Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə6/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   62

Eddie sağ elini havaya kaldırarak baş ve işaret parmaklarını birbirine sürdü.

"O İŞARETİN ANLAMI NEDİR, GERİZEKÂLI YARATIK?"

Eddie, "Dünyanın en küçük kemanı 'Kalbim Senin için Mor İdrar Akıtıyor'u çalıyor," diye açıkladı. Jake kendini tutamayarak kahkahalarla gülmeye başladı. "Ama bu ucuz New York esprilerini boşver. Biz şimdi yarışmamıza dönelim. Komiserler neden kemer takar?"

Baronluk Vagonu'ndaki ışıklar titreşmeye başladı. Duvarlara da garip bir şeyler oluyor, kâh kaybolup, kâh beliriyorlardı. Belki saydamlaşmaya çalışıyorlardı ama sonra bu işlem yarıda kesiliyordu. Eddie bu durumu gözucuyla görünce neredeyse sevincinden bağıracaktı.

"Blaine? Cevap ver."

Bir şey Eddie'nin dirseğine dokundu. Genç adam başını eğerek baktı ve Susannah'nın küçük, biçimli elini gördü. Kadının elini tutup sıktı, ona gülümsedi. Tebessümünün hissettiğinden daha güven dolu olduğunu unutuyordu. Bu yarışmayı kazanacaklardı. Eddie bundan hemen hemen emindi. Ama kazandıkları takdirde Blaine'in ne yapacağını bilemiyordu.

"PAN... PANTOLONLARININ DÜŞMEMESİ İÇİN Mİ?" Blaine sesi kendinden emindi. Sorunun yerini kesin bir açıklama aldı. "PANTOLONLARININ DÜŞMEMESİ İÇİN. BU FAZLA BASİT BİLMECENİN TEMELİNDE..."

"Tamam. Bu güzel bir bilmeceydi, Blaine. Ama bu sözlerle zaman geçirmeye kalkışma. Bir işe yaramaz. Şimdi..."

"BU SAÇMA SAPAN BİLMECELERİ SORMA! BUNDA ISRAR "

Eddie, "O halde treni durdur," dedi. "Bu seni bu kadar sarsıyorsa hemen burada dur. Ben de o zaman bilmece sormaktan vazgeçerim."

"OLMAZ!"

"İyi ya. O halde devam ederiz. Saçının sakalının ağarmış olmasına rağmen ille de kırmızı giysilerle dolaşmakta ısrar eden kimdir?"

Yine o şıkırtı duyuldu. Ama bu kez ses iyice yüksekti. Eddie'ye kulak zarını küt bir şişle deliyorlarmış gibi geldi. Beş saniye süren bir sessizlik oldu. Şimdi yol haritasındaki yeşil ışık Topeka'ya o kadar yakındı ki, her çakışında sözcüğü neon gibi aydınlatıyordu. Sonra Blaine, "NOEL BABA," dedi.

Eddie bu esprili bilmecenin doğru cevabını ilk kez Dahpne'nın arkasındaki geçitte duymuştu. Ya da bunun gibi çetenin toplandığı bir yerde Ama Blaine bilmeceyi çözmek için kafasını belirli bir kanala sokmanın bedelini de ödemişti anlaşılan. Baronluk Vagonu'nun ışıkları şimdi daha da çılgınca yanıp sönüyordu. Eddie duvarların içinden mırıltıya benzeyen bir sesin geldiğini duyuyordu. Stereo amplifikatörünün kısa devre yapmadan önce çıkardığı sese benziyordu.

Yol haritasında pembe ışık çakıp çakıp sönüyordu. Küçük Blaine, "Sus'" diye bağırdı. Sesi çok titrekti. Warner Bros'un eski çizgi filmlerindeki bir kahramanın sesine benziyordu. "Sus! Onu öldürüyorsun!" Eddie onun bize ne yaptığını sanıyorsun, bücür, diye düşündü. Blaine o gece kamp ateşinin etrafında otururken Jake'in söylediği bir bilmeceyi sormayı düşündü. "Yüz ton ağırlığında olan ve okyanusun dibinde yaşayan yeşil şey nedir?"

"Moby Sümük!" Ama genç adam sonra bundan vazgeçti. Daha mantıklı bir şey bulmak istiyordu Ve bunu başarabilirdi. Blaine'i güzelce ve kesinlikle mat etmek için daha fazla gerçekdışı şeyler sormasına gerek yoktu. Böyle şakalara meraklı bir üçüncü sınıf öğrencisinin sorabileceği bilmeceler yeterliydi Blaine'in ikiz kutuplu karmaşık devreleri onun türlü duyguları taklit etmesini sağlayabilirdi. Ama o yine de bir nesneydi. Bir bilgisayar. Eddie'nin peşinden Bilmece Alacakaranlık Kuşağı'na girmesi bile Blaine'in beynini sarsmıştı.

"Blaine insanlar uyumak için neden yatak odasına giderler? "ÇÜNKÜÜ... ÇÜNKÜ... KAHRETSİN, ÇÜNKÜ..." Yolcuların ayaklarının altından hafif bir çığlık yükseldi. Vagon sağdan sola şiddetle sallandı. Susannah haykırdı. Jake onun kucağına yuvarlandı. Silahşor ikisini birden yakaladı.

"ÇÜNKÜ YATAK ODASI ONLARA GİDEMEZ! KAHRETSİN! DOKUZ DAKİKA ELLİ SANİYE!"

Eddie, "Vazgeç, Blaine," dedi. "Ben kafanı büsbütün uçurmak zorunda kalmadan bu işten vazgeç. Bu işten vazgeçmezsen bu felaket olacak. Bunu ikimiz de biliyoruz."

"OLMAZ!"


"Ben böyle milyonlarca şaka-bilmece biliyorum. Bütün yaşamım boyunca bunları dinledim. Bu bilmeceler kafama takılıp kalıyor. Sineklerin o tutkallı kâğıda yapışmaları gibi. Ah, bazıları yemek tarifi toplar ya. Bu da öyle bir şey. E, ne diyorsun? Vazgeçecek misin?"

"HAYIR! DOKUZ DAKİKA OTUZ SANİYE!"

"Pekâlâ, Blaine. Bunu sen istedin. İşte en güzeli: Ölü bebek neden yolun karşı tarafına geçti?"

Tren yine şiddetle sarsıldı. Eddie mononun bundan sonra raydan çıkmamasına şaştı. Ama tren rayda kalmayı başardı. Alttan gelen çığlık sesleri yükseldi. Vagonun zemini, tavanı ve duvarları bir saydamlaşıyor, bir bulanıklaşıyordu. Bir an yolcuların etrafında duvarlar normal gözüküyordu. Hemen sonra hiçbir özelliği olmayan kurşuni.gün ışığında, dünyanın bir ucunda dümdüz uzanan ufka doğru hızla gidiyorlardı.

Şimdi hoparlörlerden paniğe kapılmış bir çocuğun sesi yükseliyordu. "BİR DAKİKA! CEVABI BİLİYORUM! BİLİYORUM! HATIRLAMA İŞLEMİ İLERLİYOR! BÜTÜN MANTIK DEVRELERİ KULLANILIYOR..."

Roland, "Cevap ver," dedi.

"DAHA FAZLA ZAMANA İHTİYACIM VAR! BANA ZAMAN VERMELİSİNİZ!" Blaine'in çatlak sesinde kaybedilmek üzere olan zafere benzer bir şey vardı. "GILEAD'LI ROLAND, CEVAP VERMEK İÇİN BELİRLİ BİR SÜRE KARARLAŞTIRILMAMIŞTI. GEÇMİŞTEN GELEN AŞAĞILIK SİLAHŞOR, SEN ÖLÜ KALMALIYDIN!"

Roland, "Öyle," dedi başını sallayarak. "Süre konusunda belirli bir kısıtlama yoktu. Bunda haklısın. Ama bir bilmece cevaplanmadan bizi öldüremezsin, Blaine. Ve Topeka'ya yaklaşıyoruz. Cevap ver!"

Baronluk Vagonu'nun duvarları tekrar saydamlaştı. Eddie yüksek ve paslı bir silonun yanından hızla geçtiklerini farketti. Onun ne olduğunu kavrayıncaya kadar bina geride kaldı. Şimdi manyakça bir hızla gittiklerini anlıyordu. Belki bir yolcu jetinin normal hızından üç yüz mil daha süratli gidiyorlardı.

Küçük Blaine'in sesi duyuldu yine. "Onun yakasını bırakın," diye inliyordu. "Onu öldürüyorsunuz. Öldürüyorsunuz!"

Susannah, Detta Walker'ın sesiyle sordu. "Onun istediği de bu değil miydi? Ölmek yani. O böyle söyledi. Bizim buna bir itirazımız yok. Sen o kadar kötü değilsin, Küçük Blaine. Ama bu berbat dünya bile ağabeyin ortadan kalktığı için daha iyi olacak. Biz başından beri Blaine'in bizi birlikte götürmesine karşı çıkıyorduk."

Roland, "Son şans," dedi. "Cevap ver, Blaine. Ya da kazdan vazgeç."

"BEN... BEN... SEN... ON ALTI LOGARİTMA OTUZ ÜÇ... BÜTÜN KOSİNÜSLER... ANTİ... ANTİ... BÜTÜN BU YILLAR BOYUNCA... IŞIN... SELİ... PİSAGOR... KARTEZYEN MANTIĞI... YAPABİLİR MİYİM?.. BUNA CESARET EDEBİLİR MİYİM?.. BİR ŞEFTALİ... BİR ŞEFTALİ YE... BÜTÜN İNSANLAR KARDEŞTİR... PATRICIA... TİMSAH... SERT TEBESSÜM... KADRANLI SAAT... TİK TAK. SAAT ON BİR... ADAM AYDA VE DANSA HAZIR... INCASSEMENT... INCASSEMENT, MON CHER... AH. BAŞIM... BLAİNE... BLAİNE CESARET EDECEK... BLAİNE CEVAP VERECEK... BEN..."

Blaine şimdi bir bebeğin sesiyle haykırıyordu. Sonra başka bir dilden şarkı söylemeye başladı. Eddie onun Fransızca konuştuğunu düşündü. Sözlerin hiçbirini bilmiyordu. Ama bateriler başlayınca parçayı tanıdı. Z.Z. Top'un Velcro Fly'ıydı bu.

Yol haritasının üzerindeki cam patladı. Bir dakika sonra haritada da yerinden fırladı, arkasındaki çakan ışıklar ve devre levhaları ortaya çıktı. Işıklar baterilerin temposuna göre çakıyordu. Birdenbire delikten mavi bir alev fışkırdı. Haritanın bulunduğu duvardaki açıklığın etrafını yakarak kararttı. O duvarın derinliklerinden Blaine'in kurşun biçimi küt burnuna doğru boğuk bir gıcırtı yankılandı.

Eddie, "Seni sersem yaratık!" diye bağırdı. "Çünkü bebeği bir hindinin sırtına bağlamışlardı!" Ayağa kalkarak yol haritasının gerisindeki dumanlar fışkıran deliğe doğru gidecek oldu. Susannah onu gömleğinin arkasından yakaladı. Ama Eddie bunu hayal meyal farketti. Aslında nerede olduğunun bile pek farkında değildi. Savaş ateşi onu sarmış, haklı çıkma kızgınlığıyla her tarafını yakıyordu. Kutsal alevleriyle gözlerini cızırdatıyor, kalbini kızartıyor ve sinir hücrelerini kaynatıyordu. Blaine'e nişan almıştı. Sesin gerisindeki şey ölümcül yara almıştı ama Eddie tetiği çekmekten vazgeçemiyordu. Ben kafamla ateş ederim.

Eddie deli gibi bağırdı. "Bir kamyon dolusu bowling topuyla ölü dağ sıçanları arasında ne fark vardır? Evet! Bir kamyon dolusu bowling topunu kürekle alıp atamazsın!"

Yol haritasının eski yerindeki delikten öfke ve acı dolu bir çığlık yükseldi. Bunu mavi alevler izledi. Sanki Baronluk Vagonu'nun burnunda bir yerde elektrikli bir ejderha şiddetle soluk vermişti. Jake bağırarak onu uyardı ama Eddie'nin buna ihtiyacı yoktu. Reflekslerinin yerini jiletler almış gibiydi. Eğildi ve elektrik akımı sağ omzunun üzerinden geçti. Boynunun o tarafındaki tüyler dimdik oldu. Genç adam taşıdığı tabancayı çekti. Sandal ağacından yapılmış kabzası eskimiş ağır .45'liği. Roland bunu mahvolan Orta-Dünya'dan getirmişti. Eddie vagonun ön tarafına doğru yürümesini sürdürdü. Ve tabii konuşmasını da. Roland'ın da dediği gibi, "Eddie konuşarak ölecek"ti. Eski dostu Cuthbert gibi. Eddie bundan daha kötü ölümleri hayal edebiliyordu. Bundan iyi sadece bir tek ölüm vardı.

"Hey, Blaine! Gidi çirkin, sadist yaratık! Madem bilmecelerden söz ediyoruz... Doğu'nun en büyük bilmecesi hangisidir? Çok kimse sigara içer. Fu Manchu dışında. O çiklet çiğner. Anladın mı? Hayır mı? Ah, çok üzüldüm, ahbap. Ya şuna ne dersin? Bir kadın oğluna 'Yedi Buçuk' adını verdi. Neden? Çünkü bu adı bir şapkadan çekti."

Eddie ışıkların çaktığı deliğe erişmişti. Roland'ın tabancasını kaldırdı ve Baronluk Vagonu birdenbire gökgürültüsüyle doldu. Eddie deliğe altı kurşunu da sıktı. Horoza Roland'ın onlara öğrettiği gibi avucuyla vuruyordu. Sadece bunun doğru, bunun uygun olduğunu biliyordu. Kahretsin, bu ka'ydı. Lanet olasıca ka. Bir silahşorsan olaylara böyle son verirdin. O da Roland'ın türündendi. Herhalde ruhu lanetlenmişti ve cehennemin en dibini boylayacaktı. Ama bunu Asya'daki bütün eroin için bile değiştirmezdi.

Blaine o çocuksu sesiyle, "SENDEN NEFRET EDİYORUM!" diye bağırdı. Artık sesi çatal çatal değildi, iyice yumuşamaya başlamış, iç bayıltıcı bir hal almıştı. "SENDEN SONSUZA KADAR NEFRET EDECEĞİM!"

Eddie, "Senin canını sıkan ölmek değil sanırım," dedi. "Öyle değil mi?" Yol haritasının arkasındaki delikten çıkan ışıklar sönükleşmeye başlıyordu. Yine mavi kıvılcımlar çıktı ama Eddie'nin onlardan kaçınmak için gerilemesine gerek kalmadı. Alevler küçük ve hafifti. Blaine de çok geçmeden Lud'dakiler gibi ölmüş olacaktı. "Seni sıkan kaybetmiş olman."

"SENDEN... NEFRET... SONNN..."

Kelimeler bozularak bir mırıltıya dönüştü. Sonra kesik, vurmayı andıran bir sese. Sonunda bu da kesildi.

Eddie etrafına bakındı. Roland oradaydı, bir kolunu Susannah'nın kalçasına dolamıştı. Bir çocuğu kucağınıza aldığınız zaman yaptığınız gibi. Kadın da bacaklarını onun beline sarmıştı. Jake silahşorun diğer yanında duruyordu. Oy da ayağının dibindeydi.

Yol haritasının arkasındaki delikten yanığımsı garip bir koku yükseliyordu. Ama bu öyle kötü bir koku değildi. Eddie bunu ekimde yakılan kuru yaprakların kokusuna benzetti. Bunun dışında delik bir cesedin gözü kadar ölü ve karaydı. İçerdeki ışıkların hepsi sönmüştü.

Eddie, kavruldun, Blaine, diye düşündü. Fırında fazla kalmış bir hindi gibi yandın. Lanet olasıca Şükran Günü'nü kutlarım.
Mononun altından yükselen çığlığa benzeyen ses kesilmişti. Ön taraftan son defa gıcırtılı bir gürültü geldi. Sonra o sesler de kesildi. Roland bacaklarıyla kalçalarının hafifçe öne doğru sallandığını hissetti. Düşmemek için diğer eliyle tutundu. Vücudu kafasından önce durumu kavradı: Blaine'in motorları durmuştu. Şimdi sadece rayda kayıyorlardı. Ama...

Silahşor, "Geriye," dedi. "En dibe kadar. Rayda kayıyoruz. Blaine'in son noktasına yakın olursak, engellere çarpabiliriz."

Grubu Blaine'in karşılama için yaptığı buzdan heykelden geri kalan su birikintilerinin yanından geçirerek arkaya götürdü. Bir piyanoyla klavsen arası bir şeye benzeyen aleti işaret etti. "Ondan da uzak durun." Alet küçük bir platformun üzerinde duruyordu. "O da yerinden kayabilir. Tanrım, keşke nerede olduğumuzu görebilseydik! Yere yatın. Kollarınızı başlarınıza dolayın." '

Diğerleri onun söylediklerini yaptılar. Roland da onları izledi. Çenesini koyu mavi halıya dayayarak öylece yattı. Gözlerini yummuş olanları düşünüyordu.

Sonra, "Senden özür diliyorum, Eddie," dedi. "Ka'nın çemberi nasıl da dönüyor! Bir keresinde de arkadaşım Cuthbert'den özür dilemek zorunda kalmıştım... Aynı nedenle. Benim kör bir yanım var. Azametli bir körlük bu."

Eddie, "Özür dilemen için bir neden göremiyorum," diye cevap verdi. Sesinden sıkıldığı anlaşılıyordu. "Buna gerek yok."

"Pekâlâ var. Senin şakalarını aşağı gördüm. Ve şimdi onlar hayatımızı kurtardı. Senden özür diliyorum. Babamın yüzünü unutmuştum."

Eddie, "Özür dilemene gerek yok," diye yineledi. "Kimsenin yüzünü de unutmuş değilsin. Karakterin böyle senin. Elinde olmayan bir şey."

Silahşor bu sözleri dikkatle düşündü. Hem harika, hem de korkunç olan bu düşünce hiçbir zaman aklına gelmemişti. Bütün yaşamı boyunca bir defa bile. Ka'nın esiriydi. Bunu çocukluğundan beri biliyordu. Ama karakteri... Kendi karakteri...

"Teşekkür ederim, Eddie. Bence..."

Roland sözünü tamamlayamadan Mono Blaine son defa çarparak durdu. Dördü de Baronluk Vagonu'nun ortasındaki geçide şiddetle fırladılar. Oy, Jake'in kucağında havlayıp duruyordu. Vagonun ön duvarı yıkıldı ve Roland'ın omzu oraya çarptı. Bölmenin üzerine halı geçirilmişti, altında da süngerimsi bir şey vardı. Ama darbe Roland'ın omzunu uyuşturacak kadar sertti. Avize öne doğru sallandı, sonra yerinden çıktı. Yolcuların üzerine cam sarkaçlar yağdı. Jake yana yuvarlanarak tam zamanında avizenin düşeceği yerden uzaklaştı. Klavsen-piyano podyumdan uçtu. Kanepelerden birine çarparak ahenksiz "nııng" gibi bir ses çıkararak durdu. Mono sağa doğru eğildi. Silahşor Jake'le Susannah'yı vücuduyla örtmeye hazırlandı. Vagonun tersine döneceğini sanıyordu. Ama vagon yan yatmış biçimde öylece kaldı.

Yolculuk sona ermişti.

Silahşor yerden kalktı. Omzu hâlâ uyuşuktu. Ama eliyle kolu ağırlığını taşıyabiliyordu. Bu da iyiye işaretti. Solunda Jake doğrulup oturmuş, kucağındaki cam boncukları temizliyordu. Yüzünde sersemlemiş gibi bir ifade vardı. Sağında Susannah, Eddie'nin sol gözünün altındaki bir kesiği siliyordu. Silahşor, "Pekâlâ," dedi. "Yaralanan..."

Yukarda bir patlama oldu. Roland'a büyük havai fişeklerini hatırlatan boğukça bir "paaat!" sesi. O ve Cuthbert'le Alain bazen fişekleri tutuşturur, onları şaka yapmak için boruların içine ya da bulaşık yerinin arkasındaki tuvaletlere atarlardı. Cuthbert bir keresinde sapanıyla fişekleri vurmuştu. Ama bu bir şaka, çocukça bir muzurluk değildi. Bu...

Susannah küçük bir çığlık attı. Roland bunun korkudan çok şaşkınlıktan ileri geldiğini düşündü. Sonra puslu bir gün ışığı yüzünü aydınlattı. Bu hoşuna gitti. Parçalanmış olan acil çıkış deliğinden içeri giren havanın tadı daha da güzeldi... yağmur ve ıslak toprağın tatlı kokusu.

Birbirine çarpan kemiklerin çıkardığına benzeyen bir ses duyuldu ve tavandaki delikten bir merdiven uzandı. Merdivenin basamakları bükülmüş çelik tellerden oluşmuştu.

Eddie, "Önce başına avizeyi atıyorlar," dedi. "Sonra da kapıyı gösteriyorlar." Çabalayarak ayağa kalktı. Sonra da Susannah'nın kalkmasına yardım etti. "Pekâlâ. İstenmediğimi hemen anlarım. Arıları taklit edelim ve vızıldayarak uçalım."

"Bunu beğendim." Susannah yine Eddie'nin yüzündeki kesiğe doğru uzandı. Genç adam onun parmaklarını tutup öptü, sonra da ona satılık malları mıncıklamamasını söyledi.

Silahşor, "Jake?" diye sordu. "İyi misin?"

Jake, "Evet, iyiyim," dedi. "Ya sen, Oy?"

"Oy!"

"Galiba iyi." Çocuk yaralı elini kaldırarak ona üzüntüyle baktı.



Roland öğrenmek istedi. "Yine sancıyor mu?"

"Evet. Blaine ne yaptıysa etkisi geçmeye başlıyor. Ama buna aldırdığım yok. Hâlâ hayatta olduğum için seviniyorum."

"Evet. Hayat güzel. Astin de öyle. Daha birkaç tane kalmış."

"Aspirin demek istiyorsun?"

Silahşor başıyla doğruladı. Aspirin sihirli bir ilaçtı. Ama bu ad Jake'in dünyasından gelen ve Roland'ın hiçbir zaman doğru dürüst söyleyemeyeceği bir sözcüktü.

Susannah söze karıştı. "Doktorların onda dokuzu Anasin'i öneriyor hayatım," dedi. Jake ona merakla baktı. Kadın da ekledi. "Herhalde senin çağında artık bunu kullanmıyorlar, öyle değil mi? Neyse, önemli değil. Biz buradayız ya, şekerim. İyiyiz. Önemli olan da bu." Jake'i kendine çekerek çocuğun gözlerinin arasına, burnunun ucuna, sonra da dudaklarına bir öpücük kondurdu. Jake güldü ve kıpkırmızı kesildi. "Önemli olan bu. Ve şu anda dünyada bir tek bunun önemi var."


Eddie, "İlkyardım bekleyebilir," diyerek kolunu Jake'in omzuna attı, onu merdivene doğru götürdü. "Merdivene tırmanmak için o elini kullanabilecek misin?"

"Evet. Ama Oy'u taşıyamam. Onu sen alır mısın, Roland?"

"Olur." Silahşor Oy'u alıp gömleğinin içine soktu. Jake'le Bıçakçı'nın peşinden kentin altındaki kuyuya inerken yaptığı gibi. Oy altın çerçeveli parlak gözleriyle Jake'e baktı. "Çık bakalım."

Jake merdivene tırmandı. Roland hemen onu izledi. Çocuğa çok yakındı. Oy boynunu uzatarak Jake'in topuklarını kokladı.

Eddie, "Suze?" diye sordu. "Yardım etmemi ister misin?"

"Yaa, biçimli popomu çimdikleyesin diye değil mi? Olmaz, beyaz çocuk." Sonra genç adama göz kırptı. Kaslı kollarıyla kendini çekip bacaklarının üzerinde dengesini bularak kolaylıkla yukarı çıktı. Hızla yükseliyordu. Ama yeteri kadar değil. Eddie onu yine de çimdikledi. Susannah gülerek gözlerini devirdi. "Ah saflığım elden gitti!" Sonra o da delikten çıktı. Geride sadece Eddie kalmıştı. Bir ara ka-tet'lerinin tabutu olacağını düşündüğü lüks vagonda etrafına bakındı.

Henry, bu işi basardın, evlat, dedi. Onun kendini tutuşturmasını sağladın. Bunu başaracağını biliyordum. Dahlie'nin arkasında o kahrolasıca çocuklara ne söylediğimi hatırlıyor musun? Jimmie Polio'yla diğerlerine? Nasıl da gülmüşlerdi. Ama sen bunu basardın. O iblisin karnını patlatarak evine yolladın.

Eddie, ne olursa olsun, diye düşündü. İşe yaradı. Farkına varmadan Roland'ın tabancasının kabzasına dokundu. Bir kere daha kurtulmamızı sağlayacak kadar işe yaradı.

İki basamağı çıktı, sonra dönüp arkasına baktı. Baronluk Vagonu artık ölmüş gibiydi. Hatta çoktan ölmüş gibi. Bu da yine ilerleyip giden dünyaya ait bir eşyaydı.

Eddie, "Adios, Blaine," dedi. "Hoşçakal, ahbap."

Ve arkadaşlarının peşinden tavandaki acil durum kapağından dışarı çıktı.
4. Topeka
Jake, Mono Blaine'in hafifçe eğilmiş olan tepesinde duruyor, Işının Yolu üzerinden güneydoğuya doğru bakıyordu. Rüzgâr Piper Okulu'na yakışmayacak kadar uzamış olan saçlarını dalga dalga alnından ve şakaklarından geriye doğru uçuruyordu. Gözleri hayretle irileşmişti.

Çocuk ne görmeyi beklediğini bilmiyordu. Belki de Lud'un daha küçük, daha taşralı bir kopyasını düşünmüştü. Ama yakındaki parkın gerisinden yükselen ağaçların üzerinden görülen şeyi beklememişti. Bu yeşil bir yol tabelasıydı (donuk gri sonbahar gök kubbesinin altında bu renk dikkati çekiyordu). Tabelanın üzerinde armaya benzeyen mavi bir şekil ve 1-70 sayısı vardı.

Roland çocuğun yanına giderek Oy'u usulca gömleğinin içinden çıkardı. Hayvanı yere bıraktı. Hantal Billy, Blaine'in tepesinin pembe yüzeyini kokladı, sonra da mononun ön tarafına doğru baktı. Trenin kurşun biçimi düzgün burnu ezilip yırtılmış, maden kenarları sivri sivri kanatlara dönüşmüştü. İki koyu renk yarık vagonun tepesini paralel çizgiler halinde kesiyordu. Bunlar mononun ucundan başlıyor ve Jake'le Roland'ın durduğu yerin on metre kadar ötesinde sona eriyordu. İkisinin ucunda da üzerlerine boyayla sarı-siyah çizgiler yapılmış, geniş, yassı direkler vardı.

Susannah, "Çarpacağını söylediği engeller bunlar," diye mırıldandı.

Roland başını salladı.

"Şansımız vardı da kurtulduk, koca çocuk. Bunun farkında mısın? Eğer bu tren daha hızlı gitseydi..."

Eddie arkalarından, "Ka," dedi. Galiba gülümsüyordu.

Silahşor yine başını salladı. "Öyle. Ka."

Jake engellere bakmaktan vazgeçerek yol tabelasına doğru döndü. Onun ortadan kaybolacağına ya da üzerinde başka bir işaret belireceğine neredeyse inanmıştı. Belki üzerinde "Orta-Dünya Turnikesi" ya da "iblislerden Sakının" diye bir yazı olacaktı. Ama tabela hâlâ oradaydı, üzerinde de aynı işaret vardı.

"Eddie? Susannah? Şunu görüyor musunuz?"

Çocuğun parmağıyla gösterdiği yere doğru baktılar. Bir an ne Eddie bir şey söyledi, ne de Susannah. Jake de bu yüzden hayal gördüğünden korktu. Sonra Eddie hafif bir sesle, "Tanrım," dedi. "Vatanımıza mı döndük? Eğer öyleyse bütün o insanlar nerede? Sonra... Blaine gibi bir şey Topeka'da duruyorduysa ben bunu neden Altmış Dakika adlı programda görmedim? Bizim Topeka'mızda? Kansas eyaletindeki Topeka'da?"

Susannah, "Altmış Dakika da nesi?" diye sordu. Eliyle gözlerini güneşten koruyarak güneybatıya, o tabelaya doğru bakıyordu.

Eddie, "O bir televizyon şovu," dedi. "Onu, beş ya da on yıl arayla kaçırdın. Frank giymiş yaşlı adamlar çıkardı programa. Neyse, bu önemli değil. Şu tabela..."

Susannah başını salladı. "Burası gerçekten Kansas. Bizim Kansas'ımız. "Senin dünyanda da bir Kansas var mı, Roland?

Silahşor tabelaya bakıyordu. "Hayır," diye cevap verdi. "Biz, tanıdığım dünyanın sınırlarından çok uzaktayız. Siz üçünüzle karşılaşmadan önce tanıdığım dünyanın büyük bölümünden uzaklaşmıştım. Burası..."

Susarak başını yana eğdi. Sanki hemen hemen duyulamayacak kadar uzaklarda olan bir sesi dinliyordu. Ve yüzündeki ifade... Jake'in pek hoşuna gitmedi:

Eddie neşeyle, "Hey, çocuklar," dedi. "Bugün Orta-Dünya'nın çılgın coğrafyasını inceleyeceğiz. Şimdi... Orta-Dünya'da yola New York'tan çıkarsınız. Güneydoğuya, Kansas'a inersiniz. Sonra Işının Yolu'nu izleyerek Kara Kule'ye erişirsiniz, çocuklar... Kule her şeyin tam ortasındadır. Önce dev ıstakozlarla boğuşursunuz. Arkasından psikopat bir trene binersiniz. Sonra büfemize gelerek bir iki sandviç yersiniz..."

Roland onun sözünü kesti. "Bir şey duyuyor musunuz? İçinizden herhangi biri?"

Jake etrafı dinledi. Rüzgârın yakındaki parkın ağaçlarının içinden geçtiğini duyuyordu. Yapraklar yeni sararmaya başlamıştı. Çocuk sonra dikkatle Baronluk Vagonu'nun tepesinden onlara doğru gelen Oy'un tırnaklarının çıtırtısını duydu. Oy durdu. Böylece bu ses bile...

Biri çocuğun kolunu tuttu. Jake irkildi. Susannah'ydı bu. Başını yana eğmiş, gözleri irileşmişti. Eddie yine etrafı dinliyordu. Oy da öyle. Hayvan kulaklarını dikmişti, boğazının derinliklerinden iniltiye benzeyen bir ses yükseliyordu.

Jake tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Aynı anda yüzünü buruştururken dudakları gerildi. Ses hafifti ama insan sanki bir limonu ısırmış gibi bir etki yapıyordu. Ve çocuk daha önce de buna benzeyen bir ses duymuştu. Beş altı yaşlarındayken Central Park'ta kendini müzisyen sanan bir deli vardı... Hoş Central Park'ta kendilerini müzisyen sanan pek çok kimse dolaşıyordu. Ama Jake'in gördüğü marangoz aletini çalan tek adam oydu. Delinin tersine çevirerek yere koyduğu şapkasının yanında bir levha da vardı. Üzerinde, "Dünyanın en ünlü testere virtüözü," yazılıydı. "Hawaii müziğine benzemiyor mu? Lütfen geçimime katkıda bulunun."

Jake testere virtüözüyle ilk karşılaştığı sırada Greta Shaw da yanındaydı. Çocuk kadının dilencinin önünden hızla geçtiğini hatırlıyordu. Deli bir senfoni orkestrasında viyolonsel çalarmış gibi oturmuş, açtığı bacaklarının üzerine pas lekeli bir testere koymuştu. Jake, Bayan Shaw'un suratındaki komik dehşet ifadesini anımsıyordu. Birbirine bastırdığı dudaklarının nasıl titrediğini de. Kadın sanki... evet, sanki bir limonu ısırmıştı.

Evet, bu ses de o gün duyduğuna benziyordu. Tamı tamına!

(HAWAII MÜZİĞİNE BENZEMİYOR MU?)

Parktaki adam testereyi titreterek ses çıkmasını sağlıyordu. Bu ses de ona yakındı. Dalga dalga, titrek, madeni bir ses. İnsan bu yüzden sinüslerinin dolduğunu ve çok geçmeden gözlerinden yaşlar akacağını sanıyordu. Ses ilerde bir yerden mi geliyordu? Jake onu bilemiyordu. Ses sanki her yerden geliyordu. Ya da hiçbir yerden gelmiyordu. Aynı zamanda çok da hafifti. Bu nedenle Jake bütün bunların hayal ürünü olduğuna inanacaktı. Ama tabii diğerleri de...

1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət