Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə59/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62

Jake soluk soluğa, "Onlar gerçekten oradalar mı?" diye sordu. "Oradalar mı, Roland? Yoksa hayal mi görüyoruz?"

"Bunu bilmiyorum. Ama kapının neye benzetildiğinin farkındayım."

Eddie, "Ben de öyle," diyerek her birinin içine kendi ışık ve canlıları hapsedilmiş olan pırıltılı çubukları inceledi. Kapının iki kanadında da altı çubuk vardı. Ortadaki çubuk yuvarlak değil yassıydı. Kapı açıldığı zaman ikiye ayrılıyordu. Ve bu on üçüncü çubuktu. Bu kısım simsiyahtı ve içinde hiçbir şey kımıldamıyordu.

Jake, ah, belki göremiyorsun, diye düşündü. Ama içinde yine de hareket eden bir şeyler var. Bu çubuğun içinde hayat kaynıyor. Korkunç şeyler. Belki orada güller de var. Boğulmuş güller.

Eddie, "Bu bir Sihirbazın Kapısı," diye açıkladı. "Her bir çubuk Maerlyn'in Gökkuşağı'nın kürelerine benzetilmiş. Şuraya, şu pembe çubuğa bakın."

Jake ellerini bacaklarına dayayarak öne doğru eğildi. Daha dikkatle bakmadan camın içinde ne olduğunu tahmin etti. Orada atlar vardı tabii. Işık da, sıvı da olmayan o acayip nesnenin içinde dörtnala koşuyorlardı. Belki de atlar hiçbir zaman bulamayacakları uçurumu arıyorlardı.

Eddie ortadaki kara çubuğu kavramak için ellerini uzattı. Susannah telaşla, "Yapma!" diye bağırdı.

Eddie ona aldırmadı. Ama iki eliyle kara çubuğu kavrarken Jake genç adamın soluğunun bir an kesildiğini farketti. Eddie bir şeyi bekliyordu. Belki de ta Kara Kule'den ekspresle yollanacak bir gücü. Bu güç onu değiştirecek, belki de öldürecekti. Ama bir şey olmadı. Genç adam derin bir soluk alarak gülümseme cesaretini gösterdi. "Elektrik akımı yok ama..." Çubuğu çekiştirdi. Kapı açılmadı. "Ayrılmıyor. Oysa ortadaki çizgiyi görebiliyorum. Ama kımıldamıyor bile. Bir de sen denemek ister misin, Roland?"

Silahşor kapıya doğru uzandı. Roland kapıyı biraz sarstığı sırada Jake elini koluna koyarak onu durdurdu. "Zahmet etme. Böyle olmaz."

"Ya nasıl?"

Çocuk cevap vereceği yerde kapının önünde l-70'in garip kopyasının sona erdiği çizginin yakınına oturdu. Onun için bırakılmış olan ayakkabıları giymeye başladı. Eddie bir an onu seyretti, sonra da Jake'in yanına çöktü. Ona, "Galiba bunu denememiz gerekiyor," dedi.

"Bu da yine bir başka tarlaşan'lık olsa bile."

Jake gülerek başını salladı. Sonra da kan kırmızısı ayakkabıların bağcıklarını sıkıca çekiştirdi. O da, Eddie de bunun bir tarlaşan'lık olmadığını biliyordu. Bu seferki öyle değildi.

Hepsi de kırmızı ayakkabılarını giydikten sonra Jake, "Tamam," dedi. (Ayakkabıların inanılmayacak kadar budalaca şeyler olduğunu üşünüyordu. Özellikle Eddie'ninkilerin.) "Üçe kadar sayacağım. Sonra topuklarımızı birbirine vuracağız. Şöyle." Ayakkabılarını bir kez sertçe birbirine vurdu... Ve kapı bir defa sallandı. İyi kapatılmamış bir panjurun rüzgârda sallanması gibi. Susannah bağırdı. Bunu Yeşil Saray'dan gelen bir çıngırağınkine benzeyen hafif, tatlı bir ses izledi Sanki duvarlar titreşmişti.

Eddie, "Bunun işe yarayacağını sanıyorum," diye mırıldandı. "Ama sizi uyarıyorum. 'Somewhere Over The Rainbow'u söyleyecek değilim. Anlaşmamda bu yok."

Silahşor usulca, "Gökkuşağı burada," diyerek parmakları eksik elini kapıya doğru uzattı.

Eddie'nin suratındaki tebessüm silindi. "Evet, biliyorum. Ben biraz korkuyorum, Roland."

Silahşor, "Ben de öyle," diye cevap verdi. Jake'e adamın rengi uçmuş ve midesi de bulanıyormuş gibi geldi.

Susannah, "Haydi, tatlım," dedi. "Hepimizin cesareti kırılmadan saymaya başla."

"Bir... iki... üç!"

Hepsi birlikte ciddi ciddi topuklarını birbirlerine vurdular. Tak tak tak. Kapı bu sefer daha şiddetle sarsıldı. Çubukların renkleri farkedilecek kadar daha parlaklaştı. Bunu izleyen çıngırak sesi daha yüksek ve daha tatlıydı; bıçağın sapıyla vurulan ince kristallerden çıkan sese benziyordu. Ses rüyalara yakışacak bir ahenkle yankılandı. Jake yarı zevk ve yarı acıyla ürperdi.

Ama kapı açılmadı.

Eddie, "Ne..." diye başladı.

Jake bağırdı. "Şimdi anladım! Oy'u unuttuk!"

Eddie, "Ah, Tanrım," dedi. "Bildiğim dünyadan bir çocuğun lanet olasıca bir sansara bot giydirişini seyretmek için mi ayrıldım? Roland, buna dayanamayacağım, beni hemen vur!"

Silahşor ona aldırmadı. Karayoluna oturarak, "Oy, bana gel!" diye seslenen Jake'e dikkatle bakıyordu.

Hantal Billy memnunlukla geldi. Işının Yolu'nda karşılaşmadan önce vahşi bir hayvandı ama Jake'in pençelerine kırmızı deri botları geçirmesine bir sorun çıkarmadan razı oldu. Hatta ne istendiğini anlayınca ayaklarını iki botun içine kendisi soktu. Dört küçük ayakkabıyı da giydikten sonra onları kokladı. (Aslında bu botlar Dorothy'nin yakut ayakkabılarına çok benziyordu. ) Hayvan sonra başını kaldırarak dikkatle Jake'e baktı.

Çocuk topuklarını üç defa birbirine vurdu. Bunu yaparken Oy'a bakıyor, kapının takırtısına ve Yeşil Saray'ın duvarlarından yükselen tatlı çıngırak sesine aldırmıyordu.

"Sen, Oy!"

"Oy!"

Hayvan, ölü taklidi yapan bir köpek gibi arkaüstü yattı, sonra da ayaklarına nefretle karışık bir hayretle baktı. Jake onu seyrederken birdenbire bir anısı canlandı: Karnına vururken aynı anda diğer eliyle başını ovalamaya çalışıyordu. Babası bunu hemen yapamadığı için ona takılıyordu.



"Roland, bana yardım et. Ne yapması gerektiğini anladı. Ama nasıl yapacağını bilemiyor." Çocuk başını kaldırarak Eddie'ye bir göz attı. "Sen de ukalalık etme, tamam mı?"

Eddie, "Tamam," dedi. "Ukalalık etmeyeceğim, Jake. Sence bu sefer bunu sadece Oy'un mu yapması gerekiyor? Yoksa hep birlikte mi yapacağız?"

"Sadece onun yapması gerekiyor sanırım."

Susannah, "Onunla birlikte hareket etmemizin bir zararı olmaz," diyerek başını salladı. "Haydi 'Mitch'le beraber şarkı söyleyin,' derlerdi ya."

Jake şaşkın şaşkın baktı. "Mitch de kim?"

"Boşver. Haydi, Jake, Roland. Tekrar sayın."

Eddie, Oy'un ön ayaklarını tuttu. Roland da arka ayaklarını usulca kavradı. Oy biraz endişelendi. Sanki onu havada sallayıp sonra da atıvereceklerini sanıyordu. Ama çırpınmadı.

"Bir, iki, üç!"

Jake'le Roland, Oy'un ön ve arka ayaklarını aynı anda birbirlerine vurdular. O sırada kendi topuklarını vurmayı da unutmadılar. Susannah'yla Eddie de aynı şeyi yaptılar.

Bu sefer daha kalın, tatlı, "bong" diye bir ses duyuldu. Sanki bir kilisenin camdan yapılmış çanını çalıyorlardı. Kapının ortasındaki siyah cam çubuk ayrılmadı, parçalandı. Parçalar her bir tarafa saçıldı. Bazıları Oy'un postuna çarptı. Hayvan telaşla fırladı. Jake'le Roland'ın elinden kurtularak biraz uzağa kaçtı. Karayolunun tercihli şeritiyle diğerinin arasındaki kesik beyaz çizgiye oturdu. Kulakları arkaya gitmişti. Kapıya bakıyor ve kesik kesik soluyordu.

Roland, "Gelin," dedi. Kapının sol kanadına gidip yavaşça açtı. Aynadan oluşan avlunun kenarında durdu. Kovboy kot pantolonu ve rengi belli olmayan eski bir gömlek giymiş olan bu uzun boylu zayıf adamın ayaklarında inanılmayacak kırmızı botlar vardı. "Haydi gidip bakalım. Oz Sihirbazı kendisi hakkında neler söyleyecek?"

Eddie, "Tabii hâlâ buradaysa," dedi.

Roland, "Ah, onun hâlâ burada olduğunu sanıyorum," diye mırıldandı. "Evet, bence o burada."

Yanında boş nöbetçi kulübesi olan ana kapıya doğru ağır ağır gitti. Diğerleri onu izlediler. Aynadaki yansımalarında altta onları kırmızı ayakkabıları bağlıyordu. Siyamlı İkizler gibi.

Oy en sondaydı. Yakut rengi botlarıyla çevikçe sıçrıyordu. Bir defa durup aynadaki burnunu kokladı.

Aşağısında yüzen Hantal Billy'ye, "Oy!" diye bağırdı. Sonra da telaşla Jake'in peşinden gitti.


3. Sihirbaz
Roland, nöbetçi kulübesinin önünde durdu. Sonra içeri bir göz attı ve yerdeki şeyi aldı. Diğerleri ona yetişerek etrafında toplandılar. Bu şey gazeteye benziyordu. Evet, gerçekten de bir gazeteydi bu... Ama Topeka Capital-Journal'a da hiç benzemiyordu. Gazetede nüfusu azaltan salgından da söz edilmiyordu.

Başsayfada Roland, Susannah, Eddie ve Jake'i aynalı avludan geçerken gösteren bir resim vardı. Sanki bu olay birkaç dakika değil de bir gün önce olmuş gibi. Resmin altına şöyle yazılmıştı: Oz'da Felaket: Yolcular Ünlü ve Zengin Olmak İçin Geldiler. Ama Onun Yerine Ölümü Buldular.

Eddie, "İşte bu hoşuma gitti," diyerek kalçasının üzerinde kılıfının içinde duran Roland'ın tabancasını düzeltti. "Karışıklık içinde geçen bir günden sonra teşvik ve rahatlık. Lanet olasıca soğuk bir gecede verilen sıcak bir içecek gibi."

Roland, "Bundan korkma," diye cevap verdi. "Bu bir şaka."

Eddie, "Ben korkmuyorum," dedi. "Ama bu şakadan da öte bir şey. Ben Henry Dean'le yıllarca yaşadım. Beni çıldırtmak için kurulan bir komplonun kokusunu hemen alırım. Bunu çok iyi biliyorum." Merakla Roland'a baktı. "Sana bunu söylediğim için kızmayacağını umarım, Roland. Asıl senin korkmuş gibi bir halin var."

Silahşor kısaca, "Dehşet içindeyim," diye açıkladı.

Kemerli giriş yeri Susannah'ya kendi dünyasına çekilip alınarak Roland'ınkine girmesinden on yıl kadar önce çok popüler olan bir şarkıyı hatırlattı. "Yeşil Kapı" adlı parçayı. Şarkı, "Yeşil kapının arkasındaki duman bulutunun arasından bakan bir göz gördüm," diye başlıyordu. '"Beni Joe yolladı,' dediğim zaman biri Yeşil Kapı'nın arkasında gürültülü bir kahkaha attı." Burada aslında bir değil iki kapı vardı. Bir gözün bakabileceği gözetleme deliği yoktu. Susannah kaçak içki satılan yerlere girebilmek için gerekli parolayı söylemedi; yani, "Beni Joe yolladı," demedi. Ama camdan yapılmış yuvarlak kapı tokmaklarından birine asılmış olan kartı okumak için eğildi. ZİL BOZUK. LÜTFEN KAPIYA VURUN.

Genç kadın karttaki emre uymak için yumruğunu kaldırmış olan Roland'a, "Hiç zahmet etme," dedi. "Bu da masaldan. Hepsi o kadar."

Eddie genç kadının tekerlekli sandalyesini hafifçe geriye çekerek önüne geçti. Yuvarlak tokmakları kavradı. Menteşeler sessizce döndü ve kapılar kolaylıkla açıldı. Eddie gölgeli yeşil bir mağaraya benzeyen Vere girdi. Ellerini boru gibi yaparak ağzına götürdü. "Hey!"

Sesi dalga dalga uzaklaştı. Geri geldiği zaman değişmişti ses. Nafif, yankılı ve kaybolmuş gibi. Sanki ses ölüyordu.

Eddie, "Tanrım," dedi. "Bunu yapmak zorunda mıyız?"

"Işın'a dönmek istiyorsak buna mecburuz sanırım." Roland'ın rengi her zamankinden daha da solgundu. Ama yine de önden içeri girdi. Jake, Eddie'ye Susannah'nın iskemlesini eşikten aşırması için yardım etti. (Eşik saydam olmayan yeşim rengi bir camdan yapılmıştı.) Oy'un küçük kırmızı botları yeşil cam zeminde donuk kırmızı gözüküyordu. Yolcular on adım ilerledikleri sırada kapılar arkalarından kesin bir gürültüyle kapandı. Bu "buum" sesi yanlarından yayıldı ve yankılar yaparak Yeşil Saray'ın derinliklerinde kayboldu.

Burada bir giriş holü yoktu. Karşılarında sanki sonsuza kadar uzanan koskocaman, kubbeli bir salon vardı. Jake, bu tıpkı filmdeki salona benziyor, diye düşündü. Korkak Aslan'ın kendi kuyruğuna bastığı zaman korkusundan ödünün patladığı o salona.

Eddie bu izlenimi güçlendirmek ister gibi titrek bir sesle ve (bayağı başarıyla) Bert Lahr'ın taklidini yaptı. Yapmasaydı Jake daha memnun olacaktı. "Bir dakika bekleyin, çocuklar. Ben düşünüyorum da... Aslında Sihirbaz'ı görmeyi o kadar istediğim yok. En iyisi ben sizi dışarda bekleyeyim."

Jake sert sert, "Kes şunu," dedi.

Oy da aynı fikirdeydi anlaşılan. "Şunu." Hayvan Jake'in hemen arkasından gidiyor, başını ihtiyatla sağa sola çeviriyordu. Çocuk kendi gürültülerinden başka hiçbir ses duymuyordu... Ama yine de bir şeyi hissediyordu: Ses olmayan bir sesi. Jake, şıngırdamak için hafif bir esinti bekleyen rüzgâr çanına benziyor, diye düşündü.

Eddie, "Bağışla," dedi. "Gerçekten üzgünüm." işaret etti, "Şuraya bak."

Kırk metre kadar ilerde yeşil salon şaşılacak kadar yüksek yeşil bir kapıyla sona eriyordu. Kapı yerden sivri tepesine kadar dokuz metre kadar vardı. Jake şimdi kapının arkasından tıngırtıya benzeyen bir sesin geldiğini duyuyordu. Yolcular kapıya yaklaşırlarken ses de yükseldi ve çocuğun korkusu arttı. Son on iki adımı atarak kapıya yaklaşmak için bütün gücünü kullandı. Jake bu sesi tanıyordu. Lud'un altında Bıçakçı'yla giderken duyduğu sesti bu. Arkadaşlarıyla Mono Blaine'de yolculuk yaparken işittiği motorların ritmik gürültüsüydü.

"Bu bir kâbusa benziyor." Jake'in hatif sesinden neredeyse ağlayacağı anlaşılıyordu. "Başladığımız noktaya döndük."

Silahşor onun saçlarına dokundu. "Hayır, Jake. Hiçbir zaman böyle düşünme. Hissettiklerin sadece hayal ürünü. Dayan ve gerçeğe sadık kal."

Kapının üzerindeki tabelada yazılı olanlar filmden değildi. İçlerinden sadece Susannah bunun Dante'den olduğunu biliyordu. BURAYA GİDEN HERKES UMUDU GERİDE BIRAKSIN.

Roland parmakları eksik olan,sağ elini uzatarak dokuz metre boyundaki kapıyı açtı.

Kapının gerisindeki yer Jake, Susannah ve Eddie için Oz Sihirbazı'yla Mono Blaine'in garip bir karışımıydı. Yere (Baronluk Vagonu'ndaki gibi açık mavi) uzun tüylü bir halı serilmişti. Salon bir katedralin ortasındaki uzun ve dar bölümünü andırıyor, yeşilimsi-siyah duvarlar sonsuz gibi görünen yüksekliğe erişiyordu. Işıltılı duvarları sırayla yeşil ve pembe ışıklar yayılan camdan dev sütunlar destekliyordu. Pembe tamı tamına Blaine'in gövdesinin tonundaydı. Jake sütunlara milyonlarca değişik şeklin oyulmuş olduğunu gördü. Bunların hiçbiri de insanı rahatlatmıyordu. Sanki gözüne vuruyor ve kalbini titretiyorlardı. Sütunlarda galiba daha çok haykıran insan suratları vardı.

İlerden salonun tek eşyası yükseliyordu: Yeşil camdan dev taht yolcuları cüceleştiriyor, sanki onları ancak karınca büyüklüğünde yaratıklara dönüştürüyordu. Jake tahtın büyüklüğünü hesaplamaya çalıştı ama başaramadı. Çünkü ona yardım edecek, tahtla kıyaslayabileceği bir şey yoktu. Çocuk tahtın arka kısmının on beş, yirmi metre olabileceğini düşündü. Ama otuz ya da elli metre bile olabilirdi. Tahtta o açılmış göz sembolü de vardı. Ama sarı değil, kırmızıyla çizilmişti. Işık'ın ritmik bir biçimde çakması yüzünden göz insana canlıymış gibi geliyordu. Kalp gibi çarpıyormuş gibi de.

Tahtın yukarsından dev bir Ortaçağ orgunun boruları gibi onlarca dev silindir yükseliyor, her biri farklı bir ışık çıkararak çakıyordu. Tahtın ortasına doğru inen silindir ise gece yarısı kadar kara ve ölüm kadar da hareketsizdi.

Susannah tekerlekli sandalyesinden, "Hey!" diye seslendi. "Burada kimse yok mu?"

Genç kadının sesi boruların çok parlak ışıklar çıkarmalarına neden oldu. Jake gözlerini korumak zorunda kaldı. Bir an bütün taht patlayan bir gökkuşağı gibi parladı. Sonra borular söndü. Karardı. Öldü. Roland'ın hikâyesindeki kürenin (ya da kürenin içindeki gücün) bir sure kararmaya karar verdiği zaman olduğu gibi. Şimdi sadece o kara sütun ve boş tahtta düzenle çakan yeşil ışık vardı.

Sonra yorgun bir mırıltı kulaklarına dolmaya başladı. Sanki pek eski bir server mekanizmayı son defa çalışmaya zorluyorlardı. Tahtın kol dayanacak yerlerindeki her biri en aşağı yüz seksen santim boyunda ve altmış santim eninde pano kayarak açıldı. Böylece ortaya çıkan kara açıklıklardan gül rengi bir duman dışarı yayılarak yükselmeye başladı. Duman yükselirken koyulaştı ve parlak kırmızıya dönüştü. Ve içinde o korkunç derecede tanıdık zikzak çizgi belirdi. Jake daha dumanlı parlak sözcükler yazılmadan ne olduğunu bildi.

(Lud Candleton Rilea Köpekler Çağlayanı Dasherville Topeka)

Bu, Blaine'in yol haritasıydı.

Roland istediği kadar her şeyin değiştiğini söyleyebilirdi. Jake'in kendini bir kâbusta gibi hissetmesini...

("Bu benim hayatımın en korkunç kâbusu. Gerçek de bu.") hayal gücüne bağlayabilirdi. Karışan kafasının ve korku dolu kalbinin yarattığı hayaller olduğunu sanabilirdi. Ama Jake gerçeği biliyordu. Burası belki biraz Ulu ve Korkunç Oz'un taht salonuna benzeyebilirdi. Ama aslında bu Mono Blaine'di. Yine Blaine'delerdi ve çok geçmeden tekrar bilmece sormaya başlayacaklardı.

Jake'in içinden çığlıklar atmak geliyordu.

Eddie yeşil tahtın yukarsındaki dumanlı yol haritasından yükselen o müthiş sesi tanıdı. Ama bunun Mono Blaine'in sesi olduğuna hiç inanmadı. Oz Sihirbazı'nın sesi olduğuna da. Belki bir sihirbazın sesi olabilirdi. Ama burası Zümrüt Kent değildi ve Blaine de çoktan nalları dikmişti. Eddie onu lanet olasıca bir şakayla gebertmişti.

"YİNE MERHABA KÜÇÜK YOLCULAR!"

Dumanlı yol haritası çakıp sönüyordu ama Eddie artık bunu o sese bağlamıyordu. Yalnız öyle düşünmelerini istediklerini sanıyordu. Hayır, bu ses borulardan geliyordu.

Genç adam başını eğdi ve Jake'in kâğıt kadar bembeyaz suratını gördü. Çocuğun yanında diz çöktü. "Bu palavra, oğlum."

"H... Hayır... o Blaine... O ölmedi..."

"O pekâlâ da öldü! Bu, okul sonrası bildirilerinin sesi yükseltilmiş bir çeşitlemesinden başka bir şey değil... Kim cezalandırılıyor. Kimin Konuşma Tedavisi için Altı Numaralı Odaya gitmesi gerekiyor. Anlıyor musun?"

"Ne?" Jake başını kaldırarak genç adama baktı. Dudakları ıslaktı ve titriyordu. Gözlerinde şaşkın bir ifade vardı. "Sen ne..."

"ONA NE SÖYLÜYORSUN, NEW YORK'LU EDDIE? BU DA SENİN O BUDALACA, KÜÇÜK FESAT ŞAKALARINDAN BİRİ Mİ? O HAKSIZ BİLMECELERİNDEN BİRİ?"

Eddie, "Evet," dedi. "Şunun gibi: 'Bir ampulü takmak için kaç çift kutuplu bilgisayar gerekir?' Sen kimsin, ahbap? Senin o lanet olasıca Mono Blaine olmadığını çok iyi biliyorum. Onun için kim olduğunu söyle."

Ses kükredi.

"BEN OZ'UM."

Cam sütunlar ışıldadı. Tahtın arkasındaki borular da öyle. "BÜYÜK OZ! GÜÇLÜ OZ! YA SİZ KİMSİNİZ?"

Susannah, tekerlekli sandalyesiyle ilerleyerek Lord Perth'i bile cüceleştirecek tahtın önündeki donuk yeşil basamaklara kadar gitti.

Genç kadın, "Ben Susannah Dean'im," diye açıkladı. "Ufak tefek ve sakatım. Beni terbiyeli davranacak biçimde yetiştirdiler. Ama palavraları yutacak kadar da değil. Buradayız, çünkü burada olmamız gerekiyordu. Yoksa o ayakkabıları neden bırakacaktın?"

"BENDEN NE İSTİYORSUN, SUSANNAH? İSTEDİĞİN NEDİR, KÜÇÜK KOVBOY KIZ?"

Susannah, "Bunu biliyorsun," dedi. "Bildiğim kadarıyla biz de herkesin istediği şeyi istiyoruz. Tekrar evimize dönmeyi. Çünkü hiçbir yer insanın evi gibi olamaz. Biz..."

Jake atıldı. "Evine gidemezsin!" Çocuk korkuyla çabuk çabuk konuşuyordu. "Thomas Wolfe, 'Bir daha evine dönemezsin,' demiş. Gerçek de bu."

Susannah, "Bu yalan, tatlım," dedi. "Büyük bir yalan. Tekrar evine dönebilirsin. Bütün yapman gereken uygun gökkuşağını bularak onun altından geçmek. Biz onu bulduk. Gerisi bildiğin gibi sadece tabanvay!"

"NEW YORK'A GERİ DÖNER MİSİN, SUSANNAH DEAN? YA SEN, EDDIE DEAN? JAKE CHAMBERS? ULU VE GÜÇLÜ OZ'DAN İSTEDİĞİNİZ BU MU?"

Susannah, "New York artık bizim evimiz değil," dedi. Çakıp sönen dev gibi tahtın aşağısında tekerlekli sandalyesinde oturan kadın pek küçücük duruyordu ama korkusuzdu. "Gilead da artık Roland'ın vatanı olmadığı gibi. Bizi tekrar Işının Yolu'na götürür. Gitmek istediğimiz yer orası. Çünkü o yol evimize uzanıyor. Evimize giden tek yol o."

Borulardan çıkan ses, "DEFOLUN!" diye kükredi. "ŞİMDİ GİDİN VE YARIN GELİN! IŞIN'I O ZAMAN KONUŞURUZ! SCARLETT, 'AH. BOŞVER,' DEDİ. 'IŞIN'I YARIN KONUŞURUZ, ÇÜNKÜ YARIN BAŞKA BİR GÜN!"

Eddie, "Hayır," dedi. "Şimdi konuşacağız!"

Ses gürledi. "ULU VE GÜÇLÜ OZ'U ÖFKELENDİRMEYİN!" Borular her kelimeyle çakıp ışıldadılar. Susannah bunun onları korkutmak için yapıldığından emindi. Ama genç kadın bu sahneyi hemen her nedense gülünç buluyor, bir çocuk oyuncağını gösteren bir satıcıyı seyretmeye benziyordu.

Susannah, "Tatlım, bizi şimdi dinlemen daha iyi olur," dedi. "Aslında sen tabancalı insanları öfkelendirmekten sakınmalısın. Özellikle cam bir evde oturduğun için."

"SİZE YARIN GELİN, DEDİM!"

Tahtın kol dayanılacak yerlerindeki deliklerden tekrar kırmızı dumanlar çıkmaya başladı. Duman daha yoğundu şimdi. Biaine'in yol haritası eriyerek ayrıldı, sonra dumana katıldı. Dumanlar bu kez bir surat oluşturdu. Uzun saçların çerçevelediği dar ve haşin bir yüzdü bu. Tetikte olan birinin yüzü.

Susan şaşkın şaşkın, bu Roland'ın çölde öldürdüğü adam, diye düşündü. Jonas denilen adam. Bundan eminim.

Oz şimdi hafifçe titrek bir sesle konuşmaya başladı. "ULU OZ'U TEHDİT ETMEK CÜRETİNİ Mİ GÖSTERİYORSUNUZ?" Tahtın oturulacak yerinin yukarsındaki dumandan oluşan dev suratın dudakları tehdit ve horgörüyle büküldü. "GİDİ NANKÖR YARATIKLAR! AH, GİDİ NANKÖR YARATIKLAR!"

Duman ve ayna numaralarını çok iyi bilen Eddie başka tarafa bakıyordu. Birdenbire gözleri irileşti ve Susannah'nın kolunun yukarsını kavradı. "Bak," diye fısıldadı. "Ah, Tanrım, Suze, Oy'a bak!"

Hantal Billy'yi duman-hayaletler hiç ilgilendirmiyordu. Bunlar ister tek raylı tren yol haritaları, ölü Tabut Avcıları, ister İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Hollywood'da oluşturulan efektler olsun. Oy daha ilginç i bir şey görmüştü. (Ya da kokusunu almıştı.)

Susannah, Jake'i yakalayarak döndürdü ve ona Hantal Billy'yi işaret etti. Çocuğun gözlerinin, Oy sol duvardaki bölmeye erişmeden bir dakika önce irileştiğini gördü. Jake ne olduğunu anlamıştı. Burayı duvarlara uyan yeşil bir perde örtüyordu. Oy, boynunu uzattı ve perdeyi dişleriyle yakalayarak çekti.

Perdenin ötesinde kırmızı ve yeşil ışıklar çakıyor, cam kutuların içinde silindirler dönüyordu. Uzun sıralar oluşturan ışıklı kadranların içinde ibreler ileri geri oynuyordu. Ama Jake bütün bunları pek farketmedi bile. İlgisini bölmede oturan adam çekti. Arkası onlara dönük olan panelin önünde oturuyordu. Toz ve kan içindeki pis saçları yapışık tutamlar halinde omuzlarına kadar iniyordu. Adam başına bir tür kulaklık takmıştı ve ağzının önüne sarkan küçücük bir mikrofona konuşuyordu. Arkası yolculara dönük olduğu için Oy'un kokusunu aldığının ve saklandığı yeri ortaya çıkardığının farkında değildi.

Borulardan çıkan ses, "GİDİN!" diye gürledi... Ama Jake şimdi o sesin nereden çıktığını görüyordu. "İSTERSENİZ YARIN GERİ GELİN! AMA ŞİMDİ GİDİN! SİZİ UYARIYORUM!"

Eddie, "Bu Jonas," diye fısıldadı. "Demek ki, Roland onu öldürememiş!" Ama Jake öyle olmadığını biliyordu. Sesi tanımıştı. Renkli boruların yükseltip bozmasına rağmen bu sesi tanımıştı. Bunun Blaine'in sesi olduğuna nasıl inanabilmişti?

"SİZİ UYARIYORUM! BUNU YAPMAZSANIZ..."

Oy havladı. Tiz sesi tehdit doluydu. Aletlerin bulunduğu bölmedeki adam ağır ağır dönmeye başladı.

Jake bu adamın ses yükseltmenin kuşku götürecek zevkine erişmeden önce ona, "Söyle, oğlum," dediğini hatırladı. "Bana iki kutuplu bilgisayarlar ve geçiş sağlayan devreler hakkında bütün bildiklerini anlat. Bana bunları açıklarsan ben de sana bir içki veririm."

Jonas değildi bu adam. Sihirbazlıkla da bir ilgisi yoktu. Orada oturan David Quick'in torunuydu. Tik-Tak Adam'dı.

Jake adama dehşetle bakakaldı. Lud'un altında dostları Bıçakçı, Hoots, Brandon ve Tilly'le yaşayan o ikibüklüm, tehlikeli yaratık ortadan kaybolmuştu. Bu adam o canavarın mahvolmuş babası olabilirdi... Ya da büyükbabası. Oy'un pençeleriyle deldiği sol gözü biçimsiz, şişkin ve bembeyazdı. Yarısı göz çukurunun içindeydi, yarısı da sakal! yanağında. Başının sağ yanının derisi yüzülmüş gibi duruyor, üçgen biçimi uzun bir açıklığın altından kafatası gözüküyordu. Jake bir an paniğin kararttığı bir şeyi hatırladı. Uzaklarda kalmıştı bu anı. Bir deri parçasının Tik-Tak'ın yüzüne düştüğünü hayal meyal hatırlıyordu. Çünkü o sırada sinir krizi geçiriyordu... Ve şimdi de öyle.

Oy da kendisini öldürmeye kalkan adamı tanımıştı. Deli gibi havlıyordu. Sırtını kamburlaştırmış ve başını eğmişti. Dişleri ortaya çıkmıştı. Tik-Tak irileşmiş gözlerle ona bakıyordu.

Arkalarından biri, "Perdenin arkasındaki adama aldırmayın," diyerek kıkır kıkır güldü. "Dostum Andrew yine kötü bir gün geçiriyor. Bir dizi kötü güne ek bir tane daha. Zavallı çocuk. Onu Lud'dan getirmekle hata ettim sanırım. Ama öyle kaybolmuş gibi bir hali vardı ki..." Arkalarında konuşan adam yine kıkır kıkır güldü.

Jake hızla döndü. Şimdi dev tahtın ortasında biri oturuyordu. Ayaklarını kayıtsızca uzatarak üst üste atmıştı. Kot pantolon, kemerli koyu renk bir ceket ve eski, partal kovboy botları giymişti. Ceketindeki düğmenin üzerinde iki gözünün arasında bir kurşun deliği olan bir domuz kafası vardı. Kucağında ise ağzı büzülmüş bir kese. Adam ayağa kalktı. Tahtta babasının koltuğuna tırmanan bir çocuk gibi ayakta durdu. Tebessümü bir şeyle silinmiş gibi kayboldu. Şimdi gözleri ateş saçıyor, gerilen dudaklarının arasından aç bir hayvanınkine benzeyen çok iri dişleri gözüküyordu.

1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət