiş pusuladakinin aynıydı yazı.


Susan, bu akşam benimle Citgo'da buluşabilir misin? Ya da yarın akşam? Bu çok önemli! Bunun daha önce konuştuğumuz konuyla ilgisi var. Lütfen.

W.

Not: Bu pusulayı yakman daha iyi olur.


Susan kâğıdı hemen yaktı. Alevler yükselir, sonra da sönerken onu en çok etkileyen o sözcüğü arka arkaya tekrarladı. "Lütfen."

Susan'la Cord Hala sessizce ekmek ve çorbadan oluşan akşam yemeklerini yediler. Daha sonra kız Felicia'yla uçuruma giderek güneşin batışını seyretti. Will'le bu akşam buluşmayacaktı. Hayır. Istırabının en önemli nedeni aklına estiği gibi düşünmeden davranmasıydı. Ama yarın?

Neden Citgo?

Bunun daha önce konuştuğumuz konuyla ilgisi var.

Evet, belki. Susan'ın Will'in şerefli bir insan olduğundan hiç kuşkusu yoktu. Ama artık sık sık o ve arkadaşlarının gerçekten söyledikleri gibi insanlar olup olmadıklarını kendi kendine soruyordu. Will herhalde onu göreviyle ilgili bir şey yüzünden görmek istiyordu. (Ama uçurumdaki fazla sayıdaki atın bir petrol alanıyla ne ilgisi olabilirdi, bunu bilemiyordu.) Ama şimdi Will'le aralarında bir şeyler vardı. Tatlı ve tehlikeli bir şeyler. Belki buluştukları zaman önce konuşacaklardı ama sonunda öpüşmeye başlayacaklardı... Ve bu öpüşme de sadece bir başlangıç olacaktı. Bütün bunları bilmek kızın duygularını etkilemiyordu. Delikanlıyı görmek istiyordu. Buna ihtiyacı vardı.

Şimdi Susan, Hart Thorin'in 'dürüstlüğü' için önceden ödediği yeni atının sırtında güneşin batıda büyüyerek kızıla dönüşmesini seyrediyor, incecik'in hafif homurtusunu dinliyordu. Ve on altı yıllık ömründe ilk kez kararsızlıktan bocalıyordu. Bütün istedikleri şerefle ilgili inandığı her şeye aykırıydı. Kafası zıt düşünceler yüzünden sanki gümbürdüyordu. Ve sağlam olmayan bir evin etrafında esmeye başlayan bir rüzgâr gibi ka'nın güçlenip kendisini sardığını hissediyordu. Ama insanın bu nedenle şerefinden vazgeçmesi çok kolaydı. Öyle değil mi? O çok güçlü ka'dan söz ederek iffetin lekelenmesini hoş görmek? Bu korkakça bir düşünceydi.

Susan kendini Brian Hookey'nin ahırından güneşe çıkarken olduğu kadar kör gibi hissediyordu. Bir ara çaresizliğinden sessizce ama farkına varmadan ağladı da. Mantıklı bir biçimde doğru dürüst düşünmeye çalışırken Will'i tekrar öpme isteği kendini hissettiriyordu.

Susan pek dindar bir kız değildi. Orta-Dünya'nın tanrılarına da pek inanmıyordu. Bu nedenle sonunda güneş battığı ve onun kaybolduğu yerde gökyüzü kırmızıdan mora döndüğü zaman son çare babasına dua etmeyi denedi. Ve cevabı da aldı. Belki yanıt babasından gelmişti, belki de kendi kalbinden. Bunu bilmiyordu.

Susan'ın kafasında bir ses, bırak ka kendi başının çaresine baksın, dedi. Zaten böyle yapacak. Her zaman yapıyor. Ka şerefine önem vermemeni isterse öyle de olur. Şu ara kendinden başka düşünmen gereken yok, Susan. Ka'yı bırak ve verdiğin sözü düşün. Bu zor bir şey ama yapmalısın.

Susan, pekâlâ, dedi kendi kendine. Şimdiki ruh haliyle, herhangi bir karar onu rahatlatacaktı. Bu Will'i tekrar görme fırsatını elinden kaçırmasına yol açacak olsa bile. Pekâlâ... Verdiğim sözü tutacağım. Ka başının çaresine bakabilir.

Koyulaşan gölgelerin arasında ağzını çarpıtarak Felicia'ya dilini şaklattı. Ve evine döndü.

Ertesi gün pazardı. Kovboyların geleneksel dinlenme günü Roland'ın küçük grubu da o gün çalışmamaya karar verdi. Cuthbert, "Bu adilce olur," dedi. "Zaten ne yaptığımızı bile bilmiyoruz."

Bu üç arkadaşın Hambry'ye geldikten sonra geçirecekleri altıncı pazar günü olacaktı. Cuthbert o gün yukarı pazarda parlak renkli şallara bakıyordu. (Aslında aşağı pazar daha ucuzdu ama delikanlının hoşuna gitmeyecek kadar balık kokuyordu.) Cuthbert ağlamamaya çalışıyordu. Çünkü annesinin de çok sevdiği bir şalı vardı. Delikanlı annesi bazen ata bindiği vakit şalın omuzlarından geriye doğru uçtuğunu hatırlıyordu. Annesini öylesine özlemişti ki, gözleri dolmuştu.

Delikanlı orada durmuş renkli şalları ve yanda asılı battaniyelerini inceliyordu. Ellerini bir sanat galerisinin müşterisi gibi arkasında kavuşturmuştu. (O arada gözlerini kırparak yaşların akmasını engellemeye çalışıyordu.) Sonra biri omzuna hafifçe vurdu. Delikanlı döndü, sarı saçlı kız karşısındaydı.

Cuthbert, Roland'ın ona âşık olmasına hiç şaşmadı. Kız kot pantolon ve çiftçi gömleğiyle bile soluk kesecek kadar güzeldi. Susan saçlarını arkaya tarayarak işlenmemiş deriden şeritlerle bağlamıştı. Cuthbert o zamana kadar böylesine parlak gri gözler görmemişti. Delikanlı, Roland'ın yaşamında bu kızdan başka şeyler düşünebilmesi şaşılacak şey, diye aklından geçirdi. Kızın gelişi Cuthbert için yararlı oldu, annesiyle ilgili duygusal düşünceleri kaybolup gitti.

Delikanlı ancak, "Sai," diyebildi. Bu kadarını söyleyebilmişti. Hiç olmazsa bir başlangıç sayılırdı.

Susan başını salladı ve Mejis'lilerin corvette dedikleri küçük cüzdanı uzattı. Ancak birkaç bozuk para alabilen bu ufak deri cüzdanları erkeklerden çok kadınlar taşırdı.

Susan, "Bunu düşürdünüz," dedi.

"Hayır. Teşekkür ederim, sai." Bu cüzdan daha çok erkeklere yakışan siyah deriden yapılmış sade bir şeydi, üzerinde süsler yoktu. Ama Cuthbert cüzdanı daha önce hiç görmemişti. Zaten corvette de taşımıyordu.

Susan, "Bu sizin," dedi. Bakışları o kadar ısrarlıydı ki, Cuthbert'e cildini yakıyormuş gibi geldi. Aslında delikanlının durumu hemen kavraması gerekirdi. Ama kızın beklenmedik bir anda ortaya çıkması onu şaşırtmıştı. Susan'ın kurnazlığı da öyle. Delikanlı bunu itiraf ediyordu. İnsan bu kadar güzel bir kızın pek de zeki olmayacağını düşünüyordu, genellikle güzel kızların zeki olmaları gerekli değildi. Bert'e göre güzel Kızların tek yapmaları gereken şey sabah uyanmaktı. Susan ısrar etti. "Bu gerçekten sizin."

Cuthbert, "Ah, evet," diye mırıldanarak cüzdanı kızın elinden adeta kaptı. Aptal aptal gülümsediğinin farkındaydı. "Evet, siz söyleyince, sai..."

"Susan." Kız gülümsüyordu ama gözlerinde tetikte olduğunu gösteren ciddi bir ifade vardı. "Lütfen beni 'Susan' diye çağırın."

"Bunu memnunlukla yaparım. Sizden özür dilerim, Susan. Sadece kafamla hafızam bugün pazar olduğunu hatırladılar ve el ele vererek tatile çıktılar. Onların kaçtıklarını da söyleyebiliriz. Bu nedenle beyinsiz bir kafayla kaldım."

Cuthbert daha bir saat böyle gezevelik edebilirdi. (Bunu daha önce de yapmıştı. Roland'la Alain bu konuda tanıklık edebilirlerdi.) Ama Susan bir abla ciddiliğiyle onu susturdu. "Kafanızı kontrol edemediğinize kolaylıkla inanabilirim, Bay Heath. Onun altından sarkan dilinize de öyle. Ama belki ilerde cüzdanınıza daha iyi sahip olabilirsiniz. İyi günler." Delikanlı bir kelime daha söyleyemeden kız uzaklaşıp gitti.

Cuthbert, Roland'ı son günlerde sık sık gittiği yerde buldu. Uçurumun, yerlilerin çoğunun "Kent Bekçisi" diye tanımladığı bayırda. Buradan pazar günü öğleden sonra mavi ince bir sis altında uyuklayan Hambry olduğu gibi gözüküyordu. Ama Cuthbert en eski arkadaşını durmadan oraya çeken şeyin Hambry'nin manzarası olduğunu sanmıyordu. Daha akla yakın nedeninin Delgado'ların evi olduğunu düşünüyordu.

Bugün Roland'ın yanında Alain de vardı. İkisi de konuşmuyorlardı. Cuthbert ihsanların uzun süre konuşmadan oturabilecekleri fikrini kabul etmekte zorluk çekmiyordu. Ama bunu hiçbir zaman anlayamayacağından emindi.

Delikanlı atını dörtnala sürerek arkadaşlarına doğru gitti. Elini gömleğinin içine sokarak corvette'i çıkardı. "Bunu Susan Delgado verdi. Yukarı pazarda. Çok güzel bir kız. Ayrıca bir yılan kadar da kurnaz Bunu büyük bir hayranlıkla söylüyorum."

Roland'ın yüzü sanki aydınlandı, canlandı. Cuthbert'in attığı corvette'i tek eliyle yakaladı. Dişiyle ağzındaki şeridi açtı. Bir yolcunun az bir para taşıyacağı çantanın içinde katlanmış bir tek kâğıt vardı. Roland çabucak açıp okudu. Ve gözlerindeki o pırıltı söndü. Dudaklarındaki tebessüm de silindi.

Alain, "Ne diyor?" diye sordu.

Roland kâğıdı ona verdi, sonra da uçuruma bakmasını sürdürdü. Cuthbert arkadaşının gözlerindeki derin kederi gördüğü zaman Susan Delgado'nun onun hayatına ne dereceye kadar girmiş olduğunu anladı. Alain'le kendi hayatına da tabii.

Alain pusulayı Cuthbert'e uzattı. Tek bir satır vardı bunda.
Buluşmamamız daha iyi olur. Çok üzgünüm.
Cuthbert iki kez okudu. Sanki tekrarlamak sözleri değiştirecekti. Delikanlı sonra kâğıdı Roland'a geri verdi. O da pusulayı tekrar corvette'e koyarak şeridi çekti. Küçük cüzdanı gömleğinin içine soktu.

Cuthbert sessizlikten, tehlikeden daha çok nefret ederdi. (Ona göre asıl tehlike buydu.) Ama delikanlının kafasından geçirdiği her söze giriş ona duygusuzca ve toyca geldi. Özellikle arkadaşının yüzündeki ifadeyi gördüğü zaman. Susan gibi güzel bir kızı Hambry'nin uzun boylu, kemikli, sıska Belediye Başkanı'nın kollarında olduğunu düşünmek Cuthbert'i tiksindiriyordu. Ama Roland'ın yüzündeki ifade şimdi daha güçlü duygular uyandırıyordu. Cuthbert bu yüzden Susan'dan nefret edebilirdi.

Sonunda Alain biraz da çekinerek konuşmaya başladı. "Ve şimdi, Roland? Kız olmadan gidip o petrol alanına bakacak mıyız?"

Cuthbert arkadaşına hayranlık duydu. Çoğu insan Alain Johns'la ilk karşılaştığı zaman onun kafasının fazla çalışmadığını düşünür ve çocuğu önemsemezdi. Oysa bunun gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Alain şimdi Cuthbert'in hiçbir zaman başaramayacağı bir incelikle Roland'a aşkla ilgili ilk mutsuz deneyiminin sorumluluklarını değiştiremeyeceğini belirtiyordu.

Ve Roland da buna karşılık verdi. Eyer kaşında doğrularak dimdik oturdu. Yaz günlerinin öğleden sonra saatlerine özgü güçlü altınımsı ışıkları yüzünü aydınlatırken gölgeleri de belirginleşirdi. Bir an bu yüzde Roland'ın ilerde nasıl bir erkek olacağını açıklayan izler belirdi. Cuthbert o olgun erkeğin hayaletini farkederek ürperdi. Ne gördüğünü bilmiyordu. Sadece bunun korkunç bir şey olduğunun farkındaydı.

Roland, "Büyük Tabut Avcıları," dedi. "Onları kentte gördün mü?"

Cuthbert, "Jonas'la Reynolds'u," diye yanıtladı. "Depape hâlâ ortada yok. Galiba Jonas meyhanedeki o geceden sonra bir öfke krizi sırasında adamı boğup uçurumdan denize attı."

Roland, "Hayır," der gibi başını salladı. "Jonas'ın güvenebildiği insanlara çok ihtiyacı var. Onları ortadan kaldıramaz. O da bizim gibi nazik durumda. Hayır. Depape'i bir süre için bir yere yollamış olmalı."

Alain öğrenmek istedi. "Nereye?"

"Otların arasını tuvalet gibi kullanacağı ve hava kötüyse yağmurda uyumak zorunda kalacağı bir yere." Roland kısaca, neşesizce güldü. "Bence Jonas, Depape'i bizim izlerimizi sürmeye yolladı."

Alain ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Ama buna pek şaşmamıştı. Roland Aceleci'nin sırtında rahatça oturmuş, yamacın uykulu derinliklerine ve otlayan atlara bakıyordu. Bir elini farkına varmadan gömleğinin altına soktuğu corvette'e sürüyordu. Sonra tekrar dönüp arkadaşlarına baktı.

"Biraz daha bekleyeceğiz," dedi. "Belki Susan fikrini değiştirir."

Alain, "Roland..." diye başladı. Sesindeki şefkat öldürücüydü.

Roland arkadaşı devam edemeden ellerini kaldırdı. "Bana olan güvenin sarsılmasın, Alain. Ben şimdi babamın oğlu olarak konuşuyorum."

"Pekâlâ." Alain uzanarak bir an Roland'ın omzunu kavradı. Cuthbert ise henüz kararını vermemişti. Roland belki "babasının oğlu" olarak hareket ediyordu. Belki de etmiyordu. Cuthbert, Roland'ın bu anda kendi kafasından geçenleri bile anlayamadığını seziyordu.

Roland hafifçe gülümseyerek, "Cort'un bizim gibi kurtçukların en önemli zayıflıklarından söz ettiğini hatırlıyor musunuz?" diye sordu. "O ne derdi?"

Alain, Cort'un sert tavırlarını taklit ederek, "Hiç düşünmeden koşuyor ve bir çukura düşüyorsunuz!" dedi.

Roland'ın gülümsemesi biraz yayıldı. "Evet. İşte ben bu sözü her zaman hatırlamak niyetindeyim, çocuklar. Arabanın içinde ne olduğunu anlamak için onu devirecek değilim... Tabii başka seçenek yoksa o zaman durum değişir. Belki Susan düşünecek zaman bulursa fikrini değiştirir ve kalkıp gelir. Eğer... aramızdaki diğer... diğer meseleler olmasaydı benimle buluşmakta bir sakınca görmezdi."

Delikanlı bir an sustu. Diğerleri de bir süre seslerini çıkarmadılar.

Sonra Alain, "Keşke babalarımız bizi buraya yollamasalardı," diye mırıldandı. Ama aslında onları yollayan Roland'ın babasıydı ve üçü de bunu biliyorlardı. "Böyle meseleler için çok genciz. Yaş bakımından yani."

, Cuthbert, "O gece meyhanede başarılı olduk," dedi.

"Bu eğitimdi, kurnazlık değil. Ayrıca onlar bizi ciddiye almadılar. Ama bu bir daha olmayacak."

Roland, "Burada neler bulacağımızı bilselerdi bizi yollamazlardı," diye fikrini açıkladı. "Benim babam da, sizinkiler de. Ama artık olanlar oldu. Bazı şeylerle karşılaştık. Başımız da dertte. Fakat kaçamayız. Öyle değil mi?"

Alain'le Cuthbert başlarını salladılar. Evet, başları dertteydi gerçekten. Artık bunun kuşku götürecek yanı yoktu.

"Her neyse... Artık bunları düşünüp endişelenmek için çok geç. Bekleyecek ve Susan'ın geleceğini umacağız. Yanımda Hambry'den Citgo'yu bilen biri olmadan petrol alanına gitmek istemiyorum... Ama Depape geri geldiği takdirde şansımızı denememiz gerekecek. Onun neler öğreneceğini Tanrı bilir. Ya da Jonas'a memnun etmek için ne hikâyeler uyduracağını. Bu konuşmadan sonra Jonas'ın neler yapacağını da kimse bilemez. Tabancalar çekilebilir."

Cuthbert, "Etrafta sürünerek dolaştıktan sonra böyle bir şey neredeyse hoşuma gider," dedi.

Alain, "Kıza bir pusula daha yollayacak mısın, Will Dearborn?" diye sordu.

Roland bunu düşündü. Cuthbert onun cevabı konusunda kendi kendine bahse girdi. Ve bahsi kaybetti.

Delikanlı, "Hayır," dedi. "Susan'a zaman tanımamız gerekiyor. Bu zor ama başka çare yok. Kızın meraka kapılıp fikrini değiştireceğini umalım."

Roland bu sözlerden sonra atını artık onların evi halini alan yatakhaneye doğru döndürdü. Cuthbert'le Alain de onu izlediler.

Susan pazar gününün geri kalan saatlerini çalışarak geçirdi. Ahırları temizledi. Su taşıdı. Basamakları yıkadı. Cord Hala bütün bunları sessizce seyretti. Yüzünde hem kuşku, hem de hayret vardı. Susan halasının yüzündeki ifadeyle hiç ilgilenmiyordu. İyice yorulmayı ve böylece uykusuz bir gece daha geçirmekten kurtulmayı istiyordu. Her şey sona ermişti. Artık bunu Will de öğrenmiş olmalıydı. En iyisi buydu. Yapılması gereken şey yapılmalıydı.

Susan son kirli durulama suyunu mutfağın arkasına boşaltırken Cord Hala sadece, "Sen çıldırdın mı, kız?" diye sordu. "Pazar günü bu!"

Kız dönüp bakmadan kısaca cevap verdi. "Hayır, hiç çıldırmadım."

Susan amacının yarısına ulaştı. Ay doğduktan sonra yatmaya çıkarken kolları yorulmuştu, bacakları sızlıyor, sırtı sancıyordu. Ama yine de uyuyamadı. Gözleri açık öyle mutsuzca yattı. Saatler geçti, Ay battı. Ama Susan hâlâ uyuyamamıştı. Karanlıklara bakarak, babam öldürülmüş olabilir mi, diye kendi kendine sordu. En ufak da olsa böyle bir olasılık sözkonusu olabilir mi? Babamın ağzını kapatmak, gözlerini yummak için.

Kız sonunda bir karara vardı. Roland gibi. Eğer delikanlının o gözleri, ellerinin ve dudaklarının dokunuşu kendisini çekmeseydi onunla buluşmayı hemen kabul edecekti. Hiç olmazsa dertli kafasının rahat edebilmesi için.

Susan bu gerçeği kavrayınca rahatladı. Ve uykuya daldı.

Ertesi günü akşama doğru Roland ve arkadaşları Yolcuların Dinlenme Yeri'nde karınlarını doyuruyorlardı. (Soğuk dana etli sandviçler, litre litre buzlu beyaz çay. Yardımcı Dave'in karısının yaptığı kadar nefis değildi çay, ama yine de fena sayılmazdı.) Dışarda çiçeklerini sulayan Sheemie içeri girdi. Başına pembe sombrero'sunu giymişti, neşeyle gülüyordu. Elinde küçük bir paket vardı.

Çocuk sevinçle, "Merhaba Küçük Tabut Avcıları," diye bağırdı Sonra da eğildi. Bu hareketi arkadaşların selamlarının komik ama ustaca bir taklidiydi. Özellikle Cuthbert bu selamın bahçe sandaletleriyle verilmesinden çok hoşlandı. "Nasılsınız? İyi olduğunuzu umuyorum. Gerçekten!"

Cuthbert, "Çok çok iyiyiz," dedi. "Ama hiçbirimiz Küçük Tabut Avcıları diye çağrılmaktan hoşlanmıyoruz. Onun için bu adın üzerinde fazla durmamaya çalış. Tamam mı?"

Sheemie yine neşeyle, "Tamam," diyerek başını salladı. "Evet, tamam, Bay Arthur Heath. Hayatımı kurtaran o iyi genç!" Çocuk bir an durup onlara neden yaklaştığını hatırlayamamış gibi şaşkın şaşkın bakındı. Sonra gözleri parladı ve bembeyaz dişlerini göstererek güldü. Paketi Roland'a uzattı. "Bu senin, Will Dearborn!"

"Gerçek mi? Nedir o?"

"Tohum! Gerçekten!"

"Bu senin armağanın mı, Sheemie?"

"Ah, hayır."

Roland paketi aldı. Aslında bu katlanarak mumla mühürlenmiş bir zarftı. Önde ya da arkada yazı yoktu. Delikanlı zarfı yoklarken parmaklarının ucuna tohum gibi şeyler gelmedi.

"O halde bunu kim yolladı?"

Sheemie, "Hatırlamıyorum," diyerek gözlerini kaçırdı. Roland, kafası biraz çalışıyor, diye düşündü. Onun için de uzun süre mutsuz olmuyor. Ve yalan söylemeyi ise hiçbir zaman başaramıyor. Sheemie umutla, çekine çekine tekrar Roland'a baktı. "Ama sana söylemem gereken şeyi hatırlıyorum."

"Gerçekten mi? Öyleyse,söyle, Sheemie."

Çocuk zorlukla ezberlediği bir şeyi tekrarlayan biri gibi hem gurur, hem de endişeyle, "Bunlar uçurumda saçtığın tohumlar," dedi.

Roland'ın gözleri öylesine alev alev yandı ki, Sheemie sendeleyerek bir adım geriledi. Sonra somberero'sunu çabucak çekiştirdi ve telaşla güvenli çiçeklerinin yanına döndü. Will Dearborn'dan hoşlanıyordu. Onun arkadaşlarından da. (Özellikle Bay Arthur Heath'den. Bazen öyle şeyler söylüyordu ki, Sheemie kasıkları çatlayacakmış gibi gülüyordu.) Ama şu an Will-sai'nin gözlerinde onu çok korkutan bir şey görmüştü. Sheemie o anda Will'in de pelerinli adam ya da botlarını yalayarak temizlemesini isteyen silahşor veya titrek sesli ak saçlı ihtiyar Jonas gibi bir katil olduğunu anlamıştı.

Will de o adamlar kadar kötüydü. Hatta belki de daha kötü.

Roland "tohum paketi"ni gömleğinin içine soktu. Ve üç arkadaş Bar K.'nin verandasına dönünceye kadar da onu açmadı. Uzaklarda incecik homurdanıyor ve atlar da bu yüzden sinirli sinirli kulaklarını oynatıyorlardı.

Cuthbert sonunda, "E?" diye sordu. Artık kendini tutamayacaktı.

Roland zarfı gömleğinin içinden alarak açtı. Ve Susan'ın ne söylemesi gerektiğini iyi bildiğini düşündü. Tamı tamına.

Delikanlı zarftaki tek kâğıdı açarken diğer iki genç ona doğru eğildiler. Alain solundan, Cuthbert de sağından. Roland yine kızın sade ve düzgün yazısını gördü. Mesaj daha öncekinden uzun değildi. Ama içeriği ondan çok farklıydı.
Citgo'nun kent tarafında, yoldan bir buçuk kilometre ötede bir portakal bahçesi var. Ay doğarken benimle orada buluş. Yalnız gel.

S.
Altına kitap harfleriyle bir şey daha yazılmıştı. BUNU YAK! Alain, "Biz gözcülük ederiz," dedi. Roland başını salladı. "Evet. Ama uzaktan." Sonra pusulayı yaktı.

Yarı ot bürümüş araba yolunun dibindeki dikdörtgen biçimi portakal bahçesi bakımlıydı. Burada on iki sıra kadar portakal ağacı vardı. Roland karanlık bastıktan sonra oraya ulaştı. Ama gitgide küçülen Satıcının Ayı'nın ufuktan yukarı tırmanmasına daha yarım saat vardı.

Delikanlı portakal ağaçlarının oluşturduğu dizinin önünden ilerlerken kuzeydeki petrol alanından gelen ve bir iskeletin çıkardığına benzeyen sesleri duydu. (Cıyaklayan pistonlar, gıcırdayan dişliler, gümbürdeyen işletme milleri.) Roland evini çok özledi birdenbire. Buna portakal çiçeklerinin o hafif kokusu neden oldu. Petrolün kara kokusunu biraz olsun örtüyordu. Bu oyuncak-bahçe New Canaan'daki büyük elmalıklara benzemiyordu... Ama yine de onları andıran bir yanı vardı. Aynı vakar ve uygarlık duygusu. Çok gerekli olmayan bir şeye ayrılan bir hayli zaman. Delikanlı burada yetiştirilen portakalların pek işe yaradıklarını sanmıyordu. Sıcak bölgelerden iyice kuzeyde portakallar limon kadar ekşi oluyorlardı. Ama yine de rüzgâr ağaçları hafifçe sarstığı zaman koku Roland'ın acı bir özlemle Gilead'ı düşünmesine neden oldu. Ve delikanlı ilk kez o zaman vatanını bir daha görememesi ihtimali olduğunu düşündü. O da gökyüzündeki yaşlı Satıcının Ayı gibi bir gezginci olmuştu bile.

Roland, Susan'ın geldiğini duydu. Ama kız ancak kendisine iyice yaklaştığı zaman. O dost değil de bir düşman olsaydı delikanlı belki tabancasını çekip ateş edecek zamanı zar zor bulacaktı. Roland derin bir hayranlık duydu. Ve yıldızların ışığında kızın yüzünü gördüğü an kalbinin mutlulukla dolduğunu hissetti.

Roland dönünce kız da durdu ve ona sadece baktı. Ellerini farkına varmadan pek tatlı, çocuksu bir tavırla belinin önünde birbirine kavuşturmuştu. Roland, Susan'a doğru bir adım attı. Ama kız ellerini kaldırınca onun korktuğunu sanarak şaşkın şaşkın durakladı. Loş ışıkta kızın hareketini yanlış yorumlamıştı. Susan o anda durabilirdi. Ama durmamayı tercih etti. Mahsus delikanlıya yaklaştı. Yırtmaçlı binici eteği ve sade siyah botlar giymiş, bu uzun boylu genç kız sombrero'sunu arkaya, örgülü saçının üzerine atmıştı.

1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət