Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə4/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   62

"Hata!"

Evet, Blaine bir hata yapmıştı. Dahası Jake Chambers gibi on bir yaşında bir çocuk bu hatayı yakalamıştı. Blaine yanılabildiğine göre, başka hatalar da yapabilirdi. Belki yine de bir umut vardı. Jake bu olasılığı Nehir Geçidi'nde graf konusunda olduğu gibi karşılamaya karar verdi. Birazcık umutlanacaktı.


Roland, Susannah'ya belli belirsizce başını salladı. Sonra da bilmece sormayı sürdürmek için vagonun ön tarafına doğru döndü. Ama daha ağzını açamadan Jake vücudunun ileriye doğru itildiğini hissetti. Garip bir şeydi bu. Mono hızla ilerlerken hiçbir şey hissetmiyordun. Ama tren yavaşlamaya başladığı an bunu farkediyordun.

Blaine, "İŞTE GERÇEKTEN GÖRMENİZ GEREKEN BİR ŞEY," dedi. Yine neşelenmişti. Ama Jake bu ses tonuna hiç güvenemiyordu. Babasının bazen telefonda konuşmaya bu ses tonuyla başladığını duymuştu. (Genellikle büyük bir hata yapan adamlarından biriyle konuşurken.) Elmer Chambers görüşmenin sonuna doğru ayağa kalkar, midesi sancıyormuş gibi yazı masasının üzerine doğru eğilirdi. Ve olanca sesiyle bağırırdı. Yanakları turp kadar kırmızı, gözlerinin altındaki torbacıklar da patlıcanlar gibi mosmor olurdu.

"ZATEN BURADA DURMAM GEREKİYORDU. ÇÜNKÜ BU NOKTADA AKÜMÜLATÖRLERE GEÇMEM ŞART. BU DA ŞARJ DEMEK."

Mono belli belirsiz bir sarsıntıyla durdu. Yolcuların etraflarındaki duvarlar yine renksizleşti, sonra da saydamlaştı. Susannah korku ve hayretle inledi. Roland sola giderek başını çarpmamak için vagonun o yanını yokladı. Sonra da ellerini dizlerine koyarak öne doğru eğildi. Gözlerini kısmıştı. Oy tekrar havlamaya başladı. Sadece Eddie Baronluk Vagonu'nun görüş aygıtlarının sağladığı soluk kesici manzaradan etkilenmemiş gibiydi. Genç adam şöyle bir etrafına bakındı. Kafası meşgul olduğu için yüzünde dalgın bir ifade vardı. Gözlerini yeniden ellerine dikti. Jake onu hafif bir merakla süzdü. Sonra tekrar dışarıya bakmayı sürdürdü.

Tren geniş bir uçurumun ortasındaydı. Sanki ayın tozlarının uçuştuğu havada duruyorlardı. Daha ötede hızla akan geniş bir nehir vardı. Send değildi bu ırmak, ama tabii Roland'ın dünyasında nehirler yataklarındaki değişik noktalardan başka başka yönlere doğru akmıyorlarsa... Jake'in Orta-Dünya konusunda bu ihtimali kesinlikle reddedecek kadar bilgisi yoktu. Ayrıca bu nehir öyle sakin sakin akmıyor, kaynıyordu sanki. Dağlardan azgın seller halinde akıyordu. Öfkelenen ve kavga çıkarmak isteyen biri gibi.

Jake bir an nehrin iki yanındaki dik yamaçları süsleyen ağaçlara baktı. Onların normal bitkiler olduklarını farkederek rahatladı. Bunlar örneğin, Colorado ya da Wyoming dağlarında görebileceğiniz karaçamlar gibi ağaçlardı. Sonra çocuğun bakışları uçurumun ağzına geri kaydı. Burada sel ayrılıyor ve bir çağlayan halinde dökülüyordu. Öyle geniş ve yüksekti ki, Niagara şelalesi onun yanında üçüncü sınıf bir gösteri parkındaki çağlayanlar gibi kalırdı. Jake, Niagara'ya babası ve annesiyle gitmişti. (Çocuğun hatırlayabildiği ve ailece çıkılan üç tatilden biriydi bu. İki tatil babasının televizyon kanalından gelen acil çağrılar yüzünden yarıda kesilmişti.) Çağlayanın oluşturduğu yarım dairenin etrafını saran hava aşağıdan hızla yükselen sis yüzünden iyice bulanıklaşmıştı. Sis, buhara benziyor ve ayın halelerini andıran ışıklar birbirlerine bağlı, fazla parlak rüya-mücevherlerini andırıyordu. Jake onları olimpiyatları simgeleyen birbirine bağlı halkalara benzetti.

Çağlayanların ortasından, nehrin aşağıya aktığı yerin altmış metre kadar aşağısından dev gibi iki taş uzanıyordu. Jake bir heykeltıraşın ya da öyle bir grup sanatçının oraya kadar inmeyi nasıl başardığını bilemiyordu. Ama suyun taşları oyarak biçim verdiğine inanması da imkânsızdı. Taşlar dişlerini gösteren dev köpek kafalarına benziyordu.

Çocuk, Köpekler Çağlayanı, diye düşündü. Bundan sonra bir istasyon vardı. Dasherville. Sonra da Topeka. Son durak. Herkes dışarı!

Blaine, "BİR DAKİKA," dedi. "ÇAĞLAYANLARIN ZEVKİNİ İYİCE ÇIKARMANIZ İÇİN SESİ AYARLAMAM GEREKİYOR."

Bir an hafif, fısıltımsı, düdüğe benzer bir ses duyuldu. Sanki bir makine öksürerek boğazını temizliyordu. Sonra yolcular müthiş bir kükremenin saldırısına uğradılar. Suyun gümbürtüsüydü bu. Belki de dakikada milyarlarca litre su uçurumun kenarından altı yüz metre kadar aşağıdaki derin taş oyuğa düşüyordu. İleriye uzanan köpeklerin küt burunlarının önünde sis bulutları uçuşuyordu. Sanki cehennemdeki deliklerden fışkıran buharlardı bunlar. Ses gitgide yükseliyordu. Şimdi Jake'in kafası bu sesin etkisiyle titreşiyordu. Çocuk ellerini kulaklarına bastırırken Roland, Eddie'yle Susannah'nın da aynı şeyi yaptıklarını gördü. Oy da havlıyordu ama çocuk onun sesini duyamıyordu. Susannah tekrar tekrar dudaklarını oynatıyordu. Jake yine onun ne dediğini anladı. "Kes şunu, Blaine! Kes şunu!" Ama çocuk Oy'un havlamaları gibi kadını da duyamıyordu. Oysa Susannah'nın olanca sesiyle bağırdığından emindi.

Blaine hâlâ çağlayanın sesini yükseltiyordu. Sonunda Jake gözlerinin çukurlarında titreştiklerini hissetti. Kulaklarının fazla yüklenmiş stereo hoparlörleri gibi patlayacağından emindi.

Sonra ses kesildi. Hâlâ ayın aydınlattığı sislerin yukarsındaydılar. Ayışığının yarattığı gökkuşakları durmadan akan suyun oluşturduğu perdenin önünde dönüyor, köpek-nöbetçilerin ıslak ve vahşi taş suratları çağlayanın arasından uzanıyordu. Ama o dünyayı sona erdirecek gümbürtü kesilmişti.

Jake bir an korktuğunun başına geldiğini sandı. Yani sağır olduğunu düşündü. Sonra hâlâ havlayan Oy'un sesini ve Susannah'nın feryatlarını duyabildiğini farketti. Önce bu sesler boğuktu ve uzaklardan geliyordu. Jake'in kulağına bisküvi kırıntıları doldurduklarını sanırdınız. Ama sonra durum düzelmeye başladı.

Eddie kolunu Susannah'nın omzuna atarak yol haritasına doğru baktı. "Şu Blaine çok iyi biri."

Blaine, "ÇAĞLAYANIN SESİNİ OLDUĞU GİBİ DUYMAKTAN HOŞLANACAĞINIZI DÜŞÜNDÜM SADECE," dedi. Gümbürtülü sesinde hem neşe, hem de kırgınlık vardı. "BUNUN, EDITH BUNKER KONUSUNDA YAPTIĞIM HAYIFLANACAK HATAMI UNUTTURACAĞINI SANDIM."

Jake, suç bende, diye düşündü. Blaine belki sadece bir makine. İntihara karar vermiş bir makine hem de. Ama yine de kendisiyle alay edilmesinden hiç hoşlanmıyor.

Çocuk Susannah'nın öbür yanına geçerek kolunu onun omzuna doladı. Köpekler Çağlayanı'nın uğultusunu hâlâ duyuyordu ama artık ses çok uzaklardan geliyormuş gibiydi.

Roland, "Burada ne oluyor?" diye sordu. "Akümülatörlerini nasıl dolduruyorsun?"

"BUNU BİRAZ SONRA GÖRECEKSİN, SİLAHŞOR. O ARADA BENİ BİR BİLMECE SORARAK SINA."

"Pekâlâ, Blaine. Dinle. Bu Cort'un kendisinin oluşturduğu bir bilmece. Ve vaktiyle çok kez soruldu."

"BUNU BÜYÜK BİR MERAKLA BEKLİYORUM."

Roland belki de kafasını toplamak için bir an durup vagonun tavanının olması gereken yere doğru baktı. Ama şimdi oradan sadece kapkara gökyüzünde uzanan yıldızlı bir çizgi gözüküyordu. (Jake, Aton ve Lydia'yı seçebildi. Eski Yıldız ve Yaşlı Anne'yi. Her zamanki yerlerinden birbirine bakan bu iki yıldız garip bir biçimde çocuğun içinin rahatlamasına neden oldu.) Sonra silahşor Blaine'in suratı görevini yapan dikdörtgene döndü.

"Dinle. Bizler çok küçücük yaratıklarız. Ama hepimizin de ayrı özellikleri var. Birimiz cama yerleştirildi. İkinciyi evde bulabilirsin. Bir diğeri inciye dizildi. Dördüncü ormanda bekliyor. 'Uğurlu' dediğin zaman beşinciden yararlanırsın. Söyle... biz neyiz?"

Blaine, "A, E, İ, O ve U," dedi. "YÜKSEK DİLDEKİ SESLİ HARFLER." Yine hiç duraksamamıştı. Bir an bile. Ama sesi alay doluydu. Neredeyse kahkahalarla güleceği belliydi. Bu hali zalim bir çocuğun kızgın bir sobanın üzerinde koşuşan böcekleri seyretmesine benziyordu. "AMA BU BİLMECEYİ ÖĞRETMENİN YARATMADI, GILEAD'U ROLAND. BU BİLMECE LONDRA'LI JONATHAN SWIFT'İN. LONDRA DOSTLARININ GELDİKLERİ DÜNYADAKİ BİR KENT,"

Roland, "Teşekkür ederim, Blaine," dedi; Blaine'in adını içini çekercesine söylemişti. "Doğru cevabı buldun. Herhalde bilmecenin kaynağı konusundaki düşüncen de doğru. Cort'un diğer dünyalar hakkında bilgisi olduğundan uzun süre şüphelenmiştim. Galiba o kentin dışında yaşayan Manni'yle konuşmuştu."

"MANNI BENİ HİÇ İLGİLENDİRMİYOR, GILEAD'LI ROLAND. ONLARINKİ HER ZAMAN GÜLÜNÇ BİR MEZHEPTİ. ŞİMDİ BENİ BAŞKA BİR BİLMECEYLE SINA."

"Pekâlâ. Şimdi..."

"DUR, DUR, DUR, DUR! IŞININ GÜCÜ ARTIYOR. DOĞRUDAN DOĞRUYA KÖPEKLERE BAKMAYIN, BENİM İLGİNÇ YENİ DOSTLARIM! GÖZLERİNİZİ KORUYUN..."

Jake bakışlarını çağlayandan uzanan dev taş heykellerden çevirdi. Ama ellerini tam zamanında kaldıramadı. Gözucuyla o hatları fazla belirgin olmayan kafaların gözlerinin birdenbire çok parlak bir maviye dönüştüğünü gördü. Bu gözlerden sert açılı yıldırımlar monoya doğru fışkırdı. Sonra Jake kendini Baronluk Vagonu'nun halı kaplı zemininde buldu. Avuçlarını kapalı gözlerine bastırmıştı. Oy'un iniltileri hafifçe çınlayan kulağında yankılanıyordu. Çocuk Oy'un gerisinden gelen çatırtıyı da duyuyordu. Mononun etrafını hızla saran elektriğin sesiydi bu.

Jake gözlerini tekrar açtığı zaman Köpekler Çağlayanı ortadan kaybolmuştu, Blaine duvarları tekrar görünür hale getirmişti. Ama Jake hâlâ sesleri duyuyordu. Elektrik çağlayanının gürültüsünü. Işından çekilen bu güç taş kafaların gözlerinden fışkırtılıyordu. Blaine de bir yoldan kendini bununla besliyordu. Çocuk, yolumuza devam ettiğimiz zaman, diye düşündü. Blaine akümülatörle çalışacak. Demek ki, Lud artık gerçekten gerilerde kalacak. Temelli.

Roland, "Blaine, ışının gücü oraya nasıl toplanıyor?" diye sordu. "Bunun oradaki taş tapınak köpeklerinin gözlerinden fışkırmasını ne sağlıyor? Sen bu gücü nasıl kullanıyorsun?"

Blaine sesini çıkarmadı.

Eddie de atıldı. "O heykelleri kim yonttu? Bu o Ulu Eskiler'in işi mi? Değil sanırım. Yanılmıyorum değil mi? Onlardan önce de insanlar vardı. Ya da... onlar gerçekten insan mıydılar?"

Blaine yine bir şey söylemedi. Belki de böylesi daha iyiydi. Jake Köpekler Çağlayanı konusunda ayrıntılı bilgi edinmek istediğinden pek de emin değildi. Ya da onların altında neler olduğunu öğrenmek istediğinden. Daha önce de Roland'ın dünyasının karanlıklarına dalmıştı. Oradakilerin iyi ve güvenilir olmadıklarına inanacak kadar çok şey görmüştü.

Yukardan Küçük Blaine'in sesi geldi. "Bunu ona sormamanız daha iyi olur. Daha güvenli."

Eddie, "Saçma sorular sormazsan, saçma oyunlar da oynamaz," dedi. Yüzünde yine sanki uzaklarda bir yerdeymiş izlenimini veren o dalgın ifade belirmişti..Susannah adını söylediği zaman onu duymadı.


Roland, Jake'in karşısına oturarak elini ağır ağır sağ yanağına sürdü. Sakalları çıkmıştı. Bu silahşorun yorgun ya da kuşkulu olduğu zaman yaptığı bir hareketti. "Bildiğim bilmeceler tükenmek üzere," dedi.

Jake hayretle ona baktı. Silahşor bilgisayara elli ya da daha çok bilmece sormuştu. Jake insanın hazırlık yapmadan bu kadar çok bilmece sormasını takdirle karşılamıştı. Ama bilmecelerin Roland'ın büyüdüğü yerde ne kadar önemli oldukları düşünüldüğü zaman...

Roland bu düşüncelerin birazını Jake'in yüzünden anlamıştı. Çünkü dudaklarının kenarında limon kadar ekşi, hafif bir gülümseme uçuştu. Silahşor çocuk yüksek sesle konuşmuş gibi başını salladı. "Ben de anlayamıyorum. Bana dün ya da önceki gün sorsaydın sana kafamın gerisindeki pılı pırtı çıkınında en aşağı bin bilmece olduğunu söylerdim. Hatta belki de iki bin... Ama..."

Tek omzunu kaldırdı. Başını sallayarak omzunu silkti. Elini yine yanağına sürdü.


"Bu unutmaya da benzemiyor. Sanki kafamda o bilmeceler hiç yoktu. Dünyanın geri kalan kısmında olanlar benim başıma da geliyor sanırım."

"Sen de ilerliyorsun." Susannah, Roland'a merhametle baktı. Silahşor genç kadına ancak bir iki saniye bakabildi. Sanki Susannah'nın bakışları onu yakmıştı. Kadın ekledi. "Her şey gibi..."

"Korkarım öyle." Silahşor Jake'e döndü. Dudakları gerilmiş, gözlerinde sert bir ifade belirmişti. "Sana söylediğim zaman kitabındaki bilmeceleri sormak için hazır olur musun?"

"Evet."


"İyi. Ve cesaretin kırılmasın. Henüz bu işin sonuna gelmedik."

Dışarda elektriğin o hafif çıtırtısı kesildi.

Blaine, "AKÜMÜLATÖRLERİMİ DOYURDUM," diye açıkladı. "VE HER ŞEY YOLUNDA."

Susannah alayla, "Harika," dedi.

Oy tekrarladı. "Rika..." Susannah'nın alaycı sesini ustalıkla taklit etmişti.

"BAZI MAKASLARLA İLGİLENMEM GEREKİYOR. BU İŞ KIRK DAKİKA KADAR SÜRECEK. ÇÜNKÜ ÇOĞU OTOMATİK. MAKASLAR AÇILIR VE BUNUNLA İLGİLİ KONTROL LİSTESİ HAZIRLANIRKEN, YARIŞMAMIZI SÜRDÜRECEĞİZ. BU YARIŞMA BANA BÜYÜK ZEVK VERİYOR."

Eddie, "Bu iş Boston'a giden trende elektrikten dizele geçilmesine benziyor," diye mırıldandı; hâlâ uzaklardaymış gibi konuşmuştu. "Aklı başında insanların oturmaya yanaşmayacağı lanet olasıca Hartford ya da New Haven gibi yerlerde."

Susannah sordu. "Eddie? Sen ne..."

Ama Roland onun omzuna dokunarak başını iki yana salladı.

Blaine o neşeli sesiyle, "BOŞVER, NEW YORK'LU EDDIE," dedi. Yine, ah -ne-kadar- eğleniyorum havasında konuşmuştu.

Eddie homurdandı. "Doğru. Sen New York'lu Eddie'ye aldırma."

"EDDIE GÜZEL BİLMECELER BİLMİYOR. AMA GILEAD'LI ROLAND... SEN PEK ÇOK BİLMECE ÖĞRENMİŞSİN. BENİ YENİ BİR BİLMECEYLE SINA."

Roland bilmece sorarken, Jake son deneme yazısını düşündü. Blaine bir bela, diye yazmıştı. Blaine bir bela ve gerçek olan da bu. Evet, gerçek buydu.

Kesin gerçek.

Mono Blaine aradan bir saat geçmeden tekrar hareket etti.
Susannah büyülenmiş gibi çakıp sönen ışığın Dasherville'e yaklaşmasını, onu geçmesini ve son yolda ilerlemesini korkuyla izliyordu. Yeşil noktanın hareketinden akümülatörle çalışmaya başlayan Blaine'in, biraz daha yavaş ilerlediği anlaşılıyordu. Baronluk Vagonu'nun ışıkları da biraz sönükleşmiş gibiydi. Ama Susannah bunun sonu değiştireceğini sanmıyordu. Blaine saatte sekiz yüz yerine altı yüz mil hızla giderek Topeka'ya erişebilirdi. Ama ne olursa olsun son yolcuları yine de diş macununa dönüşeceklerdi.

Roland da yavaşlamaya başlamıştı. Bilmece bulabilmek için o pılı pırtı dolu çıkının giderek daha derinlerini karıştırıyordu. Ama yine de bilmece bulmayı başarıyordu. Mücadeleden vazgeçmek niyetinde değildi. Her zamanki gibi. Susannah onun kendisine ateş etmeyi öğretmeye başlamasından beri Gilead'lı Roland'a istemeye istemeye sevgi duymaya başlamıştı. Hayranlık, korku ve acımanın bir karışımıydı bu duygu. Roland'dan hiçbir zaman hoşlanmayacağını sanıyordu. (Ve kadının Detta Walker yanı onu çılgın gibi yakalayıp güneşe çıkardığı için silahşordan her zaman nefret edecekti.) Ama Roland'a olan sevgisi yine de güçlüydü. Sonuçta o Eddie Dean'in hem hayatını, hem de ruhunu kurtarmıştı. Sadece bu yüzden silahşoru sevmesi gerekirdi. Ama genç kadın Roland'ın hiçbir zaman -asla- savaşmaktan vazgeçmemesi yüzünden onu daha da fazla sevdiğini seziyordu. Silahşorun sözlüğünde "gerilemek" sözcüğünün olmadığı besbelliydi. Hatta cesareti kırıldığı zaman bile gerilemiyordu... Şimdi olduğu gibi.

"Blaine arabasız yolları, ağaçsız ormanları ve evsiz kentleri nerede bulabilirsin?"

"BİR HARİTADA."

"Doğru cevabı buldun. Şimdi: Yüz bacağım var ama yürüyemem. Uzun bir boynum var ama başım yok. Bir kadının hayatını karartabilirim. Ben neyim?"

"SÜPÜRGE. SİLAHŞOR, BUNUN BİR BAŞKA TÜRLÜSÜ DE VAR. BUNDA: 'BİR KADININ HAYATINI KOLAYLAŞTIRIRIM,' DENİLİYOR. AMA SENİNKİNİ DAHA BEĞENDİM."

Roland bu sözlere aldırmadı. "Görülemez, hissedilemez, tadılamaz, koklanamaz. Yıldızların gerisinde ve tepelerin altında yatar. Yaşamı sona erdirir ve kahkahayı öldürür. Bu nedir, Blaine?"

"KARANLIK!"'

"Teşekkür ederim, Blaine. Doğru cevabı buldun."

Roland parmakları eksik olan elini sağ yanağına sürdü. Nasırlı parmak uçları çok hafif bir hışırtı duyulmasına neden oldu. Susannah bu yüzden ürperdi. Jake yere bağdaş kurarak oturmuştu. Müthiş yoğun bir dikkatle silahşora bakıyordu.

"Hareket eder ama koşamaz. Bazen şarkı söyler ama konuşamaz/ Kolları yoktur ama elleri vardır. Başı yoktur ama suratı vardır. Bu nedir, Blaine?"

"SAAT."


Jake, "Kahretsin," diye fısıldayarak dudaklarını birbirine bastırdı.

Susannah, Eddie'ye bakınca bir an öfkelendi. Genç adam bütün bu olanlarla hiç ilgilenmiyormuş gibiydi. 1980'lerin argo deyişiyle, "silinmişti." Genç kadın onu dirseğiyle dürtüp biraz uyandırmayı istedi. Ama Roland'ın kendisine bakarak başını salladığını hatırlayınca vazgeçti. Eddie'nin hatları gevşemiş suratındaki ifadeden onun düşündüğüne pek inanamazdınız. Ama belki de gerçekten düşünüyordu.

Susannah, eğer öyleyse, acele etmen iyi olur, hayatım, diye düşündü. Yol haritasındaki yeşil nokta hâlâ Topeka'dan çok Dasherville'e yakındı. Ama ondan sonraki on beş dakika içersinde yolun yarısına ulaşacaktı.

Yarışma hâlâ devam ediyordu. Roland soru soruyor, Blaine anında karşılık veriyordu. Tenis maçındaymışlar gibi. Mono topu filenin üzerinden alçaktan yolluyordu ve ona erişilmesi de imkânsızdı.

"Şatoları ne yapar, dağları ne yıkar, bazı insanları ne kör eder?"

"KUM."


"Teşekkürler."

"Kışın yaşayan, yazın ölen, kökü yukarda olan şey nedir?"

"SAÇAKLARDAN SARKAN BUZLAR."

"Teşekkürler."

"İnsan onun üzerinden de geçer, altında da. Savaş zamanı onu yakar."

"KÖPRÜ."


"Teşekkürler."

Bilmecelerden oluşan sonsuz bir sıra Susannah'nın önünden geçiyordu. Tek tek bilmeceler. Sonunda onlardan hiç zevk almaz oldu. Neşeli, muzip yanları kaybolmuştu. Susannah, acaba Roland'ın gençliğinde Geniş ve Verimli Topraklar bayramları sırasında yapılan bilmece yarışmalarında da böyle miydi, diye merak etti. Silahşor ve dostları Güzel-Gün ödülü olan kazı ele geçirmek için yarıştıkları zaman? Hoş, hepsinin de Roland'ın dostu olduğunu sanmıyorum ya. Evet, o bayram günlerinde de durum böyleydi sanırım. Herhalde yarışı daha uzun zaman dayanabilen biri kazanıyordu. Zavallı zorlanan beynini biraz daha kullanabilen biri.

İşin öldürücü yanı Blaine'in kahrolasıca cevabı her seferinde çabucak vermesiydi. Bilmece ne kadar zormuş gibi gözükürse gözüksün mono topu onların tarafına hızla atıveriyordu.

"Gözü olan ama görmeyen şey nedir?"

Blaine, "BUNUN DÖRT YANITI VAR," diye cevap verdi. "DİKİŞ İĞNESİ, GERÇEK BİR ÂŞIK, ÖKÜZ GÖZÜ DENİLEN ÇİÇEK, YAZI MASASINDAKİ GÖZ."

"Teşekkür ederim, Blaine. Doğru..."

"BENİ DİNLE, GILEAD'LI ROLAND. BENİ DİNLEYİN, KA-TET."

Roland hemen sustu. Gözleri kısıldı, başını hafifçe yana doğru eğdi.

Blaine, "BİRAZ SONRA MAKİNELERİMİN HIZLANDIĞINI DUYACAKSINIZ," dedi. "ŞU ANDA TOPEKA'YA ERİŞMEMİZE TAMI TAMINA BİR SAAT VAR. BU NOKTADA..."

Jake, "Eğer yedi saat ya da daha uzun bir süre yolculuk yaptıysak ne olayım," diye mırıldandı.

Susannah endişeyle etrafına baktı. Jake'in alayı yüzünden yeniden ufak bir zalimlik ya da terör havası esmesini bekliyordu. Ama Blaine sâdece kıkır kıkır güldü. Tekrar konuşmaya başladığında Humphrey Bogart'ın taklidini yapıyordu.

"BURADA ZAMAN FARKLIDIR, BEBEK! BUNU ŞİMDİYE KADAR ANLAMIŞ OLMAN GEREKİR. AMA ENDİŞELENME. ZAMAN GEÇERKEN TEMEL ŞEYLER DEĞİŞMEZ. SANA HİÇ YALAN SÖYLER MİYİM?"

Jake, "Evet, söylersin," diye cevap verdi.

Anlaşılan bu da Blaine'e pek komik geldi, tekrar gülmeye başladı. Bu çılgınca, mekanik gülme Susannah'nın aklına salaş lunaparklardaki korku tünellerini ve karnavalları getirdi. Işıklar kahkahalarla aynı zamanda yanıp sönerken genç kadın gözlerini kapatıp kulaklarını tıkadı.

"Kes sunu, Blaine! Kes şunu!"

Mono bu kez James Stewart'ın o mahcup delikanlı sesiyle, "AH, ÖZÜR DİLERİM, HANIMEFENDİ," dedi. "GÜLÜŞÜMLE KULAKLARINIZI MAHVETTİYSEM ÇOK ÜZÜLÜRÜM."

Jake, "Şunu da mahvet," diyerek elini yol haritasına doğru uzattı ve orta parmağını havaya kaldırdı.

Susannah, Eddie'nin güleceğini sandı. Ne zaman olsa bayağılık onu eğlendirirdi. Ama Eddie hâlâ ellerine bakıyordu. Alnı kırışmıştı; ağzı hafifçe açık, gözleri ifadesizdi. Susan onun insanı rahatsız edecek kadar "köyün delisi"ne benzediğini düşündü. Eddie'nin suratındaki o ahmakça ifadeyi silebilmek için dirseğiyle onu dürtmeyi istediyse de, yine kendini tuttu. Ama aslında daha fazla dayanamayacaktı. Blaine'le yaptıkları yolculuğun sonunda öleceklerse olay sırasında Eddie'nin kolları ona dolanmış olmalıydı. Eddie ona bakmalıydı. Eddie'nin kafası onunkiyle birleşmeliydi.

Ama şu ara onu zorlamaması daha iyi olacaktı.

Blaine normal sesiyle konuşmasını sürdürdü. "BU NOKTADA 'KAMİKAZE YOLCULUĞUM' DİYE DÜŞÜNMEKTEN HOŞLANDIĞIM ŞEYE BAŞLAYACAĞIM. BÖYLE YAPMAK AKÜMÜLATÖRLERİMİN ÇOK ÇABUK BOŞALMASINA NEDEN OLACAK. AMA BENCE ARTIK TASARRUF ETMENİN ZAMANI GEÇTİ. SİZ DE ÖYLE DÜŞÜNMÜYOR MUSUNUZ? YOLUN SONUNDAKİ ÇELİK ENGELLERE ÇARPTIĞIM SIRADA SAATTE DOKUZ YÜZ MİLDEN DAHA HIZLI GİDİYOR OLACAĞIM. YANİ TEKERLEK HESABIYLA BEŞ YÜZ OTUZ. ONDAN SONRA, 'HOŞÇAKAL BEBEK! MEKTUP YAZMAYI UNUTMA!' SİZE BUNU ADİL DAVRANMAK İSTEDİĞİM İÇİN AÇIKLIYORUM, BENİM İLGİNÇ YENİ DOSTLARIM. EĞER EN GÜZEL BİLMECELERİNİZİ SONA SAKLADIYSANIZ ARTIK ONLARI BANA ŞİMDİ SORMANIZ İYİ OLUR."

Blaine'in sesindeki kuşku götürmeyecek açgözlülük, onları öldürmeden önce en güzel bilmeceleri öğrenmek ve çözmek hırsı Susannah'nın kendini yorgun ve yaşlı hissetmesine neden oldu.

Roland olağan bir tavırla, "Sana en güzel bilmecelerimi soracak zaman bulamayabilirim," dedi. "Çok yazık olur, değil mi?"

Kısa bir sessizlik oldu, ama yine de bilgisayarın Roland'ın bilmecelerini cevaplarken geçen süreden daha uzun sayılırdı. Blaine duraklamıştı. Sonra güldü. Susannah onun çılgınca kahkahalarından nefret ediyordu. Ama makinenin şimdi gülüşündeki alaycı bıkkınlık genç kadını iliklerine kadar dondurdu. Belki de bunun nedeni neredeyse aklı başında bir gülüş olmasıydı.

"AFERİN, SİLAHŞOR. BU CESURCA BİR ÇABAYDI. AMA SEN ŞEHRAZAT DEĞİLSİN. KONUŞMAK İÇİN ÖNÜMÜZDE BİNBİR GECE YOK."

"Ne demek istediğini anlayamadım. Şehrazat'ı tanımıyorum."

"BU ÖNEMLİ DEĞİL. EĞER GERÇEKTEN ÖĞRENMEK İSTİYORSAN SUSANNAH SANA BİLGİ VERİR. ÖNEMLİ OLAN ŞU, ROLAND: BAŞKA BİLMECELER SORMAYI VAAT EDEREK BENİ KANDIRAMAZSIN. SENİNLE O KAZ İÇİN YARIŞIYORUZ. TOPEKA'YA ERİŞTİĞİMİZ ZAMAN BU ÖDÜL ŞU YA DA BU ŞEKİLDE VERİLECEK. BUNU ANLIYOR MUSUN?"

Roland yine sakat elini yüzüne götürdü. Susannah onun parmaklarını sakalına sürerken çıkan çok hafif hışırtıyı duydu.

"Sonuna kadar yarışacağız. Kimse vazgeçmeyecek."

"DOĞRU. KİMSE VAZGEÇMEYECEK."

"Pekâlâ, Blaine. Sonuna kadar yarışacağız ve kimse vazgeçmeyecek. İşte yeni bilmece."

"HER ZAMANKİ GİBİ BUNU ZEVK VE HEYECANLA BEKLİYORUM."

Roland başını eğerek Jake'e baktı. "Bilmecelerini sormaya hazırlan, Jake. Benimkilerin hemen hemen sonuna geldik."

Çocuk başını salladı.

Ayaklarının altında mononun slo-trans motorları çalışıyordu. Susannah bu bum-bum-bum sesini duymaktan çok çene eklemlerinde, şakak çukurlarında, bileklerindeki nabız yerlerinde hissediyordu.

Genç kadın, kazanamayacağız, diye düşündü. Tabii Jake'in kitabında çok zor bir bilmece varsa o başka. Roland'ın, Blaine'i yenmesi imkânsız. Bunu o da biliyor sanırım. Hatta bence bunu bir saat önce anladı.

"Blaine, ben bir dakikada bir defa olurum. Her dakika da iki kez. Ama yüz bin yılda bir defa bile olmam. Ben neyim?"

Susannah yarışmanın böylece devam edeceğini anladı. Roland soracak, Blaine gitgide daha çabuk cevap verecekti. Korkunç bir şeydi bu. Sanki Blaine her şeyi gören, her şeyi bilen bir tanrıydı. Susannah buz gibi olan ellerini kucağında birbirine kenetlemiş öyle oturuyordu. Işıklı noktanın tren seferlerinin sona erdiği Topeka'ya yaklaşmasını seyrediyordu. Ka-tet'lerinin yolu oradaki açıklıkta sona erecekti. Genç kadın Köpekler Çağlayanı'nı, heykellerin karanlık yıldızlı gök kubbenin altında gümbürdeyen beyaz köpüklerin arasından nasıl çıktıklarını düşündü. Köpeklerin gözlerini de.

Onların elektrik mavisi gözlerini.


3. Güzel-Gün Kazı
Eddie Dean söylenenleri hem duydu, hem duymadı. Her şeyi gördü ve hiçbir şeyi görmedi. Bilmece sınavı ciddi bir biçimde başladıktan sonra onu sadece bir tek şey etkiledi. Köpeklerin taş gözlerinden fışkıran alevler. Birbirini izleyen yıldırımlardan gözlerini korumak için elini kaldırırken Ayı Açıklığındaki Işın Kapısı'nı düşündü. Kulağını kapıya dayamış ve makinelerin uzaktan gelen hafif, rüya gibi uğultularını duymuştu.

Köpeklerin gözlerinin ışık saçmasını seyreder, Blaine'in Orta-Dünya'daki son yolculuğu için akımı akümülatörlerine çekmesini dinlerken, ölüler koridorunda ve mahvolmuş odalarda tam bir sessizlik yoktu, diye düşünmüştü. Eskiler'in geride bıraktıkları şeylerin bazıları şimdi bile çalışıyor. Sence işin en dehşet verici yanı da bu değil mi? Evet. Dehşet veren şey kesinlikle bu.

1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət