Ana səhifə

Gazeteci Philip Willan: 'Papa'yı vur emrini P2 verdi' 24. 06. 2010 'Papa'yı vur emrini P2 verdi'


Yüklə 1.95 Mb.
səhifə13/17
tarix26.06.2016
ölçüsü1.95 Mb.
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17

Türkiyede Gözaltında Kayıplar


Türkiye gözaltında kayıplarla 1980 sonrasında tanıştı. O günden gözaltına alınan yakınlarını arayan binlerce kişi aynı cevapla karşılaştı: Bizde yok. OHAL, 1990larda yüzlerce kişiyi yuttu. Cevap, baskılara rağmen 200 hafta Cumartesi Annelerinden geldi

Bütün dünyada insan hakları ihlalleri arasında sayılan "gözaltında kayıplar" kişinin güvenlik kuvvetlerince gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınmaması, güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devletin bunu kabul etmemesi anlamına geliyor, bir başka deyişle kişinin zorla kaybedilmesi.

Türkiye "gözaltında kayıp" gerçeğiyle 1980 sonrasında karşılaştı. İlk kayıplardan Hayrettin Eren 21 Kasım 1980'de İstanbul'da güvenlik güçlerince gözaltına alındığı arkadaşları kanalıyla ailesine iletiliyor.

Eren ailesi haberi duyar duymaz o dönem gözaltı merkezi olan Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor, kapıda oğlunun arabasını gören anne Hayrettin'in gözaltında bulunduğundan emin bir şekilde yetkililerle görüşüyor, ama sonra yüzlerce ailenin duyacağı cümleyi duyuyor: "Bizde yok!".

Arabanın kapıda olduğunu hatırlatıyorsa da, yanıt alamıyor, zaten sonraki gün araba da "gözaltında kayboluyor". Eren ailesi seslerini duyurabilecekleri her yere ulaşmaya çalışıyorlar, sonuç değişmiyor; 18 yıldır halen Hayrettin'den haber yok.

Hayrettin Eren'den haber alınamadığı gibi 1980-1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkari'den 12 insan daha gözaltında kaybediliyor.

Bunlardan Hüseyin Morsümbül'ün 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alınıyor, ardından Baba da gözaltına alınıyor, yoğun işkencelerden geçiriliyor.

Baba gözaltındayken oğlunun oradan kaçtığını etraftaki görevlilerin konuşmalarından öğreniyor ki, daha sonra bunu şöyle açıklıyor: "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."



1990'lar: OHAL

Gözaltında kayıplar 1990 yılı ile birlikte her gelen yılla birlikte, çoğu da Olağanüstü Hal Bölgesi'nden (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurularda bugün gelinen noktada 543 gibi bir sayıya ulaşıyor.

İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.

Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olan gözaltında kayıplar yıl yıl şöyle bir seyir izliyor:

1991 - 4, 1992 - 8, 1993 - 36, 1994 - 229, 1995 - 121, 1996 - 68, 1997 - 45, 1998 -9

Burada, özellikle 1994 yılındaki gözaltındaki kayıplarda hızlı artışa dikkat çekmek gerekiyor, bir anlamda 1992-1993 yıllarında OHAL bölgesindeki "Faili meçhul cinayetler"in yerini 1994'de gözaltında kayıplar alıyor.

1995 sonrasındaki verilerde İHD başta olmak üzere, 27 Mayıs 1995'de başlayan Cumartesi annelerinin Galatasaray basın açıklamaları ile birlikte içte ve dışta gözaltında kayıplara karşı verilen mücadelenin etkisi görülüyor.

21 Mart 1995 günü Hasan Ocak'ın İstanbul'da gözaltına alınıp kaybedilmesi olayı ailesi başta olmak üzere insan hakları savunucularının yoğun arama mücadelesi Türkiye'nin belleğine kazıldı.

Artık insanlar hızla bu ülkede "gözaltında kayıp" ihlalinin de yaşandığını duymaya başladılar. Ocak'ın işkenceyle öldürülmüş bedeni kaybedilmesinden 55 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulundu.

Devlet Ocak olayında suskun kalmayı yeğledi. Oysa, devlet Ocak'ın gözaltından 5 gün sonra Beykoz Ormanlarında köylülerin bulduğu ölü beden İstanbul Adli Tıp Morguna nakledilmişti. Aynı anda Hasan Ocak'ın resimleri hem devletin Adli Tıp'ında vardı, hem de sokaklarda "Hasan nerede" diye sorulurken dolaştırılıyordu.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, sözgelimi Kenan Bilgin bir başka 12 Eylül'de, 1994'de Ankara'da otobüs durağında gözaltına alındı. Alındı, çünkü onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görenler var, içlerinde avukatların da bulunduğu bu tanıklar Kenan Bilgin'i gördükleri doğrultusunda ifade de verdiler.

Onun "22 gündür buradayım, beni kaybedecekler" diye hücresinden haykıran sesini dışarı taşıdılar. Tanıklı ve kanıtlı gözaltında kaybedilmeye karşı ailenin devlete yaptığı bütün başvurular gene aynı yanıtı aldı: "Bizde yok!"

Nazım Gülmez, 61 yaşında. 14 Ekim 1994 günü askerler Gülmez'in yaşadığı Tunceli Hozat Taşıtlı köyüne geliyor. Köyde yapılan aramada Nazım Gülmez üç köylüyle birlikte alınıp götürülüyor. Daha sonra 3 köylü serbest bırakılıyor, Gülmez'den ise bir daha haber alınamıyor. Gözaltına alınanlar, muhtar ve bütün köylülerin gözü önünde yaşanan gözaltından sonra devletin yanıtı gene aynı: "Bizde yok!"

Mehmet Özdemir, 44 yaşında, 29 Aralık 1997 günü Diyarbakır hayvan pazarında insanların gözü önünde çevrenin sivil polis olarak bildiği telsizli kişilerce gözaltına alınıyor.

Avukatın ilk başvurularında Özdemir'in gözaltında olduğu kabul edilince aile rahatlıyor, ancak daha sonra sağlığını sormak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne giden avukata bu kez gene bildik yanıt tekrarlanıyor: "Bizde yok!"

Verilen rakamlarla örnekleri çoğaltmak mümkün, son olarak 20 yaşındaki Murat Yıldız'ın nasıl kaybedildiğini oğlunu o günden bu yana kayıp yakınlarıyla birlikte arayan anne Hanife Yıldız anlatıyor:

"Oğlum Adli bir nedenle aranıyordu, onu bir avukatla birlikte kendim Bornova Polis Karakolu'na teslim ettim. Oğlumu tekrar sormaya gittiğimde silah göstermek üzere feribotla İstanbul'a giderken Murat'ın kendini denize attığını söylediler. İnanmıyorum."

Gözaltında kayıp iddiaları ulusal ve uluslararası platformlarda, yerli ve yabancı gazete, radyo ve televizyonlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ulusal ve ulusalüstü yargıya konu oluyor.



Cumartesi Anneleri

Kayıp yakınları mahallelerindeki, köylerindeki karakollardan başlayarak her kademede oğullarını, kızlarını, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek için resmi başvurular yapıyorlar.

Devlet kayıpların en azından her hafta gündeme getirildiği Galatasaray'da kayıp yakınlarına ve gözaltında insanların kaybedilmesine karşı olan insanları döverek, yerlerde sürükleyerek, yaşlı, genç, çocuk, kadın erkek ayrımı yapmaksızın ilgili ilgisiz Beyoğlu'ndan geçenleri gözaltına alarak yanıt veriyor.

Oysa asıl görevleri bu değil. Asıl görevleri kayıp kişileri araştırmak ki yasalar da bunu gerektiriyor.

Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak İstanbul, İstiklal caddesinde Galatasaray Lisesi önünde her Cumartesi saat 12:00'de, "Kayıplar akıbeti açıklansın, sorumlular ortaya çıkarılarak yargılansın ve Kayıplar son bulsun" talebiyle basın açıklaması yaptılar, yapmaya çalıştılar.

Yapmaya çalıştılar, diyoruz; çünkü, 15 Ağustos 1998'de 170. haftada başlayan engellemelerin 30 hafta sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 200. haftada, yani 13 Mart 1999'da, sürekli gözaltı, kötü muamele ve dayaktan güvenlik kuvvetlerinin biber gazı kullanmalarına varan engellemeler karşısında Galatasaray'a ara verdiler.

Kayıp mücadelesi sürüyor. Türkiye'de gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının ve kayıplara karşı mücadele veren insan hakları savunucularının ne istedikleri belli: Devlet gözaltında kayıpları bulsun, sorumluları yargılasın, artık bu ülkede hiç kimsenin gözaltında kaybolmamasını sağlasın.(EÜ)

*Bu metin 29 Mayıs 1999'da Cumartesi Anneleri/İnsanları tarafından yazıldı.

kaynak: BİA Haber Merkezi - İstanbul

25 Ocak 2005, Salı

Paylaş |



0 Yorum - Yorum Yaz


ALİ BAYRAMOĞLU YAZDI!    19.03.2009
ALİ BAYRAMOĞLU YAZDI!

“Darbe hazırlıkları olmasaydı, 9 Mart olmasıydı, 12 Mart da olmazdı…”

19 Mart 2009 Perşembe

Darbe karargâhı bir gazete…

Pazartesi öğle saatlerinde Doğan Medya Grubu'na bağlı Tempo24, Mustafa Balbay'ın günlüklerini yayınladı. Aynı akşam TV Net'te yaptığım “Dün ve Bugün” programının konuğu ise Hasan Cemal'di.


Hasan Cemal'le 1960'ların sonunda başlayan mesleki ve siyasi öyküsünü konuştuk. Darbeci gelenekten demokrat tutuma açılan kapıları, aşamaları ve olayları…
İlginç olan şu: Hasan Cemal'in anlattığı dönem ve olaylar adeta bugünün akisi gibi. Ortada garip bir tekerrür, garip bir isim benzeşmesi ve keşismesi var.
1960'lar Türkiye'si TKP dışında, bir yanda TİP öte yanda bir ucu MDD'ye açılacak YÖN Hareketi olmak üzere iki ana sol damarın doğuşuna tanıklık etmişti. YÖN Hareketi, Yön dergisiyle, ardından Devrim dergisiyle devam etmiş, Türkiye'deki sol radikalizmin, Baasçı anlayışın ve demokrasiye inançsızlığı ifade eden darbeci bir geleneğin merkezi olmuştu.
Hasan Cemal Devrim dergisinin yazı işleri müdürüydü.
Yön Hareketi konusunda doktora çalışması yapmış olan Hikmet Özdemir, “Bir Jön Türk'ün Ardından Doğan Avcıoğlu” adlı kitabında şunları söyler:
“Devrim dergisinin merkezi, iktidar hazırlıkları için karargâh olmak işlevini görmüştür…”
Karargâhta, asker adına bildiriler yazılıyor, asker tahrik ediliyor, parlamenter rejim muhafazakâr güçlerin tahakküm aracı olarak ele alınıp, düzen “cici demokrasi” olarak tanımlıyordu.
Tüm bunlar, bir siyasi, fikri alıştırma olarak kalmamış, asker-sivil işbirliğiyle bir darbe hazırlıklarına yol açmıştı.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal bu teşkilatın parçasıydı.
12 Mart için planladıkları darbe, karacı komutanın vazgeçmesi sonucu gerçekleşememiş, ordu bu tür bir darbeyi engellemek için 12 Mart Muhtırası'nı vermişti…
Hasan Cemal şunları söyledi TV Net'te:
“Bu darbe hazırlıkları olmasaydı, 9 Mart olmasıydı, 12 Mart da olmazdı…”
12 Mart'ın hukuk, siyaset ve özgürlük alanlarında yarattığı tahribatın ne olduğunu bilenler, 9 Martçılığın, bu sivil darbecilik geleneğinin bedelinin ne olduğunu da bilirler…
Bugün Ergenekon davasıyla ortaya çıkan tablo bu durumun aslında bire bir tekrarı gibi…
Ordunun bir bölümüyle iş tutan bir sivil grup, yayın politikalarını darbe girişimine endeksleyen, sandığın getirdiği sonuçlardan rahatsız olan bir anlayış… Buna dün olduğu gibi bugün de sol, sol muhalefet adını verme çabaları…
Dün ve bugün arasında iki köprü bulunuyor
İlki 9 Mart'tan Ayışığı ve Sarıkız'a uzanıyor…
İkincisi Cumhuriyet gazetesinden Ergenekon'a…
Özden Örnek'in günlükleri, ardından Balbay'ın günlükleri, o günlerde Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılar, darbe politikası, benzerliği, sadece niyet, siyasete bakış, iktidar anlayışı açısından resmetmiyor, aynı zamanda aynı aktörleri çıkarıyor karşımıza.
Örneğin İlhan Selçuk…
O günlüklerde İlhan Selçuk bakın ne diyor Balbay'a:
“Ürktüm... Değişik bir şey var. Senin haberleri inceleyeceğim. Bunlar kendi içlerinde farklı düşüncelere sahipler. Böyle olur. Geçmişte Faruk GÜRLER, Muhsin BATUR... Gürler birden öbür tarafa geçti... Bunlar böyle olur. Aman dikkat…”
İşte size ilk köprü…
Cumhuriyet gazetesini darbe karargâhı yapma ikinci köprü mü?

Bakın ne diyor Eruygur:
“Biz bir çalışma yaptık. Öteki üç arkadaşımla (hava, deniz, kara komutanları) birlikte konuştuk. Bu kararı aldık. Artık yürüyeceğiz. İlk iş olarak 3 Mart Hilafetin Kaldırılışı ve Tevhidi Tedrisat Kanunun yıldönümü. O gün büyük bir toplantı yapılacak. Biz de çağrılı olarak geleceğiz. Biz artık ona (yani Özkök'e) bakmıyoruz. Kendimiz yürüyoruz.”

İlhan Selçuk'un yanıtı ise şu:
“Bizim çalışmamız da şöyle, (çizerek) bir üçgen, en tepesinden teğet olarak yana bir çizgi, ucunda bir dikdörtgen. Ortasında bir yuvarlak, çekirdek. Üçgen ADD, dikdörtgen ortak bildiriye imza atacak derneklerin temsilcileri, ortasındaki çekirdek de bildiriyi kaleme alacak olan dar grup...”
Utanç sayfalarıdır bunlar…
ALİ BAYRAMOĞLU/ YENİ ŞAFAK

Paylaş |



0 Yorum -


ERGENEKON-16 MART İLİŞKİSİ    18.03.2009
16MARTKATLİAMI VE GERÇEKLER [2]

ERGENEKON-16 MART İLİŞKİSİ

17 Mart 2009 Salı 12:51



Deliller ve tanıkların ifadelerine rağmen 1995"te tekrar açılan dava zamanaşımına uğratıldı. 16 Mart davasınını önceki kararında ise herkes "delil yetersizliğinden" beraat etmişti.
Hatice Özen, Ahmet Turan Ören, Cemil Sönmez, Murat Kurt, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, Baki Ekiz"in yaşamını yitirdiği, bu katliamın yaşandığı 16 Mart 1978 Perşembe sabahını, Hukuk fakültesi öğrencisi olan Sevin Kanatger anlatıyor: “Sabah okula girerken Mehmet Gül"e rastladık, heykelin önünde uzun namlulu bir silahı dayayıp "İtler biriniz kafanızı kaldırırsanız sizi vuracağım" diye tehdit etti.”
Hukuk fakültesi öğrencisi Kamil Tekin Sürek ise, bir gün önce ön kapıdan yapılan çıkışta ülkücülerin taşlarla saldırdığını belirtiyor.
POLİS YÖNLENDİRDİ
Kanatger, saldırı öncesini şöyle anlatıyor: “Son ders Server Tanili"nin dersiydi, kavga çıktı. Biz sınıftan grup halinde çıkarken bir faşist "Polise silah sıkanın kanını akıtacağız" dedi. Okul bahçesinde toplandık, daima ön kapıdan çıkmak isterdik çünkü bu bir güç gösterisiydi. Ön kapıdan çıkacağız diye direnirdik, o gün Süleymaniye"den çıkmak için direndik ama bu sefer polis zorla bizi ön kapıdan çıkardı. Hatta o gün saldırıda ölen Hamit arkadaşımızı polis yumruklayarak üzerimize attı.”
Sürek ise, katliam öncesindeki dakikaları ve herhangi bir saldırıya karşı yapılan hazırlıkları şöyle anlatıyor: “İkili öğretim vardı. Sabahçıydık 12.00"de çıkıyorduk. Toplandık heykelin önünde. Yine saldırı olabileceği ihtimaline karşı en öne iri yarılar, kavga dövüş yapabilecek arkadaşlar geçsin dedik. Kapıya kadar geldik, kapıya yaklaştığımızda faşistler toplanmıştı. Slogan sesleri geliyordu, Mehmet Gül"ün sesi geliyordu, çok gür bir sesi vardı.”
POLİSLER EŞLİK ETMEDİ
Her gün yapılan toplu çıkışta öğrencilere polis kordonu eşlik ediyor, Süleymaniye"ye kadar herhangi bir saldırı ihtimali karşısında öğrencilerin "güvenliğini" sağlıyordu. Ancak polisler o gün öğrencilere eşlik etmedi. O gün geride kalan Kanatger, “Polislerin de hepsi arkada kalmıştı, her gün eşlik ederlerdi ama o gün etmediler” diyerek olağan dışı duruma işaret ediyor.
Ana kapıdan çıkınca, Merkez Kampüs"ün sağında bulunan Eczacılık Fakültesi"ne doğru gidildi. Bir arkadaşıyla kol kola kitlenin en önlerinde yürüyen Sürek ve daha birçok öğrenci, arkadan gelen "bomba" sesini duyunca o yöne doğru koşmak istedi. Sürek, “Ama bomba o anda patladı ve patlamanın gücü bizi yere fırlattı. Arkada kapkara bir duman vardı. O tarafa yönelmek isterken bu sefer makineli tüfek sesleri başladı. Süleymaniye"ye doğru koşmaya başladık” diye anlatıyor patlama anını. Kanatger ise, “Bir anda "bomba" denildi ve bizi yere yatırdılar. Uzun süre bizi yerden kaldırmadılar, polis başımıza dikildi. Kalktığımızda et parçaları, kanlar gördük ve o zaman işin ciddiyetini anladık” diyor.
DARBEYE ZEMİN
Katliamın ardından gençler Beyazıt"a geldi ve üniversite işgal edildi. Kanatger, mücadelesinde kendisini her zaman destekleyen babasının okula geldiğini belirterek “Babam okula geldi, "burada ne işiniz var, arkadaşlarınız öldü Beyazıt"ta olmanız lazım" diye tepki gösterdi. Çok büyük bir cenaze düzenledik. Sadece siyasiler değil, bizi tüm sevenler geldi” diye konuştu. İstanbul"da yapılan en kalabalık cenaze töreninde, 6 tabut Sirkeci iskelesinde feribota teslim edildi.
“O sıralarda 12 Eylül"ün hazırlığı yapılıyormuş, bunu sonradan öğrendik” diyen Sürek, darbe için kaos ortamı yaratmak için, kontrgerilla ve yönlendirdikleri ülkücü gençler aracılığıyla eylemler yapıldığını belirtti. 1977 1 Mayısı ve 16 Mart katliamının, kontrgerillanın en önemli eylemlerinden olduğunu dile getiren Sürek, “Kendi kendime "Bundan sonra sen bedava yaşıyorsun. Bundan sonraki hayatın bedava yaşanan bir hayat" dedim. Orada olanlar daha çok mücadeleye sarıldılar, bu faşist saldırıların sona erdirilmesi için” diye konuştu.
NİŞANINA GİDİYORDU
Katliamın ardından korkmadan, aynı şekilde ve daha da çoğalarak geldiklerini söyleyen Kanatger, kendileriyle yalnızca gönül bağı olan öğrencilerin de okulun açıldığı gün toplandığını belirtiyor. Kanatger sözlerini şöyle sürdürüyor: “İşin ciddiyetini şu an daha iyi anlıyoruz. Biz 50"leri geçtik, onları ise 18-19 yaşında kaybettik. Yaşlandıkça aile bağlarımız gelişti. Ve kaybettiğimiz arkadaşlarımızın ailelerinin yaşadığı acıyı anladık. Hatice"yi anlatıyordu bir arkadaşı, o hafta sonu Hatice nişanlanmaya gidiyormuş. Cuma günü gidecekmiş. 2 gün önce de giderdi şimdiki nesil olsaydı veya daha farklı düşünüyor olsaydı, ama gitmedi.” 
SKANDAL YARGILAMA

Katliamın yargılaması İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi"nde, Selimiye Kışlası"nda başladı. Ülkü Ocakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, Yöneticisi Mehmet Gül, Üye Sıddık Polat, Ahmet Hamdi Paksoy, MHP Gençlik Kolları Üyesi Kazım Ayaydın, “katliamı planlamak ve uygulamak” suçundan yargılandı. Katledilen 7 canın bedeli, yalnızca bir ülkücüye kesilen 11 yıllık faturaydı. 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Sıddık Polat"ın cezası, 1982"de Askeri Yargıtay tarafından bozuldu. Diğerleri için ise “delil yetersizliği”nden beraat kararı verildi. 16 Mart"tan Metin Göktepe cinayetine, Hrant Dink suikastına kadarki dönemde sürekli adı anılan Reşat Altay"ın da aralarında bulunduğu polis şefleri "görevi ihmal"den yargılandı, ancak yargılama boyunca hiçbiri koltuğundan kalkmadı.
İTİRAFLARLA YENİDEN BAŞLADI
Katliama ilişkin ailesine bilgi veren Ülkücü Zülküf İsot, "susturuldu". Ancak öldürülmeden önce İsot, ablası Remziye Aykol"a katliamdan bahsetmişti. 1992"de konuşan Aykol, katliamı yapanların kardeşiyle birlikte Latif Aktı, Sıddık Polat ve Polis Mustafa Doğan, katliam emrini verenin ise Alparslan Türkeş olduğunu söyledi.
Bu itiraflardan sonra avukatların suç duyurusuyla 1995"te dava İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi"nde yeniden açıldı. Doğan bulunamadı, hakkında yakalama emri bile çıkarılmadığı anlaşıldı. Bazı mahkemelerin istenen belgeleri eksik gönderdiği ortaya çıktı. Ülkücü Ali Yurtaslan ve Emekli Astsubay Oğuz Serçinlioğlu, Abdullah Çatlı tarafından getirilen TNT kalıplarını TSK"nın verdiğini itiraf ettiler.
TERÖR SUÇU
Mahkeme, MİT"ten istenen belgelerin bir türlü gönderilmemesi üzerine yayınladığı gerekçeli kararda “Yargılaması yapılan eylem bir terör suçudur. 7 kişi öldürülmüş, birçoğu da yaralanmıştır. Böyle bir davada sanığın bir avukat olarak ele geçirdiği belgeyi mahkemeye sunması gerçeğin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktan ibarettir” dedi.
MİT"in mahkemeye müdahale etmesi üzerine avukatlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi"ne başvurdu. Dosya, Ergenekon davasının Silivri Cezaevi"nde görülmeye başlandığı 20 Ekim 2008"de, İstanbul Adliyesi"nde "zamanaşımı" ile sonuçlandı. Dosya Yargıtay"a gönderildi.
Sıkıyönetim mahkemesinde başlayan yargılamayı, Kanatger şöyle anlatıyor: “Selimiye Kışlası"na girerken bize çok zorluk çıkardılar, müdahil olduğumuzu, ifade vereceğimizi söyledik. Sadece tanık olarak çağrılanların ifadesi alındı, bizim ifademiz alınmadı. Mehmet Gül sanık olarak yargılanıyordu, fakat sanık değil baş mağdurmuş gibi çok güzel ağırlandı. Mahkemenin de ona karşı tavrı, soruları çok kibardı. Fakat bize sordukları soru ise, "neden grupla çıkmıyordunuz, niye tek tek çıkmadınız" şeklindeydi.”

ERGENEKON-16 MART İLİŞKİSİ
Davanın müdahil avukatlarından olan Sürek, süreci “Planlı bir kontrgerilla eylemiydi. Temyiz ederken bunun Ergenekon"la irtibatlı olduğunu, bir kontrgerilla eylemi olduğunu, hem dosyadaki delillerden, hem de itiraflardan anlattık” diye özetledi. Sürek, müdahillere “MİT çalışmalarını açığa çıkarmaya çalışmak” suçundan dava açıldığını belirtti.
Katliamda adı geçen isimlerle ilgili yazışmalara değinen Sürek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çeviker"le ilgili Genelkurmay"a sorulan sorulara cevap verenlerden biri Fikri Karadağ"dı, şimdi Ergenekon sanığı. Bir diğeri de oğlu Behiç Gürcihan Ergenekon davasında yargılanan General Ali İhsan Gürcihan"dı. Mahkemenin ya da müdahil avukatların sorularına yanıt veren muhataplar, Ergenekon davasında ortaya çıktılar. Gerçekten adil demokratik bir yargılama yapılsaydı belki Ergenekon olayı, 16 Mart davasında ortaya çıkabilirdi.”                                                                                     EVRENSEL

Paylaş |



0 Yorum - Yorum Yaz


16 MARTKATLİAMI VE GERÇEKLER[1]    18.03.2009
16 MARTKATLİAMI VE GERÇEKLER[1]

Ülkücü saldırılar karşısında toplu çıkış yaparken atılan, 7 gencin canını alan bomba patlayalı tam 31 yıl oldu.



17 Mart 2009 Salı 12:48

Ülkücü saldırılar karşısında toplu çıkış yaparken atılan, 7 gencin canını alan bomba patlayalı tam 31 yıl oldu.
Ülkücü saldırılar karşısında toplu çıkış yaparken atılan, 7 gencin canını alan bomba patlayalı tam 31 yıl oldu.
Kontrgerillacı Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker"in deposundan çıkan, Abdullah Çatlı"nın ulaştırdığı bombalar, İstanbul Üniversitesi (İÜ) Eczacılık Fakültesi önünde patladı. 7 genç yaşamını yitirdi, onlarca kişi yaralandı. Saldırganlar yine cezalandırılmadı. Katillerin arkasından koşan polislere “koşmayın” emrini veren, Hrant Dink cinayetinde de karşımıza çıkan, defalarca merkeze, ya da açığa alınan Reşat Altay, bu yılki 16 Mart haberimizde İstanbul Polis Başmüfettişi olarak karşımıza çıkıyor.
9 GÜN ÖNCE İHBAR YAPILDI
İÜ öğrencileri için 2. dönem, 1 Mart 1978"de polis ve ülkücü şiddetiyle başlamıştı. Saldırıların amacı, ilerici öğrencilerin okula gelmemesi, talepleri için örgütlenmemesi, okulların ülkücü-polis işbirliğine bırakılmasıydı. Bu saldırılara boyun eğmeyen öğrenciler, her şeyi göze alarak okula gelmeye devam etti. Her an bir saldırıyla karşılaşılabileceği ihtimali vardı, ancak hiç kimse 16 Mart 1978 Perşembe günü yaşanacak vahşeti öngöremiyordu.
Üstelik saldırı, bir istihbaratçının 1.D.2.12780 kodlu bilgi notuyla, saldırıdan yalnızca 9 gün önce 7 Mart 1978 tarihinde İstanbul Emniyeti arşivinde yerini aldı.
KATİLLERİN ARKASINDAN KOŞTURMADI
Öğrenciler, Merkez kampüsün Beyazıt Meydanı"na açılan kapısından çıktığı sırada bomba patladı, yaylım ateşi başladı. Failler, "Merasim Birliği" adlı polis birliği ve Orhan Çakıroğlu başkanlığında ve Mehmet Gül yönetimindeki Ülkü Ocakları üyeleriydi. Ateş kesildikten sonra polisler koşan saldırganların peşinden gitti, ancak Komiser Muavini Reşat Altay tarafından engellendiler.
İktisat ve Hukuk fakültesi öğrencileri Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl, Murat Kurt yaşamını yitirdi, onlarca öğrenci ise yaralandı. Okul süresiz tatil edilirken, saldırının hemen ardından öğrenciler üniversiteyi işgal etti. İşgalin hemen ardından sendikalar, meslek örgütleri, barolar, derneklerin de katıldığı on binlerce kişilik cenaze töreniyle saldırıya yanıt verildi. 7 gencin tabutları, Sirkeci iskelesindeki feribota teslim edildi.
KADROLU KATİL!
Abdullah Çatlı: Ülkücü mafya, birçok katliamın ve cinayetin örgütleyicisi, azmettiricisi, faili...
1978"de 7 gencin vahşice öldürüldüğü Bahçelievler katliamının planlayıcısı. Ülkü Ocakları ve Ülkücü Gençlik Derneği başkanlığı yaptı. DHKP-C ve PKK"nin lider kadrolarının yerini öğrenmesi için Korkut Eken tarafından görevlendirildi. Mehmet Ali Ağca"yı hapisten kaçırdı, evinde sakladı, sahte kimlik düzenledi ve birçok sahte kimlik kullandı. İstanbul"da 6 şirkete ortak oldu, silah kaçakçılarıyla yakın ilişki içindeydi. 3 Kasım 1996"da korucu Aşireti Lideri Sedat Bucak ve İstanbul Eski Emniyet Müdürü Yardımcısı ile Gazi katliamı Sorumlusu Hüseyin Kocadağ ile birlikte öldü.
Sorumlusu olduğu cinayetler: Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal, MİT Ajanı Tarık Ümit, Başbakan Tansu Çiller döneminde Tuğgeneral Veli Küçük"ün görev bölgesinde Kürt işadamlarının öldürüldüğü operasyonlar.
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   17


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət