Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə58/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62

"Hayır. Ama başına gelenleri biliyorum. Bir çete kurdu. Farson'un ordusundan kaçan askerler ona katıldı. Reynolds ve adamları bankaları soymaya başladılar... Dünyanın bizim olan tarafına doğru. Ama artık o günlerde araba ve banka soyan adamlar silahşorlardan pek korkmuyorlardı."

Eddie, "Silahşorlar Farson'la uğraşıyorlardı," dedi.

"Evet. Ama zeki bir şerif Reynolds'la adamlarını tuzağa düşürdü. Oakley adlı kasabanın anayolunu bir ölüm alanı haline getirdi. Çetedeki on adamdan altısı çarpışma sırasında öldü. Geri kalanlarsa asıldı. Reynolds da onların arasındaydı." Roland bir an durdu, sonra da ekledi. "Çarpışma sırasında ölenlerden biri de Coral Thorin'di. Reynolds'un kadını olmuştu. O ve çetesiyle birlikte soygunlara karışıyor, İnsanları öldürüyordu."

Yolcular bir süre sessizce ilerlediler. Uzakta incecik o sonsuz şarkısını söylüyordu. Jake birdenbire ileriye park edilmiş bir karavana oturdu. Aracın şoför yerinin önüne, cam silicinin altına bir pusula sıkıştırılmıştı. Çocuk ayaklarının ucunda yükselerek kâğıda erişmeyi başardı. Pusulayı okurken kaşları çatıldı.

Eddie, "Ne yazıyor?" diye sordu.

Jake kâğıdı uzattı. Genç adam pusulaya bir göz atıp Susannah'ya verdi. Kadın da pusulayı okudu ve sonunda kâğıt Roland'a ulaştı. Silahşor pusulaya baktıktan sonra başını salladı. "Sadece birkaç kelimeyi okuyabildim: 'yaşlı kadın, esmer adam.' Gerisi ne diyor? Bana oku,"

Jake kâğıdı geri aldı. "'Rüyalardaki yaşlı kadın Nebraska'da. Adı Abigail.'" Bir an durdu. "Sonra aşağıda şöyle diyor: 'Esmer adam batıda. Belki de Vegas'ta."'

Çocuk başını kaldırarak silahşora baktı. Kâğıt elinde dalgalanıyordu. Yüzünde hem şaşkın, hem de endişeli bir ifade vardı. Ama Roland karayolunda ışıldayan saraya doğru bakıyordu. Bina batıda değil, doğudaydı. Ve karanlık değil, aydınlıktı.

Roland, "Batıda," diye tekrarladı. "Esmer adam, Kara Kule. Ve daima batıda."

Susannah çekine çekine, "Nebraska'da buranın batısında," dedi. "Bilmiyorum bu önemli mi? Abigail denilen bu kişi..."

Silahşor onun sözünü kesti. "Bence o başka bir hikâyeye ait."

Eddie söze karıştı. "Ama o hikâye de buna yakın. Belki de kapı komşusu. Birbirlerinden şeker alıp tuz verecek kadar... Ya da bir tartışma başlatacak kadar."

Roland, "Haklı olduğundan eminim," dedi. "Belki 'yaşlı kadın' ve 'esmer adam'la da işimiz olacak... Ama bugünkü işimiz doğuya gitmek. Haydi, gelin."

Yolcular tekrar yürümeye başladılar.

Jake bir süre sonra, "Ya Sheemie?" diye sordu.

Roland güldü. Hem şaşırdığı, hem de çocuğu memnunlukla karşıladığı için. "O bizi izledi. Herhalde Sheemie için hiç kolay olmadı. Yeni yerler onu korkuttu. Mejis'le Gilead arasında tekerlekler ve tekerlek genişliğinde vahşi yerler vardı. Sürüyle vahşi insan da. Hatta belki vahşi insanlardan daha kötü şeyler de. Ama ka Sheemie'yle beraberdi. Ve çocuk Yıl Sonu Panayırı'na zamanında yetişti. O ve kahrolasıca katırı."

Jake, "Capi," dedi.

Onun peşinden koşan Oy, "Api," diye yineledi.

"Ben ve arkadaşlarım Kule'yi bulmaya gittiğimiz zaman Sheemie de bizimle geldi. Bir tür 'Şövalye Silahtarı' gibi. O..." Roland'ın sesi hafifledi. Dudağını ısırdı ve başka bir şey söylemeye yanaşmadı.

Susannah, "Ya Cordelia?" diye sordu. "Şu deli hala?"

"Hasat Ateşi sönmeye yüz tutup korlara dönüşmeden önce öldü. Belki beyin sarsıntısı geçirdi, belki de kalp krizi. Ya da Eddie'nin dediği gibi felç oldu."

Susannah, "Belki de utancından öldü," dedi. "Yaptıklarından duyduğu dehşet yüzünden."

Roland, "Olabilir," dedi. "Gerçeği çok geç anlamak feci bir şey. Ben bunu çok iyi biliyorum."

Jake, "Şurada bir şey var," diyerek yolun arabaların çekilmiş olduğu uzun bölümünü işaret etti. "Görüyor musunuz?"

Roland görüyordu. Her şeyi gördüğü sanılacak o gözleriyle. Ama Susannah ancak on beş dakika kadar sonra yolun ilersindeki küçük siyah benekleri farketti. Genç kadın onların ne olduğunu biliyordu. Ama bunun nedeni gözlerinden çok sezgileriydi. Ondan on dakika sonra ne gördüğünden emin oldu.

Ayakkabıydı bunlar. Eyaletlerarası 70 numaralı karayolunun doğuya giden şeritlerine düzgünce dizilmiş altı çift ayakkabı.
2. Yoldaki Ayakkabılar
Ayakkabılara sabahla öğle arası ulaştılar. Onların gerisinde cam bina yükseliyor, artık daha iyi gözüküyordu. Işıltılı hoş bir yeşildi. Yeni nilüfer yapraklarının sudaki yansımaları gibi. Önünde pırıltılı kapılar Kulelerindeki kırmızı flamalar hafif rüzgârda dalgalanıyordu. Bütün ayakkabılar da kırmızıydı.

Susannah orada altı çift ayakkabı olduğunu düşündüğünde hata yapmıştı. Ama neden böyle olduğu anlaşılıyordu. Aslında yolda dört çift ayakkabı vardı. Bir de dörtlü. Esnek, koyu kırmızı deriden yapılma bu dört botun ka-tet'lerinin dört ayaklı üyesi için olduğu belliydi. Roland onları alarak içlerini yokladı. Dünya tarihinde kaç Hantal Billy'nin ayakkabı giydiğini bilmiyordu. Ama onlara ipek astarlı deri botlar verilmediğinden hemen hemen emindi.

Eddie, "Bally, Gucci," dedi. "Hasetten çatlayın. Bunlar harika."

Susannah'nın ayakkabılarının hangileri olduğunu anlamak kolaydı. Yanlarında parlak taşlı süslemeleri bulunan kadınca şeyler oldukları için değil. Aslında bunlar gerçek birer ayakkabı sayılmazdı. Susannah'nın dizlerinin yukarsından kesilmiş olan bacaklarını kavrayacak kılıflardı.

Genç kadın hayretle, "Şunlara bakın," diyerek ayakkabıları taşlı süslerinin ışıldaması için güneşe doğru kaldırdı...Tabii onlar camdan yapılmış taşlardıysa... Susannah delice bir fikre kapıldı: Belki de onlar pırlanta parçalarıydı. "Kılıflar! Dört yıl arkadaşım Cynthia'nın deyişiyle, 'kısaltılmış bacaklarla' dolaştıktan sonra sonunda benim de bir çift kılıfım oldu. Bir düşünün!"

Eddie düşünceli bir sesle, "Kılıflar. Bunlar öyle mi tanımlanıyor?" diye sordu.

"Evet, öyle tanımlanıyor, tatlım."

Jake'inkiler bağcıklı kırmızı ayakkabılardı. Rengi dışında Piper Okulu'nun kibar sınıflarında giyilebilirdi. Çocuk, ayakkabının bir tekim esnetti, sonra da çevirdi. Ayakkabının tabanı parlaktı ve üzerinde hiçbir işaret yoktu. Babasının belki on iki çift elde yapılmış ayakkabısı vardı. Jake bu nedenle bir ayakkabı gördüğü zaman onun ne tür bir mal olduğunu anlardı.

Eddie'ninkiler alçak Küba topuklu, kısa konçlu botlardı. Genç adam, belki de bu dünyada bunlara "Mejis topuk" deniyor, diye düşündü. Botların burunları sivriydi... Diğer yaşamında "sokak dövüşçüleri" diye biliniyordu bunlar. Odetta/Detta/Susannah'nın kısa bir arayla kaçırdığı bin dokuz yüz altmışlı yılların ortalarında yaşayan çocuklarsa herhalde, onları, "Beatle botları" diye tanımlarlardı.

Roland'ınkiler süslü kovboy botlarıydı tabii. Ata binmekten çok dansa gitmeye uygundu. İrice dikişler, süslü yanlar, ince kalıp, azametli üst kavis. Silahşor botları eline almadan inceledi. Sonra da yol arkadaşlarına bakarak kaşlarını çattı. Onlar da birbirlerine bakıyorlardı. Üç kişinin aynı anda bunu yapamayacaklarını söyleyebilirdiniz... Ama bir ka-tet'in parçası değilseniz.

Roland hâlâ khef'i onlarla paylaşıyordu. Arkadaşlarının birbirine karışan güçlü düşüncelerini hissediyor ama anlayamıyordu. Bunun nedeni onların dünyaları, diye düşünüyordu. Üçü o dünyanın farklı zamanlarından geldiler. Ama burada üçü için ortak olan bir şeyi görüyorlar.

Silahşor sonra, "Ne var?" diye sordu. "Bu ayakkabıların anlamı nedir?"

Susannah, "Bunu içimizden birinin kesinlikle bildiğini sanmıyorum," dedi.

Jake başını salladı. "Öyle. Bu da başka bir bilmece." Elindeki kan kırmızısı acayip ayakkabılara tiksintiyle baktı. "Kahrolasıca bir bilmece daha!"

"Bildiğiniz kadarını söyleyin." Silahşor tekrar cam saraya doğru baktı. Bina belki yirmi, yirmi iki New York kilometresi uzaklıktaydı. Şimdi güneşli havada ışıl ışıldı. Bir serap kadar zarifti. Ama gerçekti de... Şey kadar... Ayakkabılar kadar. "Lütfen bu ayakkabılar hakkında bildiklerinizi bana söyleyin."

Susannah, "Benim ayakkabılarım var," dedi. "Senin ayakkabıların Var. Tanrı'nın bütün çocuklarının ayakkabıları var! Yani herkes böyle düşünüyor."

Eddie, "Eh," diye mırıldandı. "Bizim ayakkabılarımız var hiç olmazsa. Sen de benim aklımdan geçenleri mi düşünüyorsun?"

"Öyle sanırım."

"Ya sen, Jake?"

Çocuk sözcüklerle cevap vereceği yerde ayakkabının diğer tekini de aldı. (Roland ayakkabıların hepsinin ayaklarına tam uyacağından emindi. Oy'unkilerin bile.) Jake ayakkabıları üç defa hızla birbirine vurdu. Roland buna bir anlam veremedi. Ama Susannah'yla Eddie şiddetli bir tepki gösterdiler. Etraflarına ve özellikle gökyüzüne baktılar. Sanki parlak sonbahar güneşinin fırtınaya neden olacağını sanıyorlardı. Sonunda üçü de gözlerini cam-saraya diktiler... Sonra irileşmiş gözlerle, bilgiççe birbirlerine baktılar. Roland'ın içinden onları dişleri takırdayıncaya kadar sarsmak geldi yine.

Eddie ona döndü. "Sen Jonas'ı öldürdükten sonra kürenin içine baktın."

"Evet."


"Kürenin içinde yolculuk ettin."

"Ama şimdi tekrar ondan söz etmek istemiyorum. Onun bütün bunlarla..."

Eddie, "Bence bunlarla ilgisi var," dedi. "Sen pembe bir fırtınanın içinde uçtun. Pembe bir boranın içinde de diyebiliriz. Fırtına yerine bora sözcüğünü kullanabiliriz, öyle değil mi? Özellikle bir bilmece hazırlıyorsak."

"Tabii." Jake hemen hemen uykusunda konuşan bir çocuk gibiydi. "Dorothy, Büyücünün Gökkuşağı'nın üzerinden ne zaman uçuyor? Boranın içine girdiği zaman."

Susannah atıldı. "Biz artık Kansas'ta değiliz, tatlım." Neşesizce, havlamaya benzer garip bir ses çıkardı. Roland onun güldüğünü düşündü. "Evet, belki biraz oraya benziyor. Ama Kansas hiçbir zaman... yani bu kadar ince değildi."

Roland, "Söylediklerinizi anlayamıyorum," dedi. Buz gibi kesilmişti, kalbi çok hızlı atıyordu. Artık her tarafta incecik'ler vardı. Bunu onlara söylememiş miydi? Kule'nin güçleri zayıflarken dünyalar eriyen birbirlerine karışıyorlardı. Gülün sabanın altında ezileceği gün yaklaşıyordu.

Eddie, "Sen uçarken bazı şeyler gördün," dedi. "Gökgürültüsü ye tanımladığın karanlık ülkeye erişmeden önce bazı şeyleri farkettin. Piyanist Sheb'i. Onunla çok sonra tekrar karşılaştın, öyle değil mi? "

"Evet. Tull'da."

"Ve kızıl saçlı çiftçiyle de."

"Evet, onunla da. Zoltan adında bir kuşu vardı. Ama çiftçiyle karşılaştığımız zaman birbirimize normal şeyler söyledik. 'Sana hayat, ürünlerine hayat,' gibi şeyler. Tabii pembe fırtınada uçarken onun bana aslında başka şeyler söylediğini düşündüm, o da var." Roland, Susannah'ya bir göz attı. "Senin tekerlekli sandalyeni de gördüm. Eskisini."

"Ve cadıyı da."

"Evet, ben..."

Jake Chambers, Roland'ı sarsacak kadar Rhea'nınkine benzeyen hırıltılı bir kahkahayla, "Seni yakalayacağım, güzelim!" diye bağırdı. "Ve küçük köpeğini de!"

Roland çocuğa bakakaldı. Ağzının bir karış açılmaması için elinden geleni yapıyordu,

Jake, "Yalnız filmde cadı süpürge sopasına binmemişti," dedi. "Bisikletindeydi. Arkasında sepet olanından."

Eddie, "Evet," dedi. "Onda Hasat tılsımları da yoktu. Ama bu hoş kaçardı. Biliyor musun, Jake, çocukken cadının kahkahaları yüzünden kâbus gördüğüm çok oldu."

Susannah, "Beni korkutan maymunlar oldu," diye açıkladı. "Uçan maymunlar. Onları düşünür, düşünürdüm, ondan sonra da gidip annemle babamın arasına yatardım. Ben uykuya daldığım sırada onlar beni o filme götürmenin kimin fikri olduğu konusunda tartışmalarını sürdürürlerdi."

Jake, "Ayakkabıların topuklarını birbirine vurmak beni endişelendirmedi," dedi. Bu sözleri Eddie'yle Susannah'yaydı. O ara sanki Roland yanlarında değilmiş gibi davranıyorlardı. "Çünkü ayakkabıları giymemiştim."

Susannah başını salladı. "Doğru. Babam her zaman ne derdi, biliyor musunuz?"

Eddie, "Bilmiyoruz," dedi. "Ama bana bunu öğrenecekmişiz gibi geliyor."

Susannah bir an sert sert ona baktı. Sonra dikkatini tekrar Jake'e verdi. "Babam, 'Rüzgârın esmesini istemiyorsan, o zaman ıslık çalma' derdi. Ve buradaki Genç Bay Ahmak ne düşünürse düşünsün, bence iyi bir öğüttü."

Eddie, "Ah yine azan yedik," diyerek güldü.

Oy, Eddie'ye sert sert baktı. "Yedik!"

Roland en yumuşak sesiyle, "Bana bunu anlatın," dedi. "Dinleyeceğim. Khef'inizi sizinle paylaşacağım. Ve bunu şimdi yapacağım."

Roland'a yirminci yüzyılda hemen hemen her Amerikan çocuğunun bildiği masalı anlattılar. Kansas'lı bir çiftçi kızı olan Dorothy Gale'i bir siklon köpeğiyle birlikte uçuruyor ve onu Oz diyarına bırakıyordu. Oz'da 1-70 karayolu yoktu. Ama aynı işi gören sarı tuğla döşeli bir yol vardı. Sonra hem iyi, hem de kötü cadılar. Dorothy, köpeği Toto ve yolda karşılaştığı üç arkadaşı bir ka-tet oluşturuyorlardı. Kızın yolda edindiği bu arkadaşlar Korkak Aslan, Teneke Oduncu ve Korkuluk'tu. Her birinin çok istediği (kuş ve ayı ve tavşan ve balık) bir şey vardı. Roland'in yeni arkadaşları (aslında silahşorun kendisi de) Dorothy'yle aynı şeyi istiyorlardı. Kız tekrar evine dönmeyi umuyordu.

Jake, "Munckin'ler Dorothy'ye sarı tuğla yolu izleyerek Oz'a gitmesini söylediler," dedi. "O da bunu yaptı. Ve kız yolda diğerleriyle karşılaştı. Senin de bizimle karşılaşman gibi, Roland..."

Eddie atıldı. "Tabii Roland, Judy Garland'a pek benzemiyor, o da başka."

"Arkadaşlar sonunda oraya ulaştılar. Oz'a, Zümrüt Saray'a. Ve sarayda yaşayan adama." Jake ilerdeki cam saraya baktı. Yeşil rengi güçlenen ışıkta gitgide daha belirginleşiyordu. Sonra tekrar silahşora döndü.

"Evet, anlıyorum. O Oz denilen adam güçlü bir biri miydi? Bir baron? Belki de bir kral?"

Üç arkadaşı yine Roland'ı dışlayarak birbirlerine baktılar. Jake, "Bu iş biraz karışık," dedi. "O... şey... bir şarlatandı..."

"Tarlaşan mı? O da nedir?"

Çocuk güldü. "Şarlatan. Bir sahtekâr. Sadece gevezelik ediyor ama hiçbir şey yapmıyordu. Ama önemli olanı şu sihirbaz..."

Roland sert sert, "Sihirbaz mı?" diye sordu. Parmaklan eksik eliyle Jake'in omzunu kavradı. "Neden ondan böyle söz ediyorsun?"

Susannah, "Çünkü bu onun unvanıydı," dedi. "Oz Sihirbazı!" Roland'ın elini şefkatle ama kesin bir tavırla Jake'in omzundan çekti. "Bırak da çocuk anlatsın. Onu sıkıştırmana hiç gerek yok."

"Canını acıttım mı, Jake? Özür dilerim."

Çocuk, "Hayır, hayır," diye cevap verdi. "Ben iyiyim, merak etme. Her neyse... Dorothy'yle arkadaşları sihirbazın bir tarlaşan olduğunu öğrenmeden önce başlarına türlü şey geldi." Jake kıkır kıkır güldü. Ellerini beş yaşında bir çocuk gibi alnına götürerek saçlarını geriye itti. "Sihirbazın Aslana cesaret, Korkuluğa beyin ve Teneke Oduncuya da bir kalp vermesi imkânsızdı. Daha da kötüsü Dorothy'yi Kansas'a geri göndermesi mümkün değildi. Sihirbazın bir balonu vardı ama adam Dorothy'yi almadan gitti. Böyle yapmak istemiyordu, sanırım. Ama öyle oldu."

"Masalı anlatmandan şunu çıkarıyorum." Roland ağır ağır konuşuyordu. "Dorothy'nin arkadaşlarının istedikleri şeyler zaten başından beri onlarda vardı."

Eddie, "Masaldan alınacak ders bu," diye açıkladı. "Belki de masalı olağanüstü güzel yapan da bu. Ama devamını anlayacağın Dorothy, Oz'da kalakaldı. Sonra Glinda geldi. İyi Glinda. Ve Dorothy'ye kötü cadılardan birini evinin altında ezdiği ve diğerini de erittiği için yakut ayakkabıları nasıl kullanabileceğini söyledi. Bu ayakkabıları kıza zaten Glinda vermişti."

Eddie, l-70'deki kopuk kopuk beyaz çizgiye onun için bırakılmış olan kırmızı, Küba topuklu sokak dövücülerini havaya kaldırdı.

"Glinda, Dorothy'ye yakut ayakkabıların topuklarını üç defa birbirine vurmasını söyledi. Böylece Kansas'a geri dönebilecekti. Gerçekten de öyle oldu."

"Masalın sonu bu mu?"

Jake, "Şey," dedi. "Masal o kadar beğenildi ki, yazarı bu işi sürdürdü. Bin kadar Oz masalı daha yazdı..."

Eddie başını salladı. "Evet. Glinda Kalçalarınızı Nasıl Gerginleştireceğinizi Öğretiyor dışında."

"...ve Oz filmini yeniden çektiler. Bu çılgınca filmde siyahlar oynuyorlardı..."

Susannah, "Sahi mi?" diye sordu. Şaşırmıştı. "Ne garip bir düşünce..."

Jake sözlerini tamamladı. "Ama bence önemli olan ilk kitaptı."

Roland yere çömelerek ellerini onun için bırakılmış olan botların içine soktu. Onları kaldırarak dikkatle baktı, sonra tekrar yere bıraktı. "Ne dersiniz? Onları giymemiz mi gerekiyor? Hemen, burada?"

New York'lu üç arkadaşı kuşkuyla birbirlerine baktılar. Sonunda Susannah hepsinin adına konuştu. Silahşora, hissettiği ama onlarla paylaşamadığı khef'i verdi.

"Belki onları hemen giymememiz daha iyi olacak. Burada çok fazla kötü ruh var."

Eddie daha çok kendi kendine söylermiş gibi, "Takunya ruhlar," diye mırıldandı. Sonra ekledi. "Dinleyin. Ayakkabıları yanımıza alalım. Onları giymemiz gerekiyorsa zamanı gelince bunu herhalde anlarız. O arada hediye getiren tarlaşan'lara karşı dikkatli davranalım."

Bu sözler Jake'i katıla katıla güldürdü. Eddie de öyle olacağını biliyordu zaten. Bazen bir söz ya da bir görüntü bir virüs gibi vücuduna yerleşiyordu. Bir süre orada yaşıyor ve seni güldürüyordu. Ertesi gür tarlaşan'ın çocuk için hiçbir anlamı olmayacaktı belki de. Ama bugün bu sözcüğü her duyuşunda gülecekti. Eddie de Jake'ciğin hiç beklemediği anlarda bu kelimeyi söylemek niyetindeydi.

Doğuya giden şeritlere onlar için bırakılmış olan ayakkabıları aldılar. (Oy'unkileri Jake aldı tabii.) Yeniden ışıltılı saraya doğru yürümeye başladılar..

Roland, Oz, diye düşünerek belleğini araştırdı. Ama bu adı daha önce duyduğunu sanmıyordu. Ya da Yüksek Dil'de biçim değiştirmiş w sözcük olduğunu. Örneğin, chuf chufun Charlie'ye dönüşmesi gibi. Ama Eddie, Jake ve Susannah'nın dünyasında yazılan bir masaldandı. Ama Roland'a daha çok kendi dünyasına aitmiş gibi geliyordu.

Jake, Yeşil Saray'a yaklaşırlarken binanın daha normal gözükmesini bekleyip duruyordu. Disney Dünyası'ndaki şeylere yaklaştığın zaman normal gözükmeleri gibi. Sıradan değil de normal. Köşedeki otobüs durağı, posta kutusu, parktaki bir bank, dokunabileceğin bir şey, istersen üzerine, "Canın cehenneme, Piper!" diye yazabileceğin bir kâğıt gibi bir şey.

Ama öyle olmadı. Olacağı da yoktu. Yolcular Yeşil Saray'a yaklaşırlarken Jake bir şeyin daha farkına vardı. Yaşamı boyunca gördüğü en güzel, en ışıltılı yapıydı bu. Ona güvenemiyordu ama bu gerçeği de değiştirmiyordu. Saray peri masalları kitabındaki bir resme benziyordu. Ustalıkla çizildiği için insana gerçek gibi gelen bir resme. Ve bu da incecik gibi mırıldanıyordu... Ama ses daha hafifti ve kötü de değildi.

Açık yeşil surlar çıkıntılı burçlara doğru yükseliyordu. Kuleler sanki uçuyor ve neredeyse Kansas ovalarının üstünden uçan bulutlara değiyordu. Kulelerin tepesinde daha koyu yeşil, zümrüt rengi direkler vardı. Kırmızı flamalar bunlara takılmıştı. Her bayrakta sarıyla çizilmiş o göz sembolü vardı.

Jake, bu "Crimson King"in işareti, diye düşündü. Aslında onun sigul'u. John Farson'un değil. Bunu nasıl anladığını bilmiyordu. (Nereden bilecekti? Crimson'la ilgili olarak tek bildiği şey Alabama'nın "Crimson Tide"ydi.)

Susannah, "Ne kadar güzel," diye mırıldandı. Jake ona baktı ve genç kadının ağlamak üzere olduğunu düşündü. "Ama nedense hiç de hoş değil. Bunda bir terslik var. Belki tamamiyle kötü sayılmaz. Yani incecik gibi... Ama yine de..."

Eddie, "Hoş değil," dedi. "Evet. Öyle. Belki kırmızı tehlike lambası yok. Ama parlak sarı da aynı şey." Yanağını ovuşturdu. (Bu hareketi Roland'dan öğrenmişti ama bunun farkında bile değildi.) Yüzünde şaşkın bir ifade vardı. "Sanki ciddi bir şey değilmiş gibi. Bunun muzip bir şaka olduğunu sanıyorsun."

Roland, "Bunun bir şaka olduğunu sanmıyorum," diye cevap verdi. "Sizce bu, Dorothy ve ka-tet'inin sahte sihirbazla karşılaştığı yerin bir kopyası olabilir mi?"

Eski New York'lular yine birbirlerine fikirlerini soruyormuş gibi bir kez bakıştılar. Ondan sonra Eddie hepsinin adına cevap verdi. "Evet. Evet, galiba. Tabii filmdeki saraya benzemiyor. Ama bu şey bizim kafamızdan yaratıldıysa tabii ki benzemeyecek. Çünkü biz kitaptaki I. Frank Baum'un çizdiği resimleri de gördük. Bu kitaptaki resimlerden..."

Jake, "Ve kafamızdaki hayallerden alınmış olabilir," dedi.

Susannah bağırdı. "Tamam! Bizim Sihirbaz'ı görmeye gittiğimiz anlaşılıyor!"

Eddie, "Gerçekten," dedi. Filmdeki şarkıyı tekrarlıyorlardı. "Çünkü... çünkü... çünkü... çünkü..."

Susannah'yla Jake şarkıyı birlikte sona erdirdiler. "Çünkü o harika şeyler yapıyor!" Sonra çok hoşlarına gittiği için gülmeye başladılar. Roland ise kaşlarını çatmış onlara bakıyordu. Şaşırdığı ve kendini yine dışlanmış gibi hissettiği belliydi.

Eddie, "Ama size bir şey söylemem gerekiyor, çocuklar," dedi. "Beni Psiko Ay'ın karanlık tarafına göndermek için bir tek harika şey daha yetecek. Hem de bütün bütün sanırım."

Yolcular saraya yaklaşırlarken eyaletlerarası 70 numaralı karayolunun binanın hafifçe kavisli yeşil derinliklerine doğru uzandığını gördüler. Saray orada gözlerini yanıltan bir şey gibi yüzüyordu sanki. Yolcular daha da yaklaştıkları zaman rüzgârda dalgalanan flamaların çıkardıkları sesi duydular. Kendi titreşen yansımalarını gördüler. Suyun dibindeki tropikal mezarlarında dolaşmayı nasılsa başaran boğulmuş insanlar gibi.

Burada koyu mavi camdan bir iç tabya da vardı. Jake bunu mürekkep şişelerine benzetti. Dış surla tabya arasında pas rengi yüksek bir yol uzanıyordu. Bu renk Susannah'nın aklına küçük bir kızken satılan Hires kök birası şişelerini getirdi.

Yolu hem pek büyük, hem de hayalmiş gibi gözüken parmaklıklı bir kapı kapatıyordu. Kapı sanki cama dönüştürülen dövme demirden yapılmıştı. Ustalıkla yapılmış her çubuk başka renkteydi. Ve bu renkler parlak gaz ya da sıvıyla doldurulmuşlar gibi çubukların içinden yayılıyordu.

Yolcular kapının önünde durdular. Gerisinde karayolu yoktu. Gümüş camdan bir avlu vardı. Aslında bu koskocaman yassı bir aynaydı. Derinliklerinde bulutlar sakin sakin yüzüyorlardı. Arada sırada dalışa geçen kuşların yansımaları da öyle. Güneş bu cam avludan yansıyor ve dalgalar halinde sarayın duvarlarına tırmanıyordu. Dipte sarayın iç duvarı ışıltılı yeşil bir kaya gibi yükseliyordu. Burada kara kehribar kadar siyah kemerli dar pencereler vardı. Bir de yine kemerli bir giriş yeri. Burası Jake'e, St. Patrick Katedralini hatırlattı.

Ana kapının sol yanındaki nöbetçi kulübesi bulanık turuncu damarlı krem rengi camdan yapılmıştı. Kırmızı çizgili kapısı açıktı, içerdeki bir telefon kulübesi büyüklüğündeki oda boştu. Ama yerde Jake'in gazeteye benzettiği bir şey duruyordu.

Karanlık girişin iki yanında yukarda daha koyu menekşe rengi camdan ağızları açık iki çirkin yaratık çömelmiş pis pis bakıyorlardı. Sivri dillerini uzatmışlardı.

Kulelerin tepesindeki bayraklar okul flamaları gibi dalgalanıyordu.

Hasat sona ereli bir hafta olmuştu. Kargalar bomboş mısır tarlalarının üzerinde dolaşarak ötüyorlardı. Uzaklarda İncecik vızıldayıp mırıldanıyordu.

Susannah, "Şu kapının çubuklarına bakın," dedi. Hayretler içindeydi, soluğu kesilmiş gibi konuşmuştu.

Jake sarı bir çubuğa doğru eğildi. Burnu neredeyse dokunacaktı. Şimdi hafif sarı bir çizgi yüzünün ortasından iniyordu. Çocuk önce hiç bir şey göremedi ama sonra inledi. Bir tür zerrecik sandığı şeyler aslında yaratıklardı. Canlı yaratıklar. Çubuğun içine hapsedilmişlerdi, sürüler halinde yüzüyorlardı. Akvaryumdaki balıklar gibi. Ama bu yaratıklar görenleri sarsacak kadar insanı andırıyorlardı... Jake kendi kendine, kafaları... dedi. Bence en çok kafaları bizimkilere benziyor. Sanki diklemesine uzanan altınımsı bir denize bakıyorum. Bir okyanus camdan bir çubuğun içine doldurulmuş. Ve toz zerrecikleri kadar küçük, yaşayan mit'ler de bu denize yüzüyorlar. Uzun sarı saçları arkaya doğru uzanmış, balık kuyruklu bir kadın cama yaklaşarak bu dev çocuğa baktı. (Yuvarlak, güzel gözleri şaşkındı.) Sonra hızla yüzerek uzaklaştı.

Jake'in birdenbire başı dönmeye başladı, gücü kesildi. Gözlerini yumdu ve baş dönmesi geçinceye kadar öyle durdu. Sonra gözlerini açarak diğerlerine baktı. "Tanrım! Hepsi de aynı mı?"

İki, üç çubuğun içine bakmış olan Eddie, "Hepsi de farklı sanırım," dedi. Mor çubuğa doğru eğildi. Yanakları eski tip bir floroskobun üzerine eğilmiş gibi aydınlandı. "Şurâdakiler kuşa benziyorlar. Minicik kuşlara."

Jake de baktı ve Eddie'ye hak verdi. Kapının mor çubuğunun içinde kuş sürüleri vardı. Bunlar ancak yazın çıkan tatarcıklar kadardı. O sonsuz alacakaranlıkta başları dönmüş gibi dalıyor, birbirlerinin üzerinden ve altından geçiyorlardı. Kanatları geride küçücük gümüş kabarcıklardan oluşan izler bırakıyordu.

1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət