Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə11/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   62

Fena halde dayak yiyen Cort'un suratı şişmiş ve çocukların oynadığı iblis maskesine dönüşmüştü. Komaya girmek üzereydi. Ama adam baygınlıkla savaşmış ve yeni silahşor adayına öğüt vermeye çalışmıştı. "Bir süre daha Marten'e yaklaşma."

Eddie, Susannah ve Jake'e, "Bana dövüşümüzün bir efsaneye dönüşmesine izin vermememi söyledi," dedi Roland. "Gölgemin yüzünde sakallar belirip Marten'in rüyalarına girinceye kadar."

Susannah sordu. "Onun sözünü dinledin mi?"

"Bunu yapma fırsatını hiç bulamadım." Silahşor acı ve kederle gülümsedi. "Öğüdünü düşünmeye karar verdim. Hem de ciddi olarak Ama ben daha düşünmeye başlamadan bazı şeyler... değişti."

Eddie, "Olaylar değişiveriyor, öyle değil mi?" dedi. "Tanrım, evet."

"Şahinimi gömdüm. Kullandığım o ilk silahı. Belki de en iyisini. Sonra... sana bu bölümü anlatmadığımdan eminim, Jake. Sonra kentin aşağısına gittim. Kavurucu yaz sıcağını fırtınalar serinletti. Gökgürültüsü, dolu. Ve Cort'un eğlendiği o genelevlerden birinin yukarı katındaki bir odada ilk defa bir kadınla yattım."

Roland bir sopayla ateşi dürttü. Sonra yaptığı şeydeki bilinçsizce sembolizmi farkederek sopayı attı. Ağzını çarpıtarak güldü. Dumanlan tüten sopa, terkedilmiş bir Dodge Aspen'in tekerleğinin yakınına düşüp söndü.

"İyiydi bu deneyim. Seks güzeldi. Tabii arkadaşlarımızla düşünüp fısıldaştığımız gibi olağanüstü bir şey değildi..."

Susannah, "Bence gençler dükkândan satın alınan seksi gözlerinde büyütüyorlar, tatlım," dedi.

"Aşağıda piyanoya uyarak şarkı söyleyen sarhoşların seslerini ve camlara vuran dolu tanelerinin gürültüsünü dinleyerek uykuya daldım. Ertesi sabah uyandığım zaman... Şey... Öyle bir yerde uyanacağımı sanmadığım bir biçimde kendime geldim."

Jake ateşe tekrar çalı çırpı attı. Alevler yükselerek Roland'ın yanaklarını aydınlattı. Kaşlarının ve ait dudağının aşağısına gölgeler çizdi. Silahşor konuşurken Susannah çok gerilerde kalan ıslak kaldırım taşı ve yağmurun tatlılaştırdığı yaz havası kokan sabahı hemen hemen görür gibi oldu. Orta-Dünya'nın batı bölgesinde küçük bir ülke olan New Canaan'ın Baronluk Merkezi Ginead'ın aşağı mahallelerinde, bir meyhanenin yukarsındaki bir fahişenin odasında olanları da.

Bir gün önce dövüş yüzünden vücudu sızlayan ve seksin gizemini yeni yeni öğrenen bir çocuk. Sık uzun kirpikleri yanaklarını gölgeleyen, kapaklarının o olağanüstü mavi gözlerini örttüğü, şimdi on dört değil, on ikisinde gibi duran bir çocuk. Bir elini fahişenin göğsüne satmış, güneşten yanmış, şahinin izleri kalmış bileğini örtünün üzerine bırakmış. Yaşamının en sonuncu güzel uykusunu uyuyan çocuk. Kısa bir süre sonra harekete geçecek olan, dimdik, taşlı bir yamaçtan kayan bir çakıl gibi. Bir başkasına, sonra da bir diğerine çarpan bir çakıltaşı. Yerinden oynayan taşlar diğerlerine vururken kayan yamaç, sağıya akan topraklar yüzünden gürültüyle sarsılan dünya. Bir çocuk, yamaçta bir çakıl. Gevşek ve kaymaya hazır. Ateşte bir budak patladı. Bu Kansas rüyasında bir yerde bir hayvan tiz bir sesle bağırdı. Susannah kıvılcımların Roland'ın inanılmayacak kadar yaşlı yüzünün önünden dönerek yükselmelerini seyretti. Bu suratta bir yaz sabahı bir fahişenin yatağında uyuyan çocuğun yüzünü gördü. Sonra da kapının hızla açıldığını ve Gilead'ın son sıkıntılı rüyasının yarıda kesildiğini.

Hızla içeri giren adam ince, uzun boyluydu. Soluk bir kot pantolon ve iki renkli iplikle örülmüş tozlu bir gömlek giymişti. Daha Roland gözlerini açamadan odada yatağa doğru ilerledi. (Çocuğun yanındaki kadın daha sesi bile algılayamadan.) Yeni gelenin başında yılan derisi bir şeridi olan koyu gri bir şapka vardı, belinin aşağısından iki eski, deri tabanca kılıfı sarkıyordu. Silahların sedir ağacından yapılmış kabzaları kılıflarından uzanmıştı. Çocuğun ilerde bir gün, mavi gözleri öfkeyle parlayan, kaşları çatılmış adamın hayal bile edemeyeceği topraklara götüreceği silahlar.

Roland daha gözlerini açamadan harekete geçti. Sola doğru yuvarlanarak elini karyolanın altına attı. Çok hızlı hareket ediyordu. İnsanı korkutacak kadar hızlı. Ama... Susannah bunu da görüyordu... Ama soluk kot pantolonlu adam çocuktan da daha hızlıydı. Roland'ı omuzlarından yakaladığı gibi çekti. Çıplak çocuğu yataktan çıkararak yere attı. Roland oraya yayılıp kaldı. Ama tekrar yıldırım hızıyla karyolanın altına elini uzattı. Ancak kotlu adam çocuk istediğini alamadan onun parmaklarına bastı.

Çocuk, "Köpek!" diye inledi. "Ah, seni..."

Ama artık gözlerini açmıştı. Başını kaldırdı ve ona saldıran köpeğin babası olduğunu gördü.

Fahişe de yatakta doğrulup oturmuştu. Gözleri şişmiş, yüzünün hatları sarkmıştı. "Buraya bak!" diye bağırdı somurtarak. "Buraya bak! Odama öyle paldır küldür giremezsin! Giremezsin ya! Bir bağırmaya başlarsam..."

Adam ona aldırmadan karyolanın altına uzandı ve iki tabanca kayışını çıkardı. Her ikisinin de uçlarında birer silah vardı. Çoğunluğun silahsız olduğu bu dünyada şaşılacak büyük silahlardı, ama Roland'ın babasının belindekiler kadar büyük sayılmazlardı. Tabancaların kabzaları kakmalı tahtadan değil, aşınmış maden levhalardan oluşmuştu. Fahişe yeni gelen adamın belinde ve elindeki silahları görünce yüzündeki somurtkan ifade kayboldu. O iki tabancayı genç müşterisinin belinde görmüştü bir gece önce. Sonra çocuğu yukarı çıkararak silahlarını almıştı. O en iyi tanıdığı şey dışında. Şimdi kadının yüzünde türlü vartayı atlatan insanlara özgü o sinsi ifade vardı. Yataktan fırlayarak kapıya koştu ve dışarı fırladı. Öyle hızlı davrandı ki, sabah güneşi çıplak kabaetlerini ancak bir an aydınlattı.

Karyolanın yanında ayakta duran baba da, yerde çıplak yatan oğul da ona bakmadılar bile. Kot pantolonlu adam silah kayışlarını uzattı. Roland onları bir gün önce çırakların barakalarının altındaki yerden almıştı. Silah deposunun kapısını Cort'un anahtarıyla açmıştı. Kot pantolonlu adam kayışları Roland'ın burnuna doğru salladı. Bir insanın finonun dişleyip çiğnediği yırtık bir giysiyi ona doğru sallaması gibi. Adam kayışları öyle şiddetle salladı ki, bunlardan biri fırladı. Roland onu havada yakaladı.

Çocuk, "Ben sizin batıda olduğunuzu sanıyordum," dedi. "Cressia'da Farson'un peşinde..."

Roland'ın babası ona öyle şiddetli bir tokat indirdi ki, çocuk sendeleyerek odanın diğer bir köşesine yuvarlandı. Ağzının yanından kanlar akıyordu. Roland korkunç bir an, içinden gelen sese uyarak elindeki silahı kaldırdı.

Steven Deschain ellerini beline dayayarak ona baktı. Çocuğun kafasından geçenleri daha iyice belirginleşmeden okuyuverdi. Dudakları neşesiz bir tebessümle gerildi. Bütün dişleri ortaya çıktı. Hatta dişetleri bile.

"Madem istiyorsun, beni vur. Neden olmasın? Bu iğrenç olayı tamamla. Ah, tanrılar, ben buna sevinirim!"

Roland tabancayı yere bırakarak elinin tersiyle onu itti. Birdenbire parmaklarının silahın tetiğine bile yaklaşmasını istemediğini farketmişti. Sanki parmakları tam anlamıyla kontrolü altında değildi. Bir gün önce bu saatlerde Cort'un burnunu kırmış olduğunu anımsadı.

"Dün sınavdan geçtim, baba. Cort'un asasını aldım. Yarışmayı kazandım. Ben artık bir erkeğim."

Babası, "Sen bir budalasın," dedi. Artık gülümsemiyordu. Yorgun ve yaşlanmış gibiydi. Fahişenin yatağına çöktü. Hâlâ elinde tuttuğu silah kayışlarına baktı. Ve onları ayaklarının arasına attı. "Sen on dört yaşında bir ahmaksın! Bu da ahmakların en kötüsü, en çaresizi demektir." Başını kaldırdı. Yeniden öfkelenmişti. Ama Roland buna aldırmadı. Öfke o yaşlı ve yorgun ifadeden çok daha iyiydi. "Yeni emeklemeye başladığın günlerde bile bir dâhi olmadığını biliyordum. Ama düne kadar aptal olduğuna inanamazdım. Seni mezbahaya sokulan bir inek gibi sürmesine izin verdin! Tanrılar! Sen babanın yüzünü unuttun! Haydi, söyle bunu!"

Bu sözler çocuğun da öfkelenmesine neden oldu. Bir gün önce bütün o şeyleri yaparken babasının yüzünü kafasında iyice canlandırmıştı.

Çocuk haykırdı. "Bu doğru değil!" Çıplak kabaetleriyle fahişenin odasının kıymık kıymık tahta zemininde oturuyordu. Sırtını duvara dayamıştı. Pencereden süzülen güneş biçimli, kusursuz yanaklarındaki tüyleri aydınlatıyordu.

"Pekâlâ da doğru, köpek yavrusu! Akılsız encik! Şimdi pişman olduğunu açıkla, yoksa derini yüzer..."

Roland dayanamayarak, "Onlar beraberlerdi!" diye patladı. "Karınla danışman sihirbazın! Adamın dudaklarının izi kadının boynunda kalmıştı. Bunu gördüm! Annemin boynundaki izi!" Uzanarak tabancayı aldı. Ama o utancı ve öfkesi arasında yine de parmaklarının tetiğe doğru kaymamalarına dikkat etti. Çıraklara verilen tabancanın sade, süssüz kabzasını kavradı. "Bugün annemi baştan çıkaran o alçağın, o kalleşin yaşamını bununla sona erdireceğim! Eğer bana yardım edecek kadar erkek değilsen o zaman hiç olmazsa yana çekil ve benim..."

Steve'in kalçasındaki tabancalardan biri kılıfından çıkarak adamın elinde beliriverdi. Roland babasının elini oynattığını bile görmemişti Steve bir el ateş etti. Bu küçük odada kulakları sağır eden, gökgürültüsü gibi bir sesle yankılandı, Roland ancak bir dakika sonra aşağıdan gelen soruları, gürültüleri duyabildi. O sırada çırak tabancası çoktan ortadan kaybolmuştu. Çocuğun elinden uçmuş ve geride sadece bir karıncalanma bırakmıştı. Silah pencereden fırlamış, aşağıya uçup gitmişti. Kabzası bir maden yumrusuna dönüşmüştü. Tabancanın, silahşorun uzun hikâyesindeki kısa rolü sona ermişti.

Şok geçiren Roland hayretle babasına baktı. Steven de onu süzüyordu. Uzun bir süre bir şey söylemedi. Ama şimdi suratı çocuğun tâ ilk günlerinden hatırladığı gibiydi: güven dolu ve sakin. Yorgunluk ve o yarı çılgınca öfke geceki fırtına gibi kaybolmuştu.

Steve sonunda konuşmaya başladı. "Sana haksızca şeyler söyledim. Özür dilerim. Benim yüzümü unutmadın, Roland. Ama yine de bir budala gibi davrandın. O adam senin yaşamın boyunca hiçbir zaman olamayacağın kadar kurnaz ve sinsi. Ve sen onun seni sürüklemesine izin verdin. Ancak tanrıların inayeti ve ka'nın yardımı sayesinde batıya yollanmaktan kurtuldun. Böylece gerçek bir silahşor daha Marten'in yolunun üzerinden çekilmiş oldu... John Farson'un yolunun üzerinden... Ve onları yöneten yaratığın yolunun üzerinden de." Doğrularak kollarını açtı. "Roland, seni kaybetseydim, ölürdüm!"

Çocuk ayağa kalkıp babasına doğru gitti. Steve onu sertçe kucakladı. Roland'ı önce bir yanağından, sonra da diğerinden öperken çocuk ağlamaya başladı. Ardından Steve Deschain, Roland'ın kulağına altı sözcüğü fısıldadı.

Susannah, "Ne?" diye sordu. "Hangi altı sözcüğü?" Roland açıkladı. "'Ben bunu iki yıldan beri biliyordum.' İşte babam bana bunu fısıldadı."

Eddie, "Tanrım!" dedi.

"Babam bana saraya geri dönemeyeceğimi söyledi. 'Dönersen daha gece olmadan ölürsün,' dedi. 'Marten'in yapabileceği her şeye rağmen kaderin böyle çizilmiş. Ama o sen büyüyüp onun için bir sorun olmadan önce seni öldüreceğine yemin etti.. Yani sınavı kazanmış da olsan Gilead'dan yine de ayrılman gerekiyor. Ama sadece bir süre için. Batı yerine doğuya gideceksin. Seni yalnız başına ya da bir amacın olmaksızın göndermeyeceğim.' Bir an durdu, sonra da aklına yeni gelmiş gibi ekledi. 'Çıraklara verilen berbat silahlarla da gitmeyeceksin.'"

Jake öğrenmek istedi. "Nasıl bir amaç?" Hikâyenin onu büyülediği belliydi. Gözleri hemen hemen Oy'unkiler kadar parlıyordu. "Ve hangi arkadaşlar?"

Roland, "Bütün bunları şimdi öğreneceksin," dedi. "Ve daha sonra beni yargılayacaksınız." . Silahşor çok zor bir işi tamamlamış bir insan gibi derin derin içini çekti. Sonra ateşe yeniden odun attı. Alevler yükselerek gölgeleri biraz gerilettiler. Roland konuşmaya başladı. O garip uzun gece boyunca konuştu durdu. Susan Delgado'nun hikâyesi ancak güneş doğuda belirdiği ve ilerdeki cam sarayı taze bir günün renklerine, boyadığı zaman sona erdi. Sarayın kendi rengiyse acayip bir yeşildi.

İKİNCİ BOLUM


SUSAN
1. Öpen Ay'ın Altında
Tam Dünya'da Öpen Ay diye tanımlanan kusursuz bir daire, Hambry'nin yedi buçuk kilometre doğusunda ve Eyebolt Kanyonu'nun on beş kilometre güneyindeki sarp tepenin yukarsındaydı. Tepenin eteğinde yazın sonuna özgü o sıcak, güneşin iki saat önce batmış olmasına rağmen hâlâ boğucuydu. Ama Cöos'un doruğunda, sert rüzgârlar ve soğuk hava yüzünden Hasar artık gelmiş gibiydi. Orada yanında sadece bir yılan ve değişim geçirmiş bir kediyle yalnız başına yaşayan kadın için uzun bir gece olacaktı.

Ama neyse, aldırma. Aldırma, hayatım. Çalışan eller mutlu ellerdir. Gerçekten.

Kadın ziyaretçilerinin nallarının gürültüsü duyulmaz oluncaya kadar bekledi. Kulübenin büyük odasında pencerenin önünde sessizce oturuyordu. (Burada bir oda daha vardı. Bir dolaptan fazla büyük olmayan bir yatak odası.) Altı ayaklı kedisi Musty kadının omzundaydı. Kucağıysa ayışığı doluydu.

Üç adamı götüren üç at. Kendilerine Büyük Tabut Avcıları diyorlardı.

Kadın burun kıvırdı. Erkekler gülünçtü. Gerçekten öyle. En gülünç yanları da fazla bir şey bilmemeleriydi. Kendilerine kabadayıca adlar koyan erkekler. Kaslarıyla, bol içki içebilmeleriyle, tıka basa yemek yiyebilmeleriyle övünen erkekler. Cinsel organlarıyla daima gururlanan erkekler. Evet, hatta bu zamanda bile! Çoğunun tohumları kötü ve bozuktu. En yakın kuyuda boğulmaya layık çocukların dünyaya gelmesine neden oluyorlardı. Ah, ama suç hiçbir zaman onlarda değildi. Öyle değil mi, hayatım? Hayır, suç her zaman kadındaydı. Kadının suçu, kadının rahmi. Erkekler ne kadar da korkaktı. Sırıtkan korkaklar. Bu üç adam da diğerlerinden farklı değillerdi. O topallayan yaşlı adama dikkat etmeye değerdi. O fazla meraklı, berrak gözleriyle kendisini süzmüştü. Ama kadın o gözlerde zamanı gelince başa çıkamayacağı hiçbir şey görmemişti.

Erkekler! Kadın pek çok hemcinsinin onlardan neden korktuğunu anlayamıyordu. Tanrılar onları, bağırsaklarının en savunmasız kısmını vücutlarından sarkacak biçimde yaratmamış mıydı? Yerini şaşırmış bağırsak parçasına benzeyen oraya tekmeyi indirdin mi, sümüklüböcekler gibi iki büklüm olurlardı. Oralarını okşadığın anda da beyinleri eriyordu. Bu bilgece düşüncesine inanmayanların bu geceki işini bir an izlemeleri yeterliydi. Daha sonra yapacaktı bu işi. Thorin! Hambry Belediye Başkanı! Baronluğun Baş Koruyucusu! Hiçbir ahmak yaşlı bir ahmak kadar aptal olamazdı.

Ancak bütün bu düşüncelerin aslında kadrin üzerinde fazla bir etkisi yoktu. Gerçek bir kin de karışmıyordu bunlara. Kendilerine Büyük Tabut Avcıları adını takan üç adam ona şahane bir şey getirmişlerdi. Şimdi ona bakacaktı. Evet, gözlerine ziyafet çekecekti.

Topal Jonas yaşlı kadına bu harika şeyi saklaması için ısrar etmişti. Ona böyle yerleri olduğundan söz ettiklerini söylemişti. Tabii o yerleri kendisi görmek istemiyordu. Tanrı korusun! Kadının hiçbir gizli yerini. (Depape'le Reynolds bu şakaya deli gibi gülmüşlerdi.) Kadın da o şeyi saklamıştı ama rüzgâr artık adamların atlarının nal seslerini yutmuştu. Şimdi istediği gibi davranabilirdi. Göğüsleri Hart Thorin'in pek fazla olmayan aklını başından alan kız en aşağı bir saat sonra gelecekti. (Yaşlı kadın kızın kentten yürüyerek gelmesi için ısrar etmişti. Ayışığında böyle yürümenin insanın ruhunu temizleyeceğinden söz etmişti. Ama aslında iki randevusu arasında boş zamanı olmasını istemişti. Bu saatte istediğini yapabilecekti.)

Yaşlı kadın, "Ah, o çok güzel," diye fısıldadı. "Bundan eminim." Kendisinde bir canlılık mı hissediyordu? Tanrılar!

"Evet, içine sakladıkları kutunun üzerinden bile ışıltısını farkettim. O çok güzel, Musty, tıpkı senin gibi." Kadın omzundaki kediyi alıp gözlerinin önüne doğru tuttu. Yaşlı erkek kedi mırıldanarak yassı suratını kadına doğru uzattı. İhtiyar kadın hayvanın.burnunu öptü. Kedi mutlulukla bulanık, grimsi yeşil gözlerini yumdu. "Senin gibi güzel. Sen gerçekten güzelsin, güzelsin! Heh heh heh!"

Yaşlı kadın kediyi yere bıraktı. Hayvan ağır ağır ocağa doğru gitti. Orada ateş cansızca yanıyor, tembel tembel tek bir kütüğü kemiriyordu. Musty'nin kuyruğunun ucu ikiye ayrılıyordu. Bu yüzden eski resimlerdeki şeytanın kuyruğuna benziyordu. Musty odadaki turuncu sönük ışıkta kuyruğunu sallıyor, yanlarından sarkan o bir çift fazla bacağı titriyordu. Yerde onu izleyerek duvara doğru yükselen korkunç gölgesi örümcekle kedinin birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir yaratığa benziyordu.

Yaşlı kadın ayağa kalkarak dolaba benzeyen yatak odasına gitti. Jonas'ın ona verdiği şeyi buraya saklamıştı.

Adam, "Bunu kaybedersen, kafanı da kaybedersin," demişti. ,

İhtiyar kadın da, "Hiç korkma, aziz dostum," diye cevap vermiş, omzunun üzerinden Jonas'a bir köle gibi, yaltaklanırcasına bakmıştı! Erkekler! Kabara kabara dolaşan budala yaratıklardı.

Kadın yatağının ayakucuna gidip diz çöktü. Elini karyolanın altına toprak zemine sürdü. Bunu yaparken pis, verimsiz toprakta çizgiler belirerek bir kare oluşturdu. Kadın parmağını bu çizgilerden birine soktu. Gizli bir kapağı kaldırdı. (Bu öyle ustalıkla gizlenmişti ki, özel 'dokunma gücü' olmayan hiç kimse kapağı açamazdı.) Otuz santim eninde ve altmış santim derinliğinde bir çukur vardı burada, içine demir ağacından yapılmış bir kutu yerleştirilmişti. Kutunun üzerine ince, yeşil bir yılan çöreklenmişti. Kadın yılanın sırtına dokunduğu zaman hayvan başını kaldırdı. Sessiz bir ıslıkla ağzı açıldı. Dört çift zehir dişi vardı bu ağızda. İki çift yukarda, iki de aşağıda.

İhtiyar kadın şarkı söylermiş gibi mırıldanarak yılanı aldı. Hayvani! yassı suratını kendisininkine yaklaştırırken yılan ağzını biraz daha açtı ve tıslaması duyulur oldu. Yaşlı kadın da ağzını açtı. Külrengi kırışık dudaklarının arasından pis kokulu, sarımsı, paslı dilini uzattı. Ve dilinin üzerine iki damla zehir düştü. Bu zehir içkiye karıştırılırsa bir ziyafetteki bütün konuklan öldürebilirdi. İhtiyar kadın zehiri yuttu. Ağzı, boğazı ve göğsü sert bir içki içmişcesine yandı. Bir an oda gözlerinin önünde bulanıklaştı. Kulübenin pis havasında birtakım mırıltılar duydu. "Görünmeyen dostlarım" diye tanımladığı şeylerin sesleriydi. Kadının gözlerinden yapışkan yaşlar, zamanın yanaklarında açtığı çukurlardan aşağıya aktı. Sonra soluk verdi ve odanın dönmesi durdu. Sesler de kesildi.

İhtiyar kadın Ermot adlı yılanın kapaksız gözlerinin arasını öptü. (E, Öpen Ay zamanı bu, diye düşündü.) Yılan kadının yatağının altına kayarak çöreklendi. Cadının avuçlarını demir ağacından kutunun üzerinde dolaştırmasını seyretti. Yaşlı kadın kolunun dirseklerinin yukarsındaki kasların titrediklerini hissediyordu. Belinin aşağısında da bir canlanma var gibiydi. Yıllardan beri cinsel istek duymamıştı. Oysa şimdi hissediyordu. Ama bunun nedeni Öpen Ay değildi. Ya da ayın buna fazla katkısı yoktu.

Kutu kilitliydi. Jonas ona anahtar vermemişti. Ama cadı için hiç de önemli değildi. O çok uzun süre yaşamış, türlü şeyi incelemişti. Birtakım yaratıklarla iş görmüştü. Cesurca konuşan ve kabara kabara yürüyen erkekler bunları gözucuyla bile görseler yangın çıkmış gibi kaçışırlardı. Büyücü elini kilide doğru uzattı. Kilidin üzerinde bir göz resmi ve Yüksek Dil'de bir cümle vardı. (BENİ AÇANI GÖRÜYORUM.) Yaşlı kadının burnuna birdenbire normal koşullarda farketmediği koku geldi. Küf, toz, kirli yatak, karyolada otururken yenilen yemek kırıntılarının kokusu. Buna eskiden yakılan buhur ve kül kokusu karışıyordu. Gözleri sulanan, kurumuş bir kadının kokusu da. Kutuyu burada açıp içindeki harika şeye bakmayacaktı. Dışarı çıkacaktı. Orada hava temizdi. Etraf sadece adaçayı ve çalı kokuyordu.

O harika şeye Öpen Ay'ın ışıklarında bakacaktı.

Cöos Tepesi'nden Rhea homurdanarak kutuyu çukurdan çıkardı. Yine homurdanarak ayağa kalktı. (Altından gaz da kaçırdı.) Kutuyu koltuğunun altına sıkıştırıp odadan çıktı.

Kulübe tepenin doruğunun aşağısındaydı. Doruk, kulübeyi bu yüksek yerlerde Hasat'tan Geniş Dünya'nın sonuna kadar hemen hemen devamlı esen en sert kış rüzgârlarından bile koruyordu. Bir patika tepenin en yüksek noktasına doğru çıkıyordu. Bu dar yol dolunayın ışıklarında gümüş bir hendek gibi gözüküyordu. Yaşlı kadın oflaya puflaya keçi yolundan çıktı. Beyaz saçları pis yığınlar halinde başım çevreliyor, siyah giysinin altında yaşlı göğüsleri sağa sola sallanıyordu. Kedi onun gölgesini izliyor ve hâlâ boğuk boğuk mırıldanıyordu.

Dorukta rüzgâr kadının saçlarını uçurarak mahvolmuş suratından kaldırdı. Etrafı kemirerek Eyebolt Kanyonu'nun diğer ucuna kadar erişen incecik'in iniltiyi andıran fısıltısını büyücünün kulağına kadar getirdi. Cadı bu sesten hemen hiç kimsenin hoşlanmadığını biliyordu. Ama kendisi bu mırıltıyı seviyordu. Cöos'lu Rhea'nın kulağına ninni gibi geliyordu. Ay yukarda süzülüyor, parlak yüzündeki gölgeler öpüşen iki âşığın siluetini çiziyordu... Yani aşağıdaki sıradan ahmaklara inanırsanız. Aşağıdaki sıradan ahmaklar her dolunayda yeni bir surat ya da suratlar görüyorlardı. Ama cadı orada sadece bir surat olduğunu biliyordu, iblisin suratı. Ölümün suratı.

Ama yaşlı kadın kendini hiç bu kadar hayat dolu hissetmemişti.

"Ah, benim güzelim," diye fısıldayarak eklemlen çarpılmış parmaklarıyla kilide dokundu. Şiş eklemlerinin arasından hafif kırmızı bir ışık süzüldü. Bir çıtırtı duyuldu. Kadın bir yarışta koşmuş gibi soluk soluğa kutuyu yere koyarak açtı.

Kutudan etrafa gül rengi bir ışık yayıldı. Öpen Ay'ın ışıklarından daha sönük ama ondan kat kat güzeldi. Işık kutunun üzerine eğilmiş olan, mahvolmuş suratı aydınlattı. Bir an bu surat genç bir kızın yüzüne dönüştü.

Musty etrafı kokladı. Başını uzatmış, kulakları kafasına yapışmıştı. Yaşlı gözlerinin etrafını o pembe ışık aydınlatıyordu. Rhea hemen kıskançlığa kapıldı.

"Çekil git, ahmak! Bu senin gibilere göre bir şey değil!" .

Hayvana vurdu. Musty gerileyerek tısladı. Kaynayan bir çaydanlığınkini andıran sesler çıkarıyordu. Öfkeyle Cöos Tepesi'nin doruğunu işaretleyen toprak yığınına gitti. Oraya oturarak bu olay onu hiç ilgilendirmiyormuş gibi bir tavırla pençesini yaladı. Rüzgâr durmadan tüylerini tarıyordu.

Kutunun içindeki kadife bir kesede cam bir küre vardı. O gül rengi ışıkla dolu olan küre mutlu bir kalbin atışları gibi usulca çakıyor, sanki etrafa bakıyordu.

Büyücü küreyi alarak, "Ah güzelim," diye mırıldandı. Küreyi yukarıya kaldırdı. Çakıp sönen ışığın yağmur gibi yüzünden aşağıya akmasını sağladı. "Ah, sen canlısın! Gerçekten de!"

Kürenin içindeki ışık birdenbire koyulaşarak kırmızıya dönüştü. Yaşlı kadın kürenin avuçlarının arasında çok güçlü bir motor gibi sarsıldığını hissetti. Ve yine bacaklarının arası çok eski günlerde kaldığını sandığı bir heyecanla canlandı.

Sonra sarsıntı kesildi ve kürenin içindeki ışık sanki çiçek yapraklarıymış gibi büküldü. Şimdi kürenin içinde pembemsi bir gölge vardı... Ve üç atlı gölgelerin arasından çıktı. Büyücü önce onların küreyi getiren adamlar olduklarını sandı. Jonas ve diğerleri. Ama hayır, bunlar daha gençtiler. Yirmi beşinde olan Depape'den bile daha genç. Üçlünün sağındaki atlının eyer kaşına bir kuşun kafatası geçirilmişti. Bu garip ama gerçekti.

Sonra sağdaki ve soldaki iki genç kayboldu. Kürenin gücüyle nasıl olduysa karanlıklara karıştılar. Geride ortadaki genç kaldı. Cadı onun kot pantolon ve bot giymiş olduğunu farketti. Başındaki yassı kenarlı şapka yüzünün üst yarısını gizliyordu. Atın üzerinde rahatça oturuyordu. Kadının ilk korkulu düşüncesi, bir silahşor oldu. İç Baronluklar'dan doğuya geliyor. Hatta belki de Gilead'dan! Ama atlının çocuk denecek yaşta olduğunu anlaması için yüzünün üst yarısını görmesine gerek yoktu. Kalçalarının üzerinde tabanca olmadığını görmesi de. Ama cadı yine de delikanlının silahsız geldiğini sanmıyordu. Biraz daha iyi görebilseydi...

Büyücü küreyi burnunun ucuna doğru yaklaştırdı, "Daha yakına, hayatım! Daha da yakına!"

Ne beklediğini kendi de bilmiyordu. Belki de hiçbir şey. Ama cam kürenin içindeki karanlıkta atlı daha yaklaştı. Yüzer gibi. Sanki atla binicisi suyun altındalardı. Yaşlı kadın delikanlının sırtında bir ok kılıfı olduğunu gördü. Önündeki eyer kaşındaysa kurukafa değil, kısa bir yay vardı. Eyerin sağ tarafında, bir silahşorun kılıflı tüfeğini taşıyacağı yerden bir mızrağın tüylü ucu gözüküyordu. Bu genç Eskiler'den değildi. Suratı onlarınkine hiç benzemiyordu... Ama yaşlı kadın onun Dış Kavis'ten olduğunu da sanmıyordu.

İhtiyar cadı, "Sen kimsin, çocuk," diye sordu. "Ve ben seni nasıl tanıyacağım? Şapkanı iyice aşağıya çektiğin için o lanet olasıca gözlerini göremiyorum. Evet şapkanı çok aşağıya çekmişsin! Belki seni atından tanırım... ya da belki de... Çekil başımdan, Musty! Neden beni bu kadar rahatsız ediyorsun? Öfff!"

1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət