Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə14/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   62

Kız yabancı gencin özür dileyeceğini, hatta kekelemeye başlayacağını sanıyordu. Ama o Susan'ın hoşuna giden sakin ve düşünceli bir tavırla başını salladı. "O halde ayağını üzengiye at, hanımefendi. Ben atın yanında yürürüm. İstemiyorsan konuşup seni rahatsız da etmem. Geç oldu. Ve bazıları, ay battıktan sonra konuşmalar tatsız olur, derler."

Susan, olmaz der gibi başını salladı. Ama red cevabını yumuşatmak için gülümsedi. "Hayır. Nezaketin için teşekkür ederim. Ama gece saat on birde yabancı bir gencin atının sırtında beni görmeleri hiç iyi olmaz. Limon suyu bir kızın şerefine sürülen lekeyi bir giysininki gibi kolaylıkla çıkaramaz."

Delikanlı insanı kızdıracak kadar makul bir tavırla, "Ama burada seni görecek kimse yok ki," dedi. "Ve yorgun olduğunun da farkındayım. Haydi, sai..."

"Lütfen beni böyle çağırma. Kendimi o zaman... şey kadar..."

(cadı)


Susan bir an durakladı, sonra aklına ilk gelen sözcüğü değiştirdi "...yaşlı bir kadın kadar ihtiyar hissediyorum."

"O halde seni, Genç Bayan Delgado diye çağırırım. Ata binmeyeceğinden emin misin?"

"Hem de çok eminim. Zaten elbiseyle ata yan binemem, Bay Delarborn. Kendi erkek kardeşim olsan bile. Bu hiç hoş kaçmaz."

Yabancı ayağını üzengiye atarak eyerinin diğer tarafına uzandı. Sonra elinde bohça haline getirilmiş ve üzerine işlenmemiş deriden bir kayış bağlanmış bir giysiyle yere atladı. (Aceleci o sırada uysal uysal bekledi. Sadece kulaklarını oynattı. Susan da Aceleci olsaydı onun gibi kulaklarını oynatacaktı.) Pek güzeldi bu kulaklar. Susan giysinin bir panço olduğunu düşündü.

Delikanlı, "Bunu kucağına ve bacaklarının üstüne serebilirsin," dedi, "Kılığının edebe uymasını sağlayacak kadar büyük. Aslında bu giysi babamındı. Ve o benden daha uzun boylu." Bir an batıdaki dağlara doğru baktı. Susan onun yakışıklı ama sert biri olduğunu düşündü. Bu sertlik onun gençliğine hiç uymuyordu. Susan'ın içinde bir şey titredi.

Sonra kız usulca, "Hayır," dedi. "Tekrar teşekkür ederim. Nazik davrandığını biliyorum. Ama teklifini reddetmek zorundayım."

Yabancı neşeyle, "Öyleyse ben de senin yanında yürürüm," dedi.

"Aceleci de bize göz kulak olur. Hiç olmazsa kentin sınırına kadar giderken bizi kimse görmez. Ve çok saygıdeğer bir küçük hanımla oldukça saygıdeğer bir delikanlı hakkında kötü şeyler düşünmezler. Oraya vardığımızda şapkamı çıkarıp seni selamlar ve, 'İyi geceler,' derim." .

"Bunu yapmanı istemiyorum. Gerçekten." Susan elini alnına sürdü. "Kimsenin bizi görmeyeceğini söylemek senin için kolay. Ama bazen olmaması gereken yerlerde bile gözler var. Ve şu ara... benim durumum da... biraz nazik."

"Ama ben seninle birlikte yürüyeceğim." Yabancının suratında şimdi sıkıntılı bir ifade vardı. "Kötü zamanlar bunlar, Genç Bayan Delgado. Burada, Mejis'te belaların en kötüsünden uzaktasınız. Ama bazen bela etrafa yayılır."

Kız yine itiraz etmek için ağzını açtı. Belki de yabancıya Pat Delgado'nun kızının başının çaresine bakabileceğini söyleyecekti. Ama sonra Belediye Başkanı'nın yeni adamlarını düşündü. Thorin dikkatini başka bir konuya verdiği sırada soğuk bakışlarını Susan'ın vücudunda dolaştırıyorlardı. O üçünü bu gece cadının kulübesinden gelirlerken görmüştü. Onların yaklaştıklarını duyunca yoldan çıkarak bir pinon ağacının arkasında dinlenecek zaman bulmuştu. (Bunu tam anlamıyla saklanmak olarak düşünmüyordu.) Adamlar kente doğru gitmişlerdi. Herhalde şu anda Yolcuların Dinlenme Yeri'nde içki içiyorlardı. Stanley Ruiz meyhaneyi kapatıncaya kadar içmeyi sürdüreceklerdi. Ama tabii Susan'ın bunu kesinlikle bilmesi imkânsızdı. Adamlar geri dönebilirlerdi.

Susan, "Madem seni vazgeçiremiyorum," diyerek öfkeyle içini çekti. "Tamam, gel." Aslında sinirlenmemişti. "Ama ilk posta kutusuna kadar birlikte gideceğiz. Bayan Beech'inkine kadar. Orası kentin sınırını belirliyor." '

Delikanlı elini tekrar boğazına vurdu ve o gülünç ama etkileyici tavırlarıyla eğildi. Ayağını birine çelme takacakmış gibi uzatmış, topuğunu yere sıkıca bastırmıştı. "Teşekkür ederim, Genç Bayan Delgado."

Susan, hiç olmazsa bana sai demedi, diye düşündü. Bu da bir başlangıç.

Susan delikanlının sessizce yürüyeceğine söz vermesine rağmen yine de bir saksağan gibi gevezelik edeceğini sanmıştı. Çünkü etrafındaki çocuklar hep öyle yapıyorlardı. Susan güzelliğiyle övünmüyordu ama görünüşünün hoş olduğunu düşünüyordu. Belki de bunun nedeni çocukların onun yanındayken susmaktan ya da ayaklarını yere sürmekten vazgeçememeleriydi. Ve bu yabancının aklından kentli çocukların sormayacağı sorular geçiyordu herhalde. Susan kaç yaşındaydı? Her zaman Hambry'de mi oturmuştu? Annesiyle babası sağ mıydı? Ve aynı derecede sıkıcı elli soru daha. Ama diğerleri gibi o da sonunda dönüp dolaşacak ve aynı şeyi öğrenmeyi isteyecekti. Bir sevgilisi var mıydı?

Ama İç Baronluklardan gelen Will Dearborn eğitimi, ailesi ya da arkadaşları konusunda hiçbir şey sormadı (Susan romantik rakipler konusunu açmak için bu yola başvurulduğunu öğrenmişti.) Will Dearborn sadece kızın yanında yürüyordu. Aceleci'nin dizginlerini eline sarmıştı. Doğuya, Temiz Deniz'e doğru bakıyordu. Şimdi ona çok yakındılar. Onun için de rüzgârın güneyden esmesine rağmen petrolün katranlı kokusuna karışan tuz kokusunu alıyorlardı.

Şimdi Citgo'nun önünden geçiyorlardı. Susan, Will Dearborn'un yanında olmasına sevindi. Delikanlının sessizliğine biraz sinirlense bile. İskelet gibi kulelerden oluşan petrol alanını her zaman biraz korkutucu buluyordu. O çelik kulelerden çoğu uzun zamandan beri çalışmıyordu. Onları tamir için ne yedek parça vardı, ne de bu,işten anlayacak birileri. İki yüz kuleden on dokuzu hâlâ çalışıyordu ve onları durdurmak imkânsızdı. Durmadan petrol çıkarıyorlardı. Altlarındaki petrol tabakası hiç tükenmeyecek gibiydi. Hâlâ biraz petrol kullanılıyordu. Ama pek az. Çıkarılan petrolün çoğu durmuş olan pompalama istasyonlarının altındaki kuyulara geri akıyordu. Dünya ilerleyip gitmişti. Ve şimdi burası Susan'a bazı cesetlerin tamamiyle ölmediği acayip bir makine mezarlığıymış gibi geliyordu...

Soğuk ve yumuşak bir şey Susan'ın sırtına dokundu. Kız istememesine rağmen yine de hafif bir çığlık attı. Will Dearborn çabucak ona doğru döndü. Ellerini kemerine atmıştı. Sonra gevşeyerek güldü.

"Aceleci böylece ihmal edildiğini söylemeye çalışıyor, Genç Bayan Delgado. Çok üzgünüm."

Susan ata baktı. Aceleci de uysalca ona bakıyordu. Sonra at onu şaşırttığı için üzgün olduğunu belirtmek ister gibi kafasını eğdi.

Kızın kulaklarında babasının saçmalıklardan hoşlanmayan neşeli sesi çınladı. Bu aptallık, kızım. O sadece neden böyle soğuk davrandığını anlamak istiyor. Ve ben de öyle. Bu senden beklenmeyecek bir şey. Gerçekten.

Susan, "Bay Dearborn," dedi. "Fikrimi değiştirdim. Ata binmek istiyorum."

Susan pançoyu eyerin arka kaşına yaydı. (Bu çalışan bir kovboyun kullanabileceği sade siyah bir eyerdi. Üzerinde bir baronluğun, hatta bir çiftliğin dağlanmış bir işareti bile yoktu.) Kız ayağını üzengiye geçirdi. Delikanlı o sırada arkasını dönmüştü. Ellerini ceplerine sokmuş Citgo'ya doğru bakıyordu. Susan eteğini kaldırırken çabucak dönüp ona bir göz attı. Yabancının onu gözucuyla seyrettiğinden emindi. Ama delikanlının sırtı hâlâ dönüktü. Paslanmış petrol kuleleri ilgisini Çok çekiyormuş gibiydi.

Susan biraz da öfkeyle, onların ilginç ne yanı var, çocuk, diye düşündü. Galiba bu tavırlarının nedeni geç olması ve karmakarışık duygularının son kalıntılarıydı. O pis, eski şeyler altı yüzyıldan beri orada, dedi içinden. Belki de daha eskiden beri. Ve ben bütün yaşamım boyunca onların pis kokusunu duydum.

Ayağını üzengiye iyice geçirdikten sonra ata, "Rahat ol, oğlum" dedi. Bir eliyle eyer kaşının yukarsını tutuyordu, diğeriyle de dizginleri Aceleci, istediğin buysa bütün gece rahat dururum, der gibi kulaklarını oynattı.

Susan ata binerken uzun çıplak bacağı yıldızların ışığında pırıldadı. Ata binmenin ona her zaman verdiği heyecanı duyuyordu... Ama bu gece bu duygu sanki daha güçlü, daha hoş, daha şiddetliydi. Belki de bunun nedeni Aceleci'nin gerçekten güzel bir hayvan olmasıydı. Belki de atın yabancı olması.

Belki de atın sahibinin yabancı olması, diye düşündü. Ve yakışıklı olması da.

Tabii bu saçmaydı... Tehlikeli olabilecek bir saçmalık. Ama doğruydu. Yabancı gerçekten yakışıklıydı.

Susan pançoyu açarak bacaklarına örterken Dearborn ıslık çalmaya başladı. Susan hem çok şaşırdı, hem de batıl inanca bağlı bir korku duydu. Çünkü delikanlının "Kayıtsız Aşk" şarkısını çaldığını farketmişti. Rhea'nın kulübesine giderken kendisinin söylediği şarkıyı.

Susan'ın babası, belki de bu ka, kızım, diye fısıldadı.

Kız hemen sessizce cevap verdi. Hiç de değil. Ben yaz akşamları Yeşil Kalp'te toplanan o yaşlı hanımlar gibi her geçen gölge ve rüzgârda ka'yı görecek değilim. Bu eski bir şarkı. Bunu herkes de biliyor.

Pat Delgado'nun sesi yine duyuldu. Belki de haklısın. Ve böylesi' daha iyi olur. Çünkü bu ka'ysa tıpkı rüzgâr gibi eser. Ve planları ona karşı koyamaz. Babamın ambarının siklona karşı koyamadığı gibi."

Hayır, bu ka olamazdı. Susan karanlığın, gölgelerin ve petrol kulelerinin kasvetli siluetlerinin kendisini baştan çıkarmalarına izin vermeyecekti. Bu ka değildi. Sadece kente giden ıssız yolda nazik bir gençle karşılaşmıştı, işte o kadar.

. Kız kendininkine pek de benzemeyen ifadesiz bir sesle, "Her şey tamam," dedi. "İstersen dönebilirsin, Bay Dearborn."

Yabancı dönerek ona baktı. Bir an hiçbir şey söylemedi. Ama Susan onun gözlerindeki ifadeyi açıkça görebiliyordu. Bundan delikanlının onu güzel bulduğu anlaşılıyordu. Bu bakış Susan'ı çok etkiledi. Belki ıslıkla çaldığı şarkının da buna katkısı olmuştu. Ne olursa olsun bu duygu kızın hoşuna gitti. Sonra delikanlı, "Atın üzerinde hoş gözüküyorsun," dedi. "Oturuşun ustaca."

Susan, "Çok geçmeden benim de atlarım olacak," diye açıkladı. Sonra da içinden ekledi. Şimdi sorular sormaya başlayacak.

Ama delikanlı sanki bu konuyu çok iyi biliyormuş gibi başını salladı. Ve tekrar kente doğru yürümeye başladı. Kız biraz düşkırıklığına uğramıştı. Bunun nedenini de bilmiyordu. Ağzını çarpıtarak Aceleci'ye dilini şaklattı. Dizlerini oynattı. At yürümeye başlayarak efendisine yetişti. Yabancı Aceleci'nin burnunu dostça bir tavırla okşadı.

Sonra petrol kulelerini işaret ederek, "Oranın adı nedir?" diye sordu.

"Petrol alanının mı? Citgo."

"Bazı tulumbalar hâlâ çalışıyor mu?"

"Evet. Onları durdurmak olanaksız. Artık bu işi bilen yok."

Delikanlı, "Ah," dedi. Hepsi bu kadar. Sadece, "Ah..." Ama Citgo'ya giden ot bürümüş yolun başına geldiklerinde bir an Aceleci'nin yanındaki yerinden ayrıldı. Artık kullanılmayan bekçi kulübesine bakmak için ilerledi. Susan'ın çocukluğunda orada üzerinde, SADECE İZİNLİ PERSONEL GİREBİLİR yazılı bir tabela vardı. Ama tabela bir fırtına sırasında uçmuştu. Will Dearborn oraya baktıktan sonra ağır ağır atının yanına döndü. Yeni giysilerinin içinde rahattı, botları yoldan yaza özgü tozları kaldırıyordu.

Kente doğru gittiler. Düz tepeli bir şapka giymiş, atın yanında yürüyen genç bir adam ve atın sırtındaki kucağıyla bacaklarını pançoyla örtmüş genç bir kız. Yıldızların ışıkları üzerlerine yağıyordu. Zamanın ilk saatinden beri genç adamların ve kadınların üzerine yağdığı gibi. Susan bir keresinde başını kaldırınca bir yıldızın kaydığını gördü. Gök-kubbede bir an parlak turuncu bir iz bıraktı yıldız. Susan bir dilekte bulunmak istedi. Ama sonra adeta paniğe kapılarak ne isteyeceğini bilmediğinin farkına vardı. Hiçbir dileği yoktu. Hiç.

Susan da kente bir buçuk kilometre kalıncaya kadar hiç konuşmadı. Sonra aklına takılan soruyu sordu. Aslında bu sorusunu genç adamın soracaklarından sonraya bırakmayı planlamıştı. Bu yüzden sessizliği kendisi bozduğu için sinirlendi. Ama sonunda merakı dayanılmaz bir hal almıştı.

"Sen nerelisin, Bay Dearborn? Bizim Orta-Dünya'nın bu küçücük köşesine gelmenin sebebi nedir?.. Sormamın sakıncası yok değil mi?"

"Yok tabii." Yabancı başını kaldırarak kıza gülümsedi. "Konuşmak hoşuma gidecek. Ben sadece nasıl başlayacağımı düşünüyordum Konuşkanlık meziyetlerimden biri değildir." Susan, o halde meziyetlerin neler, Bay Dearborn, diye düşündü. Evet, çok şeyi merak ediyordu. Çünkü elini arkadaki katlanmış battaniyeye koymuş... ve parmakları içine saklanmış bir şeye dokunmuştu. Bir tabancaya benziyorsa da, silah olması gerekmezdi kuşkusuz. Ama kız hayretle bağırdığı zaman yabancının farkına varmadan elini kemerine attığını hatırlıyordu.

"Ben İç-Dünya'dan geliyorum. Bunu ben bir şey söylemeden de tahmin ettiğini sanıyorum. Bizim kendimize özgü bir konuşma tarzımız var."

"Evet. Hangi Baronluk'tan olduğunu sorabilir miyim?"

"New Canaan.",

Susan bu sözler karşısında gerçek bir heyecan duydu. New Canaan! Birlik'in merkezi! Tabii bu, New Canaan'ın hâlâ eskisi gibi olduğu anlamına gelmiyordu ama yine de...

Kız, "Gilead'dan olmasın?" diye sordu ve sesindeki o genç kızlara özgü hafif heyecana sinirlendi. Hoş, belki de öyle hafif değildi.

Yabancı güldü. "Hayır. Öyle Gilead gibi önemli bir yerden değilim. Hemphill'denim. Buranın batısında kırk tekerlek uzaklığında bir köy orası. Hambry'den daha küçük olduğundan da eminim."

Susan, tekerlek, diye düşündü. Yabancının bu çok eski terimi kullanmasına şaşmıştı.

"Hambry'ye neden geldin? Bunu bana açıklayabilir misin?"

"Neden olmasın? Buraya iki arkadaşımla geldim. New Canaan'da Pennilton'dan Bay Richard Stockworth ve gerçekten de Gilead'lı olan çok neşeli genç Bay Arthur Heath. Buraya gelmemizi Birlik emretti. Sayıcılar olarak çalışacağız."

"Neyi sayacaksınız?"

Delikanlı, "Önümüzdeki yıllarda Birlik'e yararlı olacak her şeyi," dedi. Şimdi sesi neşeli değildi. "İyi Adam'la ilgili işler çok ciddileşti."

"Öyle mi? Biz güneydoğudayız. Merkezden bu kadar uzakta pek gerçek haber alamıyoruz."

Yabancı başını salladı. "Buraya gelmemizin baş nedeni Baronluk'un merkeze olan uzaklığı. Mejis her zaman Birlik'e sadıktı. Dış çevrenin bu bölümünden malzeme gönderilmesi gerekirse bu da yapılacak. Şimdi cevaplanması gereken soru şu: Birlik ne kadar güvenebilecek?" .

"Neye ne kadar güvenecek?"

Genç adam kız soru sormamış da bir açıklamada bulunmuş gibi başını salladı. "Evet. Neye ne kadar."

"İyi Adam gerçek bir tehlikeymiş gibi konuşuyorsun. O aslında sadece bir haydut. Öyle değil mi? Hırsızlıklarını ve cinayetlerini 'demokrasi' ve 'eşitlik'le ilgili konuşmalarla gizlemeye çalışıyor."

Dearborn omzunu silkti. Susan bir an onun bu konuda başka bir şey söylemeyeceğini sandı. Ama sonra delikanlı istemeye istemeye, "Belki bir zamanlar öyleydi," dedi. "Ama zaman değişti. Haydut günün birinde bir generale dönüştü. Ve general şimdi halk adına yönetici olmak istiyor." Bir an durdu, sonra da ciddi bir tavırla ekledi. "Kuzey ve Batı Baronluklar alevler içinde, küçük hanım."

"Ama o Baronluklar binlerce kilometre uzakta, öyle değil mi?" Bu konuşma Susan'ı hem etkiliyor, hem de garip bir biçimde heyecanlandırıyordu. En önemlisi, bunlar sıkıntılı günlerin birbirinin aynı olduğu Hambry dünyasına göre çok değişik olmasıydı. Köyde birinin kuyusunun kurumasından tam üç gün heyecanlı heyecanlı söz edilirdi.

Dearborn, "Evet," dedi. "He," değil de "Evet," diyordu. Bu sözcük kızın kulağına hem yabancı, hem de hoş geliyordu. Yabancı ekledi. "Ama rüzgâr bu tarafa doğru esiyor." Kıza dönerek gülümsedi. Böylece o biçimli yüzündeki ciddi ifade yine yumuşadı. Şimdi yatma zamanının çoktan geçmiş olmasına rağmen hâlâ ortada dolaşan küçük bir Çocuğa benziyordu. "Ama bu gece John Farson'u göreceğimizi sanmıyorum. Öyle değil mi?"

Susan da gülümsedi. "Onunla karşılaşırsak beni korur musun, Bay Dearborn?" dedi.

"Kuşkusuz." Yabancı hâlâ gülümsüyordu. "Ama seni babanın verdiği adla çağırırsam daha büyük bir heyecanla savaşırım."

"O halde güvende olmak için buna izin vereceğim. Ve aynı nedenle benim de seni 'Will' diye çağırmam gerekiyor sanırım."

"Bu sözler hem güzel, hem de akıllıca. Dearborn'un tebessümü daha belirginleşti. Gülüşü çok sevimliydi. "Ben..." Yabancı başını kıza doğru döndürmüş yürürken Susan'ın bu yeni arkadaşının ayağı yola doğru uzanan bir kayaya takıldı. Az kalsın yuvarlanıyordu. Aceleci kişneyerek hafifçe şaha kalktı. Susan neşeyle güldü. panço kaydı ve kızın çıplak bacağı ortaya çıktı. Susan bir an bekledikten sonra bacağını tekrar örttü. Delikanlıdan hoşlanıyordu. Gerçekten. Ve bunun ne zararı vardı? Sonuçta o sadece bir çocuktu. Kız, delikanlı gülümsediği zaman saman yığınlarında hopladığı yılların sadece bir iki yıl geride kaldığını anlıyordu. (Kendisinin de bundan yeni yeni vazgeçtiğini nedense unutmuştu.)

Dearborn, "Her zaman bu kadar beceriksiz değilimdir," dedi. "Seni korkutmadığımı umarım."

Susan, hiç korkutmadın, Will, diye düşündü. Göğüslerim geliştiğinden beri delikanlılar yanımdayken ayaklarını şuna buna çarpıp duruyorlar. "Hayır, hiç korkutmadın," diyerek konuya döndü. Bu onu çok ilgilendiriyordu. "Demek sen ve arkadaşların Birlik'in emriyle bizim mallarımızı saymaya geldiniz, öyle mi?"

"Evet, öyle. Şuradaki petrol alanıyla da bu yüzden ilgilendim. Birimizin buraya dönüp çalışan kuyuları sayması gerekecek."

"Ben seni bu zahmetten kurtarabilirim, Will. Öyle on dokuz kuyu var."

Yabancı başını salladı. "Sana borçlandım. Ama ayrıca o on dokuz pompanın ne kadar petrol çıkardığını da hesaplamamız gerekiyor. Tabii mümkünse."

"Yani New Canaan'da petrolle çalışan pek çok makine mi var? Bu yüzden mi bu sayım o kadar önemli? Ve petrolü makinelerinizin kullanabileceği yakıt haline sokmak için simya ilminiz yeterli mi?"

"Bu konuda bundan simya değil, rafineri diye söz ediliyor. Daha doğrusu ben öyle sanıyorum. Ve galiba hâlâ çalışan bir rafineri var. Pek fazla makinemiz olduğunu söyleyemem. Ama Gilead'daki Büyük Salon'un ince telli lambalarını aydınlatan birkaç makine hâlâ çalışıyor."

Bu sözler kızın pek hoşuna gitti. "Sahi mi?" İnce telli lambaların ve elektrikli fenerlerin resimlerini görmüştü. Ama asıllarını hayır. Hambry'deki "kıvılcım-fenerleri" diye tanımlanan son lambalar da iki kuşak önce sönmüştü.

Will Dearborn, "Babanın ölünceye kadar Belediye Başkanı'nın atlarıyla ilgilendiğini söyledin," diye hatırlattı. "Adı Patrick Delgado muydu? Öyleydi, değil mi?"

Susan başını eğerek delikanlıya baktı. Fena halde şaşmış ve bir anda gerçek dünyaya dönmüştü. "Bunu nereden biliyorsun?"

"Hayvan bakımıyla ilgili derslerde onun da adı geçti. Bize sığırları, koyunları, domuzları, öküzleri ve atları saymamız söylendi. Sürüleriniz arasında en önemli olanı atlar. Bu nedenle Patrick Delgado'yla konuşmamız emredildi. Onun yolun sonundaki açıklığa erişmiş olmasına üzüldüm, Susan. Başsağlığı dileklerimi kabul eder misin?"

"Evet. Ve teşekkür ederim."

"Kaza mı geçirdi?"

"Evet." Susan ses tonundan Dearborn'un, "Bu konuyu kapat, başka bir şey sorma," demek istediğini anlayacağını umuyordu.

Yabancı, "Sana dürüst davranacağım," dedi. Ama nedense Susan'a ilk kez yabancının sesinde bir sahtekârlık varmış gibi geldi. Belki de yanılıyordu. Ne de olsa dünya konusunda pek az deneyimi vardı. (Cort Hala bunu ona hemen her gün hatırlatıyordu. Oysa Susan, "Seninle dürüst konuşacağım," diyenlerin insanın gözünün içine baka baka yalan uydurduklarını düşünüyordu. Onlar insana yağmurun yukarıya doğru yağdığını, paranın ağaçlarda yetiştiğini ve bebekleri de Büyük Federex kuşunun getirdiğini söylüyorlardı.

"İyi olur." Susan'ın sesinde hafif bir alay vardı. "En iyi yöntem dürüstlüktür, derler."

Dearborn başını kaldırarak kıza biraz tereddütle baktı. Sonra gülümserken dişleri ışıldadı. Susan bu tebessümün tehlikeli bir şey olduğunu düşündü. İnsanı çabucak mahvedecek bir şey. Kumlu bataklık gibi. İnsan buna kolaylıkla dalar ama zorlukla kurtulurdu.

"Son zamanlarda Birlik'te pek de beraberlik yok. Farson'un o kadar başarılı olmasının bir nedeni de bu. Hırsı bu yüzden gitgide daha arttı. O işe Garlan ve Desoy'da posta arabalarını soyarak başladı. Ama artık haydutluk ettiği o günleri çok gerilerde bıraktı. Birlik yeniden canlanmadığı takdirde daha da ileri gidecek. Belki Mejis'e kadar uzanacak."

Susan, İyi Adam'ın Baronluk'taki Temiz Deniz'e en yakın olan sakin küçük kentimde isteyebileceği ne var, diye düşündü. Ama sesini çıkarmadı.

Yabancı ekledi. "Aslında bizi buraya Birlik göndermedi. Tâ buraya kadar inekleri, petrol kuyularını saymak ve ekili toprakların dönümlerini hesaplamak için yollamadı."

Delikanlı bir an susarak yola baktı. Sanki ayağını çarpabileceği başka kayalar olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Uzanıp Aceleci'nin burnunu dalgın dalgın şefkatle okşadı. Susan onun sıkıldığını, hatta belki de 'utandığını' düşündü. "Bizi babalarımız yolladı."

"Babalarınız..." Susan birdenbire durumu kavradı. Kötü gençlerdi onlar. Ve babaları onları çalışabilecekleri bir iş için yollamıştı. Bu tam bir sürgün sayılmazdı. Susan onların Hambry'deki asıl işlerinin şereflerine sürülen lekeyi temizlemek olduğunu tahmin etti. Eh, dedi kendi kendine. Bu onun tehlikeli gülümseyişini de açıklıyor. Öyle değil mi? Ondan kork, Susan. Bu delikanlı köprüleri yakan ve posta arabalarını deviren, sonra da arkasına hiç bakmadan neşeyle yoluna devam eden o gençlerden. Kötü ve hain değil. Sadece kayıtsız... umursamaz."

Bu, Susan'ın aklına tekrar o eski şarkıyı getirdi. Kendisinin söylediği, yabancının da ıslıkla çaldığı şarkıyı.

"Evet, babalarımız."

Susan Delgado da zamanında bir iki yaramazlık yapmıştı. (Ya da belki yirmi dört defa.) Hem ihtiyatlı davranmak istiyor, hem de Will Dearborn'a karşı sempati duyuyordu. Bu delikanlı onu ilgilendiriyordu da. Kötü çocuklar eğlenceli olabiliyorlardı... Yani bir noktaya kadar. Ama şimdi soru şuydu: Will ve arkadaşları ne kadar kötü davranmışlardı?

Susan, "Olay çıkarmak mı?" diye sordu.

Delikanlı başını salladı. "Olay çıkarmak." Sesi sıkıntılıydı. Ama gözleriyle ağzının etrafında neşeli ve muzip bir ifade belirmeye başlıyordu.

"Bizi uyardılar. Evet, ciddi bir biçimde uyardılar. Ve... biraz içki de içmiştik."

Susan içinden, bira kupasını kavramadığı zaman kızları sıkıştıran eller, diye ekledi. Öyle değil mi? Ama hiçbir aile kızı bunu açık açık soramazdı. Oysa aklına pekâlâ da gelebilirdi.

Dearborn'un dudaklarının etrafında uçuşan hafif tebessüm silindi. "Çok ileri gittik ve işin eğlenceli yanı da kalmadı. Budalalar hep böyle yaparlar. Bir gece yarıştık. Ay yoktu. Gece yarısından sonra oldu bu. Hepimiz de sarhoştuk. Atlardan birinin ayağı bir köstebek yuvasına girdi ve hayvanın bacağının alt kısmı kırıldı. Atı vurmak zorunda kaldık."

Susan yüzünü buruşturdu. Bu akla gelebilecek en kötü şey değildi ama yine de kötü bir olaydı. Yabancı tekrar konuşmaya başladığı zaman olay daha da kötüleşti.

"Safkandı at. Arkadaşım Richard'ın babasının üç atından biri. Ve adamın hali vakti de yerinde değildi. Evlerimizde tartışma çıktı. Olanlardan değil söz etmek, hatırlamak bile istemiyorum. Neyse... Hikâyeyi kısa keseceğim. Pek çok konuşma ve cezayla ilgili önerilerden sonra bizi söylediğim görevle buraya yolladılar. Bu, Arthur'un babasının fikriydi. Bence arkadaşım Arthur babasını her zaman dehşete düşürmüş, onu düşkırıklığına uğratmıştı. Çocuğun babası George Heath'in tarafına çektiğini hiç sanmıyorum."

Susan, Cordelia Hala'sının sözlerini hatırlayarak usulca kendi kendine güldü. "Kızın bizim tarafa çekmediği kesin." Kadın bu sözlerden sonra mahsus bir an durmuştu. "Annesinin büyük teyzesi çıldırdıydı... Bunu bilmiyor muydunuz? Evet! Kendini tutuşturdu, sonra uçurumdan aşağıya atladı. Şu kuyruklu yıldızın gözüktüğü yıl."

Will konuşmasını sürdürdü. "Bay Heath bizi babasının sözlerini tekrarlayarak uğurladı. 'İnsan arafta düşüncelere dalmalıdır.' Ve işte şimdi buradayız."

"Hambry hiç de arafa benzemez."

Delikanlı yine o komik tavırlarıyla selam verdi, "öyle olsaydı herkes buraya gelip güzel kentlilerle tanışmak isterdi."

Susan alayla, "Bunun üzerinde biraz çalış," dedi. "Korkarım bu henüz kabaca. Belki..."

Birdenbire sustu. Bu çocuğun onunla küçük bir komploya girmesini ummak zorundaydı. Bunu üzüntüyle anlamıştı. Yoksa utanılacak duruma düşecekti.

"Susan?"

1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət