Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə51/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   ...   62

Alain sordu. "Ateş başladığı zaman Darağacı Kayası'ndakiler gürültüyü duyacaklar, öyle değil mi?"

Roland, "Evet," anlamında başını salladı. "Rüzgâr bizden onlara doğru esiyor. Onun için hiç kuşku yok."

"O halde çok hızlı hareket etmemiz gerekiyor."

"Olabildiğince hızlı davranacağız." Roland, Büyük Salon'un arkasında birbirine girmiş yeşil çitlerin arasında nasıl durduğunu hatırladı. Şahini David kolundaydı. Dehşetin neden olduğu terler sırtından akıyordu. Şahine, "Bugün öleceksin sanırım," demişti. Ve bu dediği de çıkmıştı. Ama kendisi yaşamış ve sınavı geçmişti. Doğuya bakan sınama koridorundan çıkmıştı. Bugün sınanma sırası Cuthbert'le Alain'deydi. Ama Gilead'da, Büyük Salon'un arkasındaki geleneksel sınav yerinde değillerdi. Hayır, şimdi burada Mejis'teydiler. Kötü Çayırların, çölün ve uçurumun sınırında duruyorlardı. Eyebolt Kanyonu'nun.

Alain arkadaşının kafasından geçenleri okumuş gibi, "Ya kanıtla ya da öl." dedi. "Eninde sonunda buna dayanıyor."

"Evet. Her zaman eninde sonunda buna dayanıyor. Buraya ulaşmaları ne kadar alır dersin?"

"En aşağı bir saat sanırım. Hatta belki de iki."

"'Bak ve İlerle' yöntemini uygulayacaklar."

Alain başını salladı. "Evet, öyle sanırım."

Cuthbert, "İşte bu kötü," dedi.

Roland, "Jonas otların arasında pusuya düşmekten korkuyor," di. ye açıkladı. "Hatta belki de etrafını ateşle çevirmemizden. Otlardan kurtulunca gevşeyecekler."

Cuthbert, "Öyle yapacaklarını umuyorsun," dedi.

Roland ciddi ciddi başını salladı. "Evet. Öyle umuyorum."

Reynolds kızı götürürken başlangıçta kaybolmaya başlayan izlerin üzerinde atları hızla yürütmekle yetindi. Ama Jonas, Lengyll ve diğerlerinden ayrıldıktan otuz dakika kadar sonra atını tırısa kaldırdı. Pylon, Reynolds'un atına kolaylıkla ayak uydurdu. Kovboy on dakika sonra hızlarını iyice arttırdığı zaman da öyle.

Susan bağlı elleriyle eyer kaşını kavramıştı. Reynolds'un sağında atın sırtında rahatça oturuyor, saçları arkaya doğru uçuşuyordu. Kız yüzünün renk renk olduğunu düşünüyordu. Ona yanaklarının derisi eskisine göre beş santim daha kabarmış gibi geliyordu. Yüzü berelenmişti, sızlıyordu. Hatta esen rüzgâr bile canının biraz yanmasına neden oluyordu.

Kötü Çayırlar yerini uçuruma bıraktığı yerde Reynolds atları soluklandırmak için durdu. Kendisi de hayvandan atlayarak kıza arkasını döndü ve işemeye başladı. O bu işle meşgulken Susan yamaca doğru baktı ve kalabalık bir sürü gördü. Şimdi hayvanların başlarında kimse yoktu ve en kenardaki atlar etrafa dağılmaya başlıyorlardı. Belki bu kadarcık olsun bir başarı kazanmışlardı. Fazla bir şey değildi. Ama bu yine de bir başarı sayılırdı.

Reynolds, "Gerekli şeyi yapmaya ihtiyacın var mı?" diye sordu "Varsa attan inmene yardım ederim. Ama şimdi, 'Hayır,' deyip daha sonra bu yüzden vızıldamaya başlama."

"Sen korkuyorsun. Evet, sen iriyarı cesur bir 'düzenleyicisin' ama yine de korkuyorsun. Öyle değil mi? Evet, tabut dövmesine filan rağmen."

Reynolds kızı aşağılarcasına gülmeye çalıştı. Ama bu sabah bunu pek de başaramazdı. "Fala bakmayı bu işin ustalarına bırakmalısın, küçük hanım. Şimdi söyle, gerekli şey için durmak istiyor musun, yoksa istemiyor musun?"

"Hayır. Ama sen gerçekten korkuyorsun. Seni korkutan nedir?"

Reynolds tahmin ettiği gibi Jonas'tan ayrılır ayrılmaz o kötü duyguların etkisinden kurtulmuştu. Umduğu gibi. Şimdi de sadece bunu biliyordu. Kıza bakarak sırıtırken tütünden lekelenmiş dişleri ortaya çıktı. "Mantıklı konuşamayacaksan, sesini kes."

"Neden beni bırakmıyorsun? Bırak da gideyim. O zaman arkadaşlarım bize yetiştikleri zaman senin için de aynı şeyi yaparlar."

Reynolds horultuya benzeyen bir ses çıkararak güldü. Hemen hemen gerçekten gülüyormuş gibiydi. Atına binerek boğazını temizledi ve yere tükürdü. Şeytan Ayı gökyüzünde uçuk renkli, şişmiş bir topa benziyordu. Kovboy, "Hayal kurabilirsin, sai," dedi. "Hayal kurmak bedava. Ama o üç çocuğu bir daha göremeyeceksin. Onlar ölecek ve vücutlarını da kurtlar kemirecek. Gerçekten. Haydi gidelim artık."

Atları sürdüler.

Hasat Bayramı'ndan önceki gece Cordelia gidip yatmadı. Bütün geceyi oturma odasındaki koltuğunda geçirdi. Kucağında yine örgüsü vardı. Ama ne bir tek ilmek attı, ne de söktü. Şimdi saat ona geliyor ve sabah güneşinin ışıkları parlaklaşmaya başlıyordu. Cordelia hâlâ o koltukta oturuyor ve boş gözlerle ileriye doğru bakıyordu. Zaten bakılacak ne vardı ki? Her şey altüst olmuş, gürültüyle şangur şungur parçalanmıştı. Thorin'in belki de daha sağlığında Susan'a ve onun çocuğuna bir servet bağışlayacağı umutları. Sağken olmasa bile ölümünde kesinlikle miras bırakacağı, yukarı tırmanıp toplumdaki gerçek yerini bulacağı umutları. Gelecekle ilgili bütün planları. Her şey kendilerine "akim olamayan dikbaşlı iki çocuk yüzünden mahvolup gitmişti.

Şimdi kucağında örgüsüyle eski koltuğunda oturuyordu. Susan'ın yanağına sürdüğü kül dağlamayla yapılmış bir yaraya benziyordu Cordelia, ilerde bir gün bu koltukta ölümü bulacaklar, diye düşünüyor. du. Yaşlı, fakir ve unutulmuş. O nankör çocuk! Onun için bütün yaptıklarımdan sonra!

Daldığı düşüncelerinden uyanmasına birinin pencereye tırnaklarını hafifçe sürmesi neden oldu. Bunun ne kadardır sürdüğünü bilmiyordu. Sonunda farketmişti sesi. Hışırtıyı duyunca örgüsünü bir yana bıraktı ve ne olduğunu anlamak için kalktı. Belki camın önündeki bir kuştu. Ya da Hasat oyunu yapan çocuklar. Onlar dünyanın sona erdiğinin farkında bile değillerdi. Ne olursa olsun pencerenin önündeki şeyleri kovalayacaktı.

Cordelia önce hiçbir şey göremedi. Sonra tam döneceği sırada avlunun kenarındaki arabayla midilliyi farketti. Araba insanı biraz endişelendirecek gibiydi. Siyahtı ve üzerine sarı boyayla semboller yapılmıştı. Arabaya koşulmuş olan midilli başını eğmişti ama otlatmıyordu. Yarı ölü hale gelinceye kadar koşturulmuş gibiydi.

Cordelia kaşlarını çatmış arabaya bakarken tam önünde, aşağıdan çarpılmış, pis bir el uzandı ve tekrar camı tırmalamaya başladı. Cordelia inledi. Kalbi hop ederken ellerini göğsüne bastırdı. Bir adım geriledi. Baldırı sobanın önündeki alçak paravana sürtününce bir çığlık attı.

Uzun, pis tırnaklar cama iki defa daha sürüldü. Sonra el indirildi.

Cordelia bir an olduğu yerde kararsızca durdu. Sonra kapıya gitti. Ama önce eğilerek odun kabından eliyle kavrayabileceği bir huş kütüğü kaptı. Sonra kapıyı hızla açıp evin köşesine gitti. Derin bir soluk alarak sakinleşmeye çalıştı. Köşeyi dönüp bahçeye girdi. O arada huş kütüğünü de havaya kaldırdı.

"Kimsen hemen çıkıp git! Defol yoksa..."

Gördüğü şey yüzünden sesi birdenbire kesiliverdi, inanılmayacak kadar yaşlı bir kadın evin yanındaki don nedeniyle çiçekleri ölmüş olan tarhta sürünüyordu. Sürünerek ona doğru geliyordu, ihtiyarı" saçlarından geride kalmış sicim gibi beyaz birkaç tutam suratına dönüşmüştü. Yanaklarında ve alnındaki yaralardan iltihap akıyordu. Dudakları çatlamıştı, etbenleri dolu sivri çenesine doğru kanlar sızıyordu. Göz akları grimsi sarıydı. Hareket ederken ciğerlerinden patlak bir köpüğünki gibi sesler çıkıyordu.

Bu hortlak, "iyi kadın, bana yardım et," diye inledi. "Lütfen bana yardım et. Çünkü ben mahvoldum."

Cordelia'nın huş kütüğünü kavramış olan eli yanına düştü. Gördüklerine inanamadı. "Rhea?" diye fısıldadı. "Rhea, sen misin?"

Rhea da fısıltıyla karşılık verdi. "Evet..." Ölü ipek çiçeklerinin arasından sürünüyor, ellerini soğuk toprağa bastırıyordu.

Cordelia geriledi. Uydurma sopası şimdi dizlerinin hizasındaydı. "Hayır, ben... Ben senin gibi bir yaratığı evime alamam... Seni bu halde gördüğüm için üzgünüm ama... Anlayacağın benim de bir şerefim var... İnsanlar beni yakından gözetliyorlar... Gerçekten."

Kadın bu son sözleri söylerken anayola doğru baktı. Sanki kentlilerin bahçe kapısına toplanıp bu sahneyi merakla seyrettiklerinden emindi. Yalanlar uydurup kötü kötü dedikodu yapmak için sabırsızlanıyorlardı. Ama kimse yoktu orada. Hambry sessizliğe gömülmüştü. Sokaklar ve geçitler bomboştu. Hasat Bayramı'na özgü neşeli gürültüler de duyulmuyordu. Cordelia sonra ölü çiçeklerinin' arasına kadar gelebilen yaratığa baktı.

Toprakta yatan şey, "Bunu... yeğenin yaptı..." diye fısıldadı. "Bütün suç... onda..."

Cordelia elindeki kütük parçasını düşürdü. Odun ayak bileğine çarptı ama kadın bunu pek farketmedi. Parmakları kıvrıldı ve elleri yumruklara dönüştü.

Rhea yine fısıltıyla, "Bana yardım et," dedi. "Onun... nerde... olduğunu biliyorum... Yapmamız gereken... şeyler var... Biz iki... kadının... yapabileceği şeyler..."

Cordelia bir an tereddüt etti. Sonra cadıya yaklaşarak onun yanında diz çöktü. Kolunu Rhea'ya dolayarak onu ayağa kaldırmayı başardı. Büyücüden mide bulandıran pis bir koku yayılıyordu. Çürüyen etlerin kokusu.

Cordelia cadıyı eve sokarken Rhea kemik gibi parmaklarla onun yüzünü ve boynunun yanını okşadı. Cordelia'nın tüyleri diken diken oldu ama cadıdan uzaklaşmadı. Büyücü bir koltuğa çöktü. Hem solukluyor, hem yelleniyordu.

Cadı ıslık çalarmış gibi bir sesle, "Beni dinle," dedi.

"Dinliyorum..." Cordelia bir iskemle çekerek Rhea'nın yanına oturdu. Belki büyücü ölümün eşiğindeydi ama size baktığı zaman gözlerinizi ondan kaçıramıyordunuz. Rhea parmaklarını pis elbisesinin göğsünden içeri sokarak bir tür gümüş muska çıkardı. Ve bunu hızla öne arkaya sallamaya başladı. Sanki tespih çekiyordu. Bütün gece hiç uykusu gelmeyen Cordelia'ya ağırlık bastı.

Rhea, "Diğerlerine erişemeyiz," diye açıkladı. "Küre elimden kaçtı. Ama o kız!.. Onu tekrar Belediye Başkanı'nın evine götürdüler. Belki onunla ilgilenebiliriz. Evet, belki bu kadarını yapabiliriz."

Cordelia uykuda gibi, "Sen hiçbir şey yapamazsın," dedi. "Ölüyorsun..."

Rhea hırıltılı hırıltılı güldü. Ağzından sarımsı bir salya aktı. "Ölüyor muyum? Hayır! Sadece bitkinleştim ve beni canlandıracak bir şeylere ihtiyacım var. Şimdi beni dinle, Hiram'ın kızı ve Pat'in kardeşi Cordelia!"

Kemikli (ve şaşılacak kadar güçlü) kolunu Cordelia'nın boynuna dolayarak onu kendine çekti. Aynı anda diğer elini kaldırarak gümüş madalyonu kadının irileşmiş gözlerinin önünde döndürmeye başladı. Usul usul bir şeyler fısıldıyordu. Cordelia da onu anladığını belirtmek ister gibi başını sallıyordu.

Rhea sonunda onu bırakarak, "O halde bunu yap," dedi. Koltukta bitkinlikle büzüldü. "Şimdi. Çünkü ben bu halde fazla dayanamam. Ondan sonra biraz zamana ihtiyacım olacak. Bunu da bilesin. Yani canlanabilmek için."

Cordelia odada ilerleyerek mutfağa gitti. Orada, elle çalıştırılan su tulumbasının yanındaki tezgâhın üzerinde bir tahta duruyordu. Buna sivri iki bıçak sokulmuştu. Cordelia onlardan birini alarak geri döndü. Dalgın dalgın sanki uzaklarda bir yere bakıyordu. Susan da Rhea'yla Öpen Ay'ın ışıkları altında kadının kulübesinin açık kapısının önünde durduğu zaman onun gözlerinde de aynı ifade belirmişti.

Rhea, "Ona yaptıklarını ödetecek misin?" diye sordu. "Sana bu yüzden geldim."

Cordelia güç duyulacak bir sesle mırıldandı. "Ah, Çok Genç ve Çok Güzel, Küçük Hanım." Bıçak olmayan elini rüyada gibi kaldırarak o pörsülmüş yanağına dokundu. "Evet. Ona her şeyi ödeteceğim. Gerçekten."

"Ölümüne kadar mı?"

"Evet. Ya o ya da ben ölünceye kadar."

Rhea, "Ölecek olan o," diye açıkladı. "Bundan hiç endişen olmasın. Şimdi beni canlandır, Cordelia. İhtiyacım olan şeyi bana ver."

Cordelia elbisesinin önündeki düğmeleri açtı. Korsajı iki yana çekerken sıska göğüsleri ortaya çıktı. Son yıl yavaş yavaş göbeklenmeye başlamıştı. Elindeki bıçakla üstteki gömleğini ve alttaki etleri kesti. Ve beyaz pamuklu yarığın iki yanı hemen kıpkırmızı kesilmeye başladı.

Rhea, "Evet," diye fısıldadı. "Güller gibi. Çoğu zaman onları hayal ediyorum. Açmış olan gülleri... Ve dünyanın ucunda onların arasından yükselen o kapkara şeyi. Yaklaş!" Cadı elini Cordelia'nın sırtına dayayarak onu yaklaştırdı. Bir an kadının yüzüne baktı. Sonra sırıtarak dudaklarını yaladı. "İyi. Yeterli sayılır."

Cöos'lu Rhea gömlekteki kırmızı yırtığa yüzünü gömerek kanını içerken Cordelia cadının başının üzerinden boş boş ileriye doğru bakıyordu.
Roland dizgin ve tokaların boğuk şıkırtısı arkadaşlarıyla uzun otların arasında çömeldikleri yere yaklaştığı için sevindi önce. Ama sesler daha da yaklaşırken korkmaya başladı. Artık yumuşak nal seslerini ve konuşan adamların mırıltılarını duyabiliyorlardı. Atlıların bu kadar yakınlarından geçmeleri başka, kötü şans yüzünden üzerlerine gelmeleri başkaydı. O zaman üç çocuk tarlada ilerleyen bir sabanın bir köstebek yuvasını ortaya çıkarmasına benzeyen bir biçimde ölüp gideceklerdi.

Ka herhalde onları buralara kadar böyle ölmeleri için sürüklememişti. öyle değil mi? Kilometrelerce genişliğindeki Kötü Çayırlar'da yaklaşan atlılar Roland'la arkadaşlarının bekledikleri tek noktayı nasıl bulabilirlerdi? Ama düşman hâlâ yaklaşıyordu. Dizgin ve toka şakırtılarla adamların sesleri daha belirginleşiyordu.

Alain üzüntüyle Roland'a bakarak solu işaret etti. Genç silahşor "Hayır," der gibi başını salladı ve ellerini yere vuruyormuş gibi yaptı." Yerlerinden kımıldamamalarını işaret ediyordu. Bu şarttı. Sessizce uzaklaşmak için çok geçti artık.

Roland tabancalarını çekti.

Cuthbert'le Alain de aynı şeyi yaptılar.

Sonunda sabanın bıçağı köstebeklerin on sekiz metre kadar açığından geçti. Çocuklar, sık otların arasından hızla geçen atlarla binicileri gördüler. Roland grubun başında Jonas, Lengyll ve Depape'in olduğunu kolaylıkla farketti. Bu üç adam yan yana gidiyorlardı. Onları en aşağı otuz altı kişi izledi. Otların arasında doru atlar, serape'lerin parlak kırmızı ve yeşil renkleri belirip kayboldu. Adamlar etrafa iyice yayılmışlardı. Roland onların açık çöle vardıklarında daha da yayılacaklarından oldukça emindi.

Delikanlılar grubun geçmesini beklediler. Atlardan birinin çok yakından geçen hayvanları selamlamak için kişnemesine engel olmak amacıyla başlarını tutuyorlardı. Grup uzaklaştıktan sonra Roland arkadaşlarına döndü. Çocukların renkleri uçmuş ve ciddileşmişlerdi.

Roland, "Atlarınıza binin," dedi. "Hasat zamanı geldi."

Atlarını yürüterek Kötü Çayırlar'ın sınırına götürdüler. Jonas'ın grubunun geçtiği yere ulaştılar. Burada otlar yerlerini önce bodur çalılara, sonra da çöle bırakıyordu.

Rüzgâr insana yalnızlığı hatırlatan bir ses çıkararak esiyor, uluyordu. İri taneli kumları koyu mavi bulutsuz gökyüzüne doğru savuruyordu. Şeytan Ayı semadan bir ölünün bulanıklaşmış gözü gibi bakıyordu. İki yüz metre ilerde Jonas'ın grubunu destekleyen vaq'lar üçlü sıralar oluşturmuşlardı. Sombrero'larını başlarına geçirmiş, kamburlarını çıkarmışlardı. Serape'leri rüzgârda uçuşuyordu.

Roland yana geçti. Böylece Cuthbert'i ortalarına almış oldular. Bertin sapanı elindeydi. Alain'e on iki çelik topu verdi. Roland'a altı tanesini. Sonra soru sorarmış gibi kaşlarını kaldırdı. Genç silahşor başını salladı ve çocuklar atlarını sürmeye başladılar.

Tozlar yanlarından ince tabakalar halinde uçuyor, bazen vag'ları eyaletlere dönüştürüyor, bazen de onları görünmez kılıyordu. Ama gocuklar devamlı onlara yaklaşıyorlardı. Roland atını sürürken sinirleri iyice gerilmişti. Vag'lardan birinin atının sırtında döneceğini ve onları göreceğini sanıyordu. Ama öyle bir şey olmadı. Hiçbiri suratını o insanın yüzünü parçalayan, kum dolu rüzgâra doğru dönmek istemiyordu. Ayrıca onları uyaracak bir ses de duyulmuyordu. Şimdi atlarının ayaklarının altında sesin çıkmasını önleyen sıkışmış kumlar vardı.

Vag'larla aralarında yirmi metre kadar kaldığı sırada Cuthbert basını salladı. Düşmana harekete geçebilecekleri kadar yaklaşmışlardı artık. Alain, Cuthbert'e bir bilyeyi uzattı. Eyerinde dimdik oturan çocuk topu sapanın kapçığına attı. Rüzgârın bir an hafiflemesini bekledi. Sonra da bilyeyi fırlattı. İlerdeki atlı arı sokmuş gibi sarsıldı. Bir elini ,kaldırdı, sonra da eyerden aşağıya yuvarlandı. İşin inanılmayacak yanı iki companero'su olanları farketmediler. Roland'a sağdaki atlı tepki göstermeye başlıyormuş gibi geldiği sırada Bert sapanın lastiğini tekrar gerdi. Ortadaki adam öne, atının boynuna doğru yığıldı. Şaşıran at şaha kalktı. Binici kemiksizmiş gibi gevşekçe geriye doğru kayarak yere yuvarlandı. Sombrero'su uçtu. Rüzgâr bir an hafiflediği için ayağı üzengiye takılan adamın dizinin çatırdayarak kırıldığını duydular. O sırada üçüncü atlı dönmeye başlamıştı. Roland adamın sakallı olduğunu farketti. Ağzının yanından sigarası sarkıyordu. Rüzgâr yüzünden yakmamıştı sigarasını. Vag'ın gözleri hayretle irileşmişti. Sonra Cuthbert'in sapanı tekrar "şırrap" diye bir ses çıkardı. Atlı eyerden kaydı. Eyer kaşını tutmaya çalıştıysa da başaramadı.

Roland, üçü gitti, diye düşündü.

Sonra Aceleci'yi mahmuzlayarak dörtnala koşturmaya başladı. İki arkadaşı da onu izlediler. Üç delikanlı aralarında bir üzengilik uzaklık olduğu halde tozların arasına daldılar. Pusuya düşen vag'ların atları 9üneye doğru döndüler. Böyle olması iyiydi. Çünkü binicileri olmayan atlar Mejis'te pek merak uyandırmazlardı ama eyerlenmiş olanlar...

İlerde yine atlılar belirdi. Önce bir kişi. Sonra da yan yana iki vaq. ve tekrar bir binici.

Roland bıçağını çekerek artık arkasında başka adam olmadığını bilmeyen adama yaklaştı.

Havadan sudan söz ediyormuş gibi, "Ne haber?" diye sordu. Ve vaq ona doğru döner dönmez bıçağı göğsüne sapladı. Adamın haydutlar gibi ağzıyla burnunu örtmek için yukarı çektiği eşarbının üzerinden bakan kahverengi gözleri irileşti. Sonra binici eyerden yuvarlandı

Cuthbert'le Alain atlarını mahmuzlayarak Roland'ın yanından geçtiler. Bert hiç yavaşlamadan ilerdeki iki kişiyi sapanıyla devirdi. Onların önündeki vaq rüzgâra rağmen bir şeyler duymuştu. Eyerinde döndü Alain ise bıçağını çekmiş," ucundan tutuyordu. Bıçağı, ona öğretilen abartılı kol hareketiyle fırlattı. Aslında uzaklık bu atış için biraz fazlaydı. Arada en aşağı altı metre vardı ve rüzgâr da esiyordu. Ama iyi nişan almıştı. Bıçak adamın eşarbının ortasına sapına kadar girdi. Vaq elini kaldırdı. Boğazına saplanan bıçak yüzünden gargara yaparmış gibi sesler çıkardı. Sonra o da atın sırtından yere yuvarlandı.

Artık yedi düşman ortadan kalkmıştı.

Roland, ayakkabıcıyla sinekler hikâyesinde olduğu gibi, diye düşündü. Alain'le Cuthbert'e yetiştiği sırada kalbi göğsünde ağır ağır ama güçle çarpıyordu. Rüzgâr sertleşerek yalnız bir adamın iniltisine benzeyen bir ses çıkardı. Tozlar uçuştu, döndü ve rüzgâr hafiflerken yere çöktü. İlerde üç atlı daha vardı. Onların ötesinde de asıl grup.

Roland önlerindeki üç atlıyı işaret etti ve bir sapanı lastiğini geriyormuş gibi yaptı. Daha ilersineyse tabancayla ateş ediyormuş gibi. Cuthbert'le Alain başlarıyla onayladılar. Sonra ilerlediler, yine üzengi üzengiye düşmana sokuldular.

Bert önlerinden giden üç adamdan ikisini temize havale etti. Ama üçüncüsü en kritik anda başını oynattı. Ve kafasının arkasına isabet etmesi gereken çelik bilye yanından uçarken kulak memesini götürdü. Roland o sırada tabancalarını zaten çekmişti. Dönmeye başlayan adamı şakağından vurdu. Böylece delikanlılar on kişiyi ortadan kaldırmış oluyorlardı. Yani atlılar daha ne olduğunu bile anlamadan Jonas'ın grubunun tam dörtte birini savaş dışı bırakmışlardı. Roland bunun yeterli bir avantaj sayılıp sayılmayacağını bilmiyordu. Ama işin ilk bölümünü tamamlamışlardı.

Her taraftan duyulan, yankılar yapan bir sesle, "Hey! Hey!" diye haykırdı. "Gidelim, silahşorlar! Bana gelin! Onları ezip geçin! Esir alınmayacak!"

Delikanlılar atlarını mahmuzlayarak gruba doğru gittiler. İlk defa savaşa giriyorlardı. Koyunlara saldıran kurtlar gibiydiler. Arkalarında kimlerin olduğunu ya da neler geçtiğini bile bilmeyen adamlara ateş açtılar. Üç çocuk silahşor olarak eğitilmişlerdi. Belki deneyimleri yoktu ama bunu gençlere özgü refleksleri ve keskin gözleriyle dengeliyorlardı. Onların silahları yüzünden Darağacı Kayası'nın batısındaki çöl bir ölüm alanına dönüştü.

Çocuklar, öldürücü ellerinin bilekleri dışında hiçbir şey düşünmüyorlardı. Haykırarak hazırlıksız yakalanan Mejis grubunu üç kenarlı bir kılıç gibi yardılar. İlerlerken durmadan ateş ediyorlardı. Her atış düşmanı öldürmüyordu ama boşa da gitmiyordu. Adamlar eyerlerden düşüyor ve atları kaçarken botları üzengilere takıldığı için yere sürükleniyorlardı. Diğerleri, kimi ölü kimi sadece yaralı, ürken, şaha kalkan atlarının nallarının altında eziliyorlardı.

Roland atını sürerken iki tabancasını da çekmiş ateş ediyordu. Aceleci'nin dizginlerini yandan düşüp hayvanın ayaklarına dolanmaması için dişlerinin arasına sıkıştırmıştı. Solda açtığı ateş yüzünden iki adam yere yuvarlandı. Sağda iki kişi. Önde Brian Hooley eyerde döndü. Traş olmamış adamın ağzı hayretinden bir karış açık kaldığı için sanki yüzü uzadı. İriyarı nalbant omzunda kılıfıyla asılı çifteye uzanırken boynundaki çan biçimi muska sallanıp şıngırdadı. Hookey daha silahın kabzasını kavrayamadan Roland gümüş çanı bir atışta uçurdu. Altındaki kalbini de patlattı. Hookey boğuk bir ses çıkararak eyerden düştü.

Cuthbert sağdan Roland'ın hizasına gelerek iki adamı daha atlarının sırtından yere devirdi. Roland'a bakarak heyecan ve hevesle güldü. "Al, haklıymış!." diye bağırdı. "Bunlar büyük kalibre silahlar!"

Roland'ın usta parmakları görevlerini yapıyorlardı. Genç silahşor dörtnala giderken elindeki tabancaların silindirlerini çeviriyor ve silahları dolduruyordu. Bunu korkunç, doğaüstü bir hızla yapıyordu. Sonra yeniden ateşe başlıyordu. Üç çocuk artık grubu hemen hemen yarmışlardı. Atlarını son sürat sürüyor, hem iki yanlardaki, hem de öndeki adamları deviriyorlardı. Alain biraz gerileyerek atını döndürdü. Şimdi Roland'la Cuthbert'i arkadan koruyordu.

Roland, Jonas, Depape ve Lengyll'in atlarının dizginlerini çekerek onlara doğru döndüklerini gördü. Lengyll omzundan makineli tüfeğini indirmeye çalışıyordu. Ama silahın kayışı ceketinin geniş yakasına takılmıştı. Kabzaya her el atışında tüfek sallanarak uzaklaşıyordu Lengyll'in gri-sarı pos bıyığının altında ağzı öfkeyle çarpılmıştı.

Bu üçlüyle Roland ve Cuthbert'in arasında Hash Renfrew vardı. Bir elinde mavi çelikten koskocaman bir beşlikle çocuklara doğru geliyordu.

Bir yandan da, "Lanet olsun!" diye haykırıyordu. "Canınız cehenneme, köpek yavruları!" Dizginleri bıraktı ve nişan alabilmek için beşlik silahı bir dirseğinin içine dayadı. Rüzgâr müthiş sertleşerek adamın etrafını dönen kahverengi iri taneli kumlarla sardı.

Roland gerilemeyi düşünmedi bile. Hatta bu ya da o yana kaçmayı da. Aslında hiçbir şey düşündüğü yoktu. Beyni tutuşmuş, cam fanuslu bir meşale gibi alev alev yanıyordu. Dişleriyle tuttuğu dizginlerin arasından haykırarak dörtnala Hash Renfrew ve onun gerisindeki üç adama doğru dörtnala gitti.

Jonas'ın neler olduğu konusunda belirgin bir fikri yoktu. Ancak Will Dearborn'un haykırdıklarını duyunca durumu kavradı.

"Hey! Hey! Bana gelin! Esir alınmayacak!"

Ak saçlı silahşorun eskiden bildiği bir savaş çığlığıydı bu. Sonra çığlık, yerini buldu ve Jonas silah seslerinin anlamını kavradı. Atının dizginlerini çekerek döndü. Yanında Roy'un da aynı şeyi yaptığının farkındaydı... Ama aklı fikri en çok kesedeki cam küredeydi. Hem güçlü, hem de nazik bir şeydi bu. Atının boynuna çarparak öne arkaya sallanıyordu.

Roy, "Bunlar o çocuklar!" diye bağırdı. Çok şaşırdığı için yüzünde her zamankinden daha da aptalca bir ifade vardı.

Hash Renfrew tükürürcesine, "Dearborn," dedi. "Seni küçük piç!" Elindeki tabanca bir kere gümbürdedi.

Jonas, Dearborn'un sombrero 'sunun kafasından uçtuğunu gördü. Şapkanın kenarı kopmuştu. Sonra çocuk ateşe başladı. Çok ustaydı Dearborn. Jonas'ın o zamana kadar gördüğü bütün silahşorların çok daha usta. Renfrew sarsılarak eyerinin üzerinde geriye doğru uçtu. iki ayağını tekme atıyormuş gibi sallıyordu. O dev silahı hâlâ elindeydi. Yere yuvarlanmadan önce iki defa tozlu, mavi gökyüzüne doğru ateş etti. Sonra sırtüstü yere yuvarlandı. Yana doğru döndü.

Lengyll elini hızla ateş eden silahının bir türlü yakalayamadığı kundağından çekti. Ve tozların arasından üzerine doğru gelen hayalete şaşkın şaşkın baktı. Gözlerine inanamıyordu. Sonra, "Geri çekil!" diye haykırdı. "Atçılar Derneği adına sana..." Sonra alnının ortasında, kaşlarının birbirine karıştığı noktada iri siyah bir delik belirdi. Lengyll teslim olduğunu belirtmek istiyormuş gibi ellerini omuzlarına götürdü. Avuçları dışarı dönüktü. Ve böylece öldü.

1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət