Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə57/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62

Çocuk öne doğru bir adım attı. Onu botunun altında parçalayıp toza dönüştürecekti.

Cuthbert boğuk bir sesle, "Sakın ha," dedi. Baygın olan Roland'ın yanında diz çökmüştü ama Alain'e bakıyordu. Yükselen ay gözlerine vuruyor, iki küçük parlak taşa benziyordu bu gözler. "Küreyi ele geçirmek için bunca acı ve ölüme katlandıktan sonra onu parçalamaya kalkışayım deme! Hatta bunu düşünme bile!"

Alain bir an arkadaşına kararsızca baktı. Ne olursa olsun bu lanet şeyi ortadan kaldırması gerektiğini düşünüyordu. Çekilen acı ilerde çekilecek acıyı haklı çıkarmazdı. O yerdeki şey sağlam olduğu sürece kim olursa olsun ona ıstırap getirecekti. O bir ıstırap makinesiydi. Ve Susan Deigado'yu da öldürmüştü. Alain, Roland'ın kürede neler gördüğünü bilmiyordu. Ama arkadaşının suratını görmüştü. Bu yeterliydi Küre Susan'ı öldürmüştü. Sağlam bırakılırsa başkalarını da öldürecekti.

Ama Alain sonra ka'yı düşündü ve geriledi. Ne var ki, sonradan bu yüzden acı bir pişmanlık duyacaktı.

Cuthbert, "Onu tekrar kesesine koy," dedi. "Ve Roland için de bana yardım et. Buradan gitmeliyiz."

Ağzı büzülen buruşuk kese biraz ilerde yerde yatıyor, rüzgârda dalgalanıyordu. Alain küreyi aldı, düzgün kavisli yüzeyinin dokunuşu bile onda tiksinti uyandırdı. Kürenin ellerinin arasında canlanacağını sanıyordu. Ama öyle olmadı. Küreyi keseye koyarak kordonundan omzuna astı. Sonra da Roland'ın yanında diz çöktü.

Alain, Roland'ı kendine getirmek için Cuthbert'le boş yere ne denli uğraştıklarını sonradan hatırlayamayacaktı. Sonunda ay gökyüzünde gümüşe dönüşecek kadar yükseldi. Kanyondan yayılan dumanlar dağıldı. Alain ancak bu kadarını anımsayabilecekti.

Cuthbert ona sonunda, "Bu kadarı yeter," dedi. "Roland'ı Aceleci'nin sırtına vuralım ve öyle gidelim. Başka çare yok. Şafak sökmeden Baronluk'un kuzeyindeki sık ormanlı bölgeye ulaşabilirsek herhalde güvende oluruz... Ama hiç olmazsa oraya kadar gitmemiz şart." Farson'un adamlarını insanı şaşırtan bir kolaylıkla ortadan kaldırmışlardı. Ama geri kalanlar herhalde ertesi gün biraraya geleceklerdi. En iyisi bu olmadan oradan uzaklaşmalıydılar.

İşte böylece Eyebolt Kanyonu'ndan ve Mejis'in deniz kıyısındaki tarafından ayrıldılar. Şeytan Ayı'nın ışıkları altında batıya doğru gittiler. Roland eyerinin üzerinde bir ceset gibi yatıyordu.

Ertesi günü Mejis'in batısındaki Il Bosque ormanında geçirdiler. Roland'ın uyanmasını bekliyorlardı. Ama akşamüzeri oldu, delikanlı yi' ne de kendine gelmedi. Cuthbert, "Dene bakalım, ona 'dokunabilecek' misin?" dedi.

Alain, Roland'ın ellerini avuçlarının arasına aldı. Bütün gücünü toplayarak uykudaymış gibi yatan arkadaşının solgun yüzüne doğru eğildi. Yarım saat kadar böyle kaldı. Sonunda, "Olmuyor," der gibi başını sallayarak Roland'ın ellerini bıraktı ve ayağa kalktı.

Cuthbert, "Hiçbir şey olmadı mı?" diye sordu.

Alain içini çekerek yine başını salladı. Sonra Roland'ın o gece de eyere serilmiş halde yolculuk yapmaması için çam dallarından bir sedye oluşturdular. (Zaten efendisini böyle taşımak Aceleci'yi de sinirlendirmeye başlıyordu.) Sonra yollarına devam ettiler. Ama Büyük Yol'dan değil, ona paralel olarak ilerlediler. Büyük Yol onlar için çok tehlikeli olabilirdi. Ertesi gün Roland hâlâ kendine gelememişti. (Mejis artık gerilerde kalmıştı ve iki çocuk müthiş bir vatan özlemi duyuyorlardı. Bu izah edilemeyecek bir olguydu. Ama gelgit kadar da gerçekti.) Alain'le Cuthbert, Roland'ın iki yanında oturarak onun hafifçe inip kalkan göğsünün üzerinden birbirlerine baktılar.

Cuthbert, "Kendinde olmayan biri açlık ve susuzluktan ölür mü?" diye sordu. "Ölür değil mi?"

Alain, "Evet," dedi. "Öyle sanırım."

Sinirlerini geren uzun bir gece yolculuğu olmuştu. İki de bir gün önce doğru dürüst uyuyamamışlardı. Ama bir gün birer ölü gibi yattılar. Güneşin yüzlerine gelmemesi için battaniyelerini kafalarına kadar çekmişlerdi. Güneş batarken birkaç dakika arayla uyandılar. Dolunay halini iki gece önce geride bırakmış olan Şeytan Ayı, ilk büyük sonbahar fırtınasını haber veren karmakarışık bulutların arasından yükseliyordu.

Roland kalkıp oturmuştu. Küreyi kesesinden almıştı. Şimdi küre kucağında öylece oturuyordu. Bu kararmış sihirli nesne Kolay Av'ın cam gözleri kadar ölüydü. Roland'ın gözleri de öyle. Genç silahşor kayıtsızca ayışığının aydınlattığı ağaçların arasındaki patikalara bakıyordu. Artık yemek yiyor ama uyumuyordu. Yanından geçtikleri deremden su içiyor ama konuşmuyordu.

Ve Maerlyn'in Gökkuşağı'nın o parçasını elinden bırakmıyordu. Mejis'ten götürmek için büyük bir bedel ödedikleri o küreyi. Ama küre onun için de ışıldamıyordu.

Cuthbert bir keresinde, Al'le ben uyanık olduğumuz için, diye düşündü. Bizim görmemizi istemiyor.

Alain, Roland'ın küreyi bırakmasını sağlayamıyordu. Bu nedenle arkadaşına "dokunabilmek" için yanağını onunkine dayadı. Ama dokunabileceği hiçbir şey yoktu. İki arkadaşıyla birlikte Gilead'a doğru giden delikanlı Roland değildi. Hatta Roland'ın hayaleti bile değildi. Dönemi sona eren bir ay gibi Roland da ortadan kaybolmuştu.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TANRININ BÜTÜN ÇOCUKLARININ

AYAKKABILARI VARDIR


1. Sabahleyin Kansas
Silahşor ilk kez (saatlerden mi, günlerden mi sonra?) sustu. Bir an öylece oturarak doğularındaki binaya doğru baktı. (Güneş arkasında olduğu için cam saray etrafı sarı yaldızla sarılı siyah bir siluet gibiydi.) Roland kollarını dizlerine dayamıştı. Sonra yerde yanında duran su tulumunu aldı. Onu yüzüne doğru tuttu. Ağzını açarak tulumu eğdi.

Ağzına giren sıvıyı yuttu. Diğerleri yolda sırtüstü uzanmış adamın gırtlak kemiğinin oynadığını görüyorlardı. Ama galiba onun temel amacı su içmek değildi. Su derin çizgiler olan alnına akıyor ve kapalı gözlerinden sekiyordu. Boynunun dibindeki üçgen biçimi çukurda birikiyor ve şakaklarından akıyordu. Saçlarını ıslatarak daha koyu görünmesine neden oluyordu.

Roland sonunda tulumu bir kenara bıraktı. Orada gözleri kapalı olarak yattı. Ellerini yukarıya doğru uzatmıştı. Uykuya teslim olan biri gibi. Islak yüzünden buhar ince ince, kıvrıla büküle yükseliyordu.

Roland, "Aaah," dedi.

Eddie, "Kendini daha iyi hissediyor musun?" diye sordu.

Silahşorun gözkapakları kalktı. Renkleri uçmuş olan ama insan yine de korkutan o mavi gözleri gözüktü. "Evet, öyle. Bunun nasıl olduğunu anlayamıyorum. O olayları anlatmaktan çok çekmiyordum Ama iyiyim."

Susannah, "'Psik'in bir 'ologu' bu olayı sana herhalde izah edebilir," dedi. "Ama onu dinleyeceğini de pek sanmıyorum." Ellerini belinin arkasına dayayarak gerindi, yüzünü buruşturdu. Ama bu bir refleksti Çünkü beklediğinin tersine ne sızı duyuyordu, ne de kasları tutulmuştu. Belkemiğinin ucu hafifçe çatırdadı. Ama onu rahatlatan o bir dizi çatırtılar, çıtırtılar duyulmadı.

Eddie başını salladı. "Bir şey söyleyeceğim. Bu, 'İçini boşalt,' sözlerine tamamiyle yepyeni bir anlam veriyor. Biz ne kadar zamandan beri buradayız, Roland?"

"Burada sadece bir gece geçirdik."

Jake dalgın dalgın, "'Ruhlar bunu sadece bir gecede başardılar; diye mırıldandı. Ayak bileklerini üst üste koymuş, dizlerini yukarı çekmişti. Oy onun büktüğü dizlerinin oluşturduğu baklava biçimi gölgede yatıyor ve çocuğa parlak sarı-siyah gözleriyle bakıyordu.

Roland doğrulup oturdu. Islak yanaklarını boynundaki mendille silerek Jake'e ters ters baktı. "Ne dedin?"

"Bunu söyleyen ben değilim. Charles Dickens adlı biri Bir Noel Şarkısı adlı hikâyesinde böyle yazıyor. Hepsi de bir tek gecede, öyle mi?"

"Vücudunun herhangi bir yeri daha uzun bir süre geçtiğini söylüyor mu?"

Jake, "Hayır," der gibi başını salladı. Hayır. Kendini her sabah olduğu gibi hissediyordu. Hatta bazı sabahlarda olduğundan daha iyiydi. Çişe gitmesi gerekiyordu. Ama ağzının gerisindeki dişlerinin sızladığı yoktu.

"Eddie? Susannah?"

Kadın, "Ben kendimi iyi hissediyorum," dedi. "Bütün gece otursaydım herhalde böyle olmazdı. Ya da birkaç gece."

Eddie, "Bu bana bir bakıma uyuşturucu bağımlısı olduğum günleri hatırlatıyor," diye mırıldandı.

Roland alayla sordu. "Her şey gibi, öyle değil mi?" Eddie, "Ah bu çok komik," dedi. "İnsanı katıla katıla güldürüyor. Bir daha sefere bir tren çıldırdığı zaman gülünç soruları ona sen sorarsın. Ben şunu kastettim: Çoğu gece dalgaya düşüyorsun. Sabahları berbat halde kalkmaya alışıyorsun. Başın ağrıyor, çarpıntın oluyor. Belkemiğin cama dönüşmüş, burnun tıkanmış. Arkadaşın Eddie'yi dinle. Sabah kendini nasıl hissettiğine bakarak uyuşturucunun sana göre olup olmadığını anlarsın. Her neyse... Bu duruma iyice alışırsın Ve bir gece uyuşturucu kullanmazsan ertesi sabaha kalktığın zaman yatağın kenarına ilişerek, 'Kahretsin, nem var benim?' diye sorarsın. 'Hasta mıyım? Kendimi bir garip hissediyorum. Gece felç mi geçirdim?' Hiç olmazsa benim durumum böyleydi."

Jake güldü. Sonra elini ağzına öyle şiddetle kapattı ki, sadece kahkahasının duyulmasını istememekle kalmıyor, sanki o sesi geri almaya çalışıyordu. "Affedersin... bu sözlerin aklıma babamı getirdi."

Eddie, "Demek o benim gibi?" dedi. "Her neyse... Oramın buramın ağrıyacağını ve bitkin halde olacağımı sanıyordum. Yürürken oramın buramın çatırdayacağını... Ama aslında kendimi iyi hissetmem için çakılların arkasına gidip çişimi etmem yeterli olacak."

Roland, "Bir iki lokma yiyecek?" diye sordu.

Eddie'nin gülümsemesi yüzünden silindi. "Hayır. O hikâyeden sonra kendimi pek de aç hissetmiyorum. Hatta hiç aç değilim."

Eddie, Susannah'ı yolun kenarından aşağıya indirdi. Onu ihtiyacını gidermesi için bir dizi defne ağacının arkasına bıraktı. Jake altmış, yetmiş metre doğuda, bir huş korusundaydı. Roland ihtiyacını giderek için tercihli yolu kullanacağını söylemiş, New York'lu dostları gülünce de kaşlarını kaldırmıştı.

Ama Susannah ağaçların arkasından çıktığı zaman gülmüyordu. Yüzü gözyaşlarından ıslanmıştı. Eddie ona soru sormadı, çünkü ne olduğunu biliyordu. Kendisi de o duyguyla savaşmaya çalışıyordu. Susannah'yı şefkatle kucağına aldı. Genç kadın yüzünü onun boynuna dayadı. Bir süre öyle durdular.

Susannah sonunda, "Charyou ağacı," dedi. Bu sözleri Roland gibi söylemiş, yani "you" hecesini "li" gibi telaffuz etmişti.

Eddie, "Öyle," dedi. Başka nasıl çağırırsan çağır, Charlie yine Charlie'dir, diye düşünüyordu. Şair kadının dediği gibi: Bir gül bir güldür. Sonra ekledi. "Gel, Hasat."

Susannah başını kaldırarak yaşlı gözlerini silmeye başladı. Alçak sesle, "Bütün o olayları yaşamak," dedi. Yola bir göz attı. Roland'ın oradan onlara bakıp bakmadığını anlamaya çalışıyordu. "Hem de on dört yaşında."

"Evet. Tompkins Alanı'nda bozuk para dolu o ele geçmez keseyi arama maceram onunkinin yanında pek sönük kalıyor. Ama bir bakıma hemen hemen rahatlamış sayılırım."

"Rahatladın mı? Neden?"

"Çünkü Roland'ın kızı kendisinin öldürdüğünü söyleyeceğinden korkuyordum. O lanet olasıca Kule'si yüzünden."

Susannah genç adamın gözlerinin içine baktı. "Ama o öyle yaptığını düşünüyor. Bunu anlayamadın mı?"

Biraraya geldikleri ve yiyecekler ortaya çıktığı zaman hepsi de biraz bir şeyler yiyebileceklerine karar verdiler. Roland son kalan burrito'ları bölüştürdü.

Eddie, belki bugün daha sonra Boing Boing Burger'lerine uğrar ve bir şeyler kalıp kalmadığına bakarız, diye düşündü. Hepsi yemeye başladılar. Hepsi, yani Roland dışında. Silahşor kendisine düşen burrito'yu alıp şöyle bir baktı. Sonra da bakışlarını başka tarafa kaydırdı. Eddie, Roland'ın yüzündeki kederli ifadeyi farketti. Bu onu hem hüzünlü hem de yaşlı gösteriyordu. Eddie'nin kalbi sızladı ama bu konuda ne yapması gerektiğini bilemedi.

Oysa ondan hemen hemen on yaş küçük olan Jake bunu biliyordu. Çocuk kalkarak Roland'a gitti. Yanında diz çökerek onun boynuna sarıldı. Sıkıca. "Dostlarını kaybetmene üzüldüm."

Roland'ın yüz hatları titreşti. Eddie bir an onun soğukkanlılığını kaybedeceğini sandı. Belki böyle kucaklamalar arasında çok zaman geçmişti. Çok çok uzun süreler. Eddie bir an başka tarafa bakmak zorunda kaldı. Kendi kendine, sabahleyin Kansas, dedi. Hiçbir zaman göremeyeceğini sandığın bir sahne. Şuna bir süre bak. Sonra da adamın yakasını bırak.

Roland'a yeniden baktığında silahşor kendini toparlamıştı. Jake onun yanında oturuyordu. Oy uzun burnunu silahşorun botlarından birine dayamıştı. Roland burrito'sunu yemeye başladı. Ağır ağır, iştahsızca... Ama yiyiyordu.

Soğuk bir el -Susannah'nınki- Eddie'nin avucuna kaydı. Genç adam bu eli sıkıca kavradı.

Kadın hayretle, "Bir tek gece," diye mırıldandı. Eddie, "En azından vücudumuzun saatine göre öyle," dedi. "Kafamızın içinde..."

Roland başıyla onayladı. "Kim bilir? Ama hikâye anlatma zamanı hep değiştirir. Hiç olmazsa benim dünyamda." Gülümsedi. Her zamanki gibi beklenmedik bu gülümseyiş yüzünü değiştirdi, adeta onu güzelleştirdi. Eddie, şu anda Roland'a bakarken, diye düşündü. Bir kızın vaktiyle ona neden âşık olabileceğini anlıyorum. O eski yıllarda. Boyu uzunken ve bu kadar çirkin olmadığı günlerde. Kule'nin onun en , iyi yanını ele geçirmediği yıllarda.

Susannah, "Bence bütün dünyalarda bu böyle, tatlım," dedi. "Yola çıkmadan önce sana bir iki soru sorabilir miyim?"

"Madem istiyorsun..."

"Sana ne oldu? O... tuhaf halin ne kadar sürdü? Ne kadar süre kendinde değildin?"

"Gerçekten de kendimde değildim. Bu bakımdan haklısın. Yolculuk yapıyordum. Dolaşıyordum. Tam anlamıyla Maerlyn'in Gökkuşağı'nın içinde de değil... Ben hâlâ... hastayken onun içine girseydim sanırım bir daha geri dönmezdim. Ama tabii herkesin bir büyücü küresi vardır. Burada." Roland ciddi ciddi alnına vurdu. Kaşlarının arasındaki aklığın biraz yukarsına. "İşte ben oraya gittim. Arkadaşlarım benimle birlikte doğuya doğru giderken ben orada, kafamın içinde yolculuk yaptım. Yavaş yavaş iyileştim. Küreyi bırakmadım ama o benim için ışıldamadı. Ancak sonunda, şatonun surları ve kentin kuleleri gözüktüğü zaman canlandı. Eğer küre daha önce uyansaydı..."

Roland omzunu silkti.

"Kafa gücümün bir bölümüne yeniden kavuşmadan önce uyansaydı şimdi burada olamazdım sanırım. Çünkü herhangi bir dünyayı camdan gökyüzü olan pembe bir dünyayı bile, Susan'ın olmadığı bir yere tercih ederdim. Galiba küreyi canlandıran güç bunu biliyordu... ve bekledi."

Jake, "Ama küre yeniden ışıldadığı zaman sana geri kalanları açıkladı," dedi. "Öyle olmalı. Orada olmadığın için göremediğin şeyleri sana gösterdi, değil mi?"

"Evet. Hikâyenin pek çok ayrıntısını kürenin içinde gördüklerim yüzünden biliyorum."

Eddie hatırlattı. "Bana bir keresinde John Farson'un kafanı bir direğe geçirmelerini istediğini söyledin. Çünkü ondan bir şey çalmıştın. Bu o cam küreydi, değil mi?"

"Evet. Farson bunu öğrendiği zaman sadece öfkelenmedi. Öfkesinden çıldırdı. Senin deyişinle, Eddie, 'nükleer hale girdi.'"

Susannah, "Küre senin için kaç defa ışıldadı?" diye sordu.

Jake de ekledi. "Ve ona ne oldu?"

Roland, "Mejis Baronluğu'ndan ayrıldıktan sonra kürenin içindekileri üç defa gördüm," dedi. "İlk kez Gilead'a varmadan bir gece önce. Ve o sefer en uzun yolculuğu yaptım. Küre bana size anlattıklarımı gösterdi. Birkaç şeyi tahmin ettim. Ama çoğu bana gösterildi. Ne çare ki, küre onları bana bilgi edinmem ya da bazı şeyleri öğretmek için göstermedi. Amacı bana acı vermek, beni yaralamaktı. Büyücünün Gökkuşağı'nın geri kalan parçalarının hepsi de habis. Acı vermek nasılsa onları canlandırıyor. Kafam anlayacak ve karşı koyacak kadar güçleninceye dek bekledim... Ve küre bana ergenlik çağına özgü budalaca kendimi beğenmişliğim yüzünden kaçırdığım her şeyi açıkladığım neden olduğu sersemliğim yüzünden. O fazla gururum ve öldürücü kibirim yüzünden."

Susannah, "Roland, yapma!" diye bağırdı. "Onun sana hâlâ acı girmesine izin verme."

"Ama çektiriyor. Her zaman da çektirecek. Neyse. Artık bu önemli değil: Çünkü hikâye anlatıldı.

"Kürenin içine ikinci kez eve döndükten üç gün sonra girdim. Annem orada değildi ama akşama dönecekti. Debaria'ya gitmişti. Kadınların yalnız kalmak için gittikleri bir yerdi orası. Gabrielle de beklemek ve sağsalim dönmem için dua etmek amacıyla Debaria'ya çekilmişti. Marten de sarayda değildi. Cressia'da Farson'un yanındaydı."

Eddie, "Küre," dedi. "O sırada babandaydı, değil mi?"

Roland, "Haa-yır," diye mırıldanarak ellerine baktı. Eddie onun yanaklarının hafifçe kızarmış olduğunu farketti. "Küreyi önce babama vermedim. Onu... başkasına vermenin... hiç de kolay olmadığını öğrendim."

Susannah, "Bundan eminim," dedi. "Sen ve o lanet olasıca şeyin içine bakan herkes bunu öğrenmiş."

"Üçüncü gün öğleden sonra, sağsalim dönmemizin şerefine verilecek ziyafete gitmeden önce..."

Eddie, "Eğlenmek için sabırsızlandığından eminim," dedi

Roland neşesizce gülümsedi. Hâlâ ellerini inceliyordu. "Saat dörde doğru Cuthbert'le Alain odama geldiler. Tam bir ressamın portrelerini yapacağı bir üçlüydük. Rüzgârdan yanmış, gözleri çukura kaçmış, elleri kanyonun yanından tırmanırken yaralanıp çizilmiş, korkuluklar kadar sıska üç çocuk. Biraz tombulca olan Alain bile yan döndüğü zaman nerdeyse görünmez oluyordu. İki arkadaşımın 'karşıma dikildiklerini' söyleyebiliriz. O ana kadar küreyi bir sır gibi saklamışlardı. Bunu bana duydukları saygı ve uğradığım kayıp yüzünden yaptıklarını açıklılar. Ama artık bunu sürdürmeyeceklerdi. Geceki ziyafete kadar bekleyeceklerdi, işte o kadar. Küreyi kendi isteğimle vermediğim takdirde babalarımıza gideceklerdi. Bu konuda onlar karar vereceklerdi, ikisi de çok utanıyorlardı. Özellikle Cuthbert. Ama yine de kararlıydılar.

"Onlara küreyi ziyafetten önce babama vereceğimi söyledim. Hatta annem arabayla Debaria'dan dönmeden önce. 'Daha erken gelin ve verdiğim sözü tuttuğumu gözlerinizle görün,' dedim. Cuthbert sözü ağzında eveleyip geveledi. Buna gerek olmadığını söyledi. Ama aslında gerekliydi..."

Eddie, "Evet," dedi. Hikâyenin bu bölümünü çok iyi anlamış görünüyordu. "Tuvalete yalnız başına gidebilirsin. Ama yanında birisi olursa suyu çekmek sana daha kolay gelir."

"Alain küreyi verirken yanımda birilerinin bulunmasının benim için daha iyi olacağını biliyordu. Daha kolay olacağını. Cuthbert'i susturarak, 'Geleceğiz,' dedi. Ve geldiler. Ben de hiç istemememe rağmen küreyi verdim. Babam keseye baktığı ve içinde ne olduğunu anladığı zaman kâğıt gibi bembeyaz kesildi. Sonra, İzninizle,' diyerek küreyi alıp götürdü. Geri döndükten sonra şarap kadehini aldı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi Mejis'teki maceralarımızdan söz etmeyi sürdürdü."

Jake atıldı. "Ama arkadaşlarının seninle konuştukları anla küreyi verdiğin zaman arasındaki sürede ona tekrar baktın. Kürenin içine girdin. İçinde yolculuk yaptın. Küre sana bu sefer neler gösterdi?"

Roland, "Önce yine Kule'yi gösterdi," dedi. "Ve oradaki yolun başlangıcını. Gilead'ın düştüğünü ve iyi Adam'ın zaferini gördüm. Tankerleri ve petrol kuyularını yakarak bu felaketi sadece yirmi ay ertelemiştik. Bu bakımdan yapabileceğim bir şey yoktu. Ama küre bana yapabileceğim bir şeyi gösterdi. Bir bıçak vardı, keskin tarafına çok etkili bir zehir sürülmüştü. Zehir çok uzaklardaki, Orta-Dünya Garlan Krallığından getirilmişti. Zehir o kadar güçlüydü ki, ufacık bir çizik bile insanı hemen öldürüyordu. Gezginci bir şarkıcı, aslında John Farson'un en büyük yeğeni, bıçağı saraya getirmişti. Onu saraydaki hizmetkârların başına vermişti. O da bıçağı asıl suikastçiye teslim edecekti. Babam ziyafetten sonraki sabah güneşin doğduğunu görmeyecekti." Silahşor acı bir ifadeyle gülümsedi. "Kürenin içinde gördüklerim yüzünden bıçak onu kullanacak adamın eline hiçbir zaman erişemedi -o haftanın sonunda artık hizmetkârların yeni bir başı vardı. Size anlattığım güzel hikâyeler, öyle değil mi? Evet, gerçekten çok güzel hikâyeler."

Susannah, "Bıçağı kullanacak adamı gördün mü?" diye sordu. "Asıl katili?"

"Evet."


Jake ısrarla, "Başka?" dedi. Roland'ın babasının öldürülme planının onu fazla ilgilendirmediği anlaşılıyordu.

"Evet." Roland'ın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. "Ayakkabılar. Bir an için... Havadan düşen ayakkabılar. Önce onların sonbahar yaprakları olduğunu sandım. Ayakkabı olduklarını farkettiğim an kayboldular. Ve ben küreye sıkıca sarılmış yatağımda yatıyordum. Onu Mejis'ten götürürken yaptığım gibi. Babam... kesenin içine bakınca müthiş şaşırdı."

Susannah, sen ona özel zehir sürülmüş bıçağın kimde olduğunu söyledin, diye düşündü. Uşakların başından söz ettin. Ama babana aslında o bıçağı kimin kullanacağını söylemedin, öyle değil mi, tatlım? Neden? Çünkü o küçük işi kendin halletmek istiyordun, öyle değil mi? Ama genç kadın daha bunu soramadan Eddie ondan önce davrandı.

"Ayakkabılar mı? Havada uçan ayakkabılar? Bunun şimdi senin için bir anlamı var mı?"

Roland, "Hayır," anlamında başını salladı.

Susannah, "Bize kürede gördüğün diğer şeyleri anlat," dedi.

Roland ona öyle müthiş bir ıstırapla baktı ki, Susannah bir an önce şüphelendiği şeyin gerçek olduğuna karar verdi. Bakışlarını silahşordan kaçırarak Eddie'nin eline uzandı.

"Özür dilerim, Susannah. Ama bunu yapamayacağım. Şu anda. Şimdilik mümkün olan her şeyi anlattım."

Eddie, "Pekâlâ," dedi. "Tamam, Roland, tamam."

Oy da tekrarladı. "Mam."

Jake, "O cadıyı tekrar gördün mü?" diye sordu.

Roland uzun süre sesini çıkarmadı. Diğerleri onun soruyu cevaplayacağını sandılar. Ama sonunda yanıtladı.

"Evet. Cadının benimle işi bitmemişti. Susanla ilgili rüyalarım gibi Rhea da beni izledi. Tâ Mejis'ten peşimden geldi."

"Ne demek istiyorsun?" Jake'in alçak sesinde dehşet vardı. "Tanrım! Ne demek istiyorsun, Roland?"

"Şimdi sırası değil." Silahşor ayağa kalktı. "Artık tekrar yola çıkmamızın zamanı geldi." Başıyla ilerdeki yüzüyormuş gibi gözüken binayı işaret etti. Güneş o sırada surların arkasında belirmeye başlıyordu "Şu ışıltılı saray epey uzakta. Ama oraya öğleden sonra ulaşabileceğimizi sanıyorum. Tabii hızla yürürsek. Böylesi daha iyi olur. Orası hava karardıktan sonra gitmek isteyeceğim bir yer değil. Mümkünse bundan kaçınmalıyız."

Susannah öğrenmek istedi. "Onun ne olduğunu biliyor musun?"

Silahşor, "Bela," diye yineledi. "Ve yolumuzun üzerinde."

O sabah incecik'in sesi iyice yükseldi. Yolcuların kulaklarına tıkadıkları kurşunlar bile vızıltının duyulmasını tamamiyle engelleyemedi. Susannah'ya burun kemiği parçalanıverecekmiş gibi geliyordu. Jake'e bakınca çocuğun gözlerinden yaşlar aktığını gördü. Kederli olduğu için değil. Sinüsleri tahriş olduğu için. Susannah'nın aklından çocuğun sözünü ettiği o testereci-müzisyen çıkmıyordu. Eddie onun yeni tekerlekli sandalyesini iter ve duran taşıtların arasından kavisler çizerek geçirirken tekrar tekrar, Hawai müziğine benziyor, diye düşündü. Hawai müziğine benziyor, öyle değil mi? Seni Ah Çok Kara ve Güzel Kadın?

Karayolunun iki yanında incecik toprak setlere kadar gelmişti Ağaçların ve siloların titreyen çarpık yansımaları yüzeyine vuruyordu İncecik yolcuların geçişini seyrediyordu sanki. Hayvanat bahçesindeki aç yaratıkların tombul çocukları seyretmeleri gibi. Susannah'nın aklini zaman zaman Eyebolt Kanyonu'ndaki incecik geliyordu. Dumanlan" arasından Latigo'nun birbirine girmiş olan şaşkın adamlarına uzar yordu. (Bazıları ise kendiliklerinden incecik'e giriyorlardı. Bir korku filmindeki zombiler gibi.) Genç kadın sonra yine Central Park'ı düşünüyordu. O testereli deliydi. Hawai müziğine benziyor, öyle değil mi?

Susannah'nın artık bir dakika daha dayanamayacağını düşündüğü sırada incecikler 1-70 karayolundan gerilemeye başladı. Sonunda mırıltıya benzeyen vızıltısı hafifledi. Susannah sonunda kurşunları kulağından çıkarabildi. Hafifçe titreyen eliyle onları sandalyesinin yan tarafına attı.

Eddie, "Bu seferki kötüydü," dedi. Ağlamış gibi sesi boğuklaşmıştı. Genç kadın başını kaldırıp ona baktı. Eddie'nin yanakları ıslanmış, gözleri kızarmıştı. "Endişelenme, Suzie'cik," dedi. "Sadece sinüslerim rahatsız, işte o kadar. O ses sinüslerimi mahvediyor."

Susannah başını salladı. "Benim de öyle."

Jake, "Sinüslerimin bir şeyi yok," diye açıkladı. "Ama başım ağrıyor. Roland, sende daha aspirin var mı?"

Silahşor cartasını karıştırıp şişeyi buldu.

Çocuk elindeki tulumu kaldırdı ve suyun yardımıyla aspirinleri yuttu. Sonra da, "Clay Reynolds'u bir daha gördün mü, Roland?" diye sordu.

1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət