Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə56/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   62

Ama Latigo çabalayarak uzaklaştı, biraz ilerlemeyi de başardı Hızla yara giren atlıların sayısı azalmaya başlıyordu. Dönemeçten elli altmış metre uzaktaki atlılar dönmeyi başarmışlardı. Ama onlar da gitgide yoğunlaşan dumanların arasında yolunu şaşırmış hayaletlere benziyorlardı.

O kurnaz piçler arkamızdan çalıları tutuşturmuşlar. Göklerin tanrıları, yerin tanrıları, biz galiba burada kısılı kaldık, diye düşünen Latigo emir de veremiyordu. Ağzını her açışında öksürmeye başlıyor ve bir şey söyleyemiyordu. Ama yanından geçen on yedi yaşlarında bir atlıyı yakaladığı gibi aşağıya çekmeyi başardı. Delikanlı tepeüstü düştü ve sivri bir kaya alnını yardı. Çocuğun ayaklarının sarsılması daha durmadan Latigo onun atına bindi.

Hayvanı çevirdi ve kanyonun ağzına gidebilmek için hayvanı mahmuzlâdı. Ama daha yirmi metre gidemeden duman yoğunlaşarak boğucu beyaz bir buluta dönüştü. Rüzgâr dumanları içeriye doğru uçuruyordu. Latigo yarin çöle açılan ağzındaki yanan çalıların titrek turuncu alevlerini hayal meyal görebiliyordu.

Latigo atı tekrar geri döndürdü. Dumanların arasından sürüyle at çıktı. Latigo onlardan birine çarparak beş dakika içersinde ikinci defa yere yuvarlandı. Dizlerinin üstüne düşmüştü, çabucak ayağa kalktı. Sendeleyerek, öksürüp öğürerek rüzgârı arkasına aldı. Gözleri kızarmış, yaşlar yanaklarından akıyordu.

Kanyonun kuzeyindeki dönemeçte durum biraz daha iyiydi. Ama fazla uzun sürmeyecekti. İncecik'in kenarında çoğunun bacağı kırık olan atlar birbirlerine çarpıyorlar, insanlar çığlıklar atarak yerde sürünüyorlardı. Latigo yarın dibini kaplayan vızıltılı organizmanın yeşil yüzeyinde birkaç şapkanın ve botların yüzdüğünü gördü. Borazancının eski kayışını arkasından sürüklendiği enstrümanını da.

Yeşil ışıltı, "Haydi gel," diye çağırdı. Latigo onun vızıltısının garip bir biçimde çekici olduğunu düşündü. Hemen hemen mahrem bir şeyler söylüyordu sanki. "Haydi gel, beni ziyaret et. Çömel, çok. Dinlen. Huzura kavuş. Benimle bir ol."

Latigo yeşil nesneyi vurmak için tabancasını kaldırdı. Bu şeyin öldürülebileceğini sanmıyordu. Ama yine de babasının yüzünü hatırlayacak ve savaşarak ölecekti.

Ama bunu yapamadı. Elleri gevşedi ve tabanca parmaklarının arasından kayarak düştü. Ve ileriye doğru yürümeye başladı. Şimdi etrafındakiler de aynı şeyi yapıyorlardı. Latigo incecik'e girdi. Vızıltı geldikçe yükseldi. Kulaklarına geride hiçbir şey kalmayıncaya kaydoldu. Hiç, hiçbir şey kalmayıncaya kadar.

Roland'la arkadaşları bütün bu olanları gördüler. Uçurumun yukarısından altı metre kadar aşağıda, bir sıra halinde duruyorlardı. O Laklarla dolu kargaşayı seyrettiler. Paniğe kapılan atlıların ve haykırıların birbirlerine çarpmalarını. İnsanların ayaklar altında ezilmelerini. incecik'e sürüklenen atları ve askerleri... Ve sonunda isteyerek incecik'e giren insanları.

Yukarıya en yakın olan Cuthbert'ti. Alain onun aşağısındaydı. Roland da en altta. Kayadan uzanan on beş santim genişliğindeki raf gibi yerde duruyordu. Hemen yukarsındaki bir çıkıntıya tutunmuştu. Buradan aşağıdaki dumanlı cehennemde çırpınan insanların farkedemedikleri şeyi görüyorlardı. İncecik genişliyor, uzanıyor, kıyıya yaklaşan bir dalga gibi kurbanlarına doğru hevesle sürünüyordu. Savaş ateşi sönmüş olan Roland aşağıda olanları seyretmek istemiyordu. Ama başını da çeviremiyordu. İncecik'in hem korkakça, hem de zafer dolu; hem mutlu ve hem de kederli; hem kaybolan, hem de keşfedilen iniltisi onu yapışkan ipler gibi olduğu yerde tutuyordu. İpnotize olan delikanlı olduğu yerde öylece duruyordu. Yukarsındaki arkadaşları da öyle. Roland dumanlar yükselmeye ve keskin kokusu onu öksürtmeye başladığı zaman bile kımıldayamadı.

Aşağıda, yoğun dumanların arasında insanlar çığlıklar atarak can veriyorlardı. Hayaletler gibi çırpınıyorlardı. Sonra yoğunlaşarak su gibi kanyonun yanlarına doğru yükselmeye başlayan dumanların arasında görünmez oldular. O keskin kokulu beyaz ölümün aşağısından çaresizce kişneyen atların sesleri geliyordu. Rüzgâr muziplik yapar gibi dumanın yüzeyinde dönen gölcükler yaratıyordu. İncecik vızıldıyordu. Onun yukarsında dumanın yüzeyi gizemli uçuk bir yeşile dönüştü. Uzun bir süre sonra John Farson'un adamlarının çığlıkları kesildi.

Roland, midesini bulandıran ama yine de onu büyüleyen bir dehşetle, bu adamları öldürdük, diye düşündü. Sonra, hayır, dedi. Biz değil. Ben. Onları ben öldürdüm.

Orada ne kadar kaldığını sonradan bilemeyecekti. Belki de yükselen dumanlar etrafını sarana kadar. Ama tekrar yukarı tırmanmaya başlamış olan Cuthbert ona seslenerek üç kelime söyledi. "Roland! Aya bak!" Sesinde hayret ve endişe vardı.

Delikanlı irkilerek başını kaldırdı. Gökyüzünün koyulaşarak mor kadife rengine bürünmüş olduğunu gördü. Bunun önünde arkadaşının silueti vardı. Roland doğuya bakıyordu. Yükselen ayın ışıkları yüzünü turuncuya boyamıştı. Hummaya yakalanmış gibi.

İncecik Roland'ın kafasının içinde vızıldadı, kahkahalar attı. "Evet, turuncu. Beni görmeye, anlamaya geldiğin gece olduğu gibi turuncu. Ateş gibi turuncu. Bayram ateşi gibi turuncu."

Roland içinden, nasıl karanlık basmış olabilir, diye merak etti. Ama bu sorunun cevabını biliyordu. Evet, çok iyi biliyordu hem de. Zaman hepsiyle birlikte geriye kaymıştı. Tüm olan buydu. Toprağın bütün tabakalarının bir depremden sonra birbirlerine sarılmaları gibi.

Alacakaranlık başlamıştı.

Ay doğmuştu.

Dehşet Roland'ı kalbine indirilen bir yumruk gibi sarstı. Bulduğu o daracık yerde arkaya doğru irkilmesine neden oldu. Delikanlı hemen yukarsındaki boynuza benzeyen çıkıntıyı kavradı. Ama bu denge bulma hareketi sanki çok uzaklarda oluyordu. Benliğinin önemli bir bölümü yine o pembe fırtınanın içindeydi. Ama onu hızla sürükleyerek kendisine kozmosun yarısını göstermeden önceki anlarda. Belki de büyücünün küresi kısa bir süre sonra yakınlarında neler olacağını görmemesi için ona dünyalarca ötedeki şeyleri göstermişti.

Roland, "Eğer Susan'ın tehlikede olduğunu bilseydim hemen geri dönerdim," demişti. "Şu anda!"

Ya küre bunu biliyorsa? Belki yalan söyleyemiyor ama şaşırtmaca yapıyorsa? Bu yüzden beni uzaklara sürükleyip kara toprakları, daha da kara bir kuleyi göstermiş olamaz mı? Küre delikanlıya bir şeyi daha göstermişti. Roland'ın şu anda aklına gelen bir şeyi. Çiftçi tulumu giymiş sıska bir adam görmüştü... O bir şeyler söylemişti... ama ne? Düşündüğü şey değildi bu. Yaşamı boyunca her zaman duyduğu sözler, adam, "Sen de yaşa, ürünlerin de yaşasın," dememişti.

Roland etrafındaki kayalara, "Ölüm," diye fısıldadı. "Sana ölüm, benim ürünlerime hayat Charyou ağacı." Evet, adam böyle söylemişti. Charyou ağacı. Gel, Hasat!"

Genç silahşorun kafasının içinde çatal çatal yaşlı bir ses, "Turuncu silahşor," diyerek güldü. Cöos'un sesiydi bu. "Ateşlerin rengi. Charyou ağacı, fin de ano. Bunlar eski töreler. Onlardan geriye sadece kırmızı elli korkuluklar kaldı... Bu geceye kadar. Bu gece eski töreler canlandırılacak. Çünkü eski töreler canlandırılmalıdır. Zaman zaman. Charyou ağacı, seni lanet olasıca bebek. Charyou ağacı. Bu gece tatlı Ermot'umun bedelini ödeyeceksin. Her şeyin bedelini ödeyeceksin. Gel, Hasat."

Roland, "Tırman!" diye haykırarak uzandı ve Alain'in arkasına vurdu. "Tırman, tırman! Babanın adına! Yukarı çık!"

"Roland, ne?.." Alain bir şey anlamamıştı ama tırmanmaya başladı. Bir çıkıntıyı bırakıp diğerine tutunuyordu. Küçük çakıllar Roland'ın yukarıya doğru kaldırdığı suratına düşüyordu. Delikanlı bu yüzden gözlerini kıstı. Sonra uzanarak tekrar Alain'in arkasına vurdu. Onu bir atmış gibi sürüyordu.

Sonra "Çık, kahrolasıca!" diye bağırdı. "Belki şimdi bile geç kalmış sayılmam!"

Ama böyle olmadığını biliyordu. Şeytan Ayı doğmuştu. Roland onun turuncu ışığının Cuthbert'in suratına vurduğunu görmüştü. Bir kâbusta gibi. Onun için de gerçeği biliyordu. Kafasında incecik'in delice vızıltısı, gerçeğin etini yiyen o çürümüş yara, cadının çılgınca kahkahalarına karışıyordu. Ve Roland gerçeği biliyordu.

"Sana ölüm, benim ürünlerime hayat. Charyou ağacı."

"Ah, Susan..."
Susan için her şey belirsizdi. Tâ ki, uzun kızıl saçlı, hasır şapkalı adama rastlayıncaya kadar. Şapkanın kenarları adamın kuzu kesen kasaplara özgü gözlerini saklayamıyordu. Elinde mısır koçanları vardı.

İlk rastladıkları oydu. Sadece bir çiftçi. (Susan ona aşağı pazarda rastladığını sanıyordu. Hatta belki de bu yörelerde yaptıkları gibi birbirlerine selam da vermişlerdi.) Çiftçi ipek Çiftliği Yolu'yla Büyük Yol'un kesiştikleri yerin yakınındaydı. Ufuktan yükselen ayın ışığında orada duruyordu. Adama rastlayıncaya kadar Susan her şeyin hayal meyal far. kındaydı. Ama çiftçi kız yanından geçerken elindeki mısır koçanı demetini ona attığı zaman her şey berraklaştı. Susan ağır ağır giden arabada ayakta duruyordu. Elleri önünden bağlanmış, boynuna bir ilmek geçirilmişti.

Adam, "Charyou ağacı," diye seslendi. Adeta tatlı bir sesle. Susan çocukluğundan beri Eskiler'e ait bu sözleri duymamıştı. "Gel, Hasat," anlamına geliyordu... Ama bir anlamı daha vardı. Gizli bir şey. Saklı bir anlam. Bu anlam sözcüğün türetildiği kökle ilgiliydi. Char sözcüğü "ölüm" demekti. Kurumuş koçanlar botlarının etrafına düşerken Susan o sırrı çok iyi anladı. Başka şeyleri de; Bebeği olmayacaktı. Uzaklardaki periler ülkesine benzeyen Gilead'da düğünü yapılmayacaktı. Roland'la nikâhlanacakları o Büyük Salon'a da gidemeyecekti. Onları elektrik ışıklarının altında selamlamayacaklardı. Kocası olmayacaktı. Tatlı aşk geceleri de. Bütün bu hayaller sona ermişti. Dünya geçip gitmiş ve her şey bitmişti. Daha doğru dürüst başlamadan.

Susan arabanın arkasına bindirildiğini biliyordu. Orada ayakta durdurulduğunu. Sağ kalan Tabut Avcısı boynuna ilmeği geçirmişti. Hemen hemen özür dilermiş gibi, "Oturmaya kalkayım deme," diye onu uyarmıştı. "Seni boğmayı hiç istemiyoruz, kız. Araba sarsılır da düşersen ilmeği gevşetmeye çalışırım. Ama oturmaya kalkarsan canını yakarım. Bu onun emirleri." Başıyla arabanın önündeki sıra gibi yerde oturan Rhea'yı işaret etmişti. Cadı çarpılmış elleriyle dizginleri tutuyordu. "Şimdi komuta onda."

Gerçekten komuta büyücüdeydi. Kente yaklaşırlarken bu durum değişmedi. O küreye sahip olmak belki Rhea'nın vücuduna çok zarar vermişti. Belki kafasının bir bölümünü kaybetmesine neden olmuştu. Ama küre büyücünün gücünü kıramamıştı. Yaşlı kadının gücü daha da artmış gibiydi. Sanki beslenecek başka bir kaynak bulmuştu. Hiç olmazsa bir süre. Onu dizlerinde kuru dalmışçasına kırabilecek erkekler bir kadının emirlerini çocuklar gibi soru sormadan yerine getiriyorlar. Saatler geçer ve Hasat Gecesi yaklaşırken ortaya gitgide daha çok insan çıktı. Arabanın önünde altı kişi vardı. Atların sırtında Rimer ve yan yan bakan adamla birlikte gidiyorlardı. Arkada ise tam on iki kişi arabayı izliyordu. Reynolds onların başındaydı. Kızın boynundaki ilmeğin ucunu dövmeli eline sarmıştı. Susan bu adamların kimler olduklarını da, nasıl çağrıldıklarını da bilmiyordu.

Rhea giderek kalabalıklaşan grubu biraz kuzeye doğru çıkardı, sonra da eski İpek Çiftliği Yolu'nda güneybatıya doğru döndürdü. Yol dönemeçler yaparak kente doğru gidiyor, Hambry'nin doğu sınırında Büyük Yol'la birleşiyordu. Susan sersemlemiş olmasına rağmen cadının çok yavaş gittiğini farketti. Rhea yolda ilerlerken güneşin ufka doğru inişini hesaplıyordu. Dilini şaklatarak midilliyi hızla gitmeye zorlamıyor, tersine sık sık hayvanın dizginlerini çekiyordu. Sonunda akşama özgü o altın sarısı ışık kayboldu. Yolun kenarında yalnız başına bekleyen ince suratlı çiftçinin önünden geçerlerken Susan neden öyle ağır ağır gittiklerini anladı. Çiftçi herhalde iyi bir adamdı. Kiraladığı topraklarda şafaktan günbatımına kadar durmadan çalışıyordu. Ailesini seviyordu. (Ah, ama eski şapkasının kenarının altından gözüken gözleri kuzu kesmeye meraklı bir insanınkine benziyordu.) Susan, Rhea ayın doğmasını bekliyor, diye düşündü.

Dua edecek tanrıları olmayan Susan babasına dua etti.

Baba? Eğer buradaysan mümkün olduğu kadar güçlü davranmama yardım et. Ona, anısına sıkıca sarılmamı sağla. Kendime hakim olmamı da. Kurtarılmam için yalvarmıyorum. Sadece onlara korku ve acımı görme zevkini tattırmak istemiyorum. Ve o... ona da yardım et...

Susan, "O daima güvende olsun," diye fısıldadı. "Bunun için yardım et. Sevgimi sakla. Aşkım nereye giderse gitsin, onun güvende olmasını sağla. Gördüklerinden zevk almasını da. Onu görenlerin sevinç aymalarını da."

Yaşlı cadı yerinde dönmeden, "Dua mı ediyorsun, hayatım?" dedi. Çatlak sesinde sahte bir merhamet vardı. "Evet, zamanın varken o kişilerle aranı düzeltmeye bak. Alevler boğazındaki tükürükleri kurutmadan önce!" Başını arkaya atarak gıdaklar gibi güldü. Çalı süpürgesi gibi uçuşan birkaç tutam saçı şişkin ayın ışıklarında turuncuya dönüştü.


Roland'ın dehşetle bağırması üzerine Aceleci'nin rehberlik ettiği atlar koşarak geldiler. Üç arkadaştan biraz ötede durdular. Yeleleri rüzgârda uçuyordu. Kanyondan yükselen yoğun beyaz dumanın kokusu rüzgâr hafiflediği zaman burunlarına geliyor, hayvanlar başlarını sallayarak kişniyorlardı.

Roland atlarla da, dumanla da ilgilenmedi. Gözlerini Alain'in kordonundan omzuna astığı keseye dikmişti. Kesedeki küre yeniden canlanmıştı. Gitgide bastıran karanlıkta küre pembe bir ateşböceği gibi çakıyordu. Delikanlı küreyi almak için ellerini uzattı.

"Onu bana ver!"

"Roland, bilmem ki..."

"Kahrolasıca! Onu bana ver dedim!"

Alain, Cuthbert'e baktı. Delikanlı başını salladı... Sonra da üzüntü ve yorgunlukla ellerini gökyüzüne doğru kaldırdı.

Alain tam omzundaki keseyi çıkaracağı sırada Roland onu kaptı. Elini içine sokarak küreyi çıkardı. İyice parlıyordu küre. Turuncu yerine pembe bir Şeytan Ayı gibiydi.

Arkalarında, aşağıda incecik'in ısrarlı vızıltısı yükselip alçalıyordu. Yükselip alçalıyordu.

Cuthbert, Alain'i, "Doğrudan doğruya o şeyin içine bakma," diye uyardı. "Babanın adına, sakın bakayım deme!"

Roland yüzünü çakıp sönen küreye doğru eğdi. Küreden çıkan ışık sıvıymış gibi alnına ve yanaklarına yayıldı. Işıltısıyla gözlerini boğdu.

Roland, Maerlyn'in Gökkuşağı'nda kızı gördü. At sürülerinin kontrolcüsünün kızı Susan'ı. Pencerenin önünde oturan o güzel kızı. Susan şimdi sarı sembollerle süslenmiş siyah bir arabanın arkasında ayakta duruyordu. O yaşlı cadının arabasında. Reynolds onun arkasındaydı. Kızın boynuna geçirilmiş ilmiğin ucunu tutuyordu. Araba yeşil Kalp'e doğru gidiyordu. Sanki geçit töreniymiş gibi Hill Sokağı'nın yanına insanlar toplanmışlardı. Gözleri kuzu kesmeye meraklı bir kasabınkine benzeyen çiftçi onların ilkiydi. Hambry ve Mejis'teki bayramlarından yoksun kalan ama şimdi onun yerine o eski ilginç kara törenin lütfedildiği bu insanlar yolun kenarına dizilmişlerdi. "Charyou ağacı Gel, Hasat. Sana ölüm, bizim ürünlerimize hayat."

Kalabalığın arasında şiddetlenmeye başlayan bir rüzgâr gibi sessiz bir fısıltı dolaştı. Halk Susan'a önce kuru koçanları fırlatmaya başladı. Sonra çürümüş domatesleri. En sonunda da patates ve elmaları. Elmalardan biri Susan'ın yanağına çarptı. Kız sendeledi, az kalsın yuvarlanıyorlardı. Ama sonra dimdik durarak şiş olmasına rağmen hâlâ güzelliğini kaybetmeyen yüzünü yukarıya doğru kaldırdı. Ayın ışıkları onun suratını boyadı. Susan gözlerini ilerdeki bir noktaya dikti.

Kalabalık, "Charyou ağacı," diye fısıldadı. Roland onları duymuyor ama dudaklarının kıpırtısından ne dediklerini anlıyordu. Kalabalığın arasında Stanley Ruiz de vardı. Sonra Pettie, Gert Moggins, bacağı kırık olan Şerif Yardımcısı Frank Claypoold, o yılın Hasat Genci seçilecek olan Jamie McCann.

Roland, Mejis'te bulunduğu sürede tanıdığı (ve çoğundan hoşlandığı) yüz kadar kişiyi gördü. Şimdi bu insanlar Rhea'nın arabasının arkasında elleri bağlı ayakta duran aşkına mısır koçanları ve sebzeler fırlatıyorlardı.

Ağır ağır giden araba sonunda Yeşil Kalp'e ulaştı. Renkli fenerleri, gülen çocukların binmediği sessiz atlıkarıncasıyla bekleyen yere... Hayır, bu yıl böyle eğlenceler yapılmayacaktı. Hâlâ o iki kelimeyi tekrarlayan, galiba şimdi bunu şarkı gibi söyleyen kalabalık ikiye ayrıldı. Roland ateş için hazırlanmış olan piramit biçimi odun yığınını gördü. Ortadaki sütunun etrafına kırmızı elli korkuluklar dizilmişti. Kuklalar sırtlarını odunlara dayamış, biçimsiz bacaklarını uzatmışlardı. Oluşturdukları dairede bir tek boşluk vardı. Kurbanı bekleyen bir tek boş yer.

Sonra kalabalıktan bir kadın çıktı. Arkasında eski siyah bir elbise, elinde de bir kova vardı. Yanağındaki küller bir dağlama izine benziyordu. O...

Roland çığlık atmaya başladı. Arka arkaya bir tek kelimeyi tekrarlıyordu. "Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır!" Bu sözcüğü her tekrarlayışında pembe ışık daha parlaklaşıyordu.Cuthbert'le Alain her çakışta genç silahşorun derisinin altındaki kafatasının biçimini görebiliyorlardı.

Alain, "O küreyi Roland'dan almalıyız," dedi. "Buna mecburuz. Küre onun kanını canını emiyor. Roland'ı öldürüyor."

Cuthbert başını sallayarak öne doğru bir adım attı. Küreyi kavradı ama onu Roland'ın ellerinden alamadı. Silahşorun parmakları sanki cama kaynaklanmıştı.

Bert, Alain'e, "Ona vur," diye fısıldadı. "Tekrar tekrar vur. Buna mecbursun."

Ama sanki Alain bir direğe vuruyordu. Roland topuklarının üzerinde sallanmadı bile. O tek olumsuz sözcüğü tekrarlıyordu. "Hayır, hayır, hayır, hayır!" Ve küre gitgide daha hızlı çakıyor, açılan yaradan delikanlıyı kemirerek içine giriyor, onun ıstırabını kanmış gibi emiyordu.

Cordelia Delgado, "Charyou ağacı!" diye haykırarak beklediği yerden öne doğru atıldı. Kalabalık onu alkışladı. Kadının sol omzunun ötesinde Şeytan Ayı göz kırptı. Sanki o da bu komploya dahildi. "Charyou ağacı, seni hain dişi köpek! Charyou ağacı!"

Kovadaki boyayı yeğenine doğru attı. Boya kızın pantolonuna sıçradı ve bağlı ellerini bir çift kırmızı eldivene dönüştürdü. Kadın araba yanından geçerken başını kaldırarak Susan'a sırıttı. Yanağındaki kül daha belirginleşti. Alnının ortasında solucana benzeyen bir tek damar atıyordu.

Cordelia avaz avaz, "Sürtük!" diye haykırdı. Yumruklarını sıkmış, çok komik bir dansa başlamış gibi sıçrıyordu. Eteğinin altında kemikli dizleri kalkıp iniyordu. "Ürünlere hayat! Sürtüğe ölüm! Charyou ağacı! Gel, Hasat!"

Araba önünden geçti. Cordelia gözden kayboldu. Susan için bu yakında sona erecek olan rüyadaki zalim hayallerden biriydi. Kuş ve ayı ve tavşan ve balık, diye düşündü. Güvende ol, Roland, sevgimle git! En büyük dileğim bu!

Rhea da çığlık çığlığa, "Onu alın!" diye bağırdı. "Bu katil sürtüğü alın. Onu kırmızı elleriyle kavurun. Charyou ağacı!"

Kalabalık da karşılık verdi. "Charyou ağacı!" Ayışığında istekli ellerden bir orman oluştu. Bir yerde havai fişekleri patladı ve çocuklar heyecanla güldüler.

Susan'ı arabadan alarak bekleyen odun yığınına doğru götürmek için kalabalığın başlarının üzerinden kollar uzandı. Kızı elden ele geçirdiler. Savaşlardan zaferle dönen bir kahraman gibi. Susan'ın ellerinden kentlilerin hevesli, gergin yüzlerine kırmızı gözyaşları damladı. Ay bütün bunları seyrediyor, ışıkları kâğıt fenerlerinkini sönükleştiriyordu. Susan önce kuru odunların oluşturulduğu piramide doğru indirilir, sonra da hızla oraya çarpılırken, "Kuş ve ayı ve tavşan ve balık," diye mırıldandı. Onu kendisi için boş bırakılmış olan yere koydular. Şimdi Kalabalık bir ağızdan şarkı söyler gibi, "Charyou AĞACI! Charyou AĞACI!" diye tekrarlıyordu. "Charyou AĞACI!" "Kuş ve ayı ve tavşan ve balık."

Susan, Roland'ın o gece kendisiyle nasıl dans ettiğini hatırlamaya : çalışıyordu. Söğüt korusunda nasıl seviştiklerini. Karanlık yolda nasıl karşılaştıklarını. Roland, "Teşekkür ederim sai," demişti. "Sizinle karşılaştığım için seviniyorum." Evet, her şeye rağmen Roland doğruyu . söylemişti. Tanışmaları iyi olmuştu. Çok iyi. Her şeye rağmen, bu korkunç sona rağmen. Komşuları olan insanların ayışığında zıplayan birer gulyabaniye dönüşmelerine rağmen. Acı ve ihanete rağmen. Olacaklara rağmen.

"Charyou AĞACI! Charyou AĞACI! Charyou AĞACI!" Kadınlar yaklaşarak kızın ayaklarının etrafına mısır koçanlarını yığdılar. Birkaçı Susan'ı tokatladı da. (Ama bu önemli değildi. Susan'ın berelenmiş, şişmiş suratı uyuşmuş gibiydi.) İçlerinden biri, Susan'ın kızına ata binmeyi öğrettiği Misha Alvarez onun gözlerinin içine tükürdü. Sonra şaka yapmış gibi öteye sıçradı. Ellerini gökyüzüne doğru sallayarak kahkahalar attı. Susan bir an Coral Thorin'i gördü. Kadının göğsü Hasat tılsımlarıyla doluydu. Kucağı da ölü yapraklarla. Coral yaprakları Susan'a doğru attı. Yapraklar kızın etrafından çıtırdayan, güzel kokulu bir yağmur gibi yere doğru indiler.

Ve sonra Susan'ın halası tekrar ortaya çıktı. Rhea da yanındaydı. Her ikisinin de ellerinde meşaleler vardı. İki kadın Susan'ın önünde durdular. Kız cızırdayan katranın kokusunu duydu.

Rhea meşalesini aya doğru kaldırdı. O çatlak, ihtiyar sesiyle hay kırdı. "CHARYOU AĞACI!" Kalabalık da ona karşılık verdi. "CHARYOU AĞACI!"

Cordelia da kendi meşalesini kaldırdı. "GEL, HASAT!"

Büyücü ninni söyler gibi, "Şimdi, sürtük," dedi. "Şimdi aşkının sana verdiği öpücüklerden daha sıcağıyla karşılaşacaksın."

Cordelia, "Geber, hain," diye fısıldadı. "Ürünlere hayat, sana ölüm."

Susan'ın dizlerine kadar gelen mısır koçanı yığınına meşaleyi ilk atan o oldu. Rhea da hemen onun arkasından aynı şeyi yaptı. Mısır koçanları hemen tutuştu. Sarı alevler Susan'ın gözlerini kamaştırdı.

Susan son defa serin havayı içine çekerek onu kalbiyle ısıttı. Ve meydan okurcasına, "ROLAND, SENİ SEVİYORUM!" diye haykırdı.

Kalabalık mırıldanarak geriledi. Sanki artık geri dönülemeyecek bir noktaya gelmişlerdi ve yaptıkları yüzünden endişelenmeye başlıyorlardı. Ne de olsa karşılarındaki içi doldurulmuş bir korkuluk değil, hepsinin tanıdığı neşeli bir kızdı. İçlerinden biriydi. Ve çılgınca bir nedenle elleri kırmızıya boyanarak Hasat Ateşi'ne itilmişti. Bir dakikaları daha olsaydı belki de kızı kurtaracaklardı. Bazıları gerçekten kurtaracaktı. Ama artık çok geçti. Kuru odunlar tutuştu. Susan'ın pantolonuyla gömleği de. Başında bir taca benzeyen uzun sarı saçları da.

"ROLAND, SENİ SEVİYORUM!

Kız yaşamının sonunda sıcaklığı hissetti ama acı duymadı. Roland'ın gözlerini düşünecek kadar zaman buldu. Sabah hava aydınlanırken gökyüzünün büründüğü renkteki gözlerini. Delikanlının uçurumda atını sürmesini düşünecek kadar zaman da. Roland, Aceleci'nin sırtında giderken siyah saçları şakaklarından havalanıyor, eşarbı dalgalanıyordu. Delikanlı özgürlük ve rahatlıkla gülüyordu. Ama Susan'ınkinden daha uzun olan yaşamının sonuna kadar bir daha bu özgürlük ve rahatı bulamayacaktı. Susan ölürken Roland'ın kahkahasını da birlikte götürdü. Işık ve sıcaktan insanı teselli eden o ipek gibi karanlıklara kaçtı. Giderken tekrar tekrar sevgilisine seslendi. Kuş ve ayı ve tavşan ve balıktan yardım istedi.


Roland artık hiçbir şey söylemiyor, "Hayır," bile demiyordu. Çığlıklar atıyor, bağırsakları deşilmiş bir hayvan gibi uluyordu. Elleri küreye yapışıp kalmıştı. Cam küre bir insanın göğsünden fırlamış bir kalp gibiydi. Parlaklaşıp sönükleşiyordu. Roland, Susan yanarken bakışlarını küreden alamadı.

Cuthbert yine o lanetli şeyi arkadaşının ellerinden almaya çalıştı ama başaramadı. Delikanlı aklına gelen tek şeyi yaptı. Tabancasını çekerek küreye nişan aldı, başparmağıyla horozu itti. Belki Roland'ı da yaralayacaktı. Uçuşan camların Roland'ı kör etmeleri ihtimali vardı. Ama başka seçeneği yoktu. Bir şey yapmazlarsa o sihirli şey Roland'ı öldürecekti.

Ama Cuthbert'in ateş etmesine gerek kalmadı. Küre sanki onun elindeki tabancayı görmüş ve ne olduğunu anlamış gibi hemen Roland'ın avuçları arasında karanlıklaşıp söndü. Roland'ın kaskatı kesilen her kası, dehşet ve öfkeyle titreyen vücudu gevşedi. Çocuk taşlaşmış gibi yere devrildi. Küre parmaklarının arasından kaydı. Genç silahşor yere düşerken karnı küre için yastık görevi yaptı. Küre Roland'ın üzerinden yuvarlandı, delikanlının ileriye doğru uzanmış olan gevşek elinin yakınında durdu. Şimdi karanlık içinden ışık süzülmüyordu. Sadece derinliklerinde uğursuz turuncu bir kıvılcım vardı. Ufuktan yükselen Şeytan Ayı'nın küçücük bir yansımasıydı bu.

Alain küreye hayranlık ve korkuyla karışık bir duyguyla baktı. Uykuya dalmış vahşi hayvana bakan biri gibi... Ama sonra uyanacak ve insanı ısıracak bir hayvan gibi.

1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət