Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə54/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   62

Batıya, Darağacı Kayası'na doğru giderlerken Roland arkadaşlarına "Susan'ı yakalamışlar," diye açıkladı. "Cam kürede ilk gördüğüm bu oldu."

O kadar dalgın bir tavırla konuşmuştu ki, Cuthbert neredeyse atının dizginlerini çekecekti. Yanındaki bu genç, son aylardaki ateşli âşığa hiç benzemiyordu. Sanki Roland kürenin içindeki pembe havada ilerlemek için bir düş bulmuştu. Ve bir yanı hâlâ orada ilerliyordu.

Cuthbert kendi kendine, yoksa düş mü onu sürüklüyor, diye merak etti.

Alain, "Ne?" diye sordu. "Susan'ı yakalamışlar mı? Nasıl? Kimler? O iyi mi?"

"Onu Jonas yakalamış. Susan'a biraz zarar vermiş ama fazla değil, iyileşecek... ve yaşayacak. Susan'ın hayatının tehlikede olduğuna bir an için bile inansaydım hemen geri dönerdim."

İlerde Darağacı Kayası tozların arasında bir serap gibi kâh beliriyor, kâh kayboluyordu. Cuthbert güneş ışınlarının tankların üzerinde belli belirsiz yıldızcıklar çizdiğini görebiliyor, insanları da seçiyordu. Çok kalabalıktılar. Sürüyle de at vardı. Cuthbert kendi atının boynuna usulca vurdu, sonra da Alain'in, Lengyll'in makineli tüfeğini aldığından emin olmak için arkadaşına baktı. Neyse Alain silahı almıştı. Cuthbert sapanın yerinde olup olmadığını anlamak için elini arkasına, beline uzattı. O da yerli yerindeydi. Geyik derisinden kurşun kesesi de öyle. Şimdi kesenin içinde çelik bilyelerden başka Sheemie'nin çaldığı o büyük havai fişeklerinden de vardı.

Cuthbert, Roland aslında geri dönmemek için bütün irade gücünü kullanıyor, diye düşündü. Bu gerçek onu rahatlattı. Roland bazen onu korkutuyordu. Genç silahşorun içinde çeliğin de ötesinde bir şey vardı. Çılgınlık gibi bir şey. Bu durumda onun sizden yana olmasına seviniyordunuz... Ama çoğu zaman içinde öyle bir şey olmamasını diliyordunuz. Kimin tarafında olursa olsun.

Alain, "Susan nerde?" diye sordu.

"Reynolds onu Deniz Kıyısı'na geri götürmüş... Şimdi kilerde hapis... Ya da hapisti. Hangisi olduğunu kesinlikle söyleyemeyeceğim. Çünkü..." Roland durakladı. Düşünüyordu. "Küre ileriyi görüyor. Ama bazen bunun da ötesinde oluşmaya başlayan geleceği görüyor."

Alain, "Gelecek şimdiden nasıl oluşmaya başlar?" diye sordu.

"Bilmiyorum. Ve her zaman böyle olduğunu da sanmıyorum. Bence bu, Maerlyn'in Gökkuşağı'ndan çok dünyayla ilgili. Şimdi zaman bir tuhaf. Bunu biliyoruz, öyle değil mi? Bazı şeylerin... kayar gibi olduğunu. Sanki her tarafta incecik var. Her şeyi bozuyor. Ama Susan güvende. Bunu biliyorum. Ve bu da bana yetiyor. Sheemie, Susan'a yardım edecek... Ya da şimdi ediyor. Jonas nasıl olduysa Sheemie'yi gözden kaçırmış. O da Deniz Kıyısı'na kadar Susan'ı izlemiş."

Alain, "Aferin Sheemie'ye!" diye bağırarak yumruğunu salladı, "yaşasın." Sonra ekledi. "Ya biz? O gelecekte bizi de gördün mü?"

"Hayır. O görüntü çok çabuk geçti. Küre beni yakalayıp götürmeden önce çabucak bir göz atabildim. Sanki beni uzaklara uçurdu. Ama... ufukta duman olduğunu gördüm. Bunu hatırlıyorum. Yanan tankerlerden çıkan dumanlar da olabilir, Eyebolt'un ağzına yığılan çalılardan çıkanlar da. Ya da ikisi birden. Bana başarılı olacakmışız gibi geliyor."

Cuthbert arkadaşına şaşkınlık ve üzüntüyle bakıyordu. Sorumluluklarını hatırlatmak için yumruklayarak avlunun tozlarının üzerine yuvarlamak zorunda kaldığı o çılgınca âşık genç... şimdi neredeydi o? Onu ne değiştirmiş, saçlarının arasında beyaz tellerin belirmesine ne sebep olmuştu?

Cuthbert genç silahşoru dikkatle süzerek, "İlerdeki çarpışmadan sağ çıkarsak," dedi. "Susan bizimle yolda buluşacak, öyle değil mi, Roland?"

Arkadaşının yüzünde beliren ıstırap dolu ifadeyi görünce o genç âşığın hâlâ orada olduğunu anladı. Ama küre onun sevincini almış, geride sadece keder bırakmıştı. Bunu ve yeni bir amacı. Evet, Cuthbert bunu çok iyi hissediyordu. Ama bu amaç henüz açıklanmıştı.

Roland, "Bilmiyorum," diye cevap verdi. "Nerdeyse onun bizimle buluşmamasını dileyeceğim. Çünkü artık hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağız."

"Ama ne?" Cuthbert bu kez gerçekten dizginleri çekti.

Roland ona sakin sakin baktı ama gözleri dolmuştu.

"Biz ka'nın kuklalarıyız," dedi. "Susan, 'Ka rüzgâr gibi,' diyor." Önce solundaki Cuthbert'e baktı, sonra da sağındaki Alain'e. "Kule bizim ka'mız. Özellikle benim. Ama Susan'ın değil. Susan da benim olmadığı gibi. John Farson'un bizim ka'mız olmadığını biliyoruz. Onun adamana doğru Farson'u yenmek için gitmiyoruz. Sadece onlar bizim yolumuzun üzerindeler." Bir an durdu. "Size başka ne söylememe gerek var?" dermiş gibi elini kaldırdı, sonra da indirdi.

Cuthbert sabırla, "Kule diye bir şey yok ki, Roland," dedi. "O cam kürede ne gördüğünü bilmiyorum. Ama Kule diye bir şey yok. Şey, bir sembol olarak var belki de. Arthur'un Kupası ya da İsa'nın Çarmıhı gibi. Ama gerçek bir şey değil. Gerçek bir bina..."

Roland onun sözünü kesti. "Evet, o gerçek!"

İki arkadaş kararsızca ona baktılar. Genç silahşorun suratında hiçbir kuşku yoktu.

"O gerçek. Ve bunu babalarımız da biliyor. Karanlık toprakların ötesinde Uç-Dünya var. O toprakların adını şimdi hatırlayamıyorum Unuttuğum şeylerden biri de bu. Kara Kule de o Uç-Dünya'da. Onun varlığı babalarımızın sakladığı bir sır. Dünya çökerken onları bunca yıl boyunca bir ka-tet olarak birarada tutan da bu. Gilead'a döndüğümüz zaman onlara gördüklerimi anlatacağım. Tabii dönebilirsek. Ve ben şimdi dönebileceğimize inanıyorum. O zaman babalarımız sözlerimi destekleyecekler."

Alain, "Bütün bunları kürenin içinde mi gördün?" diye sordu. Sesi duyduğu huşu yüzünden alçalmıştı.

"Ben birçok şey gördüm."

Cuthbert, "Ama Susan Delgado'yu değil," dedi.

"Öyle. Bizim ilerdeki adamlarla işimiz bittiği ve Susan da Mejis'le ilişkisini kestiği zaman onun ka-tet'imizde oynadığı rol sona erecek. Kürenin içinde bana seçme hakkı tanıdılar. Ya Susan... onun kocası ve şimdi karnında taşıdığı çocuğun babası olarak yaşamak... ya da Kara Kule." Roland titreyen eliyle yüzünü sildi. "Aslında hemen Susan'ı seçerdim ama bir tek şey vardı. Kule harap oluyor. O yıkılırsa bildiğimiz her şey yok olup gidecek. Hayal edemeyeceğimiz kadar müthiş bir kargaşa başlayacak. Gitmeliyiz... Ve gideceğiz." Kırışmamış, taze yanaklarının yukarsında, taze ve kırışmamış alnının altında çok yaşlı bir katilin gözleri vardı. Eddie Dean'in ilk kez bir uçağın tuvaletindeki aynada göreceği o gözler. Ama şimdi bu gözler çocuksu yaşlarla doluydu.

Ancak sesi hiç de çocuksu değildi.

"Ben Kule'yi seçiyorum. Seçmek zorundayım. Susan başka biriyle mutlu ve uzun bir hayat sürsün. İlerde sürecek de. Bana gelince, ben Kule'yi seçiyorum."


Susan, Sheemie'nin büyük salondaki perdeleri tutuşturduktan sonra bir koşu arka avluya getirdiği Pylon'a bindi. Olive Thorin, Baronluk'un iğdiş edilmiş küheylanlarından birinin sırtındaydı. Sheemie'yi arkasına almıştı. Çocuk Capi'nin ipini tutuyordu. Maria arka kapıyı açarak onlara, "Şansınız açık olsun," dedi. Grup hızla uzaklaşmaya haşladı. Güneş, batı ufkuna yaklaşmıştı. Rüzgâr daha önce etrafa yayılan dumanları süpürüp götürmüştü. Çölde ne olduysa artık sona ermişti... Ya da şimdiki zamanın başka bir katmanında oluyordu.

Susan, Roland, iyi durumda olmalısın, diye düşündü. Seni çok yakında göreceğim, sevgilim... Mümkün olduğu kadar çabuk.

Kız yarım saat kadar sessizce ilerledikten sonra, "Neden kuzeye doğru gidiyoruz?" diye sordu.

"Çünkü en iyisi kıyı yolu."

"Ama..."

"Hişş! Senin kaçtığını görünce önce evi arayacaklar. Tabii konak yanıp kül olmazsa. Seni evde bulamayınca adamları Büyük Yol boyunca batıya yollayacaklar." Olive, Susan'a bir göz attı. Şimdi Hambry' lilerin tanıdığı... ya da tanıdığını sandığı, hakkında pek konuşulmayan telaşlı kadına benzemiyordu. "Ben senin o yönü seçeceğini bildiğime göre, diğerleri de bilecektir. Karşılaşmamamız gereken kimseler."

Susan sesini çıkarmadı. Aklı konuşamayacak kadar karışmıştı. Ama Olive ne yapması gerektiğini biliyordu. Kız da bu yüzden ona minnet duyuyordu.

"Onlar havayı koklayarak batıya doğru gittikleri sırada karanlık bastıracak. Bu geceyi buradan yedi kilometre kadar ötedeki denize yakın mağaraların birinde geçireceğiz. Ben bir balıkçının kızıyım. Bütün o mağaraları biliyorum. Bu konuda benden daha bilgilisi yoktur." Çocukken oynadığı mağaralardan söz etmek Olive'i neşelendirdi. "Yarın istersen batıya doğru gideriz. Korkarım bir süre tombul ve yaşlı bir dulla yol arkadaşlığı yapacaksın. En iyisi bu fikre alışmaya çalış."

Susan, "Çok iyisiniz," dedi. "Sheemie'yle beni yalnız yollamalısınız, sai."

"Ve geri döneyim, öyle mi? Neye döneceğim? Ah, ben mutfakta ekleyen yaşlı iki vag'a bile söz geçiremiyorum. Artık buranın patronu olan Lengyll. Bekleyip bu işi nasıl yaptığını görmek istediğim de yok. Belki o benim deli olduğumu iddia edip pencereleri parmaklıklı bir hücreye kapatılmamı ister. Kendini o zaman daha güvende hisseder. Ya da kentte kalıp Hash Renfrew'nun ayaklarını masalarıma dayayarak nasıl Belediye Başkanlığı yaptığını mı görmeliyim?" Olive güldü. İçten bir gülüştü bu.

"Sai, çok üzgünüm."

Olive inanılmayacak kadar neşeli bir tavırla, "Daha sonra hepimiz üzüleceğiz," dedi. "Şu anda en önemlisi o mağaralara kimseye görünmeden erişebilmek! Herkes birdenbire ortadan kayboluverdiğimizi sanmalı! Dur!"

Olive atının dizginlerini çekerek üzengilerin üzerinde yükseldi. Uygun yerde olup olmadıklarını anlamak için etrafına bakındı. Sonra da başını salladı. Sheemie'yle konuşmak için döndü.

"Delikanlı, artık ihtiyar katırına binerek Deniz Kıyısı'na dönmenin zamanı geldi. Peşimizden gelen atlılar varsa onları uygun birkaç sözcükle geri çevirmelisin. Bunu yapar mısın?"

Sheemie çok üzüldü. "Ben uygun sözcükler bilmiyorum, sai Thorin. Gerçekten. Ben hiç sözcük bilmiyorum zaten."

"Saçma." Olive, Sheemie'yi alnından öptü. "Katırı şöyle tırısa kaldır. Güneş, şu tepeleri aydınlattığı zaman arkamızdan gelen kimse olmadığını anlarsan yeniden kuzeye dön. Ve bizi izle. Biz seni yol tabelasının yanında bekleyeceğiz. Nereyi kastettiğimi biliyor musun?"

Sheemie bildiğini sanıyordu. Hem de bu tabela kendi küçük dünyasının en kuzey sınırını belirtmesine rağmen. "Şu kırmızı tabela mı? Üzerinde bir sombrero var. Ok da kenti işaret ediyor."

"Evet, ta kendisi. Karanlık bastıktan sonra fazla ilerleyemeyeceksin. Ama bu gece ay çok parlak olacak. Hemen gelemezsen biz seni bekleriz. Ama şimdi geri dönmen ve bizi izleyen adamlar varsa onları şaşırtman gerekiyor. Beni anlıyor musun?"

Sheemie anlıyordu. Olive'in atından kayarak indi. Dilini şaklatarak Caprichoso'yu öne çıkardı ve katırın sırtına tırmandı. Hayvanın sırtına otururken katırın ısırdığı yer acıdığı için yüzünü buruşturdu. "Dediğini yapacağım, Olive sai."

"Aferin, Sheemie. Aferin. Haydi şimdi git bakalım."

Susan, "Sheemie," dedi. "Lütfen bir dakika yanıma gel."

Çocuk bu isteği yerine getirdi. Şapkasını önünde tutuyor ve kıza taparcasına bakıyordu. Susan eğilerek onu öptü. Ama alnından değil, dudaklarından. Sheemie neredeyse bayılacaktı.

Kız, "Teşekkür ederim, sai," dedi. "Her şey için."

Sheemie başını salladı. Konuşmaya başladığı zaman sesi ancak bir fısıltı gibiydi. "Bu sadece ka'ydı. Bunu biliyorum... Ama seni seviyorum, Susan sai. Güvenle git. Yakında görüşürüz."

"Bunu sabırsızlıkla bekleyeceğim."

Ama ikisi için de "yakında" diye bir şey yoktu. Ne de ilersi. Sheemie katırın sırtında güneye doğru giderken bir defa dönüp geriye baktı ve el salladı. Susan da elini kaldırarak ona karşılık verdi. Sheemie'nin kızı bu son görüşüydü. Belki de birçok açıdan böylesi daha iyi oldu.

Latigo Darağacı Kayası'ndan bir buçuk kilometre öteye nöbetçiler dikmişti. Ama Roland, Cuthbert ve Alain'in tanklara yaklaşırlarken rastladıkları sarışın çocuk şaşkındı, kendine güvenemiyordu. Kimse için bir tehlike kaynağı değildi. Delikanlının ağzının ve burnunun etrafında iskorbüt yaraları vardı. Bundan da Farson'un bu görev için yolladığı adamların atlarını hızla sürerek uzun yollar aştıkları ve fazla taze yiyecek bulamadıkları anlaşılıyordu.

Cuthbert İyi Adam'ın işaretini yaptı. Ellerini kenetleyerek göğsüne götürdü. Sol eli sağın üzerindeydi. Sonra da iki elini birden sarışın gence uzattı. Bu sigul genç nöbetçinin minnetle gülümsemesine ve aynı şeyi tekrarlamasına neden oldu.

Sarışın delikanlı koyu bir İç-Dünya lehçesiyle, "Orada, gerilerde neler oluyor?" diye sordu. Roland onun bir kuzeyli gibi konuştuğunu düşündü.

Cuthbert cevap verdi. "Üç çocuk iki önemli adamı öldürdü. Sonra da dağa kaçtılar." Korkunç bir taklit yeteneği vardı. Şimdi de sarışın gencin aksanını kusursuzca taklit ediyordu. "Bir çarpışma oldu. Tabii artık sona ermiş olmalı. Ama çarpışma korkunçtu."

"Ne..."

Roland sert sert, "Zamanımız yok," dedi. "Haberler getirdik." Ellerini göğsünde kavuşturdu, sonra da öne doğru uzattı. "Selam! Farson!"



Sarışın çocuk da hemen, "İyi Adam!" diye karşılık vererek Roland'ı selamladı. Genç silahşorun yüzündeki ifadeden, zamanımız olsaydı bu gence nereden geldiğini ve kimlerden olduğunu sorardım, diye düşündüğü anlaşılıyordu. Üç arkadaş sarışın nöbetçinin önünden geçerek Latigo'nun kampının sınırını aştılar. Her şey bu kadar kolay oldu.

Roland, "Unutmayın," dedi. "Vurup kaçacağız. Hiçbir şey için yavaşlamayacağız. Ulaşamadıklarımızı geride bırakacağız, ikinci bir saldırı olmayacak."

Cuthbert, "Tanrılar," diye mırıldandı. "İkinci diye bir şeyi ağzına bile alma." Ama gülümsüyordu. Sapanını ilkel kılıfından çıkarıp başparmağıyla lastiğini denedi. Sonra yine başparmağını yalayarak elini rüzgâra doğru kaldırdı. Bu yönde ilerlerlerse bir sorun çıkmayacaktı. Rüzgâr sertti ama arkalarından esiyordu.

Alain, Lengyll'in makineli tüfeğini omzundan indirerek ona kuşkuyla baktı. Sonra da sürgüyü geri çekti. "Bu silah konusunda tereddütlerim var. Tüfek dolu nasıl kullanılacağını anladığımı sanıyorum. Ama..."

Roland, "Öyleyse onu kullan," dedi. Üç arkadaş şimdi gitgide hızlanıyorlardı. Atlarının nalları bastırılmış toprağa gürültüyle vuruyordu. Rüzgâr şiddetlenerek serape'lerinin önünü şişirdi. "O silah böyle işler için yapılmış. Tutukluk yaparsa makineliyi at ve kendi tabancanı kullan. Hazır mısın?"

"Evet, Roland."

"Ya sen?"

Bert abartılı bir Hambry lehçesiyle, "Evet," dedi. "Hazırım. Gerçekten."

İlerde grup grup insanlar tankerlerin önünden, arkasından dolaşarak sıraya dizilmiş taşıtları gitmeye hazırlarken toz bulutlan yükseliyordu. Atsız adamlar dönerek yeni gelenlere merakla baktılar. Ama tehlikeli olacak bir endişeye kapılmadılar.

Roland iki tabancasını da çekti. "Yaşasın!" diye haykırdı. "Yaşasın! Gilead!"

Aceleci'yi mahmuzlayarak dörtnala koşturmaya başladı. Diğer iki çocuk da onu izlediler. Cuthbert yine ortadaydı. Dizginlerin üzerine oturmuş, sapanını eline almıştı. Sıkıca birbirine bastırdığı dudaklarının arasından kükürtlü kibritler uzanıyordu.

Silahşorlar çılgın gibi atlarını Darağacı Kayası'na doğru sürdüler.


Susanla Olive, Sheemie'yi güneye doğru yolladıktan yirmi dakika sonra sert bir virajı döndüler ve üç atlıyla karşı karşıya geldiler. Kız aksam güneşinin eğrilemesine gelen ışıklarında ortadaki adamın elindeki mavi tabut dövmesini gördü. Reynolds'du bu adam. Susan'ın yüreğine indi.

Reynolds'un solundaki adamı tanımıyordu. Başında lekeli bir kovboy şapkası vardı, tembel tembel, yan yan bakıyordu. Solundaki taş Kalpli bir vaize benzeyen adamsa Laslo Rimer'di. Reynolds, Susan'a gülümsedikten sonra dönüp Rimer'e baktı.

"Ah, Las'la ben bilmem ne kâtibi ve feşmeken bakanı olan kardeşini yolcu etmek için birer kadeh içki bile içemedik," dedi. "Kente gelir gelmez bizi ayağımızın tozuyla buraya yolladılar. Bunu yapmak istemiyordum ama... Kahretsin! O yaşlı kadın müthiş biri! Bir cesedi bile cinsel ilişkide bulunmaya kandırabilir. Bu kabalığımı bağışlayın. Ama korkarım halanın bir iki tahtası eksilmiş, sai Delgado. O..."

Susan ona, "Arkadaşların öldü," diye açıkladı.

Reynolds durakladı, sonra da omzunu silkti. "Ah... Belki öyle, belki değil. Ama onlar sağ olsalar bile ben yine de yalnız başıma gitmeye karar verdim. Fakat kentte bir gece daha kalabilirim. Şu Hasat meselesi... Dış Kavis'tekilerin bu bayramı kutlamalarıyla ilgili çok şey duydum. Özellikle ateş konusunda."

Yan yan bakan adam boğazında balgam varmış gibi bir ses çıkararak güldü.

Olive, "Çekilin de geçelim," dedi. "Bu kız hiçbir şey yapmadı. Ben de öyle."

Rimer, "O Dearborn'un kaçmasına yardım etti," diye homurdandı. Senin kocanı ve benim kardeşimi öldüren katilin! Bu 'hiçbir şey' diye tanımlanamaz."

Olive, "Tanrılar Kimba Rimer'i o açıklığa götürsünler," dedi. "Ama aslında gerçek şu: Kardeşin bu kentin hazinesinin yarısını götürdü. John Farson'a vermediklerini de kendine sakladı."

Rimer tokat yemiş gibi irkildi.

"Ah, bunu bildiğimin farkında değildin sanırım! Hepiniz beni çok aşağı gördünüz, Laslo. Buna kızabilirim... Ama senin gibilerin bana önem vermelerini neden isteyeyim? Midemi bulandıracak kadar çok şey bildiğimi söyleyelim, olsun bitsin. Şu yanındaki atlının..."

Rimer, "Kes sesini!" diye bağırdı.

"...kardeşinin o kara kalbini yarıp açtığından eminim! Sai Reynolds'un o sabah erkenden o bölüğe girdiğini görmüşler. Bana öyle söylediler..."

"Kes sesini, dişi köpek!"

Reynolds, "Onu dinleyip dilini tutsan daha iyi olur, sai," dedi. Yüzündeki o tembelce, neşeli ifade kaybolur gibi olmuştu. Susan, insanların neler yaptığını bilmelerinden hoşlanmıyor, diye düşündü. Hatta en güçlü adam durumuna gelmiş olmasına ve diğerlerinin öğrendiklerinin ona bir zararı dokunmayacağını bilmesine rağmen. Ve tabii Jonas'sız yine de zayıf. Çok zayıf. Kendisi de bunu biliyor.

Olive, "Bırakın da geçelim," dedi.

"Hayır, sai, bunu yapamam."

"O halde ben size yardım edeyim. Olur mu?"

Olive bu konuşma sırasında elini usul usul o çok bol serape'sinin altına sokmuştu. Şimdi büyük ve eski bir silah çıkardı. Tabancanın kabzası sararmış fildişinden, telkari süslemeli namlusu lekeli eski gümüştendi. Tepesinde pirinçten barut ve ateş yeri vardı.

Olive aslında silahı çekmese daha iyi olacaktı. Tabanca serape'sine takıldı. Kadın onu zorlukla kurtarabildi. Horozu itmeseydi yine daha iyi olacaktı. Bunu yapmak için iki başparmağını kullanmak ve uzun uzun uğraşmak zorunda kaldı. Ama üç adam Olive'in elindeki tüfek yavrusu yüzünden şaşıp kalmışlardı. Diğer ikisi gibi Reynolds da. Ağzı bir karış açık, atın sırtında oturuyordu. Jonas bu sahneyi görseydi hüngür hüngür ağlardı.

Yolu kapamış olan üç adamın arkasından yaşlı, çatlak bir ses yükseldi. "Onu öldürün! Neniz var sizin, gerizekâlılar? ONU GEBERTİN!"

Reynolds bu çığlıkları duyunca irkildi ve elini tabancasına attı.

Çok hızlı hareket etti ama Olive'e fazla zaman tanımıştı. Yenilmişti. Keklikle. Tabancasının kabzasını kavrayarak silahını kılıfından çıkarırın Belediye Başkanı'nın dul karısı harekete geçti. Eski silahı iki eliyle kavrayarak tadı kötü bir şey yemek zorunda kalan küçük bir kız gibi gözlerini yumdu. Ve tetiği çekti.

Kıvılcım çaktı ama barut ıslaktı. Sadece puuuf diye bir ses çıkardı ve mavi dumanlar arasında kayboldu. Silahtan fırladığı takdirde Clay Reynolds'un kafasını uçuracak büyüklükteki kurşun namlunun içinde kaldı.

Bir an sonra Reynolds'un tabancası patladı. Olive'in atı kişneyerek şaha kalktı. Kadın iğdiş edilmiş küheylanın üzerinden tepetaklak yere düştü. Serape'sinin turuncu çizgisinde kara bir delik açılmıştı. Kadının tam kalbinin üzerindeki çizgide.

Susan çığlıklar attığını farketti. Sanki sesi çok uzaklardan geliyordu. Belki bir süre bağırmayı sürdürecekti. Ama sonra yoldaki adamların arkasından gelen bir midillinin nal seslerini duydu... Ve ne olduğunu anladı. Tembel bakışlı adam onun görmesi için yana çekilmeden önce bile anladı ve sustu.

Cadıyı dörtnala Hambry'ye götürerek bitkin düşen midillinin yerine yenisi koşulmuştu. Ama araba aynıydı. Aynı siyah araba, aynı sarı tılsımlı işaretler ve aynı sürücü. Rhea elinde dizginler, arabada oturuyordu. Başını paslanmış eski bir robot gibi iki yana sallıyor, Susan'a neşesizce sırıtıyordu. Bir ceset de ancak böyle sırıtırdı.

Cadı, Susan dürüst olduğunun kanıtlanması için o uzun aylar önceki gece kulübeye gittiği zaman yaptığı gibi, "Merhaba, tatlım," dedi. Kız o gece Cöos Tepesi'ne giderken çoğunlukla koşmuştu. Sırf neşeli olduğu, Öpen Ay'ın ışıkları altında kanı kaynadığı için. Yüzü pembeleşmişti. "Kayıtsız Aşk" şarkısını söylüyordu.

Rhea dilini şaklatarak midilliyi atlıların birkaç adım önünde durdurdu. "Biliyor musun, dostların ve cilveleştiğin o çocuk benim küremi çaldılar." Reynolds bile büyücüye endişeyle bakıyordu. "O güzelim sihirli küremi aldılar. O kötü çocuklar bunu yaptılar işte. O çok çok kötü çocuklar. Ama küre bendeyken bana çok şey gösterdi. Evet, öyle ya Küre ileriyi görüyor. Hem de birkaç biçimde. Bunların çoğunu unuttum... Ama hangi yoldan geleceğini değil, tatlım. Ölüsü şurada yatan o yaşlı dişi köpeğin seni nereye götüreceğini unutmadım. Ve şimdi kente dönmen gerekiyor." Sırıtışı yayıldı ve daha da iğrenç bir hal aldı "Bayram zamanı geldi, anlıyor musun?"

Susan, "Bırak da gideyim," dedi. "Yoksa Gilead'lı Roland senden bunun hesabını sorar."

Rhea ona aldırmadan Reynolds'a döndü. "Kızın ellerini önden bağla. Arabamda ayakta dursun. Kentliler onu görmek isteyecekler bu istedikleri de olacak. Halası işini iyi yaparsa kalabalık toplanacak, Haydi, onu indir. Çabuk ol."
Alain sadece, bu adamların etrafından dolaşabilirdik, diye düşünecek kadar zaman bulabildi. Roland'ın söyledikleri doğruysa o zaman tek önemli şey büyücünün küresi. O da bizde. Onların etrafından dolaşabilirdik.

Ama tabii bu imkânsızdı. Yüz kuşaklık silahşor kanı bunu kabul edemezdi. Kule var olsun olmasın hırsızların ganimeti ele geçirmelerine izin verilemezdi. Durdurulmaları ihtimali olduğu sürece.

Alain öne doğru eğilerek atının kulağına fısıldadı. "Ben ateş etmeye başladığım zaman şaha kalkar ya da yana kaçmaya başlarsan o lanet olasıca beynini uçururum."

Roland öne geçti. Daha güçlü olan atıyla diğerlerinden hızlı gidiyordu. En yakındaki grubu oluşturan adamlar Roland ateşe başlayıncaya kadar aptal aptal baktılar. İçlerinden beşi altısı atlıydı, on ikisin da daha fazlası yaya. Tankerleri oraya kadar çekerek getiren öküzleri inceliyorlardı. Ateş başlayınca adamlar keklik gibi etrafa dağıldılar. Roland her atlıyı vurdu. Hayvanları gitgide genişleyen bir yelpaze çizer gibi kaçtılar. Dizginleri yerde sürünüyordu. (Ölü bir asker de.) Birileri bir yerde, "Yağmacılar, yağmacılar!" diye haykırıyordu. "Atlarınıza binsenize, ahmaklar!"

Üç arkadaş adamların üzerlerine giderken Roland bağırdı. "Alain! Bu tankerlerin önünde silahlı adamlar ve atlılar toplanıyorlardı. Sayıları pek fazla değildi. İtişip kakışıyor, beceriksizce bir savunma hattı oluşturmaya çalışıyorlardı. "Şimdi! Şimdi!"

Alain makineli tüfeği kaldırdı. Silahın paslı dipçiğini omuz çukuruna dayadı. Hızla ateş eden silahlar konusunda bildiği pek az bir şeyi hatırlamaya çalıştı. Aşağıya doğru hedef al. Namluyu hızla ve düzgünce sağa sola çevir.

Delikanlı tetiğe dokundu ve makineli tozlu yerde böğürmeye başladı. Arka arkaya geri tepiyor, delikli namlusundan parlak alevler fışkırtıyordu. Alain namluyu sağdan sola doğru kaydırdı. Bağıran, dağılan savunucuların yukarsına, tankerlerin yüksek çelik yanlarına nişan alıyordu.

Üçüncü tanker sanki kendi kendine patladı. Çıkan ses Alain'in o zamana kadar duyduğu patlamalara hiç benzemiyordu. Bu boğuk, sert, yırtılmaya benzeyen sese turuncumsu kırmızı parlak alevler eşlik etti, Çelik kabuk iki yarım parça halinde yükseldi. Biri havada döne döne otuz metre kadar yükseldi. Sonra alev alev yanarak çölün kumlarının üzerine düştü. Diğeri ise yağlı kara bir duman çıkararak havaya uçtu. Yanan bir tahta tekerlek gökyüzünde bir tabak gibi döne döne yükseldi. Sonra yanan kıymıklar ve fışkıran kıvılcımlar arasında tekrar yere döndü.

Adamlar haykırarak kaçıştılar. Bazıları yayaydı. Bazıları ise atlarının sırtına iyice yatmışlardı. Gözleri panikle irileşmişti.

Alain tanker sırasının sonuna erişince namlunun yönünü değiştirdi. Makineli tüfek artık ellerinin arasında kızmıştı. Ama çocuk parmağını tetikten çekmiyordu. Bu dünyada, bulduğun şeyi çalışabilir durumda olduğu sürece kullanırdın. Altında atı Alain'in söylediği her sözü anlamış gibi koşuyordu.

1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət