Ana səhifə

T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Yüklə 3.91 Mb.
səhifə30/56
tarix26.06.2016
ölçüsü3.91 Mb.
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   56

5. Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatlan, kullan ve kâinat ile kesinti­siz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında Önemli açıklamalar ya­pan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kul­larında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak "An­cak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz" buyuruyor. Şu halde yuka­rıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah'a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O'na özgü kılınması da -kul açısından- tabii hale gelmektedir.

İbadet "kulluk ve tapınma" olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada "sevgi, korku ve boyun eğme" vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteli­ği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar bu­na mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, -dünya hayatında bir im­tihan olarak- serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünya­nın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah'a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayan­lar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve ira­desi her zaman maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden bekle­nenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer in­sanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak aşmadık­tan zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, İbadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah'a iba­deti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.

Âyette "ederim, dilerim" yerine "ederiz, dileriz" şeklinin seçilmiş olması tev-hid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple "Sen ben değil, biz va-nz" ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi koru­malarını işaretlemektedir. Burada "biz"i oluşturan bağ imandır, bir Allah'a kulluk­tur; "Allah'ın kullan! Kardeş olun" mealindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardunladırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah'tan gel­diğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.

6. İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yan­lış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Al­lah'a yönelmeyi reddetmesidir. "Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli göre­rek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O'na dönecektir)" "Bize doğru yolu göster" duası aynı zamanda rabbin, kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu gör­mesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kuta düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması İçin O'nun tarafından sağlanan İmkânları gerektiği gibi kullanmaktır. "Doğru yol" (sırât-ı müstakim) İslâm'dır. Allah'ın peygamberleri ile kullanna gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm'dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm'da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve denge­ler kurulmuş, kurulma yollan gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklana­cak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağına var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldınrsan girer gidersin!" Bu örnekteki yol İslâm'dır, duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başjndaki çağına Allah'ın kitabıdır, yukandaki çağına ve uyana, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.

"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır."



7. Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir baş­ka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyur­duğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenle­rin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulunduktan yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dö­nüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah'ın gazabına uğ-rayanlann yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk'a meydan okuyanlarda gö­rülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların "hıristiyanlar", ilâhî gazaba uğrayanların da "yahudiler" olarak açıklanması, yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.

Müslim'in rivayet ettiği bir kutsî hadiste Allah Teâlâ'nın, "Namazı (Fatiha'yi) kulumla kendi aramda yan yarıya paylaştım ve kulum diledi­ğini alacaktır" buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir: Kul (na­mazda Fâtiha'yı okurken) "Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur" deyince Al­lah, "Kulum bana hamdetti" buyurur. Kul "rahman ve rahim" deyince Allah, "Ku­lum beni övdü" der. "Ceza gününün tek sahibi" deyince "Kulum benim yüceliği­mi dile getirdi" der. "Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" de­yince "Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacak­tır" buyurur. Kul "Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!" deyince Allah, "İste bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir" buyurur.

"Duamızı kabul buyur, böyle otsun, bizi eli boş çevirme" mânasına gelen "âmin" sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanlann, hatta semavî din men­suplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fatiha sûresine dahil olmadı­ğı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah'rn Fâtiha'dan sonra "âmin" de­diği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir. Namazda veya namaz dışında Fâtiha'yı okuyan veya dinleyen kimse, sû­renin sonunda "âmin" deyince aynı zamanda melekelerin de "âmin" dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah ta­rafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır. Yine sahih hadisler, Fatiha sesli okunduğunda "âmin" duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin ço­ğu bunu benimsemişlerdir. Hanefîler'e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.
FÎL SÛRESİ

İndiği Yer : Mekke

İniş Sırası : 19

Âyet sayısı : 5

Nüzulü:

Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfırûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke'de inmiştir.



Adı

Sûre adını birinci âyette geçen "fîl" kelimesinden almıştır.



Konusu

Sûrede Fil ordusu kıssası anlatılmaktadır. Kabe'yi yıkmak isteyen Yemen'in genel valisi Habeşistanlı komutan Ebrehe'nin fillerle Mekke'ye hücumunu, sonuç­ta yok olup gitmelerini komi edinmiştir.


Meali

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Rabbin filin yanındakile­re neyi nasıl yaptı görmedin mi! 2. Onların planlarını boşa çıkarmadı mı? 3-4. Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı? 5. Sonuçta Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevir­di.



Tefsiri

1-5, Tefsir ve tarih kaynaklarında anlatıldığına göre o zaman Habeşistan'ın yönetiminde bulunan Yemen'in genel valisi Ebrehe her yıl Mekke'deki Kabe'yi ziyaret eden Arap hacılarını San'â'ya çekmek İçin burada Kulleys veya Kalîs (ki­lise) denilen büyük bir katedral yaptırdı. Çeşitli bölgelere propagandacılar gönde­rerek mabedi ziyaret etmeleri için halkı San'â'ya çağırdı. Ancak bu ümidi gerçek­leşmeyince Kabe'yi yıkmaya karar verdi ve muhtemelen 570 yılında, içinde Mah-mûd (mamut) adlı filin de bulunduğu büyük bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü Ebrehe, hareketini engellemek İçin karşısına çıkan bazı güçleri etkisiz hale getirerek yoluna devam etti. Gönderdiği bir müfreze, için­de Hz. Peygamberin dedesi Abdülmuttalib'e ait 200 devenin de bulunduğu Mek-keliler'e ait çok sayıda deveyi ele geçirdi. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye gelerek de­velerinin iadesini istedi; Ebrehe'nin Kabe île ilgili bir sorusu üzerine Kabe'yi me­rak etmediğini, çünkü onu sahibinin koruyacağını söyledi. Ertesi gün Ebrehe or­dusuna Kabe yönünde hareket emri verdi. Fakat kaynaklarda belirtildiğine göre en öndeki fil (mamut) yerinden kımıldamadığı gibi askerler de üzerlerine taşlaşmış çamur yağdıran sürü sürü kuşlar tarafından -âyetteki benzetmeyle- "yenilip çiğ­nenmiş ekin" gibi imha edildi. Bazı müfessirler "sürü sürü" şeklinde çevrilen "ebabil" kelimesinin bir kuş türünün adı olduğu kanaatindedir, buna göre 3. âyete "ebâbîl kuşlarını göndermedi mi?" şeklinde mâna vermek gerekir; fakat -konuya ilişkin rivayet ve tefsirler dikkate alındığında- bu görüş ikna edici görünmemek­tedir. Yaygın inanışa göre bu olay Hz. Pey-gamber'in doğumundan elli, elli beş gün veya üç ay önce vuku bulmuştur.

Sûrede Hz. Peygamber'e hitap edilerek 1-2. âyetlerde fil ordusunun başına gelen felâketin büyüklüğünden ve Kabe'yi yıkma planlarının boşa çıkarıldığından haberdar olduğu ifade edilmektedir. Hz. Peygamber olaya bizzat şahit olmadığı halde ona yöneltilen "görmedin mi" şeklindeki hitap mecazî bir ifade olup olayı bizzat gözüyle görmese bile görenlerden işitmiş olduğunu ve görmüş gibi kendisi­ne tasvir edildiğini gösterir. 3-5. âyetler ise felâketin nasıl cereyan ettiğini yani Al­lah tarafından gönderilen sürülerle kuşun fil ordusunun üzerine pişkin tuğla türü taşlar yağdırarak onlan nasıl hayvanlar ve haşarat tarafından yenmiş ekin artığına çevirdiğini ifade eder. Râzî'ye göre Ebrehe ve askerlerinin besledikleri kötü emel­lerin sûrede "keyd" (plan, tuzak) kelimesiyle ifade edilmesi, onların sadece Ka­be'yi yıkma amacı taşımadıklarını gösterir. Çünkü önceden açıkladıkları için Kâ-bey'i yıkma fikri artık "tuzak" olmaktan çıkmıştı. Şu halde "keyd" kelimesi bura­da Ebrehe tarafının Araplar'a karşı besledikleri başka sinsi planları dile getirmek­tedir.

Eski tefsirlerde bu fil olayı bütünüyle bir mucize olarak değerlendirilir. Bazı tarihçi ve müfessirlerin, Tabiîn âlimlerinden İkrime'ye atfettikleri bir rivayette, "Bu taşlar kime isabet ettiyse onda çiçek hastalığı görüldü" demiştir. Rivayete göre Hicaz bölgesinde çiçek ve kızamık hastalığı ilk defa bu olaydan sonra görülmüştür. Muhammed Abduh, Ferid Vecdî, Cevad Ali gibi bazı çağdaş araştırıcılar bu rivayetlere dayanarak olayı bulaşıcı hastalık salgını şeklinde yo­rumlamaya çalışmışlardır. Abduh'a göre sûrede sözü edilen kuşlardan maksat muhtemelen sinek, sivrisinek gibi mikrop taşıyıcı canlılardır. Ancak dönemin güçlü akımlarından pozitivizmin etkisi altın­da ortaya konduğu anlaşılan bu yoruma çağdaş müfessirlerin çoğu katılmamış, ona karşı ciddi tenkitler yöneltmişlerdir. Sonuç olarak Allah'ın evini yıkmaya kalkışan saldırgan bir güç, bir mucize neticesinde cezasını görmüş; hiçbir şekilde düşmana karşı koyma imkânı bulunmayan ve şehri terkedİp dağlara çekilen Mek­ke halkı da bu olaydan zarar görmeden kurtulmuştur.

"Pişkin tuğla" diye çevirdiğimiz 4. âyetteki "siccîl" kelimesi "taşlaşmış ça­mur" demektir. Son âyetteki "asf" kelimesi ise "ekinin samanı ve buğday kapçığı gibi güve, böcek ve kurtçukların yediği, rüzgârın sağa-sola savurduğu kırıntıları" anlamına gelir. Müfessirler kuşların, ağızlarında ve ayaklarında bu tür taşlar götü­rüp Ebrehe ordusunun üzerine fırlattıklarım, sonuçta askerlerin birçoğunun bu taş­ların etkisiyle öldüğünü, Ebrehe'nin ise yaralı olarak San'â'ya döndükten sonra orada hayatını kaybettiğini ifade etmişlerdir. "Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi" mealindeki son âyet, Ebrehe ve ordusunun nasıl büyük bir felâkete maruz kaldığını ve sonuçta helak olduğunu gösterir. Bu olayın Mekkeliler için öneminden dolayı bu yıla "Fil yılı" denilmiş ve onlar olayı tarih başlangıcı olarak kullanmışlardır.


KUREYŞ SÛRESİ

İndiği Yer :Mekke

İniş Sırası : 29

Ayet sayısı : 4

Nüzulü:

Mushaftakİ sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûre­dir. Tîn sûresinden sonra, Karia sûresinden önce Mekke'de inmiştir.



Adı

Sûre adını birinci âyette geçen "Kureyş" kelimesinden almıştır. Aynca "Li-îlâ-fı Kureyşin" adıyla da anılmaktadır.



Konusu

Sûrede Kureyş'e Câhiliye döneminde verilen ticarî imtiyazlardan, emniyet, istikrar, zenginlik vb. nimetlerden bahsedilmektedir.



Meali

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1.0, Kureyş'i ısındırıp alıştır­dığı için, 2. Onları kış ve yaz yolculuklarına ısındırıp alıştırdığı için, 3-4. On­lar da kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve her çeşit korkudan emin kı­lan şu evin rabbine kulluk etsinler.



Tefsiri

1-4. Kureyş, Hz. Peygamber'in mensup olduğu, İslâm'ın tebliğine ilk muha­tap olan ve Kur'an'da adı geçen büyük Arap kabilesidir. Nesep bilginlerinin çoğun­luğuna göre Kureyş'in atası Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mu-dar b. Nizar b. Maad b. Adnan'dır. Hz. Peygamber Kureyş'in Hâşimoğullan koluna mensuptur. Kabile reisliği genellikle Haşimoğullan ile Ümeyyeoğullan arasında mücadele konusu olmuştur. Câhiliye döneminde Kureyşliler Allah'ın varlığına inan­makla birlikte putları Allah'a ortak koşuyorlardı, bu sebeple Kur'an onları "ortak koşanlar" anlamına gelen "müşrikûn" sıfatıyla nitelemiştir. 610 yılında Hz. Peygam-ber'e Kur'an inmeye başlayınca Kureyş.'in bir kısmı ona iman etmekle birlikte çoğu inanmadığı gibi Peygamber efendimize karşı gittikçe sertleşen ve savaşlara kadar varan bir mücadeleye girişmişlerdir. Bu direniş hicretin 8. yılında Mekke'nin fethi­ne kadar sürmüştür. Mekke'nin fethedilmesiyle birlikte İslâmiyet'in karşısındaki Kureyş düşmanlığı da tamamen ortadan kalkmıştır. Bundan sonra İslâm'ın dünyaya yayılması için Kureyşliler'in ön saflarda mücadele verdikleri görülmektedir.

Kureyş kabilesi, Araplarca kutsal sayılan Kabenin gözetim ve bakımını üst­lendikleri için diğer Arap kabileleri onlara büyük saygı gösterirlerdi; özellikle Ka­be'yi yıkmaya gelen fil ordusunun mucizevî bir felâkete maruz kalarak Kabe'yi yık­ma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşliler'in kabileler nez-dİndeki saygınlığı iyice arttı. Emirler ve krallar onlara saygı gösterir, başkaları çöl­lerde haydutlar tarafından saldırılara uğrarken Kureyşliler güven içerisinde yazın Tâif in serin yaylalarına, kışın da Yemen'in ılık bölgelerine serbestçe seyahatlerde bulunarak büyük kazançlar elde ederlerdi. Hatta Kureyş'in ticaret kervanları kış ay­larında Somali ve Habeşistan'a, yaz aylarında da Suriye, Mısır, Irak ve İran'a kadar giderlerdi. Mekke'nin bulunduğu bölge tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı için halkın ticaretten başka gelir kaynağı yok denecek kadar azdı. Hac mevsiminde ku­rulan panayırlar ticaretlerinin canlanmasına vesile olduğu gibi buralarda düzenlenen şiir, hitabet vb. yarışmalar da dil, edebiyat ve kültürün gelişmesini sağlıyordu. İşte sûrede Allah'ın onlara lütfettiği bu imkânlar hatırlatılmakta, özellikle Kabe'ye vur­gu yapılarak "Şu evin (Kabe'nin) rabbine kulluk etsinler" buyurulmaktadır.

Kabile hayatı yaşayan Arap yarımadası devlet otoritesinden yoksun olduğu için burada genel bir güvensizlik bulunduğu halde Mekke Hz. İbrahim zamanından beri Yüce Allah tarafından saygınlığı çiğnenmeyen (harem) bölge olarak insanlığa duyurulmuş, bu sayede Mekke halkı dış saldırılardan korunmuştur. Nitekim bir âyet-i kerimede, "Görmezler mi ki, çevrelerindeki insanlar durmadan yerinden ko­parılıp götürülürken biz (Mekke'yi) güvenli, dokunulmaz belde yapmışızdır?" buyurularak bu nimetler hatırlatılmaktadır. Aynca başka bölgelerde üretilen sebze, meyve ve diğer gıda maddeleri Hz. İbrahim'in duası bereketiyle bir ticaret merkezi haline gelmiş olan Mekke'ye getirilip satılır, böy­lece bura halkının ihtiyacı karşılanırdı. İşte sûrede Kureyş'in, bütün bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek için Allah'a kulluk etmeleri istenmiştir.
MÂÛN SÛRESİ

İndiği Yer : Mekke

İniş Sırası : 17

Âyet sayısı:7

Nüzulü:

İniş sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci sûredir. Te-kâsür sûresinden sonra Kâfirûn sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 4-7. âyetlerin Medine'de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır.



Adı

Sûre adını son âyetinde geçen "mâûn" kelimesinden almıştır. "Eraeyte, Era-eytellezî, Dîn, Tekzîb, Yetîm" adlarıyla da anılmaktadır.



Konusu

Sûrede, biri Allah'ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini gösteriş İçin yapan riyakâr olmak üzere iki tip insandan söz edilmekte­dir.



Meali

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Gördün mü dini yalan sa­yanı! 2-3. İşte yetimi itip kakan da yoksula yedirmeyi özendirmeyen de odur. 4. Vay haline o namaz kılanlara ki, 5. Onlar namazlarının özünden uzaktır­lar, 6. Halka gösteriş yaparlar. 7. Hayra da engel olurlar.



Tefsiri

1-3. "Gördün mü?" sorusu, burada şaşılacak bir tutumdan söz edileceğine, dolayısıyla konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. Âyetteki "din" ke­limesi, bilinen anlamı yanında "Allah'ın hükmü" veya "uhrevî yargı" mânasında da anlaşılabilir. Ancak bunların birini inkâr eden diğerle­rini de inkâr etmiş olacağı için sonuç değişmemektedir. Genellikle insanlar bir di­ne inandıklarım, dolayısıyla doğru yolda olduklarını, sonuçta mutlu olacaklarını, kendi dinlerine inanmayanların ise yanlış yolda olduklarını, dolayısıyla bedbaht olacaklarını söylerler. Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki yahudiler, hrristiyan-lar hatta putperest Araplar bile böyle olduklarını İddia ediyorlardı. Yüce Allah bu sûrede asıl dini yalan sayıp inkâr edenleri tarif ederek bun­ların kimler olduklarını ortaya koymuştur. Bunlar kimsesiz ve yardıma muhtaç du­rumda bulunan yetimi küçümseyerek onu itip kakan, yoksullara kendisi yardım et­mediği gibi başkalarını da buna teşvik etmeyen kimselerdir. Kuşkusuz bu özellik­ler birer örnektir; dini yahut âhiret sorgusu ve yargısını inkâr edenlerin başka özel­likleri de bulunmakla birlikte burada Hz. Peygamber dönemindeki İnkarcıların toplumsal ahlâkla ilgili en belirleyici ve yıkıcı tutumlarına İki ömek zikredilmiş­tir. Nitekim âyetin, putperestlerin tipik şahsiyetlerinden olan Âs b. Vâil hakkında indiği belirtilir. Bununla birlikte âyetin genel amacı, insan sevgisinden mahrumiyetin en belirgin tezahürleri olan bu tür davranışları sergile­yenleri kınamak ve bu yaptıklarının Allah katında en büyük kötülüklerden olduğu­na, bunların temelinde dini, Allah'ın hükümlerini yahut âhireti inkâr etmenin bu­lunduğuna insanların dikkatini çekmektir.Yetim v e yoksul toplumun zayıf ve himayeye muhtaç kesimlerini temsil eder. Bunlan küçümseye­rek hakaret eden, itip kakan kimse toplumdaki zayıfların haklarını çiğniyor de­mektir. Dinin insanlığa yönelik en büyük hedefi ise insanlar arasında sevgi ve da­yanışmayı, paylaşmayı sağlamak, sıkıntıların da mutlulukların da paylaşıldığı bir insanlık bilinci oluşturmaktır.

Bu âyetler, bir taraftan bu tür davranışlar sergileyenleri kınarken diğer taraf­tan da gerçek dindarları yetim ve yoksullar gibi himayeye muhtaç olanlara yardım etmeye özendirmekte; İhtiyaç sahiplerine yardım konusunda başkalarını teşvik et­menin, hatta bunun için hayır kurumlan oluşturarak sosyal yardımı daha verimli, düzenli ve sürekli hale getirmenin gereğini vurgulamaktadır.



4-7. Yukarıda İnsanlara karşı insanlık görevini yerine getirmeyenler kınan­mıştı; burada ise Allah'a karşı gerçek anlamda kulluk görevlerini yerine getirme­yenler eleştirilmektedir.

Burada namaz kılmalarına rağmen kmananların olumsuz tutumlarına üç ör­nek sıralanmıştır:



a) Namazlarının özünden uzak olmaları.

b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları.

c) Hayra engel olmaları. "(Namazlarının) özünden uzaktırlar" diye çevirdiğimiz "sâhûn" kelimesinin sözlük anlamı "unutanlar" olup bu bağlam­da "namazlarım vaktinde kılmayanlar" şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Ta-berî, bizim de mealde esas aldığımız yorumunda "sâhûn" kelimesini "namazı cid­diye almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler" şek­linde anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde hlınmaması veya büsbü­tün terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir. Bir kim­senin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. âyette "riya" kavramıyla ifade edilen "halka gös­teriş yapma" eğilimidir. Riya, özellikle dinî davranışlarla ilgili bir terim olup "bir kimsenin, kendisinde bulunmayan dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla -iyiliğin din ve ahlâktaki karşılığından öte- maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması" an­lamına gelir. İşte ayette bu tutum eleştirilmektedir.

"Hayır" diye çevirdiğimiz son âyetteki "mâûn" kelimesini Taberî, "insanın yararına olan her şey" şeklinde tanımlar ve kelimenin âyetteki anlamının "zekât, farz olan sadaka, hakkı ödenmeyen mal, insanların kendi aralarında birbirinden yararlandırmadıkları nimetler, hak, ödünç, mal" gibi anlamlara geldiğine dair gö­rüşler naklettikten sonra kendisi "mâûn" kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır, nimetlerin paylaşılması gibi anlamlan kuşatan genel bir ifade olduğunu be­lirtir. Bu sebeple biz de mealde "mâûn"u geniş bir kavram olan "hayır" kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.

Sûrede dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartlan da vaz­geçilmez olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla birlikte niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içerik­tir. Kur'an'a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansıması­dır. Bunu Hz. Peygamber, "Allah'ı görü­yormuşçasına ibadet etmek" şeklinde belirtmiştir. İşte 4-6. âyetlerde "Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının özünden uzaktır­lar; halka gösteriş yaparlar" mealindeki eleştiriyle verilmek istenen mesaj budur.

Sûrede dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah'a gönülden ibadet et­mekle yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vur­gulanmış olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşı­yan insan hem Allah'a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve ku­rumsal bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm'ın hakim kılmak is­tediği gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur.


KEVSER SÛRESİ

İndiği Yer : Mekke

İniş Sırası : 15

Âyet sayısı : 3

Nüzulü:

İniş sırasına göre on beşinci, mushaftaki sıraya göre yüz sekizinci sûredir. Adiyât sûresinden sonra Tekâsür sûresinden önce Mekke'de inmiştir. Medine'de indiğine dair rivayetler de vardır.


1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   56


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət