Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə10/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   62

Silahşor çıra gibi kullanmak için dalların kabuklarını soydu. Sonra da yakıtını her zamanki yöntemiyle onların etrafına dizerek odundan bir tür baca oluşturdu. Eddie o sırada refüje giderek orada durdu. Ellerini ceplerine sokmuş doğuya doğru bakıyordu. Birkaç dakika sonra Jake'le Oy da ona katıldılar.

Roland çelikle çakmak taşını çıkardı. Onları birbirine sürterek bacanın içini tutuşturdu. Çok geçmeden küçük kamp ateşi güzelce yanmaya başladı.

Eddie, "Roland!" diye seslendi. "Suze! Buraya gelin! Şuraya bakın!"

Susannah tekerlekli sandalyesiyle ona doğru gitti. Silahşor kamp ateşini son bir defa kontrol ettikten sonra sandalyenin kollarını yakalayarak kadını itmeye başladı.

Susannah, "Nereye bakacağız?" diye sordu.

Eddie eliyle işaret etti. Susannah önce hiçbir şey görmedi. Oysa turnike incecik'in yayıldığı noktanın gerisinden bile gözüküyordu. Belki dört buçuk kilometre kadar ötedeydi bu. Sonra... evet, Susannah bir şeyler görüyordu galiba. Belki. Görüntü alanının uzaktaki sınırındaki bir tür şekil. Güneşin ışıkları sönükleşmeye başlamasaydı...

Jake, "O bir bina mı?" diye sordu. "Tanrım! Sanki karayolunun tam ortasına yapılmış gibi gözüküyor!"

Eddie sordu. "Ne dersin, Roland? Sen evrenin en keskin gözlü insanısın."

Silahşor bir süre bir şey söylemedi. Başparmaklarını tabanca kayışına sokmuş, refüje bakıyordu. Sonunda, "Orayı yaklaştığımız zaman daha iyi göreceğiz," dedi.

Eddie, "Haydi, yapma!" diye bağırdı. "Yani... Tanrım! Sen bunun ne olduğunu biliyor musun, yoksa bilmiyor musun?"

Roland tekrarladı. "Orayı yaklaştığımız zaman daha iyi göreceğiz..." Tabii bu aslında bir cevap değildi. Silahşor kamp ateşini kontrol etmek için doğuya uzanan şeritlerden geçti. Botlarının topukları şıkırdıyordu. Susannah, Jake'le Eddie'ye baktı, sonra da omzunu silkti. Onlar da omuzlarını silkerek ona karşılık verdiler... Sonra Jake neşeyle kahkahalar atmaya başladı. Susannah, bu çocuk çoğu zaman on bir değil de on sekiz yaşındaymış gibi davranıyor, diye düşündü. Ama şimdi gülerken ona basmak üzere olan dokuzundaki bir çocuk gibi. Ve kadının buna hiçbir itirazı yoktu.

Susannah başını eğerek Oy'a bir göz attı. Hayvan onlara bakıyor, omzunu silkmek için kaslarını oynatıp duruyordu.

Eddie'nin "Silahşor burrito'su" diye tanımladığı yaprağa sarılı şeyleri yediler. Ateşe yaklaşarak karanlık basarken alevlerin üzerine tekrar dalları attılar. Güneyde bir yerde bir kuş çığlığa benzer bir sesle öttü. Eddie bunun yaşamı boyunca duyduğu en yalnızlık dolu ses olduğunu düşündü. Hiç biri de fazla konuşmuyordu. Genç adam günün bu saatinde pek konuşmadıklarını hatırladı. Sanki dünyanın gündüzü karanlıkla değiş tokuş ettiği an çok özeldi. Bu sürede Roland'ın ka-tet diye tanımladığı güçlü dostluk onlara yasaklanıyormuş gibiydi.

Jake son burrito'sundan kopardığı kurutulmuş et parçalarını Oy'a yedirdi. Susannah rulo halinde bağlanmış olan yatağının üzerinde bağdaş kurmuştu. Deri tuniği bacaklarını gizliyordu. Genç kadın dalgın dalgın alevlere bakıyordu. Roland arkaüstü uzanarak dirseklerine dayanmıştı. Bulutların sıyrıldığı gökyüzünü, yıldızları seyrediyordu. Eddie de başını kaldırdı. Eski Yıldız ve Yaşlı Anne kaybolmuş, onların yerini Kutup Yıldızı'yla Büyük Ayı almıştı. Burası onun dünyası olmayabilirdi, Takuro arabalar, Kansas City Monarchs takımı ve Boing Boing Burger diye bilinen bir büfeler zinciri... bunların hepsi de başka bir dünyada olduklarını açıklıyordu. Ama Eddie burasının kendi dünyasına insanı rahatsız edecek kadar benzediğini düşünüyordu. Belki de burası komşu bir dünya, diye aklından geçirdi.

Kuş uzaklarda tekrar öttüğü zaman Eddie daldığı düşüncelerden uyanarak Roland'a baktı. "Bize bir şeyi anlatacaktın. Gençliğinle ilgili heyecanlı bir hikâyeyi sanırım. Susan... kızın adı buydu değil mi?"

Roland bir dakika kadar daha gökyüzüne bakmayı sürdürdü. Eddie bu kez de onun takım yıldızların arasında sürüklendiğini anladı. Silahşor arkadaşlarına döndüğünde garip bir biçimde hem rahatsız olmuş, hem de özür dilermiş gibi bir hali vardı. "Bütün bunları düşünmek için bir gün daha istersem, sizi kandırdığımı düşünmezsiniz değil mi? Ya da belki de benim aslında istediğim bir tek gece. Onları hayal etmek için. Eski şeyler bunlar. Belki de ölü şeyler. Ama ben..." Dalgın dalgın ellerini kaldırdı. "Ama bazı şeyler öldükten sonra bile rahatça uyumazlar. Kemikleri toprakların içinden haykırır."

Jake, "Hayaletler var," dedi. Eddie onun gözlerinde Dutch Hill'deki evde hissettiği dehşetin gölgesini gördü. Kapı nöbetçisi duvardan çıkarak ona uzandığı zaman müthiş bir korku duymuş olmalıydı. "Bazen hayaletler vardır... Ve bazen geri gelirler."

Roland, "Evet," diye mırıldandı. "Bazen vardır. Ve bazen geri gelirler."

Susannah, "Belki de böyle şeylerin üzerinde durmamak daha doğru olur," dedi. "Bazen... özellikle bir şeyin zor olacağını anladığın an, atına binip uzaklaşman daha iyi olur."

Silahşor bu sözleri dikkatle düşündü. Sonra da başını kaldırarak kadına baktı. "Yarın gece ateşin başında size Susan'ı anlatacağım. Babamın adının üzerine yemin ediyorum."

Eddie birdenbire, "Bunu dinlememiz gerekiyor mu?" diye sordu Böyle bir şey söylemiş olması çok şaşırtıcıydı, çünkü aslına bakılacak olursa hiçbiri silahşorun geçmişini onun kadar merak etmemişti... "yani... bu sana gerçekten acı veriyorsa, Roland... Seni çok üzecekse belki de..."

"Sizin dinlemenizin gerekip gerekmediğinden emin değilim. Ama galiba benim bunu anlatmaya ihtiyacım var. Geleceğimiz Kule'de Oraya kalplerimiz tam olarak gidebilmemiz için geçmişi mümkün olduğu kadar gömmeliyim. Size hepsini anlatmam imkânsız. Benim dünyamda geçmiş bile hareket halindedir. Birçok yaşamsal yolla kendini yeniden düzenler. Ama bu bir tek hikâye diğerlerinin temsilcisi olabilir."

Jake birdenbire öğrenmek istedi. "Vahşi Batı'yla ilgili bir hikâye mi?"

Roland şaşkın şaşkın çocuğa baktı. "Ne demek istediğini anlayamadım, Jake. Evet Gilead Baronluğu Batı Dünyası'nda. Ve Mejis'te de. Ama..."

Eddie, "Bu öykü gerçekten de Vahşi Batı'yla ilgili olacak," dedi. "Temeline inersen Roland'ın bütün hikâyeleri Vahşi Batı'yla ilgili." Arkaüstü uzanarak battaniyesini üzerine çekti. Hem doğudan, hem de batıdan incecik'in hafif mırıltıları geliyordu. Eddie elini cebine sokarak Roland'ın verdiği kurşunları aradı, onları bulunca memnun memnun başını salladı. Bu gece onları kulaklarına sokmadan uyuyabileceğini sanıyordu. Ama ertesi gün kurşunlara yeniden ihtiyacı olacaktı. Henüz "turnikelemiyorlardı."

Susannah genç adamın üzerine eğilerek burnunun ucunu öptü. "Günün artık sona erdi mi, hayatım?"

Eddie, "Evet," diyerek ellerini başının arkasında birbirine kenetledi. "İnsan her gün dünyanın en hızlı treniyle yolculuk yapamaz. Dünyanın en akıllı bilgisayarını mahvedemez. Ve sonra da herkesin gripten öldüğünü öğrenemez. Hem de akşam yemeğinden önce. Böyle şeyler insanı yoruyor." Gülümseyerek gözlerini yumdu. Uykuya daldığı sırada hâlâ tebessüm ediyordu.
Rüyasında hepsi de İkinci Cadde'yle Kırk Altıncı Sokak'ın köşesinde durmuş, alçak tahta perdenin üzerinden gerideki yaban otları kaplı boş arsaya bakıyorlardı. Arkalarında Orta-Dünya'ya özgü kılıkları vardı. Çoğu birbirlerine ayakkabı bağlarıyla bağlanmış geyik derisi ve eski gömleklerden oluşan giysiler. Ama İkinci Cadde'den hızla geçen yayalar bunun farkında değillerdi sanki. Kimse Jake'in kucağındaki Hantal Billy'yi ve hiçbirinin silahını görmüyordu.'

Eddie, çünkü biz birer hayaletiz, diye düşünüyordu. Ve rahat duramayız,

Tahta perdeye ilanlar yapıştırılmıştı. Bunlardan biri Sex Pistols'la ilgiliydi. İlana göre grup yeniden birleşmelerinin onuruna turneye çıkıyordu. Eddie bunun oldukça gülünç olduğunu düşünüyordu. Hiçbir zaman biraraya gelemeyecek bir grup varsa o da Pistols'du. Diğer bir ilansa Eddie'nin hiç duymadığı Adam Sandler adlı bir komedyenle ilgiliydi. Üçüncüsüyse yeni yetişen genç cadılarla ilgili Zenaat adlı bir filmin ilanıydı. Bunun yakınına yaz güllerinin o tatlı pembesine benzeyen harflerle birkaç satır yazılmıştı.

Korkutucu irilikteki AYIYA bak!

Bütün DÜNYA onun gözlerinde.

Zaman sıskalaşıyor, geçmiş bir bilmece.

Ortasında KULE size bekliyor.

Jake, "İşte," diye işaret ediyordu. "Gül. Bakın arsanın ortasında bizi nasıl da bekliyor."

Susannah, "Evet, çok güzel," diyordu. Sonra da gülün yakınındaki tabelayı gösteriyordu. Tabelanın yüzü İkinci Cadde'ye doğruydu. Kadının sesinde de, gözlerinde de endişe vardı. "Ama ya bu?"

Tabelaya göre iki grup -Mills İnşaat ve Sombra Emlak- birlikte "Turtle Bay Siteleri" diye bir şey yapacaklardı. Bu siteler tam burada inşa edilecekti. Ne zaman? Tabelada bu konuda sadece PEK YAKINDA deniliyordu.

Jake, "Onun için hiç endişelenmeyin," diyordu. "O tabela daha önce de buradaydı. Herhalde iyice eski..."

Aynı anda hızlanan bir motorun homurtusu havayı yarıyordu. Kırk Altıncı Sokak tarafındaki tahta perdenin gerisinden pis kahverengi egzoz dumanları yükseliyordu. Dumanla kötü bir haber gönderiliyormuş gibi. Birdenbire o taraftaki tahtalar parçalanıyor ve kırmızı dev bir buldozer içeri giriyordu. Bunun bıçak ağzı bile kırmızıydı. Ama kepçesinin üzerine çok parlak bir sarıyla KIRMIZI KRALA SELAM! yazılmıştı. Yüksek yerde Jake'i River Send Nehri'nin üzerindeki köprüden kaçıran adam oturuyor ve çürümüş suratıyla kontrolların üzerinden onlara sırıtıyordu. Eski dostları Bıçakçı'ydı bu. Başındaki geriye ittiği inşaat işçilerinin giydiği türdeki miğferin önünde siyah harflerle LAMERK DÖKÜMHANESİ yazılıydı. Üzerine de dik dik bakan bir tek göz resmi yapılmıştı.

Bıçakçı buldozerin kesicisini indiriyordu. Bıçak arsada çaprazlamasına ilerleyerek tuğlaları kırıyor, bira ve gazoz şişelerini parçalayarak parlak toz yığınaklarına dönüştürüyordu. Taşlardan kıvılcımlar fış. kırıyordu.

O hiç de hoşa gitmeyen konuk, "Şimdi de o saçma sapan sorularınızı sorun da görelim," diye bağırıyordu. "Sevgili küçük adamlar, istediğiniz kadar sorun! Neden olmasın? Eski dostunuz Bıçakçı bilmecelerden çok hoşlanıyor! Yalnız şunu bilin! Ne sorarsanız sorun şu pis bitkiyi ezeceğim. Yamyassı edeceğim. Evet, bunu yapacağım! Sonra tekrar onun üzerinden geçeceğim. Dalları da ezilecek, kökleri de, sevgili küçük dostlarım! Evet, dalları da kökleri de!"

Kırmızı buldozerin bıçağı güle doğru uzanırken Susannah bir çığlık atıyordu. Eddie tahta perdenin kenarını kavrıyordu. Üzerinden aşacak, gülün üzerine kapanarak onu korumaya çalışacaktı.

Ama çok geçti aslında. Eddie de bunu biliyordu.

Başını kaldırarak buldozerin yüksek sürücü yerine bakıyordu. Bıçakçı'nın kaybolmuş olduğunu görüyordu. Şimdi kontrolların başında Çuf Çuf Charlie'nin makinisti Bob vardı.

Eddie avaz avaz, "Dur!" diye bağırıyordu. "Tanrı aşkına dur!"

Buldozerin gölgesi gülün üzerine düşüyordu. Bıçak tabelayı tutan direklerden birini kesiyordu. Eddie tabeladaki PEK YAKINDA sözcüklerinin yerini ŞİMDİ kelimesinin almış olduğunu görüyordu. Eddie birdenbire sürücü yerindeki adamın makinist Bob olmadığını da anlıyordu.

Roland'dı bu.

Eddie karayolundaki arıza şeridinde doğrulup oturdu. Soluk soluğaydı. Nefeslerinin havada buharlaştığını görüyordu. Sıcak derisini kaplayan ter buz gibi olmaya başlamıştı. Genç adam haykırdığından emindi. Ama Susannah hâlâ uyuyordu. Kadının, paylaştıkları yatağın kenarından sadece başının tepesi çıkmıştı. Jake sol tarafta hafifçe horluyordu. Battaniyenin altından tek kolunu çıkararak Oy'a sarılmıştı. Hayvan da uyuyordu.

Ama Roland değil. Silahşor sönmüş olan ateşin diğer yanında sakin sakin oturuyordu. Yıldızların ışığında silahlarını temizliyor ve Eddie'ye bakıyordu.

"Kötü rüyalar..." Bu bir soru değildi.

"Evet."


"Ağabeyin seni görmeye mi geldi?"

Eddie, "Hayır," der gibi başını salladı,

"O halde Kule mi? Gül Bahçeleri ve Kule?" Roland'ın yüzü ifadesizdi. Ama Eddie onun sesindeki gizli hevesi farketti. Kara Kule'den söz edildiği zaman hep böyle oluyordu. Eddie bir keresinde silahşordan, "Kule bağımlısı," diye söz etmişti. Roland bunu inkâra kalkışmamıştı.

"Hayır. Bu sefer değil."

"O halde ne?"

Eddie ürperdi. "Soğuk."

"Evet, öyle. Ama hiç olmazsa yağmur yağmıyor. Sonbahar yağmuru olabildiğince kaçınılması gereken kötü bir şeydir. Rüyanda ne gördün?"

Eddie hâlâ duraksıyordu. "Sen bize hiçbir zaman ihanet etmeyeceksin, değil mi, Roland?"

"Hiçbir erkek bunu kesinlikle söyleyemez, Eddie. Ve ben birkaç defa kalleşlik ettim. Utanç duyarak. Ama... bence o günler artık sona erdi. Biz bir varlığız. Bir ka-tet. İçinizden birine, hatta Jake'in tüylü arkadaşına bile, ihanet ettiğim takdirde kendime ihanet etmiş olurum. Neden sordun?"

"Amacından hiçbir zaman vazgeçmeyeceksin değil mi?"

"Kule'ye gitmekten vazgeçmek mi? Hayır, Eddie. Bunu yapamam. Hiçbir zaman. Bana rüyanı anlat."

Eddie onun bu isteğini yerine getirdi. Hiçbir şeyi de atlamadı Sözleri sona erdiği zaman Roland kaşlarını çatarak silahlarına baktı Sanki silahın parçaları Eddie konuşurken kendiliğinden biraraya gelivermişti.

"Rüyanın sonunda buldozeri senin kullandığını gördüm. Bu ne anlama geliyor? Hâlâ sana güvenemediğim anlamına mı? Bilinçaltım..."

"Bu, psiko'nun lojisi mi? Susannah'yla senin sözünü ettiğinizi duyduğum şu kabala?"

"Evet, öyle sanırım."

Roland bunu önemsemediğini açıkladı. "Saçma! Katanın uydurduğu şeyler! Rüyaların ya hiç anlamları yoktur ya da derin anlamları vardır. Derin anlamları olanlar her zaman... şey... Kule'nin diğer katlarından gelen mesajlardır. Hemen hemen çoğunlukla." Eddie'yi zekice süzdü. "Ve her mesaj da dostlardan gelmez."

"Yani bir şey ya da biri kafamla oynuyor? Bunu mu demek istiyorsun?"

"Bence bu olabilir. Ama sen yine de beni göz hapsine almalısın. Çok iyi bildiğin gibi gözetlenmesi gereken biriyim."

Eddie, "Ben sana güveniyorum," dedi. Bu sözleri beceriksizce söyleyişinden gerçekten içtenlikle konuştuğu anlaşılıyordu. Bu durum Roland'a dokundu. Hatta onu sarstı da. Eddie, nasıl oldu da bu adamın duygusuz bir robot olduğunu düşünebildim, diye kendi kendine sordu. Belki Roland'ın düşgücü fazla değildi. Ama yine de duygulu biriydi.

"Rüyanla ilgili bir şey beni çok endişelendiriyor, Eddie."

"Buldozer mi?"

"Evet, o makine. Gülün tehlikede olması."

"Jake gülü gördü, Roland. Bitki sapasağlamdı."

Silahşor başını salladı. "Evet. Jake'in zamanında o belirli gün gül sapasağlamdı. Ama bu her zaman böyle olacağı anlamına da gelmiyor. Tabelanın belirttiği inşaat başlarsa... eğer buldozer kullanılırsa..

Eddie, "Bundan başka dünyalar da var," dedi. "Hatırlıyor musun?"

"Bazı şeyler sadece bir tek dünyada varolabilir. Bir tek zamanda, bir tek yerde." Silahşor yere uzanarak yıldızlara baktı. "O gülü korumalıyız. Ne pahasına olursa olsun bunu yapmalıyız."

"Onun da yine bir kapı olduğunu düşünüyorsun, değil mi? Kara Kule'ye açılan bir kapı olduğunu?"

Silahşor yıldızların ışıldattığı gözleriyle Eddie'ye baktı. "Bence o belki de Kule'nin ta kendisi. Ve o ortadan kaldırılırsa..."

Gözleri kapandı. Ve Roland başka bir şey söylemedi. Eddie uzun saatler uyuyamadan öylece yattı.

Yeni gün soğuk, hava da berrak ve parlaktı. Güçlü sabah güneşinde Eddie'nin bir gece önce farkettiği şey daha iyi gözüküyordu... Ama genç adam hâlâ bunun ne olduğunu anlayamıyordu. Bir bilmece daha! Ve Eddie bilmecelerden iyice bıkmaya başlıyordu.

Ayakta durmuş, eliyle güneşten koruduğu gözlerini kısmıştı. Bir yanında Susannah, diğer yanında da Jake vardı. Roland geride kamp ateşinin yanındaydı. "Gunna" dediği şeyleri topluyordu. Galiba bu, grubun dünyadaki bütün eşyaları anlamına geliyordu. Silahşor ilerdeki binayla, onun ne olduğuyla ilgilenmiyordu.

Bina ne kadar uzaktaydı? Kırk beş kilometre mi? Yetmiş beş mi? Bu sorunun cevabı bu dümdüz uzanan topraklarda insanın görüş alanının genişliğine bağlıydı. Ve Eddie yanıtı bilmiyordu. Bütün bildiği Jake'in en aşağı iki konuda haklı olduğuydu. Gördükleri bir tür binaydı. Ve bu yapı karayolunun dört şeridinin üzerine yayılmıştı. Öyle olmalıydı. Yoksa binayı nasıl görebilirlerdi? İncecik'in içinde kaybolup giderdi... Öyle değil mi?

Belki de bina o açıklıklardan birinde, Suze'un "bulutların arasındaki delik" diye tanımladığı yerdeydi. Ya da belki de incecik o binadan önce sona eriyordu. Ya da bu kahrolasıca bir halüsinasyondu. Her neyse... Şu ara onu unutsam daha iyi olur, dedi Eddie içinden. Biraz daha "turnikeleme" yapmamız gerekiyor.

Ama yine de bina Eddie'yi büyülemiş gibiydi. Binbir Gece Masalları'na yakışacak mavili, altın yaldızlı saydam bir saraya benziyordu.

Ama aslında bina mavi rengi gökyüzünden, yaldızı da yeni doğan güneşten çalıyordu.

"Roland! Bir dakika buraya gelir misin?"

Eddie önce silahşorun yanlarına gelmeyeceğini sandı. Ama Roland sonra Susannah'nın dengenin üzerindeki tabaklanmamış deriden şeridi sıkıştırdı. Ayağa kalkarken elini sırtının aşağısına dayadı. Sonra gerindi ve onların yanına geldi.

"Tanrım!" dedi. "Bu grupta benden başka hiç kimsenin eşyaları derleyip toplayacak kadar aklı yok sanırsınız."

Eddie, "Üzerimize düşeni yaparız," diye cevap verdi. "Her zaman yapmıyor muyuz? Ama sen önce şuraya bak."

Roland şöyle bir göz attı. Sanki binanın varlığını bile kabul etmek istemiyordu.

Eddie, "O camdan değil mi?" diye sordu.

Silahşor binaya yine bir an baktı. Eski dilde, "Öyle sanıyorum ortak," anlamına gelen bir söz söyledi.

"Geldiğim yerde camdan yapılmış pek çok bina var. Ama onların çoğu işhanı. ilerdeki binaysa daha çok Disney Dünyası'na yakışacak bir şeye benziyor. Onun ne olduğunu biliyor musun?"

"Hayır."


Susannah atıldı. "O halde binaya bakmayı neden istemiyorsun ki?"

Roland uzaklarda camdan yansıyan ışıklara tekrar baktı. Ama yine çabucak bir göz atıvermişti.

Sonra, "Çünkü o bela," diye açıkladı. "Ve tam yolumuzun üzerinde. Daha sonra oraya erişeceğiz. Belayla karşılaşmadan onunla birlikte yaşamaya gerek yok."

Jake öğrenmek istedi. "Oraya bugün erişebilecek miyiz?"

Roland omzunu silkti. Yüzü hâlâ ifadesizdi. "Tanrı istiyorsa buluruz."

Eddie, "Ah, Tanrım!" diye bağırdı. "Çin kurabiyelerinin içinden çıkan niyetleri yazarak bir servet kazanabilirsin." Silahşorun hiç olmazsa gülümseyeceğini umuyordu. Ama öyle olmadı. Roland dönerek geriye gitti. Tek dizinin üzerine çöküp dengeyle torbasını omzuna vurdu. Ve diğerlerini bekledi. Herkes hazır olduktan sonra hacılar 1-70 no.lu Eyaletlerarası Karayolu'nda doğuya doğru gitmeyi sürdürdüler. Silahşor öndeydi. Başını eğmiş, gözlerini botlarının burnuna dikmişti.

Roland bütün gün konuşmadı. İlerdeki binaya yaklaşırlarken (silahşor, "Yolumuzun üzerindeki bela," gibi bir şey söylemişti), Susannah onun bu durumuna huysuzluğun neden olmadığını anladı. Neden bu geceden sonra yollarına çıkacak şeylerle de ilgili değildi. Roland onlara anlatmak için söz verdiği hikâyeyi düşünüyordu. Ve onunki endişeden de öte bir şeydi.

Öğle yemeği için mola verdikleri sırada artık ilerdeki binayı iyice görebiliyorlardı. Tümü ışınları yansıtan camdan yapılmış, pek çok kulesi olan bir saraydı. İncecik yapının çevresini kuşatmıştı, ama saray gökyüzüne erişmeye çalışıyormuş gibi görünen kuleleriyle yerden görkemlice yükseliyordu. Doğu Kansas'ın dümdüz uzanan topraklarına uymayacak kadar garip bir çılgınlıktı bu. Tabii, öyleydi ya. Ama Susannah bunun ömrü boyunca gördüğü en güzel bina olduğunu düşünüyordu. Saray, Chrysler binasından bile daha güzeldi. Bu da az buz şey sayılmazdı.

Saraya yaklaşırlarken Susannah başka taraflara bakmakta daha da zorlanır oldu. Pamuk yığınları gibi bulutların yansımalarının cam şatonun masmavi gökyüzü gibi gözüken duvarlarından ve damlarından kaydığını izlemek olağanüstü güzel bir hayal oyununu seyretmeye benziyordu... Ama karşılarındaki binanın tartışma götürmez somut bir yanı da vardı. Belki de bunun bir nedeni sarayın yere düşen gölgesiydi. Genç kadının bildiği kadarıyla serapların gölgeleri olmazdı. Ama hepsi bu kadar değildi. Saray vardı işte. Susannah böyle şahane bir şeyin neden Stuckey ve Hardee'nin (ve tabii Boing Boing Burgerleli'nin) ülkesinde yapılmış olduğunu bilemiyordu. Ama saray oradaydı. Genç kadın gerisinin zamanla açıklanacağını düşündü.

Sessizce kamp kurdular. Roland'ın yakacakları ateş için baca oluşturmasını sessizce seyrettiler. Sonra da ateşin etrafında oturup batan güneşin karşılarındaki dev cam binayı alevlerden oluşan bir şatoya dönüştürmesini sessizce seyrettiler. Sarayın surları ve kuleleri kıpkırmızı bir ışıkla pırıldadı. Turuncuya, sonra da sarıya dönüştü. Yukarlarında Eski Yıldız belirirken sıcaklığını kaybederek bezimsi sarıya boyandı...

Susannah'nın kafasında Detta'nın sesi yankılandı. Hayır. Yıldız bu değil, kızım. Hiç değil! Bu Kuzey Yıldızı. Evde babanın kucağında otururken gördüğün yıldız.

Ama genç kadın istediğinin Eski Yıldız olduğunu farketti. Eski Yıldız ve Yaşlı Anne. Susannah, Roland'ın dünyasını özlediğini farkederek şaşırdı. Sonra da kendi kendine neden bu kadar şaşırdığını sordu. Sonuçta bu, kimsenin onu "zenci dişi köpek" diye çağırmadığı bir dünyaydı. (Hiç olmazsa şimdilik.) Sevecek birini bulduğu bir dünya... Ayrıca dostlar da edindiği bir yer. Susannah bu son düşünce yüzünden neredeyse ağlayacaktı. Jake'i sıkıca kendine çekti. Çocuk gülümseyerek buna izin verdi. Gözleri yarı kapalıydı. İlerde incecik iniltiye benzeyen mırıltılarla şarkısını söylüyordu. Kulaklarındaki kurşunlara rağmen yolcular bu sesi duyuyorlardı.

Yolun ötesindeki saraydan son sarılıklar da kaybolurken Roland onları karayolundaki şeritte bırakarak kamp ateşinin başına döndü. Yine yapraklara sarılı geyik etinden pişirip diğerlerine dağıttı. Yolcular dolmaları sessizce yediler. Susannah silahşorun hemen hiçbir şey yemediğini farketti. Yemek sona erdiği sırada Samanyolu'nun ilerdeki şatonun duvarlarını yer yer süslediğini gördüler. Yansıma noktaları durgun suda beliren kıvılcımlara benziyordu.

Sonunda sessizliği Eddie bozdu. "Bunu yapman şart değil. Sana izin veriyoruz. Ya da seni affediyoruz. Ya da yüzündeki o ifadenin silinmesi için gereken lanet olasıca şey neyse onu söylüyoruz."

Roland ona aldırmadı. Su tulumunu bir testiden içki içen biri gibi dirseğine dayadı. Başını arkaya atmış, gözlerini yıldızlara dikmişti. Son yudumunu yolun yanına tükürdü.

Eddie, "Senin buğdaylara iyi gelecek," dedi. Gülümsemiyordu.

Roland sesini çıkarmadı ama yanakları bembeyaz kesildi. Hortlak görmüş gibiydi. Ya da sesini duymuş gibi.

Silahşor, Jake'e döndü. Çocuk ona ciddi ciddi bakıyordu. "Ben on dört yaşında erkeklik sınavından geçtim. Ka-tet'imin, yani senin deyişinle sınıfımın en genciydim. Belki de o zamana kadar başvuran adayların en genci. Bunun bir bölümünü sana anlattım, Jake. Hatırlıyor musun?"

Susannah, hepimize birazını anlattın, diye düşündü ama dilini tuttu. Eddie'yi de aynı şeyi yapması için bakışlarıyla uyardı. Roland bunu anlatmış olduğu sırada kendinde değildi. Kafasının içinde Jake hem sağdı, hem de ölüydü. Silahşor o sırada delilikle savaşıyordu.

Jake, "Walter'i kovaladığımız sırada söylediklerini mi kastediyorsun?" diye sordu. "Mola yerinden sonra. Ben... ben düşmeden önce."

"Evet, öyle."

"Biraz hatırlıyorum. Ama hepsi o kadar. Rüyanda gördüklerini hatırlamak gibi bir şey."

Roland başını salladı. "Öyleyse dinle. Bu sefer sana daha fazlasını anlatacağım. Çünkü artık daha büyüksün. Galiba hepimiz de öyle."

Susannah hikâyeyi ikinci kez de yine büyük bir ilgiyle dinledi. Genç Roland'ın babasının danışmanı (babasının sihirbazı) Marten'i annesinin dairesinde bir rastlantı sonucu yakalaması. Ama aslında bunların hiçbiri rastlantı değildi. Marten kapıyı açarak onu içeri çağırmasaydı çocuk oraya bir göz atacak ve geçip gidecekti. Marten, Roland'a annesinin onu görmek istediğini söylemişti. Ama arkalığı alçak koltukta oturan Gabrille Deschain'in üzgün tebessümünden ve gözlerini yere dikmesinden o sırada annesinin dünyada görmek istediği en son kişinin oğlu olduğunu anlamıştı çocuk.

Kadının al al olmuş yanakları ve boynunun yanındaki aşk ısırığı çocuğa her şeyi açıklamıştı.

Roland böylece Marten tarafından erkenden erkeklik sınavından geçmeye zorlanmıştı. Ve çocuk hocasının beklemediği bir silahı, şahini David'i seçmişti. Cort'u yenip onun asasını almıştı... Ve yaşamının en büyük düşmanını da edinmişti böylece. Marten Broadcloak'u.

1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət