Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə53/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   62

Antre boş ve sessizdi. Dipteki duvara uçurumda atları süren vaquero'ları gösteren bir halı asılıydı. Buna bir teli kopuk bir gitar dayanmıştı. Sheemie ne kadar usulca yürürse yürüsün ayak sesleri yine de yankılanıyordu. Çocuk ürperdi. Çoktan ölüp gitmiş olan Belediye Başkanları duvarlardan ona bakıyorlardı. Çoğunun gözleri bir tuhaftı. Sanki onu izliyor, burada bir işi olmadığını düşünüyorlardı. Sheemie bu Sözlerin boya olduğunu biliyordu ama yine de...

İçlerinden biri çocuğu özellikle endişelendirdi. Saçları kızıl bir buluta, ağzı da bir buldoğunkine benzeyen, hain bakışlı şişman bir Marndı bu. Sanki handa çalışan yarım akıllı bir uşağın başkanın evinin büyük salonunda ne işi olduğunu sormak istiyordu.

Sheemie, "Bana öyle bakıp durma, seni iriyarı yaşlı köpoğlu köpek," diye fısıldadı ve kendini biraz daha iyi hissetti. Hiç olmazsa bir an.

Sonra yemek salonuna girdi. Orası da boştu. Uzun masalar duvara dayanmıştı, içlerinden birinin üzerinde yemekten kalanlar vardı Dört tabak soğuk tavuk, dilinmiş ekmek, yarım maşrapa bira. Sheemie çeşitli bayram ve ziyafetlerde sürüyle insana yemek verilen masadaki birkaç parça yiyeceğe bakarken olanların korkunçluğunu daha iyi kavradı. Ve ne denli üzücü olduğunu da. Bunlar olmasaydı bugün burada yine ziyafet verilecekti. Ama Hambry'de çok şey değişmişti ve artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı büyük olasılıkla.

Birbirini izleyen bu düşünceler tavuğun artıklarıyla ekmeği kalan birayla çabucak mideye indirmesini engellemedi. Çok uzun bir gün geçirmiş ve aç aç dolaşmıştı.

Sheemie geğirince iki eliyle hemen ağzını kapattı. Kirli parmaklarının üzerinden iki yana acele bir göz attı. Sonra ilerlemeyi sürdürdü.

Odanın dibindeki kapı kapatılmış ama kilitlenmemişti. Sheemie kapıyı aralayarak başkanın evi boyunca uzanan koridora baktı. Burayı gaz lambalı avizeler aydınlatıyordu. Koridor bir cadde kadar genişti. Ve boştu. Hiç olmazsa o anda. Ama çocuk diğer odalardan gelen fısıltıları duyuyordu. Belki diğer katlardan gelenleri de. Herhalde bu akşamüzeri konakta olan hizmetçi kızlar ve diğer hizmetkârlar konuşuyorlardı. Ama Sheemie'ye yine de hayaletler fısıldaşıyorlarmış gibi geliyordu. Belki de bunlardan biri Başkan Thorin'in sesiydi. (Sheemie belki de onu görebilirdi... Ama göremediğine seviniyordu.) Başkan Thorin koridorda dolaşıyor ve kendisine ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gecelik entarisinin göğsünü ıslatan o soğuk pelte gibi şeyin ne olduğunu düşünüyordu. Kimin...

Bir el Sheemie'yi dirseğinin hemen yukarsından yakaladı. Çocuk az kalsın bir çığlık atacaktı.

Kadın, "Sakın!" diye fısıldadı. "Babanın adına!"

Sheemie nasıl olduysa gırtlağından kopan çığlığı tutmayı başardı. Döndü. Şimdi karşısında başkanın dul karısı vardı. Olive kot pantolon ve kareli bir çiftçi gömleği giymiş, saçlarını arkadan bağlamıştı. Rengi soluktu, koyu renk gözleri ateş saçıyordu.

"S... S... Sai Thorin... ben... ben... ben..."

Sheemie'nin aklına söyleyecek başka bir şey gelmiyordu. Şimdi Setçileri çağıracak, diye düşündü. Tabii nöbetçi kaldıysa. Bir bakıma bu onu rahatlatacaktı.

"Buraya o kız için mi geldin? Delgado adlı kız için?" Istırap Olive'e korkunç bir biçimde yaramıştı. Yüzü şimdi o kadar tombul durmuyor, daha genç gözüküyordu. Siyah gözlerini Sheemie'nin gözlerine dikmişti. Çocuğun yalan söylemesini engelliyordu. Sheemie sonunda, "Evet," anlamında başını salladı.

"İyi. Bana yardım edebilirsin. Kız aşağıda, kilerde. Kapıda nöbetçi var."

Sheemie duyduklarına inanamadı, ağzı bir karış açıldı.

Olive sanki Sheemie bu fikre itiraz etmiş gibi, "O kızın Hart'ın öldürülmesiyle bir ilişkisi olduğuna inandığımı mı sanıyorsun?" diye sorgu. "Belki şişmanım ve eskisi gibi hızla hareket edemiyorum. Ama tam anlamıyla budala da değilim. Haydi gel. Deniz Kıyısı şu ara Sai Delgado için hiç de iyi bir yer değil. Ve kentte pek çok kişi onun nerede olduğunu biliyor."


"Roland." Silahşor yaşamının sonuna kadar sıkıntılı rüyalarında hep bu sesi duyacaktı. Ama hiçbir zaman rüyasında ne gördüğünü tam olarak hatırlayamayacaktı. Sadece bunların onu nasıl da hasta ettiğini bilecekti. Huzursuzca yürüyecek, sevgisiz odalarda duvarlardaki resimleri düzeltecek ve yabancı kent alanlarında ona seslenildiğini duyacaktı.

"Gilead'lı Roland." Silahşorun hemen hemen tanıdığı bu ses kendisininkine çok benziyordu. Eddie ya da Susannah veya Jake'in yerinden ve zamanından bir psikiyatri uzmanı bunun onun sesi olduğunu söylerdi. Bilinçaltının sesi olduğunu. Ama Roland böyle olmadığını biliyordu. Kafamızın içinde konuştukları zaman bizimkine en çok benzeyen seslerin en korkunç yabancılar, en tehlikeli davetsiz misafirler olduklarını öğrenmişti. "Steven'in oğlu Roland." Küre onu önce Hambry'ye, Belediye Başkanı'nın evine götürdü. Aslında orada olanları daha fazla görmek istiyordu. Ama küre sonra onu başka yere sürükledi. O garip, tanıdık sesle delikanlıyı çağırdı. Roland da gitmek zorunda kaldı. Hiçbir seçeneği yoktu. Çünkü Rhea ve Jonas'ın tersine, kürenin içini ve orada sessizce konuşan insanları seyretmiyordu. O, kendisi kürenin içindeydi. Onun sonsuz pembe fırtınasının bir parçası olmuştu.

"Gel, Roland. Gör, Roland."

Fırtına onu döndürerek önce yukarıya çekti, sonra da uzaklara, delikanlı uçurumun üzerinden uçmaya başladı. Önce sıcak, sonra da soğuk hava tabakalarının içinden geçerek yükseldi. Yükseldi. Onu Güneş'in Yolu'nda batıya doğru götüren pembe fırtınada yalnız değildi. Sheb uçarak yanından geçti. Şapkasını başında geriye itmiş, olanca sesiyle "Hey, Jude" parçasını söylüyordu. Nikotinden lekelenmiş parmaklarıyla olmayan tuşlara basıyordu. Şarkıya kendini öylesine kaptırmıştı ki, fırtınanın piyanosunu sürükleyip götürdüğünün farkında değildi.

"Gel, Roland," dedi fırtınanın sesi, çam kürenin sesi. Roland da gitti. Kolay Av yanından uçuyor, cam gözleri pembe bir ışıkla parlıyordu. Çiftçi tulumu giymiş sıpsıska bir adam uçarak yanından geçerken uzun kızıl saçları arkasında dalgalandı. Adam, "Sana hayat dilerim," dedi. "Ürünlerine efe." Ya da böyle bir şey söyledi. Sonra da gözden kayboldu. Ondan sonra acayip bir yeldeğirmeni gibi dönen demir bir sandalye gözüktü. (Roland onu bir işkence aletine benzetti.) Sandalyenin tekerlekleri vardı ve genç silahşor, Gölgelerin Kadını, diye düşündü. Neden böyle düşündüğünü, bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu ama.

Pembe fırtına şimdi onu kâh parçalanmış dağların, kâh verimi yemyeşil bir deltanın üzerinden geçiriyordu. Deltada geniş bir nehir dimara benziyor ve öküz boyunduruğunu andıran bir U harfi çiziyordu. Nehir sakin, masmavi bir gökyüzünü yansıtıyordu. Ama fırtına yukardan geçerken su da yaban güllerinin pembe rengini aldı. Roland kapkaranlık bir sütunun hızla yükseldiğini gördü ve kalbi göğsünü korkuyla titredi. Pembe fırtına onu bu karanlığa doğru götürüyordu.

Buradan çıkmak istiyorum, diye düşündü. Ama aptal değildi. Gerçeği anlıyordu. Buradan hiçbir zaman kurtulamaması ihtimali de vardı. Büyücünün küresi onu yutmuştu. Belki de fırtınanın bulanık gözünde sonsuza dek kalacaktı.

Roland, gerekiyorsa ateş ederek buradan kurtulurum, diye düşündü ama, hayır, tabancaları yanında değildi. Fırtınanın içinde çırılçıplak, altındaki toprakları gömmüş olan zehirli mavi-siyah şeye doğru hızla ilerliyordu.

Kulağına şarkı söyleyen birinin sesi geldi.

Hafif ama güzeldi... Roland'ın ürpermesine ve Susan'ı düşünmesine neden olan tatlı ve ahenkli bir ses: kuş ve ayı ve tavşan ve balık.

Birdenbire Sheemie'nin katırı hızla yanından geçti. (Silahşor, Caprichoso, diye düşündü. Güzel bir ad.) Katır havada dörtnala koşuyor, sözleri ateş taşları gibi parlıyordu. Onu Cöos'lu Rhea izledi. Cadının başında bir sombrero vardı ve uçuşan Hasat tılsımlarıyla süslü bir süpürge sopasına binmişti. Kaçan katıra, "Seni yakalayacağım, güzelim!" diye bağırıyordu. Sonra gıdaklar gibi gülerek süpürge sopasının üzerinde vızz diye geçip gitti.

Roland o kara şeye dalınca birdenbire soluğu kesildi. Etrafındaki dünya pis kokulu bir karanlıktan ibaretti. Hava, derisinin üzerinde böcekler gibi kıvıl kıvıl sürünüyordu. Delikanlı görünmeyen yumruklarını sağa sola salladı. Sonra birdenbire hızla aşağıya doğru daldı. Şimdi yere çarpıp parçalanmaktan korkuyordu. Lord Perth de öyle düşmüştü.

Karanlıkların arasında ölü tarlalar ve terkedilmiş köyler gözüktü. Roland gölgeleri düşmeyen mahvolmuş ağaçları gördü. Ah, ama burada her şey gölgeydi. Her şey ölümdü. Bu Uç-Dünya'nın sınırıydı. Karanlık bir günde oraya gelecekti. Burada her şey ölümdü.

"Silahşor, bu Gökgürültüsü."

Roland, "Gökgürültüsü," dedi.

"Bunlar da soluk almayanlar. Beyaz suratlar."

"Soluk almayanlar. Beyaz suratlar."

Evet. Silahşor nasılsa bunu biliyordu. Burası katledilen askerlerin yeriydi, ikiye ayrılmış miğferler, paslı kargılar. Uçuk yüzlü cengâverler buradan geliyorlardı. Bu Gökgürültüsü'ydü. Saatlerin geriye doğru çalışacak ve mezarların ölüleri kustuğu yer.

Herde bir şey kapmaya çalışan, çarpık bir ele benzeyen bir ağaç vardı. En üst dalı bir Hantal Billy'ye saplanmıştı. Hayvanın ölmüş olması gerekirdi. Ama pembe fırtına Roland'ı sürükleyerek ağacın önünden geçirirken Hantal Billy başını kaldırarak ona anlatılamayacak bir acı ve yorgunlukla baktı. Hayvan, "Oy!" diye bağırdı. Sonra o da kayboldu. Roland onu uzun yıllar boyunca hatırlamayacaktı.

"İleriye bak, Roland. Kaderini gör."

Roland birdenbire bu sesi tanıdı. Kaplumbağa'nın sesiydi bu.

Delikanlı baktı ve mavimsi-sarı bir ışıltının Gökgürültüsü'nün pis karanlığını yardığını gördü. Tam bunu farkettiği sırada karanlıklardan ışığa çıktı. Yumurtadan çıkan bir canlı, sonunda doğan bir yaratık gibi Kaplumbağa'nın sesi duyuldu.

"Işık! Aydınlık olsun!"

Roland ellerini gözlerine götürmek zorunda kaldı. Kör olmamak için. Şimdi parmaklarının arasından bakıyordu. Aşağıda kandan oluşan bir alan vardı. Ya da Roland böyle düşündü. On dört yaşında bir çocuktu ve o gün ilk defa birilerini gerçekten öldürmüştü. Roland, bu Gökgürültüsü'nden akan kan, diye düşündü. Dünyanın bizim olan tarafını basacak. Silahşor ancak yıllar sonra kürenin içinde geçirdiği süreyi yeniden keşfedecekti. Bu anıyla Eddie 'nin rüyasını biraraya getirecek ve gecenin sonunda turnikenin önündeki yolda otururken arkadaşlarına yanıldığını söyleyecekti. Gökgürültüsü'nün hemen arkasından ışık geldiği için o pırıltının kendisini aldattığını açıklayacaktı. Eddie, Susannah ve Jake'e, "Onlar kan değil, güllerdi," diyecekti. "Silahşor, bak, oraya bak!"

Evet, işte oradaydı. Ufuktan yükselen tozlu grimsi-siyah bir sütun. Kara Kule. Bütün Işınlar'ın, bütün güç hatlarının birleştikleri yer. Roland, Kule'nin yuvarlak pencerelerinde mavi elektrik ışıklarının çakıp söndüğünü gördü. İçeri hapsedilmiş olan varlıkların hepsinin feryatlarını duydu. Bu yerin hem gücünü, hem de kötülüğünü hissetti. Kule, her şeyin üzerine kötülüğünü yayıyordu. Dünyalar arasındaki sınırları belirsizleştiriyordu. Kötülük yapma gücü gitgide artıyordu. Hastalığın doğruluk ve tutarlılığı zayıflatması gibi. Kansere yakalanmış bir vücuda benziyordu. Göğe doğru uzanan koyu kurşuni taştan bu kol dünyanın en büyük esrarı ve en sonuncu korkunç bilmecesiydi.

Bu Kule'ydi. Göğe doğru şaha kalkan Kara Kule. Roland pembe fırtınanın içinde ona doğru giderken, senin içine gireceğiz, diye düşündü, sen ve arkadaşlarım. Tabii ka bunu istiyorsa. Belki buna daha yıllar var Ama kuş ve ayı ve tavşan ve balık üzerine yemin ediyorum! Bütün sevgilerimle."

Ama o sırada sema Gökgürültüsü'nden akan bayrak gibi bulutlarla doldu. Dünya kararmaya başladı. Kule'nin yükselen pencereleri o mavi ışıklar yüzünden bir delinin gözleri gibi ışıldıyordu. Roland binlerce çığlık ve inilti duydu.

"Sen sevdiğin herkesi ve her şeyi öldüreceksin."

Konuşan Kaplumbağa'ydı. Sesi şimdi sert ve acımasızdı. "Ve Kule yine de sana karşı sıkıca kapalı olacak."

Silahşor derin bir soluk aldı. Bütün gücünü topladı. Haykırarak Kaplumbağa'ya cevap verdiği zaman kendi kanından olan bütün kuşaklar adına konuştu. "HAYIR! KAPALI OLMAYACAK! BURAYA VÜCUDUMUN İÇİNDE GELDİĞİM ZAMAN BANA KARŞI KOYAMAYACAK! BABAMIN ADI ÜZERİNE YEMİN EDİYORUM! BANA KARŞI KOYAMAYACAK!"

"Öyleyse öl," dedi o ses. Roland Kule'nin kurşuni kara dibine savruldu. Orada bir kayaya çarpan bir böcek gibi ölecekti. Ama bu olmadan önce...

Cuthbert'le Alain durmuş, giderek artan bir kaygıyla Roland'ı seyrediyorlardı. Delikanlı Maerly'in Gökkuşağı'nın bu parçasını iki avucunun arasına almış ve yüzüne doğru kaldırmıştı. Bir insanın tören kupasını şerefe kaldırırken yaptığı gibi. Ağzı büzülen kese buruşmuştu, botlarının tozlu burunlarının üzerinde duruyordu. Roland'ın yanakları ve alnına iki arkadaşının da hoşuna gitmeyen pembe bir pırıltı yayılmıştı. Bu ışık sanki canlıydı. Canlı ve aç.

İki delikanlı da aynı anda, gözlerini göremiyorum, diye düşündü. Gözleri nerede?

Cuthbert, "Roland?" diye tekrarladı. "Onlar bize karşı hazırlık yakmadan Darağacı Kayası'na gideceksek o şeyi kaldırmalısın."

Roland küreyi indirmek için hiçbir hareket yapmadı. Usulca bir şeyler mırıldandı. Cuthbert'le Alain daha sonra izlenimlerini karşılaştırman zaman Roland'ın, "Gökgürültüsü," dediğine karar verdiler.

Alain, "Roland?" diyerek bir iki adım attı. Neşteri hastanın vücuduna sokan bir cerrahın dikkatiyle sağ elini, başını eğmiş olan Roland dalgın ifadeli yüzüyle kürenin çizdiği kavisin arasına soktu. Ama bir karşılık alamadı. Alain gerileyerek Cuthbert'e döndü.

Bert öğrenmek istedi. "Ona dokunabiliyor musun?"

Alain başını salladı. "Hayır. Kesinlikle! Sanki Roland uzaklarda bir yere gitmiş."

"Onu uyandırmamız gerekiyor." Cuthbert'in sesi hafifçe titriyordu

Alain, "Vannay bize bir insanın derin bir ipnozdan birdenbire uyandırılırsa çıldırabileceğini söylemişti," dedi. "Hatırladın mı? Bilmiyorum bu cesareti..."

Roland kımıldandı. Gözlerinin yerindeki pembe çukurlar sanki büyüdü. Delikanlının dudakları iki arkadaşının da çok iyi bildikleri o acı azimle gerildi.

Silahşor iki çocuğun tüylerinin diken diken olmasına yol açan bit sesle, "Hayır! Kapalı olmayacak!" diye bağırdı. Bu hiç de Roland'ın sesine benzemiyordu. Ya da hiç olmazsa bu yaştaki sesine. Duydukları bir erkeğin sesiydi.

Alain daha sonra, Roland uyur ve Cuthbert'le ikisi ateşin karşısında otururlarken, "Hayır," diyecekti. "Bu bir kralın sesiydi."

Ama şimdi iki çocuk sanki orada olmayan ama kükreyen arkadaşlarına dehşetle baktılar. Korkudan felce uğramışlardı.

"Buraya, vücudumun içinde geldiğim zaman bana karşı koyamayacak! Babamın adı üzerine yemin ediyorum! BANA KARŞI KOYAMAYACAK!"

Sonra Roland'ın o anormal pembelikteki suratının hatları çarpıldı Hayal edilemeyecek kadar dehşet verici bir şeyle karşılaşan bir insanınki gibi. Cuthbert'le Alain öne doğru atıldılar. Artık arkadaşlarını kurtarmaya çalışırken ona zarar verip vermeyeceklerini düşünecek halde değillerdi. Bir şeyler yapmadıkları takdirde küre gözlerinin önünde Roland'ı öldürecekti.

Bar K.'deki avluda Cuthbert, Roland'ı yumruklamıştı. Şimdi bu Alain'e düştü. Çocuk sağ yumruğunu olanca şiddetiyle arkadaşının alnının ortasına indirdi. Roland arkaüstü devrilirken küre gevşeyen ellerinin arasından kaydı. Genç silahşorun yüzündeki o korkunç pembelik kayboldu. Cuthbert delikanlıyı yakaladı. Alain de küreyi. Camın o yoğun pembe ışığı garip bir biçimde ısrarla pırıldıyordu. Alain'in gözlerine vuruyor, aklını çekiştiriyordu. Ama delikanlı küreye bakmadan onu kararlılıkla kesenin içine koydu... Kordonu çekip kesenin ağzını kapatırken pembe ışığın kaybolduğunu farketti. Sanki küre yenilgiye uğradığını biliyordu. Hiç olmazsa şimdilik.

Alain döndü. Roland'ın alnının ortasındaki şişmeye başlayan bereyi görünce yüzünü buruşturdu. "O..."

Cuthbert, "Bayıldı," dedi.

"Yakında ayılması iyi olur."

Cuthbert ona haşince baktı. O her zamanki uysal tavırları kaybolmuştu. "Evet, bu konuda çok haklısın."
Sheemie mutfak bölüğüne inen merdivenin aşağısında duruyordu. Sai Thorin'in gelmesini ya da seslenmesini beklerken ağırlığını endişeyle kâh bir ayağına, kâh diğerine veriyordu. Kadının mutfağa girmesinden beri ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Ama bu süre sanki sonsuzmuş gibi geliyordu ona. Sheemie, sai Thorin'in gelmesini istiyordu. Ama daha da çok istediği bir şey vardı: sai Susan'ı da birlikte getirmesi. Bu yer ve bugün Sheemie'nin kalbini korkunç duygularla dolduruyordu. Bu duygular gökyüzü gibi karardıkça kararıyordu. Gökyüzü batıdan gelen dumanlar yüzünden artık görülmez olmuştu. Sheemie orada neler olduğunu bilmiyordu. Ya da bunun daha önce duyduğu gökgürültüsünü andıran seslerle bir ilişkisi olup olmadığını. Tek isteği, dumanın bulanıklaştırdığı güneş batmadan ve gündüzkü soluk hayalet değil gerçek Şeytan Ayı doğmadan konaktan çıkıp gitmekti.

Koridorla mutfak arasındaki iki tarafa da açılan kapının bir kanadı Maria ve Olive telaşla dışarı çıktı. Yalnızdı.

"Evet, kız gerçekten kilerde," diyerek parmaklarını kırlaşmaya başlamış olan saçlarının arasına soktu. "O iki pupura'dan ancak bu kadarını öğrenebildim. Yalnızca bu kadarını. O budalaca crunk şivesiyle konuşmaya başlar başlamaz böyle olacağını anladım zaten."

Mejis vaquero'larının lehçeleri için uygun bir kelime yoktu. Baronluk'un yüksek tabakadan insanları için crunk şivesiyle konuşmak siyasal konumlarını belirtmenin bir göstergesiydi. Olive kilerin önünde bekleyen iki vag'ı tanıyordu. Onların crunk dışında başka lehçeleri konuştuklarını da biliyordu. Olive'in ne dediğini anlamamış gibi yapmak için öyle konuşmuşlardı. Olive'i reddederek hem onu utandırmamak hem de kendilerini utanılacak duruma düşürmemek için kadının sözlerini anlamamış gibi davranmışlardı. Olive de aynı nedenle bu oyuna katılmıştı. Oysa isteseydi onlara crunk şivesiyle yanıt verebilirdi. Hatta adamları annelerinin hiç kullanmadıkları adlarla da çağırabilirdi.

Olive, "Onlara yukarda birilerinin olduğunu söyledim," diye açıkladı. 'Belki de gümüşleri çalacaklar,' dedim. 'O mamaficio'ları evden atın.' Ama sanki hiçbir şey anlamıyormuş gibi davrandılar. "Alo habk, sai,' diye tekrarlayıp durdular. Kahretsin! Kahretsin!"

Sheemie adamlara, "Yaşlı koca köpoğlu köpekler," diye sövmek istedi ama sonra sesini çıkarmamaya karar verdi. Olive önünde bir aşağı bir yukarı gidiyor, arada sırada mutfak kapısına öfkeden ateş saçan gözlerle bakıyordu. Sonunda tekrar Sheemie'nin karşısında durdu.

"Ceplerini boşalt," dedi. "Bakalım ceplerinde 'umutlar' ve 'çelenkler' için neler var."

Sheemie kadının istediğini yaparak ceplerinden (Stanley Ruiz'in hediyesi olan) küçük bir çakıyla yarısı yenmiş bir kurabiye, büyük bir havai fişeğiyle üç küçük kadın parmağını ve kükürtlü birkaç kibriti çıkardı.

Olive onları görünce gözleri parladı.
Cuthbert, Roland'ın suratına hafifçe vurdu ama bir sonuç alamadı. Alain onu yana iterek diz çöktü ve silahşorun ellerini tuttu. O zamana kadar "dokunuşu" bu biçimde hiç kullanmamıştı ama ona bunun mümkün olduğunu söylemişlerdi. Yani insanın bazı durumlarda bir diğerinin kafasının içine uzanabileceğini.

Roland! Roland, uyan. Lütfen! Sana ihtiyacımız var!

Önce hiçbir şey olmadı. Sonra Roland kımıldanarak bir şeyler mırıldandı ve ellerini Alain'in parmaklarının arasından çekti. O gözlerini açmadan bir saniye önce iki çocuk da aynı korkuyu duydular. Arkaçlarının gözlerinin yerine o çıldırtıcı pembe ışık olabilirdi.

Ama gördükleri gerçekten Roland'ın gözleriydiler. Genç silahşorun soğuk mavi gözleri.

Delikanlı ayağa kalkmak için çabalayıp da beceremeyince ellerini uzattı. Cuthbert bir elini tuttu, Alain de diğerini. Arkadaşlarını çekerek ayağa kaldırırlarken Cuthbert acayip ve korkutucu bir şeyi farketti. Roland'ın saçlarının arasında kır teller vardı. Cuthbert o sabah böyle bir şey olmadığına yemin edebilirdi. Ama bu sabah çok çok gerilerde kalmıştı.

"Ne kadar baygın kaldım?" Roland alnının ortasındaki bereye parmaklarının ucuyla dokunarak yüzünü buruşturdu.

Alain, "Fazla değil," dedi. "Belki beş dakika. Roland, sana vurduğum için üzgünüm ama bunu yapmak zorunda kaldım... O şeyin seni öldürmek üzere olduğunu sandım."

"Belki de öyleydi. Küre güvende mi?"

Alain sessizce ağzı büzük keseyi işaret etti. "İyi. Onu bu ara birinizden birinin taşıması daha iyi olur. O beni..."

Roland uygun sözcükleri aradı ve bulunca da dudaklarının ucu soğuk bir gülümsemeyle büküldü, "...baştan çıkarabilir. Hemen atlarımızla Darağacı Kayası'na gidelim. Bitirmemiz gereken bir işimiz var."

Cuthbert, "Roland..." diye başladı.

Bir elini eyer kaşına atmış olan genç silahşor dönüp ona baktı.

Cuthbert dudaklarını yaladı. Alain arkadaşının bir an o soruyu soramayacağını sandı. Bunu sen yapamazsan ben yaparım, diye düşündü... Ama Bert konuşmayı başardı.

"Ne gördün?"

Roland, "Pek çok şey," dedi. "Pek çok şey gördüm. Ama bunların çoğunu unutmaya başladım bile. Uyandığın zaman rüyaları yavaş yavaş unutmak gibi bir şey bu. Hatırladıklarımı size yolda anlatırım. Her şeyi öğrenmelisiniz. Çünkü bunlar bütün durumu değiştiriyor. Gilead'a döneceğiz ama orada fazla kalamayacağız."

Alain atına biniyordu. "Bundan sonra nereye gideceğiz?"

"Batıya. Kara Kule'yi bulmaya çalışacağız. Yani bugün sağ kalabilirsek. Haydi, gelin. O tankerlerle ilgilenelim."

İki vaq sigaralarını sardıkları sırada yukarda gürültülü bir patlama oldu. Adamlar irkilerek birbirlerine baktılar. Kâğıtlara koydukları tütünler küçük kahverengi kar taneleri gibi yere uçuştu. Kapılar hızla açıldı Yine Belediye Başkanı'nın dul karısı gelmişti. Bu sefer yanında bir hizmetçi kız vardı. Vaq'lar onu iyi tanıyorlardı. Piyano Çiftliği'nden eski bir arkadaşlarının kızı Maria Tomas'dı.

Maria adamların bildikleri crunk şivesiyle, "O hırsız köpekler evi tutuşturdular!" diye bağırdı. "Haydi, gelin! Yardım edin!"

"Maria sai, bize nöbet beklememiz emredildi..."

Maria, "Kilere bir putina mı kilitlendi?" diye bağırdı. Gözleri ateş saçıyordu. "Haydi gelin, ahmak eşekler! Yoksa her taraf tutuşacak! Ondan sonra Senyor Lengyll'e Deniz Kıyısı tepenizde yanarken neden burada uyukladığınızı anlatırsınız!"

Olive de, "Haydi! Yoksa korkuyor musunuz?" diye onları azarladı.

Yukarda, büyük salonda birkaç hafif patlama daha oldu. Sheemie kadın parmaklarını tutuşturuyordu; perdeleri yakmak için aynı kibriti kullandı.

İki viejos birbirlerine baktılar. Yaşça daha büyük olanı, Andemay, diyerek Maria'ya döndü. Artık crunk'tan vazgeçmişti. "Bu kapıya dikkat et."

Kız başını salladı. "Gözlerimi bir şahin gibi oraya dikeceğim."

İki yaşlı adam telaşla çıktılar. Biri bola'sının kordonunu kavramışa Diğeri belindeki kınından uzun bir bıçağı çıkarıyordu.

Koridorun dibindeki merdivenden çıkan adamların ayak seslerini duyar duymaz Olive, Maria'ya dönerek başını salladı. Maria sürgüleri çekti. Susan hemen dışarı fırladı. Önce bir kadına, sonra diğerine bak ti. Çekine çekine hafifçe gülümsedi. Maria, hanımının şiş yüzünü ve burnunun etrafındaki kurumuş kanları görünce inledi.

Susan hizmetçi kız yüzüne dokunamadan onun elini tutarak usulca parmaklarını sıktı. "Sence Thorin beni şimdi ister miydi?" diye sordu. Sonra birdenbire onu kurtarmaya gelen ikinci kadının kim olduğunu kavradı. "Olive... sai Thorin... Çok üzgünüm. Acımasız davranmak istemedim. Ama şuna inanmalısınız. Roland, yani Will Dearborn hiçbir zaman..."

Olive, "Bunu çok.iyi biliyorum," dedi. "Ama şimdi bunu konuşacak zamanımız yok. Haydi, gel."

Maria'yla birlikte Susan'ı mutfaktan çıkardı. Ana katlara çıkan merdivenden uzaklaştırarak alt katta, en batı uçtaki depolara doğru götürdü. Kuru yiyeceklerin konduğu depoda diğer ikisine beklemelerini söyledi. Olive onları beş dakika kadar bekletti. Ama Susan'la Maria'ya sanki sonsuza kadar beklemişler gibi geldi.

Olive geri döndüğü zaman arkasında çok parlak renkli bir serape vardı. Ona göre çok büyüktü; kocasının olabilirdi. Ama Susan onun ölmüş olan başkana göre de fazla geniş olduğunu düşündü. Olive ayağının takılmaması için serape'nin bir kısmını kot pantolonunun yanına sıkıştırmıştı. Koluna da battaniye gibi iki serape'yi daha almıştı. Bunlar hem daha küçük, hem de daha hafifti. Kadın, "Bunları giyin," dedi. "Hava soğuyacak."

Üçü birden kuru yiyecek deposundan çıktılar. Hizmetkârların kullandığı dar koridordan arka avluya doğru gittiler. Şansları yardım ederse Sheemie onları orada atlarla bekleyecekti. Olive bütün kalbiyle şanslarının onlara yardımcı olması için dua ediyordu, Susan'ın güneş batmadan Hambry'den uzaklaşmasını istiyordu. Ve ay doğmadan önce.

1   ...   49   50   51   52   53   54   55   56   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət