Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə8/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   62

Yankılar. Şimdi her şey yankılanıyor, bir dünyadan diğerine zıplıyordu. Normal yankılar gibi alçalıp kesilmiyorlar, tersine daha korkunçlaşıyorlardı. Susannah, tanrının davulları gibi, diye düşünerek ürperdi.

Jake, "'Ülkedeki gelişmelere gelince...'" diye okudu. "'Karantina önlemlerinin etkili olabileceği ilk günlerde süper-gribin varlığını inkâr eden ulusal liderlerimizin nükleer savaş ihtimali gözönüne alınarak 'beyinler' için hazırlanan yer altındaki sığınaklara kaçtıkları inancı gitgide güçleniyor. Başkan Yardımcısı Bush ve Reagen kabinesinin önemli üyeleri son kırk sekiz saat içersinde hiç gözükmediler. Reagan ise pazar sabahından beri. Başkan o sabah San Simon'daki Green Valley Metodist Kilisesi'ndeki ayine katılmıştı.

"Temsilci Steve Sloan, "İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Hitler ve Nazi lağım farelerinin yaptıkları gibi yer altındaki sığınaklara kaçtılar," dedi. Kendisine bu sözlerinin adı verilerek yayınlanmasına bir itirazı olup olmadığı sorulduğu zaman Kansas'ın ilk dönem temsilcisi Cumhuriyetçi Sloan güldü. "Buna neden itiraz edeyim? Ben de kötü durumdayım. Gelecek hafta bu saatlerde toza dönüşmüş olacağım."

"'Büyük olasılıkla birileri tarafından çıkarılan yangınlar Cleveland, Indianapolis ve Terre Haute'u mahvetmeyi sürdürüyor.

"'Cincinnati Rover Front Stadyumu'nun yakınındaki patlamanın başlangıçta korkulduğu gibi nükleer bir temele dayanmadığı anlaşılmıştır. Patlamanın nedeni kontrol edilmeyen doğalgazın birikmesi...'"

Gazete Jake'in parmaklarının arasından kaydı. Rüzgâr kâğıtları yakalayarak peronun diplerine doğru uçurdu. O sırada gazetenin katlı sayfalarından bazıları ayrıldı. Oy boynunu uzatarak bu kâğıtlardan birini yanından geçerken yakalandı. Ağzında gazeteyle Jake'e doğru koştu. Atılan sopayı getiren bir köpek gibi.

Jake, "Hayır, Oy," dedi. "Onu istemiyorum." Sesi hasta küçük bir çocuğunki gibi çıkmıştı.

Susannah eğilerek gazeteyi hayvandan aldı. "Hiç olmazsa herkesin nerede olduğunu biliyoruz." Oy gazetenin son iki sayfasını kapmıştı. Buraya genç kadının gördüğü en küçük yazıyla ölüm ilanları sıkıştırılmıştı. Resim, ölüm nedeni ve cenaze töreni açıklamaları yoktu. Sadece şunun şunun sevgili yakını bilmem kim ölmüştü. Jill'le Joe'nun sevgili yakınları falan filanca da. Yazılar küçücük ve düzensizdi. Harflerin biçimsizliği Susannah'nın okuduklarının gerçek olduğuna inanmasını sağladı.

Genç kadın, sonunda bile ölülerine saygı göstermek için çabalamışlar, diye düşündü ve boğazına bir şey tıkandı. Ne kadar da çok çaba harcamışlar.

Sayfaları katlayarak arkaya baktı. Capital-Journal'ın son sayfasına. Burada Hazreti İsa'nın bir resmi vardı. Bakışları kederliydi, ellerini uzatmıştı. Alnında dikenden tacın izleri vardı. Altına iri harflerle dört kelime yazılmıştı.
BİZİM İÇİN DUA EDİN
Susannah, Eddie'ye suçlarcasına baktı, sonra gazeteyi ona uzatarak kahverengi parmağını yukardaki tarihe vurdu. "24 Haziran 1986." Eddie silahşorun dünyasına bundan bir yıl sonra çekilip alınmıştı.

Eddie gazeteyi uzun süre elinde tuttu. Parmağını tarihe sürüp duruyordu. Sanki parmağının sürtünüşü bunu değiştirecekti. Sonra arkadaşlarına bakarak başını salladı. "Hayır, bu kenti, bu gazeteyi ya da istasyondaki o ölüleri izah edemeyeceğim. Ama size bir şeyi kesinlikle söyleyebilirim. New York'tan ayrıldığım sırada her şey yolundaydı. Öyle değil mi, Roland?"

Silahşorun suratında biraz ekşimsi bir ifade belirdi. "Bana senin kentinde hiçbir şey yolundaymış gibi gelmedi. Ama kenttekilerde böyle bir salgından sağ çıkmışlar gibi bir hal de yoktu."

Eddie, "Ancak Lejyoner Hastalığı denilen bir şey vardı," diye açıkladı. "Ve tabii AİDS..."

Susannah sordu. "Şu seksle ilgili olan hastalık değil mi? Hötöröflerden ve uyuşturucu bağımlılarından geçiyor?"

Eddie, "Evet, ama," dedi. "Benim zamanımda eşcinsellerden 'hötöröf diye söz edilmesi hoş karşılanmazdı." Gülümsemeye çalıştı ama sanki kasları katılaşmıştı ve tebessümü yapay duruyordu. Bu nedenle gülümsemekten vazgeçti.

Jake usulca gazetenin arka sayfasındaki İsa'nın yüzüne dokundu. 'Yani... bu hiç olmadı."

Roland, "Hayır, oldu," dedi. "Bin dokuz yüz seksen altı yılının haziran-ekimi döneminde. İşte biz de buradayız. Salgından sonra. Eddie geçen zaman konusunda yanılmıyorsa bu.süper-grip salgını geçen haziran-ekimi döneminde görüldü. Şu anda Kansas'ta, Topeka'dayız. Hasat seksen altı. İşte zaman bu. Yere gelince... Hepimiz de Eddie'nin dünyasında olmadığımızı biliyoruz. Ama bu senin dünyan olabilir, Susannah. Seninki de, Jake!" Gazetenin tarihine vurarak çocuğa baktı. "Bir keresinde bana bir şey söyledin. Bunu hatırladığını sanmıyorum. Ama ben anımsıyorum. Birinin bana söylediği en önemli sözlerden biriydi. 'O halde git. Bundan başka dünyalar da var.'"

Eddie somurttu. "Al bir bilmece daha."

"Jake Chambers bir kere ölmedi mi? Şimdi karşımızda capcanlı ve sapasağlam durmuyor mu? Yoksa onun dağın altındaki ölümüyle ilgili hikâyeme inanmıyor musunuz? Zaman zaman dürüstlüğümden kuşkulandığınızı biliyorum. Herhalde haklı nedenleriniz vardır."

Eddie bunu düşündü, sonra da başını salladı. "Sen işine geldiği zaman yalan söylüyorsun. Ama bize Jake'i anlattığın sırada çok sarsılmıştın. Gerçeğin dışında bir şey söyleyecek halde değildin sanırım."

Roland, Eddie'nin sözlerinin kendisini incitmesine biraz şaşırdı. Sen işine geldiği zaman yalan söylüyorsun... Ama sonra sözlerini sürdürdü. Ne de olsa Eddie'nin söylediği temelde doğruydu.

Silahşor, "Zaman gölcüğüne gittik," dedi. "Ve onu boğulmadan çıkardık."

Eddie, "Sen çıkardın," diye düzeltti.

Roland, "Ama sen de yardım ettin," dedi. "Hiç olmazsa sağ kalmamı sağlayarak yardım etmiş oldun. Ama konumuz bu değil. Şimdi... olası pek çok dünya var. Sonsuzluğun kapıları onlara açılıyor. İşte bu dünya onlardan biri. Sesini duyduğumuz 'incecik' de o kapılardan biri sanırım... Ama o kumsalda bulduğumuz kapılardan çok daha büyük."

Eddie, "Ne kadar büyük?" diye sordu. "Bir deponun kapısı kadar mı? Yoksa bir ambar kadar mı?"

Roland başını sallayarak ellerini gökyüzüne doğru, "Kim bilebilir? der gibi kaldırdı.

Susannah, "Şu 'incecik'," dedi. "Biz sadece onun yakınında değiliz sanırım. Oradan geçtik, öyle değil mi? İşte böylece buraya geldik... Topeka'nın bu türüne."

Roland, "Bu olabilir," diye itiraf etti. "Herhangi biriniz bir gariplik hissetti mi? Başdönmesi? Geçici bir mide bulantısı?"

Diğerleri, "Hayır," der gibi başlarını salladılar. Dikkatle Jake'e bakan Oy da onları taklit etti.

Roland bu cevabı bekliyormuş gibi, "Hayır," dedi. "Ama bütün dikkatimizi bilmece sormaya vermiştik..."

Eddie homurdandı. "Öldürülmemeye vermiştik..."

"Evet. Onun için de farkına varmadan kapıdan geçmiş olabiliriz. Her neyse... Birçok durumda incecikler doğal değildir. Hiçbir şey yolunda gitmediği için deride açılan yaralar gibidirler. Bütün dünyalarda yanlış bir şeyler olduğu için..."

Eddie, "Kara Kule'de her şey altüst olduğu için," dedi.

Roland başını salladı. "Ve bu yer... bu zaman, bu yer şimdi dünyanızın ka'sı olmasa bile, o ka halini alabilir. Bu bulaşıcı hastalık -ya da daha kötüleri- etrafa yayılabilir. İnceciklerin de yayılacakları gibi. Onlar büyüdükçe büyüyecekler ve sayıları da artacak. Kule'yi aradığım yıllarda belki böyle altı tane gördüm. İlkini... ilkini gördüğüm sırada çok gençtim. Hambry adlı bir kentin yakınlarında oldu bu." Elini yanağına sürdü yine. Ve kılların arasında ter tanecikleri birikmiş olmasına da şaşmadı. Beni sev, Roland. Beni seviyorsan, o halde benimle seviş.

Jake, "Başımıza ne geldiyse, kendi dünyalarımızdan fırlamamıza neden oldu, Roland," dedi. "Işın'dan düştük. Bak." Gökyüzünü işaret etti. Bulutlar yukarda ağır ağır süzülüyordu, ama artık Blaine'in parçalanmış burnunun gösterdiği yöne doğru değil. Güneydoğu yine güneydoğuydu ancak izlemeye çok alıştıkları o Işın kaybolmuştu.

Eddie, "Bu önemli mi?" diye sordu. "Yani... Işın kaybolmuş olabilir fakat Kule her dünyada da var, öyle değil mi?"

Roland, "Evet," dedi. "Ama bütün dünyalardan o Kule'ye girmek mümkün olmayabilir."

Eddie eroin bağımlısı olmadan bir yıl önce bisikletli bir kurye olarak çalışmıştı. Kısa bir süre için. Pek de başarılı olamamıştı. Şimdi paketleri teslim ederken gittiği işhanlarını düşünüyordu. İçlerinde çoğunlukla bankalar ve yatırım şirketleri olan o binaları. Bu yerlerde bazı katlarda asansörü durdurup inemiyordunuz. Bunun için numaraların altındaki yarıktan geçirilmesi gereken özel bir kart kullanılıyordu. Asansör kilitli katlara geldiği zaman numara yerine X harfi beliriyordu.

Roland, "Bence Işın'ı tekrar bulmamız gerekiyor," diye önerdi.

Eddie, "Buna inanıyorum," dedi. "Haydi, gidelim artık." Bir iki adım attı, sonra tekrar Roland'a döndü. Tek kaşını kaldırmıştı. "Ne tarafa?"

Roland, "Bu çok belli değil mi?" dercesine, "Gittiğimiz yöne doğru," diye cevap verdi. Ayağında eski, tozlu botlarıyla Eddie'nin yanından geçerek yolun karşısındaki parka doğru gitti.


5. Turnike
Roland peronun dibine doğru giderken yoluna çıkan pembe maden parçalarını tekmeliyordu. Merdivene ulaşınca durup döndü ve ciddi bir tavırla diğerlerine baktı. "Yine cesetler var. Hazırlıklı olun."

Jake, "Şey... üzerlerinden... bir şeyler... akmıyor ya?" diye sordu.

Roland kaşlarını çattı. Sonra çocuğun ne demek istediğini anladı ve tavırları değişti. "Hayır, hayır, akmıyor. Onlar kurumuş."

Jake, "O halde bir sorun yok," dedi ama elini yine de Eddie'nin o sırada taşıdığı Susannah'ya doğru uzattı. Genç kadın çocuğa gülümseyerek parmaklarını onunkilere doladı.

İstasyonun yanındaki araba parkına inen merdivenin aşağısında altı ölü birarada yatıyordu. Mısır koçanları gibi. İkisi kadın, üçü erkekti. Biri de arabada bir çocuk. Ölmüş ve bir yaz boyunda güneşin altında ve yağmurda kalmıştı. (Tabii oradan geçen sokak kedileri, rakunlar ya da dağ sıçanları da unutulmamalı.) Bu etkenler çocuğun yüzünü yaşlı bir bilgenin gizemli ifadesine bürünmesine neden olmuştu. Küçük bir İnka piramidinde bulunan çocuk mumyasına benziyordu. Jake bebeğin arkasındaki mavi giysi yüzünden onun erkek olduğunu düşündü. Ama kesin bir şey söylemek mümkün değildi. Gözleri, dudakları yoktu. Cildi tozlu bir grilikteydi. Cinsiyeti nasıl anlaşılacaktı? Ölü bebek neden yolun karşı tarafına geçti? Çünkü onu süper-gribe yapıştırmışlardı.

Ama yine de çocuğun Topeka'nın o bomboş, salgın sonrası aylarını etrafındaki erişkinlerden daha iyi geçirdiği anlaşılıyordu. Onlar saçları olan birer iskeletten farksızdılar. Adamlardan biri bir zamanlar parmakları olan deri kaplı kemiklerle bir bavulun sapını kavramıştı. Valiz Jake'in annesiyle babasının Samsonite bavuluna benziyordu. Bu ölünün de -bebek ve diğerlerinde olduğu gibi gözleri yoktu; kocaman kara göz çukurlarıyla Jake'e bakıyordu. Onların altında bir dizi sarı dişleri doğru uzanıyor, ceset saldırganca gülümsüyordu. Hâlâ bavulu tutan adam sanki, "Neden bu kadar geciktin, çocuk?" diye soruyordu. "Seni bekliyorduk. Ve bu çok uzun, sıcak bir yaz oldu."

Jake, siz nereye erişmeyi umut ediyordunuz, diye düşündü. Nerede yeterince güvende olacağınızı sanıyordunuz? Des Moines'da mı? Sioux City'de mi? Fargo'da mı? Ayda mı?

Merdivenden indiler. Roland en öndeydi, diğerleri de onun arkasında. Jake hâlâ Susannah'nın elini tutuyordu. Oy da peşindeydi. Uzun gövdeli Hantal Billy her basamağı iki hareketle aşıyordu. Hızla ilerleyen çifte karavan gibi.

Eddie, "Biraz yavaşla, Roland," dedi. "İlerlemeden önce etrafı kolaçan etmem gerekiyor. Belki "Özürlü Yeri" bulabiliriz. Şansımız yardım edebilir."

Susannah, "Kolaçan etmek mi?" diye sordu. "O da ne demek?"

Jake omzunu silkti. Cevabı bilmiyordu. Roland da öyle.

Susannah dikkatini Eddie'ye verdi. "Şundan sordum, tatlım. Bu deyim biraz 'kibarca' bir şeye benziyor. Zencilere 'siyahlar' demek gibi. Homolara da 'eşcinsel' demek gibi. Biliyorum ben 1964 denilen karanlık çağdan gelmiş zavallı cahil bir köleyim..."

"İşte." Eddie istasyona en yakın olan park yerindeki bir dizi tabelayı işaret ediyordu. Aslında her direkte iki tabela vardı. Her birinin üst kısmı mavi-beyaz, altı ise kırmızı-beyazdı. Biraz daha yaklaştıkları zaman Jake üsttekinin bir tekerlekli iskemle sembolü olduğunu gördü. Alt kısımdaysa bir uyarı vardı: "Özürlüler için ayrılmış olan bu park yerini gereksiz yere kullananlardan 200 dolar ceza alınacaktır. Bu kuralı Topeka Emniyeti kesinlikle uygulamaktadır."

Susannah zaferle bağırdı. "Bak, görüyor musun? Bunu çok uzun bir zaman önce yapmış olmaları gerekirdi! Benim zamanımda lanet olasıca tekerlekli sandalyenle, Shop'n Save mağazasınınkinden daha küçük bir kapıdan girebilirsen kendini şanslı sayardın. Kahretsin! Hatta kaldırıma çıkabilirsen! Ya özel park yeri? Unut gitsin, tatlım!"

Park yeri tıka basa doluydu. Dünyanın sonunun gelmiş olmasına rağmen Eddie'nin "Özürlü Yeri" diye tanımladığı parkta sırayla dizili arabalardan sadece ikisinin plakasında özürlü sembolü yoktu.

Jake, "Özürlü Yeri"ne saygı göstermenin insanları yaşamları boyunca esrarlı bir biçimde etkileyen şeylerden biri olduğunu düşündü. Zarflara posta kodunu yazmak, saçını ayırmak ya da kahvaltıdan önce dişlerini fırçalamak gibi.

Eddie, "İşte, orada!" diye bağırdı. "Sıkı tutunun, çocuklar, ama galiba, Tombala' dedik!"

Hâlâ Susannah'yı kalçasının üzerinde taşıyordu. Bir ay önce bunu kısa bir süre bile yapamazdı. Genç adam telaşla bir Lincoln arabaya doğru gitti. Otomobilin tepesine karmaşık görünüşlü bir yarış bisikleti bağlanmıştı. Yarı açık bagajdan ise bir tekerlekli sandalye uzanıyordu. Tek sandalye de bu değildi. Jake, "Özürlü Yeri"ni bakışlarıyla tarayınca en aşağı dört tekerlekli sandalye daha gördü. Bunların çoğu arabaların tepelerine bağlanmıştı. Birkaçı kamyonetlerin ve steyşınların arkalarına sokulmuştu. Eski ve büyük bir tanesiyse bir kamyonun arkasına atılmıştı.

Eddie, Susannah'yı yere bıraktı ve sandalyeyi bagajda tutan bağları incelemek için eğildi. Esnek kordonlar çaprazlama kesişiyordu. Bir tür kilit de vardı. Eddie, Jake'in babasının yazı masasının çekmesinden aldığı Ruger tabancayı çıkardı. Neşeyle, "Deliğe ateş," dedi. Diğerleri daha kulaklarını tıkamayı bile akıl edemeden tetiği çekti ve kilidi parçaladı. Gürültü yuvarlanarak sessizliğe yayıldı, sonra da yankılandı. Buna incecik'in mırıltısı da katılmıştı. Sanki silah sesi onu uyandırmış gibi. Jake, Hawaii müziğine benziyor değil mi, diye düşünerek tiksintiyle yüzünü buruşturdu. Yarım saat önce bir sesin insanı fiziksel olarak etkileyeceğine inanamazdı bile. Örneğin... çürümüş etin kokusu gibi. Ama şimdi buna inanıyordu. Çocuk başını kaldırarak turnike işaretlerine baktı. Bu açıdan onların sadece tepelerini görebiliyordu. Ama bu kadarı bile onların ışıldayıp titreştiklerini anlaması için yeterliydi. Jake içinden, bir tür alan oluşturuyor, dedi. Mikser ve elektrikli süpürgelerin radyo ya da televizyonda statik elektriğe neden olması gibi. Bay Kingry sınıfa siklotron aleti getirdiği gün kollarımdaki tüyler diken diken olmuştu.

Eddie kilidin çubuğunu bükerek yana çekti. Roland'ın bıçağıyla esnek kordonları kesti. Sonra tekerlekli sandalyeyi bagajdan çekip çıkardı. Onu açtı ve arkada, oturma yerinin hizasındaki desteği yerleştirdi. "Voila!" dedi.

Susannah bir eline dayanmıştı. Jake onu Andrew Wyeth'in en çok sevdiği Christina'nın Dünyası adlı tablosundaki kadını andırdığını düşündü. Genç kadın biraz da hayretle sandalyeyi inceliyordu.

"Ulu Tanrım! Çok küçük ve hafifmiş gibi gözüküyor!"

Eddie, "Modern teknolojinin harika bir ürünü, hayatım," dedi. "İşte biz Vietnam'da bunun için savaştık." Susannah'ya yardım etmek için eğildi. Kadın ona karşı koymadı. Ama Eddie kendisini sandalyeye oturturken kaşları çatıldı ve yüzü gerildi. Jake onun sandalyenin altında çökmesinden korktuğunu düşündü. Susannah yeni sandalyesinin kol dayanacak yerlerini elleriyle yoklarken yüzünün hatları ağır ağır gevşedi.

Jake onlardan biraz uzaklaşarak arabaların oluşturduğu başka bir sıranın önünden ilerledi. Parmaklarını motor kapaklarına sürüyor, tozda izler bırakıyordu. Oy da onun peşindeydi. Hayvan bir ara durup ayağını kaldırdı ve bir tekerleğe işedi. Sanki bunu ömrü boyunca yapmıştı.

Susannah, Jake'in arkasından, "Bunlar evini özlemene mi neden oldu, yavrum?" diye sordu. "Belki de bir daha doğru dürüst bir Amerikan arabası görmeyeceğini düşünüyordun. Öyle değil mi?"

Çocuk bu soruyu düşündü ve kadının haklı olmadığına karar verdi. Sonsuza kadar Roland'ın dünyasında kalacağı, hiçbir otomobil görmeyeceği aklına bile gelmemişti. Bunun kendisini üzeceğini sanmıyordu. Ama kaderinde böyle bir şeyin olmadığını da düşünüyordu. Hiç olmazsa şimdilik. New York'tan gelmiş olduğu sıralarda orada, İkinci Cadde'yle Kırk Altıncı Sokak'ın köşesinde boş bir arsa vardı. Eskiden burası bir mezeci dükkânıydı: Tom ve Gerry. Özellikle Parti Yemekleri Hazırlanır. Ama şimdi orası moloz yığını, yaban otları ve cam kırıklarıyla doluydu. Ve de...

...bir gül vardı orada. Sitelerin dikileceği yerde, boş arsada yetişen bir tek yaban gülü. Ama Jake dünyanın hiçbir yerinde öyle bir gül daha yetişmediğine inanıyordu. Hatta Roland'ın sözünü ettiği diğer dünyalarda bile. Eddie'ye göre Kara Kule'nin yakınlarında güller vardı. Milyarlarca gül. Dönüm dönüm gül bahçeleri. Ama Jake kendi gülünün onlardan bile farklı olduğunu sanıyordu... Ve bu gülün kaderi belirleninceye kadar arabalar, televizyonlar ve kimliğini, annenle babanın adlarını soran polisler dolu dünyayla ilişkisi kesilmeyecekti.

Jake, annemle babam dedim de, diye düşündü. Belki onlarla da ilişkim henüz kesilmedi. Bu fikir kalp atışlarının hem umut, hem de korkuyla hızlanmasına neden oldu.

Susannah'yla birlikte arabaların oluşturduğu sıranın ortasında durmuşlardı. Jake bütün bunları düşünüyor ve boş gözlerle Gage Bulvarı olduğunu sandığı geniş caddeye bakıyordu. Roland'la Eddie de onlara yetiştiler.

Eddie, "İki aydır o ağır Demir Kadın'ı itip duruyorduk," dedi gülerek. "Bu bebek artık sana pek hafif gelecek. Onu hemen hemen bir üflemeyle götürebilirsin sanırım." Bunu göstermek için derin bir soluk aldı ve sandalyenin arkasına doğru üfledi. Jake, Eddie'ye, "Özürlü Yeri'nde motorlu sandalyeler de vardır belki, demeyi düşündü. Sonra genç adamın daha başlangıçta bildiği bir şeyi kavradı. Herhalde bu sandalyelerin pilleri çoktan bozulmuştu.

Susannah o ara Eddie'ye bakmadı. Şu anda Jake'le ilgileniyordu. "Bana cevap vermedin, şekerim. Bütün bu arabalar evini özlemene mi neden oldu?"

"Yok canım. Ama onların bildiğim modellerden olup olmadıklarını merak ettim... Belki... bu 1986 model benim 1977'mden başka bir dünyadan gelmiştir. Ama bunu anlayamadım. Çünkü her şey çok çabuk değişiyor. Dokuz yılda bile..." Omzunu silkti, sonra da Eddie'ye baktı. "Ama belki sen bunu başarabilirsin. Yani sen 1986'da yaşamışsın."

Eddie, "Evet o yılda yaşadım," diye yanıtladı. "Ama onu pek incelemedim. Çoğu zaman dalgadaydım. Yine de..."

Eddie asfalt dökülmüş park yerinde Susannah'nın tekerlekli sandalyesini iterek götürmeye başladı. Bir yandan da önlerinden geçtikleri arabaları işaret ediyordu. "Ford Explorer... Chevrolet Caprice... ve şuradaki de eski bir Pontiac. Öyle olduğu yarık panjurundan anlaşılıyor..."

Jake, "Pontiac Bonneville," dedi. Susannah'nın gözlerindeki hayret onu hem eğlendiriyor, hem de içine dokunuyordu. Herhalde bu arabaların çoğu genç kadına Buck Rogers'ın uzay devriye gemileri gibi gözüküyordu. Çocuk bu yüzden Roland'ın taşıtlar konusundaki duygularını merak etti. Dönüp arkasına baktı.

Ama silahşor arabalarla ilgilenmiyordu bile. Caddenin ötesine, parka ve turnikeye doğru bakıyordu... Fakat Jake onun aslında bütün bunları gördüğünü sanmıyordu. Ona göre Roland sadece kendi düşüncelerini inceliyordu. Eğer öyleyse, silahşorun yüzündeki ifadeden bunların hiç de hoş şeyler olmadıkları anlaşılıyordu.

Eddie, "Bu küçük Chrysler K'lardan biri," diyerek işaret etti. "Şu bir Subaru. Mercedes SEL 450. Şahane. Şampiyonların arabası... Mustang... Chrysler Imperial. İyi durumda ama Nuh'tan daha yaşlı olmalı..."

Susannah, "Dikkat et, oğlum," dedi. Sesi biraz öfkeliydi. "Onu tanıdım. Ayrıca bana yeni gibi göründü."

"Özür dilerim, Suze. Gerçekten. Şu bir Cougar... Bir Chevy daha... Bir tane daha... Topeka, General Motors'u çok seviyor. Ah, ne de şaşılacak şey!.. Honda Civic... VW Rabbit... Bir Dodge... Bir Ford... Bir..."

Eddie duraklayarak sıranın hemen hemen sonundaki kırmızı süslü beyaz, küçük bir arabaya baktı. Daha çok kendi kendiyle konuşuyormuş gibi, "Takura Spirit," diye mırıldandı. "New York'lu Jake, bu marka ve model bir araba duydun mu?"

Çocuk, "Hayır," der gibi başını salladı.

Genç adam, "Ben de öyle," dedi. "Kahretsin! Ben de öyle."

Susannah'yı Gage Bulvarı'na doğru itmeye başladı. (Roland da yanlarındaydı ama hâlâ kendi dünyasında yaşıyordu. Gruptakiler yürüdükleri zaman yürüyor, durduklarında o da duruyordu.) Eddie park yerinin otomatik kapısında durdu. ("DURUN! BİLET ALIN!")

Susannah, "Bu gidişle," dedi. "O parka girinceye kadar yaşlanacağız! Turnikeye erişmeden önce de ölüp gideceğiz."

Eddie bu sefer özür dilemedi. Hatta onu duymamış gibiydi. Eski paslı bir AMC Pacer'ın tamponuna yapıştırılmış olan etikete bakıyordu. Mavi-beyaz etiket "Özürlü Yeri"ni belirten tekerlekli sandalye işaretlerine benziyordu biraz. Jake daha iyi görebilmek için çömeldi. Oy başını onun dizine dayayınca dalgınlıkla hayvanı okşadı. Diğer elini uzatıp etikete dokundu. Sanki bunun gerçek olduğunu kanıtlamak istiyordu. Etikette "KANSAS CITY MONARCHS" yazılıydı. Monarchs sözcüğündeki O harfi bir beyzbol biçimindeydi. Arkasına top sanki stadyumdan uçuyormuş gibi hızı gösteren çizgiler çekilmişti.

Eddie, "Yanılıyorsam söyle, ahbap," dedi. "Ben Yankee Stadyumu'nun batısındaki beyzbol konusunda kara cahilim. Ama bu Kansas City Royals değil mi? Yani George Brett ve diğerleri filan?"

Jake başını salladı. Royals takımını biliyordu, Brett'i de. Brett, Jake'in zamanında genç bir oyuncuydu. Eddie'ninkindeyse iyice yaşlı olmalıydı.

Susannah şaşkın şaşkın, "Kansas City Athletics demek istiyorsunuz sanırım," dedi. Roland bütün bunlara aldırmadı bile. O hâlâ kendi kişisel ozon tabakasında dolaşıyordu.

Eddie şefkatle, "1986'da artık öyle değildi, sevgilim," dedi. "1986'da Athletics takımı Oakland'daydı artık." Etiketten başını kaldırarak Jake'e baktı. "Belki de ikinci lig takımı bu. Üç A mı?"

Jake, "Üçlü A Royals yine de Royals'dır," dedi. "Onlar Omaha'da oynuyorlar. Haydi, gidelim artık."

Jake diğerlerini bilmiyordu ama kendisi bayağı keyifliydi. Budalaca da olsa, öğrendikleri onu rahatlatmıştı. O korkunç salgının dünyasının geleceğinde beklediğine inanmıyordu. Çünkü onun dünyasında, "Kansas City Monarchs" diye bir takım bulunmuyordu. Belki bu sonuca varması için yeterli bilgi yoktu. Ama bu ona doğruymuş gibi geliyordu. Annesiyle babası herkesin Kaptan Trips diye tanımladığı hastalıktan ölüp bir... hendekte yakılmayacağı için müthiş rahatlamıştı.

Ama bu, Jake'in 1977 dünyasının bir tür 1986 kopyası olmasa bile yine de hiçbir şey kesin değildi. Çünkü bu korkunç bulaşıcı hastalık Takuro Spirit marka arabalar bulunan ve George Brett'in "K.C. Monarch" takımında oynadığı bir dünyada ortaya çıkmış olsa da, Roland illetin yayıldığını söylüyordu... Süper-grip gibi salgınlar varoluşun dokusunu kemiriyorlardı. Asidin bir kumaş parçasını yakması gibi.

Silahşor, ''zamanın gölcüğü"nden söz etmişti. Başlangıçta bu tanımlama Jake'in kulağına hoş ve romantik gelmişti. Ama ya gölcüğün suları durgunlaşıyor ve bir bataklığa dönüşüyorsa? Ve Roland'ın "incecikler" diye tanımladığı bu Bermuda Üçgeni türü şeyler bir zamanlar ender görülürken ya şimdi birer istisna değil de kural halini alıyorlarsa? Ya... Ah, işte bu, insanın gece üçlere kadar uyumasını engelleyecek korkunç bir düşünceydi! Ya Kara Kule'nin yapısı gitgide zayıflarken bütün gerçek sallanıyorsa? Ya bir çökme olursa?.. Bir tabaka bir alttakinin üzerine düşerse? Sonra bir alttakinin... bir alttakinin daha. Sonunda...

Eddie omzunu tutarak sıktığı zaman Jake haykırmamak için dilini ısırdı.

Genç adam, "Kendi kendini korkutuyorsun," dedi.

Jake, "Sen bu konuda ne biliyorsun ki?" diye sordu. Kaba konuşmuştu ama öfkeliydi. Korktuğu için mi? Yoksa durumu anlaşıldığından mı? Bunu bilmiyordu. Aldırdığı da yoktu.

1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət