Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə9/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   62

Eddie, "İş korkuya geldi mi ben bu konuda çok deneyimliyimdir," dedi. "Kafandan neler geçtiğini tamı tamına bilmiyorum. Ama her neyse bunu düşünmekten vazgeçmenin tam zamanı."

Çocuk, galiba bu yerinde bir öğüt, diye düşündü. Genç adamla birlikte yolu aşarak Gage Parkı'na doğru gittiler. Jake'in yaşamındaki en büyük şoklarından birine doğru.

Üzerinde eski tarz, kıvrımlı harflerle Gage Parkı yazılı dövme demir kemerin altından geçtiler ve kendilerini tuğla döşeli bir yolda buldular. Burası yarı resmi havalı bir İngiliz bahçesi, yarı Ekvator ormanı gibi bir yerdi. Orta-Batı'ya özgü o sıcak yaz süresince kimse parka bakmadığı için bitkiler karmakarışık büyümüşlerdi. Sonbaharda da yine bir bahçıvan olmadığı için tohuma kaçmışlardı. Kemerin içindeki bir tabela burasının "Reinisch Gül Bahçesi" olduğunu açıklıyordu. Gerçekten de burada her tarafı kaplamıştı güller. Çoğu solmuştu ama yaban güllerinin bazıları hâlâ yaşıyordu. Bu yüzden Jake'in aklına Kırk Altıncı Sokakla İkinci Cadde'nin köşesindeki boş arsada gördüğü gül geldi. Ve kalbi özlemle sızladı.

Bir yanda eski tarz çok güzel bir atlıkarınca vardı. Şaha kalkmış küheylanları ve koşan aygırları hâlâ direklere takılıydı. Atlıkarıncanın sessizliği, ışıklarının yanmaması ve buharlı orgdan yükselen buğulu müziğin duyulmaması Jake'in buz gibi kesilmesine yol açtı. Bir atın boynundan bir çocuğun tabaklanmamış deriden şeridi olan beyzbol eldiveni sarkıyordu. Jake buna fazla bakamadı.

Atlıkarıncanın gerisinde bitkiler daha sıktı. Bahçe yolunu boğuyorlardı sanki. Sonunda gruptakiler peri masallarındaki yollarını kaybetmiş çocuklar gibi tek sıra halinde ilerlemek zorunda kaldılar. Budanmadıkları için iyice büyüyen gül fidanlarının dikenleri Jake'in giysilerine takılıyordu. Çocuk farkına varmadan başa geçmişti. Belki de bunun nedeni Roland'ın hâlâ kendi düşüncelerine dalmış olmasıydı. İşte bu nedenle Çuf Çuf Charlie'yi de ilk gören çocuk oldu.

Bahçe yolunu kesen ve daha çok oyuncak trenlerininkine benzeyen dar raylara yaklaşırken silahşorun sözlerini düşünüyordu. "Ka'nın bir tekere benzediğini söylemişti. Her zaman aynı notaya dönüyormuş. Karşımıza hep güller ve trenler çıkıyor? Neden? Bilmiyorum. Belki bu da başka bir bilmece..."

Sonra soluna baktı ve, "Aman ulu Tanrım," sözleri ağzından bir tek sözcük gibi çıktı. "Aman ulu Tanrım." Bacaklarının gücü kesildiği için yere çöktü. Sesi hafiflemiş, sanki uzaklardan geliyordu. Jake bayılmadı ama dünyanın bütün rengi kayboldu. Sonunda parkın batısındaki o yabani sık yapraklar hemen hemen yukardaki sonbahar seması gibi grileşti.

"Jake! Jake! Ne oldu?" Bu soruyu soran Eddie'ydi. Çocuk onun sesindeki gerçek endişeyi duyuyordu. Ama Eddie sanki çok uzaklardaki bozuk bir telefon hattının ucundan konuşuyordu. Örneğin, Beyrut'tan ya da belki de Uranüs'ten. Ve Roland'ın kendisini omuzlarından sıkıca kavradığını hissediyordu. Ama silahşor da Eddie'nin sesi kadar uzaklardaydı.

Susannah, "Jake!" diye bağırdı. "Ne var, hayatım? Ne..."

Genç kadın treni görünce Jake'le konuşması yarıda kesildi. Eddie de gördü ve o da konuşmaktan vazgeçti. Roland'ın elleri çocuğun omuzlarından kaydı. Şimdi hepsi de orada durmuş trene bakıyorlardı. Jake dışında. O yerde oturmuş trene bakıyordu. Herhalde sonunda bacakları eski gücüne kavuşacaktı ama şimdi haşlanmış birer makarna parçası gibiydiler.

Tren on beş metre yukarda duruyordu. Yolun karşısındaki istasyonun küçük bir kopyası olan oyuncak bir istasyonda. İstasyonun saçağından sarkan tabelada "Topeka" yazılıydı. Bu tren. lokomotif mahmuzu filanla Çuf Çuf Charlie'ydi. Bir 402 Big Boy Buharlı Lokomotifi. Jake ayağa kalkıp oraya gidebilecek gücü bulabildiği takdirde neler göreceğini de biliyordu. Adı kesinlikle Bob Bilmemne olan makinistin vaktiyle oturduğu yerde bir fare ailesi bulacaktı. Bacada ise bir başka aile olacaktı. Bir kırlangıç yuvası.

Jake ve kara, yağlı gözyaşları, diye düşünerek küçücük istasyonun önünde bekleyen küçücük trene baktı. Vücudunun her yanı ürperiyordu. Hayaları sertleşmiş, midesi sanki düğüm olmuştu. Geceleri o kara, yağlı gözyaşlarını döküyor. Ve bunlar o güzel Stratham farının paslanmasına neden oluyor. Ama, oğlum Charlie, sen vakti zamanında bir sürü çocuğu dolaştırdın, öyle değil mi? Gage Parkı'nın etrafında dolaşıp durdun. Çocuklar güldüler. Ama sadece bazıları aslında gülmüyorlardı. Bazıları. Senin ne olduğunu anlayan bazı çocuklar haykırıyorlardı. Gücüm olsaydı ben de şu anda avaz avaz bağırırdım."

Ama gücü yavaş yavaş yerine geliyordu. Eddie bir elini çocuğun koltukaltına soktu. Roland da diğerinin. Jake böylece ayağa kalkmayı başardı. Bir kez sendeledi, sonra da doğruldu.

Eddie, "Anlaşılsın diye söylüyorum," dedi. "Sana hak veriyorum." Sesi haşindi. Yüzündeki ifade de öyle. "Ben de neredeyse yere yığılacağım. Bu senin kitabındaki tren; Tıpı tıpına ona benziyor."

Susannah, "Artık Miss Beryl Evans'ın Çuf Çuf Charlie'yi yazarken nereden esinlendiğini biliyoruz," dedi. "Yazar ya burada yaşıyordu ya da o lanet olasıca şey basıldığı sırada, yani 1942'de Topeka'ya geldi..."

Jake ekledi, "...ve Reinisch Gül Bahçesi'nden geçerek Gage Parkı'nda çocukları dolaştıran o treni gördü." Korkusu yavaş yavaş geçiyordu. Babasıyla annesinin tek evladı olan ve yaşamının önemli bir bölümü boyunca yalnızlık çeken çocuk arkadaşlarına karşı müthiş bir sevgi ve minnet duydu. Onlar da Jake'in gördüğünü görmüş ve korkusunun kaynağını anlamışlardı. Tabii... onlar ka-tet'ti.

Roland düşünceli düşünceli, "Gülünç soruları cevaplamayacak," dedi. "Gülünç oyunlar da oynamayacak. Yola devam edebilecek misin, Jake?"

"Evet."


Eddie, "Emin misin?" diye sordu. Çocuk, "Evet," der gibi başını sallayınca da Susannah'yı iterek rayların üzerinden geçirdi. Roland onları izledi. Jake bir an durdu. Gördüğü bir rüyayı hatırlamıştı. Rüyasında Oy'la bir tren kavşağındaydılar. Hayvan birdenbire rayların üzerine atlayarak yaklaşan bir fara doğru deli gibi havlamaya başlamıştı.

Jake şimdi eğilerek Oy'u kucağına aldı. İstasyonunda sessizce duran paslı trene baktı. Sönük farı bir ölünün gözüne benziyordu. Çocuk alçak sesle, "Korkmuyorum," dedi. "Senden korkmuyorum."

Far birdenbire canlandı. Ve bir defa çocuğa doğru çaktı. Kısaca. Ama ışığı çok parlaktı. Öyle olmadığını biliyorum. Öyle olmadığım biliyorum, sevgili küçük cüce.

Sonra ışık söndü.

Diğerleri bu olayı görmemişlerdi. Jake bir defa daha trene bir göz attı. Işığın tekrar çakmasını bekliyordu. Hatta belki de o lanetli şeyin hareket ederek üzerine doğru gelmesini. Ama hiçbir şey olmadı.

Kalbi göğsünde deli gibi çarpan Jake hızla arkadaşlarının peşinden gitti.

Topeka Hayvanat Bahçesi (tabelaya göre Dünyaca Ünlü Topeka Hayvanat Bahçesi) boş kafesler ve ölü hayvanlarla doluydu. Salıverilen bazı hayvanlar gitmişlerdi. Ama diğerleri yakın yerlerde ölmüşlerdi. İri maymunlar hâlâ "Goril Yeri" denen bölümdeydiler. Ve galiba el ele tutuşarak ölmüşlerdi. Nedense Eddie'nin içinden ağlamak geldi. Eroinin son kalıntıları da vücudundan atılalı beri duyguları sanki her an patlamaya hazırdı. Eski arkadaşları onun bu halini görseler kahkahadan kırılırlardı.

Goril Yeri'nin gerisinde, yolda ölmüş bir gri kurt yatıyordu. Oy ona dikkatle yaklaşarak leşi kokladı. Sonra da boynunu iyice uzatarak ulumaya başladı.

Eddie sert sert, "Şunu sustur, Jake," dedi. "Beni duyuyor musun?" Birdenbire hayvan leşlerinin kokusunu aldığını farketmişti. Koku hafifti. Geçen yazın sıcak günlerinde ısı kokunun çoğunu uçurmuştu. Ama geride kalan bile neredeyse kusmasına yetecekti. Tabii aslında en son ne zaman yemek yediğini hatırlamıyordu, o da başka.

"Oy! Bana gel!"

Hayvan son bir defa uluduktan sonra Jake'in yanına döndü. Çocuğun ayaklarının dibinde durarak başını kaldırdı. O acayip nişan yüzüklerine benzeyen halka halka altın gözleriyle çocuğa baktı. Jake onu kucağına aldı ve kurdun yanından dolaştı. Sonra da Oy'u tekrar tuğla döşeli yola bıraktı.

Yol dik basamaklara ulaşıyordu. Yaban otları taşların arasından çıkmaya başlamıştı. Roland yukarda durup geriye, parkla hayvanat bahçesine baktı. Buradan oyuncak trenin raylarının çizdiği daireyi kolaylıkla görebiliyordu. Charlie'nin yolcuları bütün Gage Parkı'nın çevresinde dolaşabiliyorlardı. Daha geride soğuk rüzgârın uçuşturduğu kuru yapraklar hışırdayarak Gage Bulvarı'na yağıyordu.

Roland, "Lord Perth de böyle düştü," diye mırıldandı.

Jake onun sözlerini tamamladı. "Ve kırlar bu gökgürültüsüyle sarsıldı..."

Silahşor ona hayretle baktı. Derin bir uykudan uyanan bir adam gibi. Sonra gülümseyerek kolunu çocuğun omzuna doladı. "Ben de zamanında Lort Perth'i oynadım."

"Gerçek mi?"

"Evet. Artık çok yakında bunu öğreneceksin."

Basamakların gerisinde kuş bölümü vardı. Kafesler ölmüş egzotik kuşlarla doluydu. Kafeslerin arkasında bir büfe TOPEKA'NIN EN İYİ BUFFALO-BURGERİ'nin orada satıldığını ilan ediyordu. (Yere bakılacak olursa belki de biraz acımasızca gelebilirdi.) Büfenin ötesinde yine dövme demir bir kemer yükseliyordu. Üzerindeki tabelada PEK YAKINDA GAGE PARKI'NA TEKRAR GELİN! yazılıydı. Geride bir karayoluna çıkan meyilli bir rampa vardı.

Eddie hemen hemen zorlukla duyulan bir sesle, "Bir turnike daha," diye söylendi. "Kahretsin." İçini çekti.

"Turnike nedir, Eddie?"

Jake genç adamın bu sorusunu yanıtlayacağını sanmıyordu. Susannah dönerek parmaklarını yeni tekerlekli sandalyenin kollarına dolamış olan Eddie'ye baktıysa da, genç adam gözlerini ondan kaçırdı. Sonra döndü, önce Susannah'ya, sonra da Jake'e bir göz attı. "Bu pek de güzel. Şu Gary Cooper beni çekip Büyük Sınır'dan geçirmeden önce hayatımın sözü edilecek öyle önemli bir yanı yoktu."

"Bize bir şey söylemek zorunda de..."

"Önemli bir şey de olmadığı gibi. Biz grup halinde toplanırdık. Ben, ağabeyim Henry, Serseri O'Hara, Sandra Corbitt ve belki de Henry'nin Polio Jimmie diye çağırdığımız arkadaşı. Ve hepimizin adlarını kâğıtlara yazarak bir şapkanın içine atardık. Henry adı çekilen çocuğa 'yolculuk rehberi' derdi. O çocuğun ya da adı çekilen Sandi'yse, o kızın kafayı bulması yasaktı. Hemen hemen yani. Diğerleri iyice dalgaya düşerdi. Sonra Serseri'nin Chrysler'ına biner ve l-95'den Connecticut'a çıkardık. Ya da Taconic Parkway'den New York eyaletinin kuzeyine... Ama o yoldan 'Katatonik' diye söz ederdik. Banttan Creedence'i ya da Marvin Gaye'i dinlerdik. Hatta bazen 'Elvis'in Greatest Hit'lerini...

"Bu yolculuk geceleri daha hoş olurdu. Hele dolunay zamanı. Köpeklerin arabaya bindiklerinde yaptıkları gibi pencerelerden başımızı uzatır ve bazen saatlerce dolaşırdık. Aya bakar, kayan yıldızları seyrederdik. Ve bundan 'turnikelemek' diye söz ederdik." Eddie gülümsedi. Ama galiba kendini zorlayarak. "Bu keyifli bir yaşamdı, dostlar."

Jake, "Çok eğlenceliymiş," dedi. "Tabii uyuşturucu kısmını kastetmiyorum. Ama arkadaşlarınla arabayla dolaşmak. Aya bakarak müzik dinlemek... Harika bir şeye benziyor."

Eddie "Gerçekten de öyleydi," diye cevap verdi. "Hatta kafayı iyice bulduğumuz için çalılıkların arasında ayakkabılarımızın üzerine işediğimiz zaman bile." Bir an durdu. "İşin en kötü yanı buydu. Bunu anlamıyor musun?"

Silahşor, "Turnikelemek," dedi. "Biz de yapalım bunu." Gage Parkı'ndan çıktılar ve yolu aşarak giriş rampasına doğru gittiler.

Biri meyilli rampayı belirten iki tabelaya da spreyle boya püskürtmüştü. St. LOUIS 215 yazılı tabelada siyah boyayla çarpık çurpuk yazılmış şöyle bir cümle vardı şimdi:

YÜRÜYEN ADAMA DİKKAT EDİN

BUNDAN SONRAKİ DİNLENME YERİ 15 km yazılı tabelanın üzerindeyse iri kırmızı harfler vardı:

HERKES KIZIL KRALI SELAMLASIN!

Kırmızı renk bütün o yaz mevsiminden sonra hâlâ göz alacak kadar parlaktı. Her iki tabela da göze benzer sembollerle süslenmişti...

Susannah, "Bütün bu saçma sapan şeylerin ne anlama geldiğini biliyor musun, Roland?" diye sordu.

Roland, "Hayır," der gibi başını salladı ama yüzünde endişeli bir ifade vardı. Dalgınca bakışları da hiç değişmemişti.

Arkadaşlar yollarına devam ettiler.

Rampanın turnikeyle birleştiği yerde hepsi yeni sandalyesinde oturan Susannah'nın etrafında toplandı. Doğuya doğru bakıyordu.

Eddie, Topeka'dan çıktıktan sonra trafiğin ne durumda olacağını bilmiyordu. Ama burada hem batıya, hem de doğuya giden şeritlere arabalarla kamyonlar dolmuştu. Taşıtların çoğuna eşyalar yığılmıştı. Mevsim sırasında yağan yağmurlar yüzünden hepsi de paslanmalardı.

Ama orada durarak sessizce doğuya bakan arkadaşların en büyük derdi trafik değildi. Kent iki yanlarında yedi yüz elli metre kadar ilerliyordu. Kilise kulelerini, büfeleri (Arby'nin Yeri, Wendy'nin Büfesi, McD., Pizza Hut ve Eddie'nin adını hiç duymadığı Boing Boing Burger), araba galerilerini, Heartland Lanes adlı bir bowling salonunun damını görebiliyorlardı. İlerde turnikeli bir çıkış vardı. Bunun yanındaki tabelada TOPEKA EYALET HASTANESİ VE 6. G.B. yazılıydı. Çıkış rampasının gerisinden kırmızı tuğladan yapılmış eski, dev bir bina yükseliyordu. Küçücük pencereleri duvarı kaplamış olan sarmaşıkların arasından çaresizce bakan gözlere benziyordu. Eddie, "Attica'ya çok benzeyen bu yer ancak bir hastane olabilir," diye tahmin yürüttü. "Herhalde fakirlerin bir doktorun onlara köpek pisliğiymişler gibi bakması için saatlerce berbat plastik iskemlelerde oturdukları yoksullara yardım hastanelerinden biri bu."

Hastanenin gerisinde kent birdenbire sona eriyor ve incecik başlıyordu.

Eddie bunu çok geniş bir bataklığın durgun suyuna benzetti. İki yanda fıçı gibi kavisli 1-70 yoluna doğru yayılmıştı. Gümüşümsü ve ışıl ısıldı. Tabelaların, korkulukların ve durmuş arabaların serap gibi titreşmelerine neden oluyordu. Ve incecik'ten etrafa sıvımsı, mırıltılı bir ses yükseliyordu. Bir koku gibi.

Ağzının kenarları aşağıya doğru bükülen Susannah kulaklarını tıkadı. "Buna dayanıp dayanamayacağımı bilemiyorum. Gerçekten. Aksilik etmek istemiyorum ama şimdiden içimden kusmak geliyor. Ve üstelik bütün gün hiçbir şey yemedim."

Eddie de aynı şeyleri hissediyordu. Ama midesinin bulanmasına rağmen gözlerini incecik'ten alamıyordu. Sanki gerçekdışı bir şeye bir özellik verilmişti. Ama ne? Bir surat mı? Hayır. İlerdeki bu geniş, mırıltılı gümüş ışıltı bir suratla taban tabana zıt bir şeydi aslında. Ama bunun bir gövdesi vardı... bir görünüşü... bir varlığı.

Evet, bu sonuncusu en iyisiydi. Bunun bir varlığı vardı. Jake'i çekmeye çalıştıkları sırada taştan oluşan dairenin içinde beliren iblisin de bir varlığı olduğu gibi.

Roland o sırada çantasının dibini karıştırıyordu. İstediği bir avuç kurşundu. Silahşor, Susannah'nın sağ elini sandalyesinin kol dayanacak yerinden çekti ve avucuna iki kurşun bıraktı. Sonra iki kurşun daha alarak sivri uçlarını kulaklarına soktu. Susannah önce şaşırdı, sonra bu durum onu eğlendirdi. En sonunda kuşkuyla baktı. Ama o da silahşor gibi yapınca hemen yüzünde memnun ve rahat bir ifade belirdi.

Eddie sırtındaki dengi indirdi ve Jake'in Ruger'inin .44'lük kurşunlarca yarı dolu olan kutuyu çıkardı. Silahşor başını iki yana sallayarak elini uzattı. Avucunda hâlâ dört kurşun vardı. İkisi Eddie, ikisi de Jake için.

"Bunların nesi var?" Eddie, Elmer Chambers'ın yazı masasının çekmesindeki dosyaların arkasında bulduğu kutudan iki kurşun çıkardı.

"Onlar senin dünyandan. Sese engel olamazlar. Bunu nereden bildiğimi bana hiç sorma. Biliyorum işte. İstersen onları dene ama işine yaramayacaklar."

Eddie, Roland'ın uzattığı kurşunları işaret etti. "Onlar da bizim dünyamızdan. Yedinci Cadde'yle Kırk Dokuzuncu Sokak'ın köşesindeki silah dükkânından. Mağazanın adı Clements değil miydi?"

"Bunlar o dükkândan değil. Bu kurşunlar benim, Eddie. Onları sık sık yeniden doldurdum. Ama başlangıçta bu kurşunları o yeşil ülkeden getirdim. Gilead'dan."

Eddie hayretle, "Şu ıslak kurşunlar mı?" diye sordu. "Kıyıdaki son ıslak kurşunlar? Şu iyice ıslanmış olanlar?"

Roland, "Evet," dercesine başını salladı.

"Ama sen onların bir daha ateşlenemeyeceğini söyledin! Ne kadar kururlarsa kurusunlar bir işe yaramayacaklarından söz ettin. Barutun... ne demiştin? Barutun 'zayıflamış' olduğunu açıkladın."

Roland yine başını salladı.

"O halde bu kurşunları neden sakladın? İşe yaramayan bir avuç kurşunu neden buralara kadar getirdin?"

"Sana avdan sonra ne söyledim, Eddie? Dikkatini bir noktaya verebilmen için?"

"'Hayvanın hiçbir yerinin ziyan olmaması için ellerime ve kalbime rehberlik et, baba.'"

Silahşor üçüncü defa başını salladı. Jake iki kurşun alarak onlarla kulaklarını tıkadı. Eddie de sona kalan iki kurşuna uzandı. Ama önce kutudan aldığı kurşunları denedi. Bunlar incecik'in sesini boğuklaştırdıysa da, ses hâlâ duyuluyor, alnının tam ortasında titreşerek nezle olduğu zamanki gibi gözlerini yaşartıyordu. Burun kemiği sanki patlayacaktı. Genç adam kurşunları çıkararak kulaklarına daha iri olanları yerleştirdi. Roland'ın o çok eski tabancalarının kurşunlarını. Eddie, kulağıma kurşunları sokuyorum, diye düşündü. Annem görseydi yüreğine inerdi. Ama bu önemli değildi, incecik'in sesi kesilmişti. Ya da hiç olmazsa uzaklarda kalan bir vızıltıya benziyordu. Önemli olan da buydu. Genç adam dönerek Roland'la konuşurken sesinin kulağına boğuk geleceğini sandı. Kulaklık takıldığı zaman olduğu gibi. Oysa sesini oldukça iyi duyduğunu farketti.

Genç adam silahşora, "Senin bilmediğin bir şey var mı?" diye sordu.

Roland, "Evet," dedi. "Pek çok şey."

Jake atıldı. "Şimdi Oy ne olacak?"

Roland, "Oy'a bir şey olmayacağını sanıyorum," dedi. "Haydi. Karanlık basmadan birkaç kilometre ilerlemeliyiz."

Oy incecik'in mırıltısından rahatsız olmuyormuş gibiydi. Ama akşama kadar Jake Chambers'ın yanından ayrılmadı, l-70'in batıya giden şeritlerini tıkayan arabalara kuşkuyla bakıyordu. Ancak Susannah bu taşıtların yolu tamamiyle tıkamadıklarını farketti. Yolcular kentin merkezini geride bırakırlarken sıkışıklık da azaldı. Ama trafiğin sıkışık olduğu yerlerde bile stop etmiş arabalar yolun ya sağına ya da soluna doğru itilmişlerdi. Bazıları ise yoldan çıkarılarak refüje bırakılmıştı. Açılan arıza şeridi kentte betondan bir düzlük, şehrin dışındaysa çimli bir yoldu.

Susannah, biri araba parçalayıcısıyla çalışmış, diye düşündü. Bu fikir onu mutlu etti. Salgın olanca şiddetiyle sürerken kimse karayolunda bir şerit açmak zahmetine katlanmazdı. Eğer bu iş daha sonra yapılmışsa o zaman da salgın herkesi öldürmemiş demektir Bütün hikâye o sıkışık ölüm ilanlarından ibaret değildi.

Arabaların bazılarında ölüler vardı. Ama onlar da istasyon merdivenin aşağısındakiler gibi kupkuruydu. Üzerlerinden sıvılar akmıyordu., Çoğu emniyet kemeri takmış mumyalardı. Arabaların büyük bölümü boştu. Susannah, herhalde trafikte sıkışıp kalan sürücü ve yolcular yürüyerek salgın bölgesinden uzaklaşmaya çalıştılar, diye düşündü, Ama kaçmalarının tek nedeni bu olmasa gerek.

Öldürücü bir hastalığın belirtisini farkettiğim an arabadan inmemem için beni direksiyona zincirlemeleri gerekir, dedi kendi kendine. Öleceksem, bunun Tanrı'nın kırlarında olmasını isterim. Bir tepe en iyisi. Biraz yüksekçe bir yer. Ama aslında bir buğday tarlası bile olur. Her şeyi, dikiz aynasından sarkan hava temizleyiciden yayılan kokuyu içine çekerken öksüre öksüre can vermeye tercih ederim.

Daha önce olsaydı, diye tahmin yürüttü. Kaçmaya çalışanların cesetlerine rastlardık. Ama şimdi böyle değil. Bunun nedeni şu incecik. Adım adım o yere yaklaşıyorlardı. Susannah, incecik'e girdikleri anı hemen hissetti. Vücudu sarsılarak karıncalandı. Kısalmış bacaklarını yukarı çekti ve tekerlekli sandalye de bir an durdu. Genç kadın dönüp baktı. Roland, Eddie ve Jake yüzlerini buruşturmuş, ellerini karınlarına bastırmışlardı. Sanki aynı anda karın ağrıları başlamıştı. Sonra Eddie'yle Roland doğruldular. Jake ise eğilip kendisine endişeyle bakan Oy'u okşadı.

Susannah, "İyi misiniz, çocuklar?" diye sordu Detta Walker'ın yarı neşeli, yarı aksi sesiyle. Böyle konuşmayı düşünmemişti ama bazen oluveriyordu işte.

Jake, "Evet," dedi. "Ama bana boğazımda bir hava kabarcığı varmış gibi geliyor." Endişeyle incecik'e bakıyordu. Şimdi gümüşümsü dümdüz şey etraflarında uzanıyordu. Sanki bütün dünya şafak zamanı Norfolk'taki bataklıklara dönüşmüştü. Yakınlarında ağaçlar incecik'in gümüşümsü yüzeyinden dallarını uzatıyorlardı. İncecik'e vuran çarpık akisleri hiç hareketsiz kalmıyordu. Çizgileri de hiçbir zaman kesin değildi. Susannah biraz ilerdeki buğday silosunu gördü. Bu da sanki sularda yüzüyordu. Silonun bir yanına pembe harflerle "Gaddish Yemleri" yazılmıştı. Herhalde bu harfler normal koşullarda kırmızıydı.

Eddie, "Bana kafamın içinde bir hava kabarcığı varmış gibi geliyor," dedi. Tanrım şu iğrenç ışıltıya bakın!"

Susannah sordu. "O sesi hâlâ duyuyor musun?"

"Evet. Ama artık hafifledi. Buna dayanabilirim. Ya sen?"

"Hı... hı. Haydi gidelim."

Susannah bunun kokpiti açık bir uçakla bulut kümelerinin arasından geçmeye benzediğine karar verdi. Ona tam olarak sis ya da su denmeyecek bu mırıltı dolu ışıltılı yerde kilometrelerce ilerlemişler gibi geliyordu. Bazen şekiller görüyorlardı. Bir ambar, bir traktör, bir Stuckey ilan tahtası. Birdenbire bir heyyüla gibi gözüküyordu. Sonra yol dışında her şey gözden kayboluyordu. Yol incecik'in parlak ama yine de belirsiz yüzeyinin yukarsında uzayıp gidiyordu.

Bazen birdenbire o puslu hava kayboluveriyor, mırıltı da uzaklardan gelen hafif bir vızıltıya dönüşüyordu. İnsan kulaklarındaki tıkaçları çıkarabilir ve fazla da rahatsız olmazdı. En azından açıklığın diğer tarafına erişinceye kadar. Sonra tekrar o acayip görüntüler başlıyordu... Büyük açıklıklar.

Hayır, bu fazla abartılıydı. Kansas'da öyle geniş manzaralı yerler yoktu. Ama tarlalar vardı. Sonbaharın parlak renklerine bürünmüş ağaçlar da. Bunlar bir kaynağı ya da ineklerin su içtiği bir gölcüğü işaretliyorlardı. Burada Grand Canyon gibi bir yer yoktu. Ya da Portland Headlight gibi dalgaların çarptığı bir kıyı. Ama... Tanrım!., hiç olmazsa uzaklardaki ufku görebiliyordun. Ve o zaman o kötü duygudan, kendini mezara gömülmüş gibi hissetmekten kurtuluyordun. Sonra tekrar o pis sis gibi şeye dalıyordun. Susannah burayı en iyi Jake'in tarif ettiğini düşünüyordu: "Sonunda sıcak günlerde çoğu zaman karayolunun üstünde gördüğün ışıltılı seraba ulaşmaya benziyor."

İncecik ne olursa olsun, onu nasıl tarif edersen et, içinde olmak insanı bunaltıyordu. Klostrofobi gibi bir şeydi bu. Cehenneme düşmüş gibi oluyordun. Bütün dünya ortadan kaybolmuştu. Sadece çifte fıçıya benzeyen o turnikeler ve donmuş bir okyanusta terkedilmiş eski gemilere benzeyen arabaların siluetleri vardı.

Susannah artık tam anlamıyla inanmadığı Tanrı'ya, "Lütfen buradan çıkmamıza yardım et," diye yalvardı. Ama yine de bir varlığa inanıyordu. Ne var ki, Roland'ın dünyasında Batı Denizi'nin kıyısında uyandığından beri görünmeyen dünyayla ilgili fikirleri epey değişmişti. "Tanrım lütfen Işın'ı yeniden bulmamızı sağla. Lütfen bu sessizlik ve ölüm dünyasından kaçmamıza yardımcı ol!"

Diğerlerinden çok daha büyük olan bir açıklığa geldiler. Burada üzerinde, BIG SPRING 3 KM. yazılı bir tabelanın yakınındaydı. Yolcuların arkasında, batıda batmakta olan güneş yarılan bulutların arasından bir an gözüktü. İncecik'in üzerine sanki kırmızı cam parçacıkları serpiştirdi. Duran arabaların camlarını ve stop lambalarını tutuşturdu. Grubun iki yanında bomboş tarlalar uzanıyordu. Susannah, Tam Topraklar geldi ve gitti, diye düşündü. Hasat da geldi ve gitti. Roland yılın sonunu böyle tanımlıyor. Bu düşünce ürpermesine neden oldu.

Roland, Big Spring çıkış, rampasını geçtikten hemen sonra. "Bu gece için burada kamp kuracağız," diye açıkladı. İlerde incecik'in yine karayoluna sokulduğunu görüyorlardı. Ama orası kilometrelerce uzaktaydı. Susannah insanın Kansas'da iyice ileriyi görebildiğini anlamaya başlıyordu. "Ateş yakmak için incecik'e fazla yaklaşmadan çalı çırpı bulabiliriz. Ve ses de o kadar kötü olmayacak. Hatta belki de kulaklarımızı kurşunla tıkamadan uyuyabiliriz de."

Eddie'yle Jake korkuluğu aşarak aşağıya indiler. Kurumuş bir dere yatağında çalı çırpı aradılar. Roland'ın tembih ettiği gibi birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Geri döndükleri sırada bulutlar güneşi tekrar yutmuştu. İlginç olmayan, kül rengi bir alacakaranlık sürünerek dünyayı kaplıyordu.

1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət