Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə60/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62

"Onları yakala, Andrew! Onları yakala! Öldür! Bu KÖPEKLERİN HER BİRİNİ GEBERT!"

Bölmedeki adam, "Senin için canımı veririm!" diye bağırdı. Jake ilk kez o zaman bir köşeye dayanmış olan makineli tüfeği gördü. Tik-Tak o tarafa doğru sıçrayarak silahı kaptı. "Senin için canımı veririm!"

Tik-Tak döndüğü an Oy ona saldırıp dişlerini sol kalçasına geçirdi.

Eddie'yle Susannah aynı anda silahlarını çektiler. Roland'ın büyük tabancalarını yukarı kaldırdılar. Ve yine aynı anda ateş ettiler. Bir silahın sesi diğerinden bir an bile gecikmedi. Kurşunlardan biri Tik-Tak'ın iğrenç kafasının tepesini uçurarak panele saplandı. Gürültülü ama neyseki bir an süren kısa devreye neden oldu. Diğer kurşun ise adamın gırtlağına girdi.

Tik-Tak sendeleyerek öne doğru bir adım attı. Sonra bir adım daha. Oy yere atladı. Dişlerini göstererek geriledi. Tik-Tak üçüncü adımda taht salonuna çıktı. Kollarını Jake'e doğru uzattı. Çocuk adamın sağlam yeşil gözündeki nefreti gördü, kin dolu son düşüncesini okur gibi oldu. Seni lanet olasıca küçük piç!

Sonra Tik-Tak öne doğru yuvarlandı. Grilerin Beşiği'nde olduğu gibi... Ama bu sefer bir daha ayağa kalkamayacaktı.

Tahttaki adam, "Lord Perth de böyle düştü," dedi. "Ve bu gürültü dünyayı sarstı."

Jake, ama o insan değil, diye düşündü. Hiç de değil. Galiba sonunda Sihirbaz'ı bulduk. Ve elindeki kesede ne olduğunu bildiğimden eminim.

Roland, "Marten," diyerek sol elini uzattı. Hâlâ sağlam olan elini. "Marten Broadcloak. Bunca yıl sonra. Bunca yüzyıl sonra."

"Bunu ister misin, Roland?"

Eddie, Tik-Tak Adam'ı öldürmek için kullandığı silahı Roland'a verdi. Namlusundan hâlâ ince mavi bir duman yükseliyordu. Roland, eski tabancaya onu daha önce hiç görmemiş gibi baktı. Sonra da silahı artık Yeşil Saray'ın tahtına bağdaş kurmuş olan pembe yanaklı adama çevirdi. Adam gülümsüyordu.

Roland horozu iterek, "Sonunda," diye soludu. "Sonunda karşımdasın."

Tahtta oturan adam, "O altıpatlar bir işine yaramaz," dedi. "Bunu sen de biliyorsun sanırım. O bana bir şey yapamaz. Silah bana ateş edemez, dostum Roland. Sahi, ailen nasıl? Yıllar geçerken onlarla olan bağlarım koptu. Ben zaten hiçbir zaman mektup yazmaktan hoşlanmadım. Birinin beni kırbaçla dövmesi gerekir. Evet, gerçekten."

Başını arkaya atarak güldü. Roland elindeki tabancanın tetiğini çekti. Ama sadece boğuk bir çıtırtı duyuldu.

Tahttaki adam, "Sana söylemedim mi?" dedi. "Herhalde silahını kazara o ıslak kurşunlarla doldurdun. Öyle değil mi? İçlerindeki barutları bayatlamış olanları? Bu kurşunlar incecik'in sesini duymanı engeller. Ama yaşlı büyücüleri vurmak bakımından bir işe yaramaz. Öyle değil mi? Çok yazık. Ve elin, Roland. Şu eline bak! Anlaşılan birkaç parmağını kaybetmişsin. Vah vah, herhalde senin için zor oldu. Öyle değil mi? Ama her şey kolaylaşabilir. Sen ve dostların güzel, verimli bir yaşam sürebilirsiniz. Bir daha ıstınavarlarla karşılaşmazsınız. Çıldırtılmış trenlere binmezsiniz. Başka dünyalara sarsıcı -ve tabii tehlikeli-yolculuklar yapmazsınız. Bütün yapmanız gereken Kule'yi aramaktan vazgeçmeniz. Aslında bu budalaca ve umutsuzca bir çaba."

Eddie, "Hayır," dedi.

Susannah, "Hayır," dedi.

Jake, "Hayır," dedi.

Oy, "Hayır," dedi ve arkasından da havladı.

Tahttaki esmer adam onlara aldırmadı bile. Hâlâ gülümsüyordu. "Roland?" diye sordu. "Ya sen?" Ağır ağır keseyi havaya kaldırdı. Eski ve tozlu kese elinden bir gözyaşı damlası gibi sarkıyordu. Ve şimdi kesedeki şey pembe bir ışık çıkararak çakmaya başladı. "Vazgeç, Roland. O zaman dostların bunun içindeki şeyi asla görmezler, O çok uzaklarda kalan hüzünlü oyunun son sahnesini seyretmek zorunda kalmazlar. Vazgeç. Kule'ye arkanı dön ve yoluna git."

Roland, "Hayır," dedi. Gülümsemeye başlamıştı. Tebessümü yayılırken tahttaki adamın yüzündeki gülümseme silinmeye başladı. Silahşor, "Tabancalarımı sihirle bozabilirsin. Yani bu dünyadan olanları sanırım," diye ekledi.

"Roland, ne düşündüğünü bilmiyorum, oğlum. Ama seni uyarıyorum. Sakın..."

"Ulu Oz'a karşı gelmeyeyim, öyle mi? Güçlü Oz'a? Ama galiba bunu yapacağım, Marten... Ya da Maerlyn... Veya bu ara adın neyse. "

Tahttaki adam, "Aslında Flagg," diye cevap verdi. "Ve seninle daha önce de karşılaştık." Gülümsedi. Normalde tebessümler insanın yüzünün genişlemiş gibi gözükmesine neden olurdu. Oysa Flagg'in tebessümü adamın yüzünü daralttı. Gülümsemesi kin dolu bir ifadeye dönüştü. "Gilead mahvolduğu zaman. Sen ve sağ kalan arkadaşların batıya, Kule'yi bulmaya gidiyordunuz. Aranızda durmadan gülen o genç eşek Cuthbert Allgood da vardı. Onu hatırlıyorum. Sonra doğum lekesi olan De Curry. Ya da Jake'in dünyasında denildiği gibi, 'Sihirbaz'ı görmeye gidiyordunuz. Beni gördüğünü biliyorum. Ama herhalde bu ana kadar benim de seni gördüğümden haberin yoktu."

Roland, "Herhalde seni tekrar göreceğim," dedi. "Tabii seni şimdi öldürürsem o başka. Böylece işlerime karışmandan da kurtulmuş olurum."

Sol elinde kendi silahını tutan Roland, sağ eliyle kot pantolonunun beline soktuğu tabancaya uzandı. Jake'in Ruger'ine. Bu silah başka bir dünyadandı ve belki de bu yaratığın sihri onu etkileyemeyecekti. Ve silahı her zamanki gibi müthiş bir hızla çekti. Gözle görülemeyecek bir hızla.

Tahttaki adam bir çığlık atarak geriye doğru büzüldü. Kese kucağından düştü; bir defa Rhea'nın, bir kere Jonas'ın ve bir kez de Roland'ın olan cam küre kesenin ağzından yuvarlandı. Tahtın kol dayanılacak yerlerindeki açıklıklarından bu defa kırmızı değil yeşil dumanlar fışkırdı. Dumanlar her şeyi gizliyordu. Roland doğru dürüst nişan alabilseydi, dumanların arasında kaybolan adamı yine de vurabilirdi. Ama bunu başaramadı. Ruger parmakları eksik olan elinde kaydı ve döndü. Nişangâh kemerinin tokasına takıldı. Silahşorun tabancayı çekebilmek için bir saniyenin dörtte biri kadar bir süre uğraşması gerekti. Roland etrafa yayılan dumanların arasına üç el ateş etti. Sonra diğerlerinin bağırışmalarına aldırmadan öne atıldı.

Elleriyle dumanları dağıtmaya çalıştı. Kurşunları tahtın arkasını kalın yeşil cam bloklara ayırmıştı. Adının Flagg olduğunu söyleyen insan biçimindeki yaratık ortadan kaybolmuştu. Roland, acaba o adam -o yaratık- gerçekten burada mıydı, diye düşünmeye başlıyordu.

Ama küre hâlâ oradaydı. Ona bir şey olmamıştı. Roland'ın çok eskiden beri hatırladığı o çekici pembe ışıkla parlıyordu. Genç ve âşık olduğu Mejis'teki o günlerden beri. Maerlyn'in Gökkuşağı'ndan kalan bu parça tahtın oturulacak yerinin hemen hemen kenarına kadar yuvarlanmıştı. Beş santim daha yuvarlansaydı yere düşerek parçalanacaktı. Ama bu olmamıştı. Susan Delgado'nun Öpen Ay'ın ışıkları altında Rhea'nın kulübesinin penceresinden gördüğü o büyüleyici nesneydi hâlâ.

Roland küreyi alarak onun insanın başına dert açan bulanık derinliklerine baktı. Bunca yıl sonra küre eline nasıl da uyuyordu... Avucunda durması ona ne kadar normal geliyordu. Silahşor küreye, "Sihir sayesinde her zaman tehlikeden kurtuldun," diye fısıldadı. Bu kürenin içinde gördüğü Rhea'yı düşündü. Cadının içleri kinle gülen yaşlı gözlerini. Hasat Ateşi'nin Susan'ın etrafını saran alevlerini hatırladı. Güzel yüzü sıcak hava yüzünden titreşiyordu. Bir serap gibi.

Silahşor, sihirli, uğursuz, şey, diye düşündü. Seni yere çarparsam herhalde yarılan karnından akan gözyaşlarında boğuluruz... Mahvettirin bütün o insanların gözyaşlarında.

Bunu neden yapmıyordu? Küre sağlam kalırsa onları Işının Yolu'na götürebilir miydi? Ama Roland aslında buna ihtiyaçları olduğunu sanmıyordu. Tik-Tak'ın ve Flagg adını kullanan yaratığın bu bakımdan son engeller olduklarına inanıyordu. Yeşil Saray, Orta-Dünya'ya geçmek için bir kapıydı... Ve şimdi.burası onlarındı. Bunu silah gücüyle .kazanmışlardı.

"Ama hemen gidemezsin, silahşor. Hikâyeni bitirinceye, son sahneyi de anlatıncaya kadar gidemezsin."

Kimin sesiydi bu? Vannay'ın mı? Hayır. Cort'un mu? Hayır. Bu babasının sesi de değildi. Onu bir keresinde bir fahişenin yatağından çırılçıplak kaldıran babasının. Onu en çok sarsan ses de babasınınkiydi. Sıkıntılı rüyalarında gördüğü, memnun etmeyi çok istediği ama bunu Pek ender başarabildiği babasının sesi. Ama hayır, bu ses onun değildi. Şu anda.

Bu kez duyduğu ka'nın sesiydi. Rüzgâra benzeyen ka'nın sesi. O korkunç on dördüncü yaşı konusunda çok şey anlatmıştı... Ama hikâyeyi sona erdirmemişti. Detta Walker ve Mavi Hanım'ın özel yemeği gibi bir şey daha vardı. Gizli bir şey. Roland sorunun, beşinin Yeşil Saray'dan çıkıp Işının Yolu'na tekrar erişip erişemeyecekleriyle ilgili olduğundan emin değildi. Mesele ka-tet olarak gidip gidemeyecekleriyle ilgiliydi. Bunu yapabilmeleri için hiçbir gizli kapaklı şey olmamalıydı. Roland'ın o çok uzaklarda kalan yılda büyücünün küresine son defa baktığı zaman gördüklerini açıklaması gerekiyordu. Hoşgeldin ziyafetinden üç gece sonra olmuştu bu. Roland'ın her şeyi arkadaşlarına anlatması şarttı.

Ses, "Hayır, Roland," diye fısıldadı. "Sadece anlatmakla kalmayacaksın. Bu sefer bu yeterli değil. Bunu sen de biliyorsun."

Evet. Çok iyi biliyordu.

Silahşor arkadaşlarına döndü. "Gelin."

Diğerleri ağır ağır onun etrafında toplandılar. Ama gözleri irileşmiş, içlerine kürenin çakan pembe ışığı dolmaya başlamıştı. Küre onları ipnotize etmeye başlıyordu. Oy'u bile.

Roland küreyi dostlarına doğru uzattı. "Biz ka-tet'iz. Çoktan oluşan bir. Kara Kule'yi aramaya başlarken tek gerçek aşkımı kaybettim. Eğer isterseniz... şimdi şu lanet olasıca şeyin içine bakın. Bundan hemen sonra neleri kaybettiğimi görün. Sonunda her şeyi anlayın. Bunu iyice görün."

Arkadaşları küreye baktılar. Roland'ın yukarıya kaldırdığı ellerinin arkasındaki küre daha hızlı çakmaya başladı. Grubu içine çekerek uzaklara sürükledi. O pembe fırtınaya yakalanıp sürüklenen arkadaşlar Büyücünün Gökkuşağı'nın üzerinden uçarak eski Gilead'a ulaştılar.


4. Küre
New York'lu Jake, Gilead'daki Büyük Saray'ın üst koridorunda duruyordu. Yeşil topraklardaki bu yer Belediye Başkanı'nın evinden daha çok bir kaleye benziyordu. Çocuk etrafına bakındı ve Susannah'yla Eddie'nin bir duvar halısının önünde durduklarını gördü. Birbirlerinin ellerini sıkıca tutuyorlardı. Susannah ayakta duruyordu. Bacaklarına kavuşmuştu. Hiç olmazsa şimdilik. Dizlerine geçirdiği kapakçıkların yerini yakut ayakkabılar almıştı. Dorothy'nin Oz Sihirbazı'nı, o tarlaşan'ı bulmak umuduyla kendi Büyük Yolu'nda ilerlemek için giydiği ayakkabıların eşiydi bunlar.

Jake, bacakları sağlam, çünkü bu bir rüya, diye düşündü. Başını eğdi. Oy kafasını kaldırmış, zekâ ve endişe dolu altın halkalı gözleriyle ona bakıyordu. Ayaklarında hâlâ kırmızı botlar vardı. Jake eğilerek Oy'un başını okşadı. Hayvanın postunu hissetti. Gerçekti bu. Hayır, bu bir rüya değildi.

Ancak çocuk Roland'ın orada olmadığını farketti. Şimdi beş değil dört kişiydiler. Jake bir şeyi daha kavradı. Bu koridordaki hava hafifçe pembeydi. Burayı aydınlatan eski model elektrik ampullerinin etrafında dönen küçük pembe haleler vardı. Bir şey olacaktı. Gözlerinin önünde bir hikâye canlanacaktı. Ve çocuk düşünceleri onları çağırmış r gibi, yaklaşan ayak seslerini duydu.

Jake, bu benim bildiğim bir hikâye, diye düşündü. Bunu bana daha önce anlattılar.

Roland köşeden çıkarken Jake de bunun hangi hikâye olduğunu anladı. Roland daha serin olabileceğini düşündüğü için dama çıkmaya gidiyordu. Ama Marten Broadcloak onu durduracaktı. "Sen, çocuk," diyecekti. "İçeri gel! Koridorda öyle durma! Annen seninle konuşmak istiyor!" Ama tabii söyledikleri doğru değildi. Hiçbir zaman değildi, hiçbir zaman da olmayacaktı. Zaman ne kadar kayarsa kaysın, ne kadar eğrilirse eğrilsin. Marten çocuğun annesini görmesini ve Gabrielle Deschain'in babasının büyücüsünün metresi olduğunu anlamasını istiyordu. Böylece çocuğu erkeklik sınavından geçmeye zorluyordu. Babası orada değildi ve buna engel olamayacaktı. Marten köpek yavrusunu dişleri onu ısıracak kadar uzamadan yolunun üzerinden uzaklaştırmayı planlıyordu.

Ve şimdi hepsi de bu olayı göreceklerdi. Bu hüzünlü komedi gözlerinin önünde önceden çizilen kederli yolunda gelişecekti. Jake, ama ben çok küçüğüm, diye düşündü. Oysa çok küçük değildi tabii. Roland arkadaşlarıyla Mejis'e gittiği ve Büyük Yol'da Susan'la karşılaştığı zaman ondan üç yaş büyüktü. Kıza âşık olduğunda sadece üç yaş büyük. Kızı kaybettiğindeyse sadece üç yaş büyük.

Ne olursa olsun. Bu olayı görmek istemiyorum...

Roland yaklaştığı zaman çocuk bunu görmeyeceğini anladı. Bütün bunlar olmuştu bile. Çünkü Tam Toprak zamanı değildi. Güzün sonları ya da kışın başlangıcındaydılar. Jake, Roland'ın arkasındaki serape'den anlıyordu bunu. Onun Dış Kavis'e yaptığı ziyaretin bu hatırasından. Silahşorun her soluk alışında ağzından ve burnundan çıkarken buharlaşan solukları da mevsimi açıklıyordu. Gilead'da kalorifer yoktu ve burası da soğuktu.

Başka değişiklikler de vardı: Roland şimdi hakkı olan o tabancaları takmıştı. Sandal ağacından kabzaları olan büyük silahları. Jake, babası bu tabancaları ona ziyafette verdi sanırım, diye düşündü. Bunu nasıl anladığını bilmiyordu. Ama anlamıştı işte. Ve Roland'ın yüzü hâlâ bir çocuğunki gibiydi. Ne var ki, beş ay önce bu koridorda kayıtsızca ilerleyen o çocuğun deneyimsizlik ve açık yürekliliğini yansıtan suratı da değildi. Marten'i tuzağa düşürdüğü o günden sonra çok şey görmüş ve geçirmişti. Cort'la giriştiği dövüş bunların en önemsiziydi.

Jake bir şeyin daha farkına vardı. Genç silahşorun ayaklarında kırmızı kovboy çizmeleri vardı. Ama o bunu bilmiyor. Çünkü bunlar gerçekte olmuyor.

Ama nasılsa yine de oluyordu. Büyücünün küresinin içindelerdi, Pembe fırtınanın içinde. (Lambaların etrafında dönenen haleler Jake'e Köpeklerin Çağlayanı'nı hatırlatıyordu. Siste dönen ayışıklarını.) ve bu olaylar tekrar tekrar yaşanıyordu.

Eddie, Susannah'yla duvar halısının önünde durduğu yerden, "Roland!" diye seslendi. Genç kadın inleyerek Eddie'nin omzunu sıktı. Onun susmasını istiyordu. Ama Eddie ona aldırmadı. "Hayır, Roland! Yapma! Bu iyi bir fikir değil!"

Oy, "Hayır, Olan," diye havladı.

Roland ona da, Eddie'ye de aldırmadı. Jake'in hemen önünden geçti ama onu da görmedi. Çünkü Roland için arkadaşları orada değillerdi. Kırmızı ayakkabılar olsun olmasın. Bu ka-tet silahşorun geleceğinde kurulacaktı. Uzun yıllar sonra.

Roland koridorun dibine yakın bir kapının önünde durdu. Bir an tereddüt etti. Sonra da yumruğunu kaldırarak kapıya vurdu. Eddie koridorda ona doğru yürümeye başladı. Susannah'nın elini bırakmamıştı... şimdi onu sürüklüyordu.

Eddie, "Haydi, gel, Jake," dedi.

"Hayır. Gelmek istemiyorum."

"Bu isteyip istemediğine bağlı bir şey değil. Bunu sen de biliyorsun. Her şeyi görmemiz gerekiyor. Ona engel olamasak bile buraya yapmamız için gönderildiğimiz şeyi yerine getirebiliriz. Haydi gel!"

Midesi büzülen, kalbi korkuyla dolan Jake onlara katıldı. Roland'a yaklaşırlarken genç silahşor tekrar kapıya vurdu. İnce kalçalarının üzerinde tabancalar koskocaman duruyordu. Jake onun kırışıksız ama artık iyice yorgun olan suratına bakarken neredeyse ağlayacaktı.

Susannah, Roland'a, "Gabrielle orada değil, tatlım!" diye bağırdı. 'Ya odada değil ya da karşılık vermiyor! İki ihtimalden biri ama bu da senin için önemli değil! Boşver! Onu bırak! O bütün bunlara değmez! Annen olması da bu durumu değiştirmez! Haydi, git!"

Ama Roland onu da duymadı. Ve uzaklaşıp gitmedi. Jake, Eddie, Susannah ve Oy delikanlının arkasında durdular. Tabii Roland onları görmüyordu. Çocuk annesinin odasının kapısını denedi. Kilitli olmayan kapıyı açtı. Geride ipek perdelerle süslenmiş gölgeler içinde bir oda vardı. Yere Jake'in annesinin çok sevdiği İran halılarına benzer bir şey serilmişti. Ama Jake bu halının Kashamin Vilayeti'nden getirildiğini biliyordu.

Odanın dibinde, panjurları kış rüzgârlarına karşı kapatılmış pencerenin önünde alçak arkalıklı bir koltuk vardı. Jake, Roland'ın erkeklik sınavından geçtiği gün Gabrielle'in o koltukta oturduğunu biliyordu. Oğlunun boynundaki aşk ısırığını gördüğü gün.

Koltuk boştu şimdi. Silahşor, salonda bir adım daha atarak yatak başına doğru döndü. Jake aynı anda panjurları kapalı pencerenin yanındaki perdenin altından çıkan bir çift ayakkabıyı gördü. Bunlar kırmızı değil, siyahtı.

Çocuk, "Roland!" diye haykırdı. "Roland, perdenin arkasında! Perdenin arkasında biri var! Dikkatli ol!" Ama genç silahşor onu duymadı.

"Anne?" diye seslendi. Sesi bile aynıydı. Jake bu sesi nerede duysa tanırdı... Ama şimdiki Roland'ın sihirli bir biçimde tazeleşmiş sesiydi bu. Tozlar ve rüzgârla dolu yıllar ve sigara yüzünden çatallaşmamış sesi. "Anne, ben geldim! Ben, Roland! Seninle konuşmak istiyorum!"

Ama yine bir cevap alamadı. Delikanlı yatak odasına giden kısa koridorda ilerledi. Jake'in bir yanı orada, salonda kalmak istiyordu. Pencereye giderek perdeyi hızla yana çekmek. Ama olayların böyle gelişmemesi gerektiğini de biliyordu. Bunu denese bile herhalde bir yararı olmayacaktı. Eli o kimsenin içinden geçiverecekti. Bir hayaletin eli gibi.

Eddie, "Haydi gelin," dedi. "Onun yanından ayrılmayalım." Normal zamanda gülünç gözükecek tavırlarla birbirlerine sokularak içeri girdiler. Ama şimdiki koşullar normal değildi. Şu anda üç kişi çaresizce dostlarının iyiliğini düşünüyorlardı.

Roland durmuş, odanın sol duvarının önündeki karyolaya bakıyordu, ipnotize olmuş gibi. Belki de Marten'le annesini düşünüyordu. Belki de birlikte hiçbir zaman doğru dürüst bir karyolada yatmadığı Susan'ı. Hele onların böyle sayvanlı lüks bir yerleri hiç olmamıştı. Jake odanın diğer tarafında bir bölmedeki üçlü aynada genç silahşorun belli belirsiz profilini görüyordu. Çocuk aynanın önündeki küçük masanın ne olduğunu biliyordu. Annesiyle babasının yatak odasında Megan'ın kendi tarafında öyle bir masa vardı. Bir tuvalet masası.

Roland başını salladı ve kafasına üşüşmüş olan düşünceler nelerse onlardan kurtuldu. Ayaklarında o korkunç botlar vardı. Çizmeler bu loş ışıkta kandan oluşan bir dereden geçen bir insanın botlarına benziyordu. "Anne!"

Roland karyolaya doğru bir adım atarak biraz eğildi. Sanki annesinin karyolanın altına saklandığından şüpheleniyordu. Belki kadın saklanıyordu ama oraya değil. Jake'in perdenin altında gördükleri kadın ayakkabılarıydı. Şimdi kısa koridorun bir ucunda, yatak odasının kapısının hemen dışında duran siluetin arkasında bir elbise vardı. Jake onun etek uçlarını görebiliyordu.

Hatta daha fazlasını görebiliyor, Roland'ın anne ve babasıyla olan sorunlu ilişkisini Eddie'yle Susannah'dan çok daha iyi anlıyordu. Kendi annesiyle babası da garip bir biçimde Steven'le Gabrielle'e benziyordu. Elmer Chambers televizyon şebekesinin silahşoruydu. Megan Chambers ise uzun yıllardan beri "hasta" dostlarıyla yatıyordu. Bunu Jake'e açık açık söyleyen olmamıştı. Ama o bu gerçeği nasılsa biliyordu. Khefi 'anne ve babasıyla paylaşmıştı. Ve şimdi bildiklerini öğrenmişti.

Jake, Roland konusunda da bir şeyler biliyordu. Genç silahşor o gece büyücünün küresinde annesini görmüştü. Çekildiği Debaria'dan yeni dönen Gabrielle, ziyafetten sonra kocasına çok hatalı düşündüğünü ve davrandığını itiraf edecekti. Ağlayarak af dileyecek ve tekrar onun yatağına dönebilmek için yalvaracaktı... Ve Steven sevişmelerinden sonra uyuklamaya başladığı zaman da zehirli bıçağı adamın kalbine saplayacaktı. Ya da belki de onu uyandırmadan bıçakla kolunu çiziverecekti. O zehir yüzünden ikisi de aynı kapıya çıkacaktı.

Roland sonunda o uğursuz şeyi babasına vermeden önce bütün bunları kürenin içinde görmüştü. Şimdi bu cinayeti engellemeye çalışıyordu. Eddie'yle Susannah bu durumu anlasalardı, "Roland, Steve Deschain'in hayatını kurtarmaya çalışıyor," derlerdi. Ama Jake mutsuz çocukların mutsuz bilgilerini edinmişti. Ve o daha ilersini görebiliyordu. Roland annesinin hayatını da kurtarmaya çalışıyordu. Gabrielle'in Çamlıktan kurtulması için ona son bir şans vermek istiyordu. Kocasının yanında durması ve ona destek olması için son bir şans. Marten Madcloak'la olan ilişkisi yüzünden pişmanlık duyması için son bir Şans.

Gabrieile de mutlaka bu fırsattan yararlanacaktı. Yararlanmak zorundaydı. Roland o gün annesini görmüştü. Gabrielle'in ne kadar mutsuz olduğunu anlamıştı. Evet, annesi hiç kuşkusuz bu fırsatı kaçırmayacaktı! Gabrieile büyücüyü seçmiş olamazdı! Roland ona doğru yolu gösterebilirse...

Roland yine çok genç olan insanların yaptığı hataya düştüğünün farkında değildi. Mutsuzluk ve utancın çoğu zaman ihtirasla başa çıkamayacağını bilmiyordu. Buraya annesiyle konuşmaya, çok geç kalmadan kocasına dönmesi için ona yalvarmaya gelmişti. Annesini bir defa kurtarmayı başarmıştı. Bunu Gabrieile'e hatırlatacak ama aynı şeyi bir daha yapmayacağını söyleyecekti.

Gabrielle gitmediği ya da Roland'ın ne dediğini anlayamıyormuş gibi davrandığı ve yalan söylediği takdirde oğlu ona bir seçme hakkı tanıyacak ve şöyle diyecekti: "Şimdi, bu gece benim yardımımla Gilead'dan ayrılırsın ya da yarın sabah kendini prangaya vurulmuş bulursun!" Kadın korkunç bir vatan hainiydi ve herhalde onu da aşçı Hax gibi asacaklardı.

Roland yine, "Anne?" diye seslendi. Arkasında gölgelerin arasında duran kimsenin hâlâ farkında değildi. Jake odada bir adım daha ilerledi. Ve o zaman arkasındaki gölge kımıldandı. Elini kaldırdı. Parmaklarının arasında bir şey vardı. Bu bir tabanca değildi. Jake bu kadarını farkedebildi. Ama bu öldürücü bir şeye benziyordu. Bir yılana ve...

Susannah bir çığlık attı. "Roland, dikkat et!" Sesi sihirli bir elektrik düğmesiydi sanki. Tuvalet masasında bir şey duruyordu. Bu küreydi tabii. Gabrielle onu çalmıştı. Sonunda oğlu cinayeti engellediği için küreyi teselli armağanı olarak âşığına götürecekti. Ve küre birdenbire Susannah'nın çığlığına cevâp veriyormuş gibi ışıldadı. Pembe parlak ışığı üçlü aynayı aydınlattı ve bu pırıltı odaya yansıdı. Roland sonunda bu ışıkta, üçlü aynada arkasında duran kimseyi gördü.

Eddie dehşetle, "Tanrım!" diye bağırdı. "Ah, Tanrım! Roland! O senin annen değil! O..."

Bu bir kadın bile değildi. Artık değildi. Gerçekten de. Yollarda kirlenmiş giysisinin içinde bir tür yaşayan cesede benziyordu. Kafasında sadece birkaç Karışık tutam saç kalmıştı. Burnunun yerinde şimdi acayip bir delik vardı. Ama gözleri hâlâ ateş saçıyordu. Ellerinin arasında tuttuğu yılan ise çok hareketliydi. Jake dehşetle sarsılırken bile, bunu da aynı taşın altında mı buldu, diye düşündü. Roland'ın öldürdüğü sürüngeni bulduğu o taşın altında?

Silahşoru annesinin odasında bekleyen Rhea'ydı. Cöos'lu cadı. Oraya sadece sihirli küresini almaya değil, başına türlü dert açan çocuktan bütün yaptıklarının acısını çıkarmaya da gelmişti.

Büyücü tiz bir sesle gıdaklar gibi güldü. "Senin fahişenin hesabı görüldü!" diye bağırdı. "Şimdi de sen yaptıklarının bedelini ödeyeceksin!"

Ama Roland onu görmüştü. Cadıyı aynadan görmüştü. Rhea'yı almaya geldiği o küre ele vermişti. Genç silahşor hızla döndü. Elleri o öldürücü hızla yeni tabancalarına gitti. On dört yaşındaydı. Reflekslerinin en hızlı ve dakik oldukları bir çağdaydı.

Susannah haykırdı. "Hayır, Roland! Yapma! Bu bir hile! Bir sihir!" Jake aynadan kapıda duran kadına bakacak kadar zaman bulabildi. Kendisinin de aynı oyuna geldiğini anlayacak kadar kısa bir an. Belki Roland da son saniyede gerçeği anladı. Kapıda duran kadının annesi, elindeki şeyin yılan değil, bir kemer olduğunu. Gabrielle'in elindeki onun için yaptığı bir kemerdi. Belki de oğluyla barışmaya çalışıyordu. Küre ona yalan söylemişti. Başarabildiği tek biçimde... görüntülerle.

Her neyse... artık çok geçti. Tabancalar çekilmiş, güdüyordu. Parlak sarı alevler odayı aydınlatıyordu. Roland ancak tetikleri iki defa çektikten sonra durabildi. Dört kurşun Gabrielle Deschain'i geri geri koridora doğru uçurdu. Kadının yüzünde hâlâ o umut dolu tebessüm vardı. "Artık barışamaz mıyız?" der gibiydi. Ve Gabrielle böyle öldü. Gülümseyerek.

Roland elinde dumanları tüten tabancalarla orada kımıldamadan duruyordu. Yüz hatları hayret ve dehşetle çarpılmış, donmuştu. Yaşamının sonuna kadar nasıl bir yükü taşıyacağını anlamaya başlıyordu. Annesini öldürmek için babasının tabancalarını kullanmıştı.

Odada birdenbire gıdaklamaya benzeyen kahkahalar yankılandı. Roland dönmedi. Dairesinin koridorunda kanları akarak yatan mavi elbiseli, siyah ayakkabılı kadın onu felce uğratmıştı. Kurtarmaya geldiği ve onun yerine öldürdüğü annesi. Gabrielle kanayan karnının üzerine düşmüş olan elde ördüğü kemerle öylece yatıyordu.

1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət