Ana səhifə

T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Yüklə 3.91 Mb.
səhifə28/56
tarix26.06.2016
ölçüsü3.91 Mb.
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   56

5. ÜNİTE

TEFSİR UYGULAMALARI



1. Kur’an’ın Üslubu

Kur'ân'ın üslûbu demek, Kur'ân ifadesindeki kelimelerin seçiminde ve cümlelerin teşkil edilmesinde ve konuların beyan edilmesinde, kendisine mahsus anlatım tarzı demektir. Dildeki kelimeler ve dilbilgisi kuralları değişmediği hâlde, o dilde yazanlar ve konuşanlar, ayrı ayrı üslûplara sahip bulunurlar. İşte Kur'ân da Arapça dil kaidelerine uygun olup o kuralların dışına çıkmadığı halde, diğer bütün ifadelerden hemen ayırt edilen özgün bir anlatım tarzına sahiptir. Bu, o kadar bariz bir özelliktir ki, Arapça'yı az bilen bir kimse bile, Arap dilinde yazılmış yüz binlerce kitabı okusa, Kur'ân'ın bunlardan hiç birine benzemediğini tereddüt etmeksizin fark edebilir.



Kur'ân Üslûbunun Başlıca Özellikleri:

1- Kur'ân, mevcut edebî türlerden farklıdır. Arapça'daki başlıca edebî türler nazım (şiir) ve nesir idi. Şiirin vezinli ve kafiyeli olması şartı vardı. Nesir ise secili veya mürsel tarzda olurdu. Kur'ân, bunlardan hiç birine dahil değildir. Bununla beraber, Kur'ân'dan kısa bir parça okuyan kimse, ahenkli bir tesirin kendisini sardığını hisseder. Bazıları, Kur'ân'da seci olduğunu zannedebilir. Ama unutmamak gerekir ki, secide cümlelerin aynı vezinle devam etmesi şarttır. Yoksa bazı cümlelerin kafiyeli veya vezinli bitmesi, seci için yeterli sayılmaz. Meselâ, sözün bazı mısraları iki, bazıları dört kelimeden meydana gelmek suretiyle vezinleri ve usûlleri değişince bu, seci sayılmaz. Oysa Kur'ân, böylesi kayıtlardan azadedir. Bir kısım âyetlerin vezinde veya fasıla harfinde uyuşması ile seci gerçekleşmez.

Seyyid Kutub, Kur'ân üslûbunun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya toplayan nazmına irca eder. Taha Hüseyin'in: "Kur'ân ne şiirdir, ne de nesirdir; o, Kur'ân'dır." sözünü naklederek: "Bizim bu kabil kelime oyunlarına ihtiyacımız yoktur. Kur'ân nesirdir, ama kendine has, harika bir nesir sanatını havi, mümtaz bir türdür." der.



2- Kur'ân'ın ses nizamından ve lügavî güzelliklerinden hasıl olan eşsiz bir âhengi vardır. Kur'ân nazmında kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, med veya kasırların (uzun veya kısa hecelerin) nizamında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir musikisi vardır. Arapça bilmeyen biri bile, onu tertil üzere okuyan bir kâriye kulak verdiğinde, diğer musiki ve şiir nağmelerinin ötesinde, etkili bir âhenk hisseder. Alışılmış musikinin nağmeleri birbirine benzediğinden, çok geçmeden, dinleyiciye usanç vermeye başlar. Şiirde de aynı vezin ve kafiye devam edip bir süre sonra bıktırmaya başlar. Kur'ân âhengi ise biteviye olmayıp bir sesten diğerine geçer. Tecvid ilminde mehmuse, mechure, kimisi tok sesli, kimisi ıslık sesli, bazısı hafi bazısı zahir diye sınıflandırılan bu sesler binlerce çeşit olarak öylesine sıralanır ki, onların kompozisyonlarından her zaman hayranlık veren bir ses armonisi meydana gelir. Bu armoni, Arap veya Arap olmayanı ile bütün insanlığı, nâzil olduğu asırdan günümüze kadar heyecan ve ihtizaza gark etmektedir. Bu âhenk, Arapça ifadeye raci değildir. Zira Kur'ân'ın dışındaki Arapça metinlerde bu özellik bulunmaz.

3- Kur'ân'da mânâ ile lâfız dengesi vardır. İstenilen mânâyı anlatmak için, hangi kelimeler gerekiyorsa, fazlası veya eksiği olmaksızın, Kur'ân onları kullanır. Mânâ kelimeye bürünerek lâfız hâlinde dökülür. Bu iş nazari olarak kolay görünse de, Kur'ân'ın dışındaki sözlerde gerçekleştiğine ancak ender olarak rastlanır. Ediplerde veciz ve öz söyleme, mânâ aleyhinde işler. Kelâm âdeta bilmece hâline gelir. Mânâyı etraflıca anlatmak istediklerinde ise sözü uzatırlar. Bu da sözün parlaklığını giderir; muhatap, asıl mânâ ile tali mânâyı fark edemeyecek hâle gelir. İbn Atiyye (v. 542/1148) gibi bir üstadın şu sözü, hemen hemen bütün müfessirlerce kabul edilerek nakledilir: "Kur'ân'dan bir lâfız çıkarılacak olursa, Arap lisanının tamamı alt üst edilse bile, onun yerini tutabilecek tek kelime bulunamaz" (...). Bazı müfessirlerin bir takım kelimeler hakkında dikkatsizce kullandıkları zâide, mukhame gibi tabirler eleştirilmiştir. Aslında Kur'ân'da zaid söz olmayıp, bu gibi kelimelerin de mutlaka ifade ettikleri tamamlayıcı unsurlar ve incelikler mevcuttur.

4- Kur'ân, edebî türlerin hepsinde mükemmeldir. Teşri, kıssa, cedel ve münazara, mev'iza, tarih, zühd ve rekaik gibi birbirinden çok farklı edebî türlerin hepsinde söz söylediği hâlde onun ifadesi, nazmının metanetinde, güzelliğinde, fesahatinde hep aynı yüksek seviyeyi gösterir. Birinden diğerine maharetle geçerken, muhatap hiç bir kopukluk ve irtibatsızlık hissetmez. Oysa edipler, en fazla bir iki nevide mahir olurlar. Çünkü anlatılmak istenilen mânâ geniş, misalleri zengin olduğu nisbette konuyu anlatmak rahat olur. Buna karşılık mânâ sınırlı, konu hakkında bilgi az olduğu ölçüde anlatmak zorlaşır, kelimeler bulunamaz olur. Bu sebeptendir ki, Arap ediplerinin en çok söz söyledikleri alanlar; fahr, hamase, mev'iza, medih ve hica (öğünme, kahramanlık, öğüt övme ve yerme) olmuş, buna mukabil felsefe, teşri ve muhtelif ilimlerin sahalarında ise pek az dolaşmışlardır. Bu, diğer milletler için de aşağı yukarı aynı derecede geçerlidir.

5- Kur'ân, aynı anda farklı seviyelere hitap eder. Zannedilmesin ki, âyetten zıt mânâlar çıkabilir. Gerçek şudur: Bir çok âyetin genel mânâsı aynı kalmakla beraber sathı, derinliği ve kökleri bulunabilir. Geniş kitle zahiri mânâyı; kültürlü kesim derinlikteki mânâyı; ihtisas ehli ise mânânın köklerinin çoğunu anlar ve gelecek nesillere de yeni taraflar kalır. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller ise ulaştıkları ilmi seviyelere göre anlarlar. Ancak şu var ki, önce yaşayanların devirlerinde, sonra gelenlerin anladıkları mânâya dikkat çekecek hususlar mevcut olmadığından, eskilerin bunu bilmeleri elbette beklenemez. Hülasa Kur'ân, muhtelif zekâ ve istidatların, zevklerine göre hisselerini alabilecekleri şekilde âyetlerini ve cümlelerini vaz' etmiştir. Binaenaleyh Arapça dilbilgisi kurallarına, belâgat prensiplerine ve İlm-i Usûl'e uygun olmak şartıyla, müfessirlerin farklı yorumları; zamanlara, tabakalara ve zekâlara göre murad ve caizdir, diye hükmedilebilir. Meselâ dağların kazık oluşu (Nebe', 6-7) çeşitli seviyelerde farklı farklı alanlara pencere açar. Âyetlerin farklı seviyelere bütünün bazı taraflarını göstererek hitap etmesi, insanların ilmî seviyelerini gözetip onların anlayış seviyelerini okşaması, yanlış bilgi vermeksizin, o akıl ve anlayışları ihlâl etmeksizin onlara hitap etmesi, tek başına bir mûcizedir.

6- Konuların iç içe olması. Kur'ân, mutad kitaplar gibi konu esasına göre bölümlere ayrılmamıştır. Müsteşrikler ile onlardan etkilenen bazı kimseler, onun bu özelliğini "sadelik ve bedeviyet"e bağlarlar. Hâlbuki bu da, Kur'ân'ın orijinal taraflarından biridir. Diğer taraftan, Kur'ân insanların telif alışkanlıklarına uymaya mecbur değildir. Daha da önemlisi şudur ki: Yazarların kitaplarını bölümlere ayırmaları aklî bir zaruret değildir. Onlar, kitapların takip ettiği maksatların ışığında bu işi yaparlar. Kur'ân'ın uygun bulduğu tarzın, onun irşad ve hidayet maksatlarını en iyi şekilde gerçekleştirdiğinden bu tarzı seçtiği söylenebilir. Telif alışkanlıklarına taassupla bağlanmak, acizden ileri gelir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği konuların hepsi şu küllî mihver etrafında dönmektedir: O da, insanları, kendi fikir ve iradeleriyle Allah'a kulluğa davet etmektir. Kur'ân, bütün kâinatın merkezini teşkil eden bu külli mânâyı; teşri, kıssa, tarih, mev'iza, cedel, tasvir, va'd ve vaîd gibi çeşitli mevzuların hepsine bir ruh katmış ve o cüzleri bir kompozisyon içinde kaynaştırmıştır. Bundan ötürü Kur'ân, naklettiği kıssaya okuyucusunun dalıp gitmesini önlemek için, irşad unsurlarından bir kaçını kıssa içine yerleştirir. Külli mânâyı hatırlatma, konulara göre sıralanmamış, yani kalıplaşmamış kelâmda daha etkili olur. Kur'ân'ın, son derece fazla sayıdaki konuları bir araya toplamasına rağmen tutarsızlıktan, irtibatsızlıktan kurtulması, bu küllî mânânın ona ruh olmasındandır.

Vücudu meydana getiren ve ilk bakışta dağınık duran birçok uzuv, nasıl organik bütünlüğe mani değilse, bilâkis ayrı ayrı yerlerde olmaları canlı organizmanın devamının şartı ise, Kur'ân'daki çeşitli mevzuların arasına, siyakla uyum sağlayacak şekilde, merkezi mânânın serpiştirilmesi de ruhun, bedenin her tarafına sirayet etmesi kabîlindendir.

Ayrıca Kur'ân, insana hitap ettiğinden, insanın anlayışına uyum sağlar. İnsanın hayatında tahlilî (ayırmaya yönelik, analytique) değil, terkibî (birleştirmeye dönük, synthetique) bütünlük vardır. Bizden her birimiz insan olarak kendimize hakim ve bütünlüğümüzü korurken, bazen parça parça meselelerle ilgileniriz. Böylece objeler yönünden bir dağınıklık görülür. Fakat mühim olan, objelerin değil, süjenin, öznenin durumudur. Ayrı şartlarda, ayrı zamanlarda ve farklı konularda ani ve def'i, âdeta ilka olunan tarzda, açıkça başka bir âlemin nişanlarını taşıyan, baş taraflarında bazen şifreler bulunan pek önemli muhabere kayıtları olan vahiyler mecmuası Kur'ân, ayrı ayrı halkalardan ibaret olduğu hâlde, bir tek sebîke (altın kalıbı) gibidir. Oysa yazarlar, devam eden sözde bir fikirden öbürüne geçerken sık sık zorlanıp noksanlıklarını haza, elâ, inne ("işte", "böylece", "şu hâlde", "demek ki", "nitekim") gibi kelimeleri kullanarak tamamlamaya veya kitaplarını bahis veya paragraflara ayırmaya mecbur kalmışlardır.

7- Tekrarlar. Hem irşadın bir gereği olarak, hem de tehaddisini (meydan okuma) hatırlatmak için Kur'ân, bazı kıssa, cümle veya kelimeleri tekrar eder. Konuyu kıssalar bakımından ele alacak olursak: Meselâ Âdem (a.s.) ile İblis kıssasının altı yerde tekrarlandığı zannedilir (Bakara 34 vd., A'raf 11 vd., İsra 61 vd., Kehf 50, Taha 116 vd., Sâd 71 vd ). Fakat biraz dikkat edilecek olursa bunlardan hiç bir anlatımın öbürünün tam tekrarı olmadığı anlaşılır. Yapılan şey, Kur'ân'ın ilgili siyaka göre bu hâdisenin muayyen taraflarını muhatabın dikkatini çekmesidir. Aslında Kur'ân üslûbunda "kıssalar (kıssa olarak) anlatılmaz, hemen esasa dönebilmek için hatırlatılır." Kıssa olduğu gibi tekrarlanmaz, kaçınılmaz olan kısmı ister istemez tekrarlanır. Bir konunun farklı bir üslûpla, değişik bir siyakta ve değişik bir maksadı vurgulamak için karşımıza çıkması, aslında tekrar sayılmaz. Bu tarzda yapılan "tekrarla hakikat bulanmaz, aksine vuzuh ve ikna gücü kazanır."

8- Kur'ân'da beyan tarzları son derece çeşitlidir. Meselâ, bir işin yapılması için açık emir kipinin yanında on beş kadar ayrı üslûp kullanır.

9- Akla ve duyulara dengeli hitap eder. Kur'ân üslûbu hem akla, hem duyguya aynı anda hitap ve her ikisini de tatmin eder. Meselâ, Nebe' sûresinde, Kâf suûresinde ba's ve haşri, Kasas 68-75 ve Rum 20-30 parçalarında Allah'ın varlığını ve birliğini Kur'ân'ın nasıl ispat ettiğini, sayısız başka örnekler arasında okuyabiliriz. Beşer ifadesi akıl ile duygu arasında dengeyi kuramaz.. Zira insanlarda düşünen kuvve ile duyan kuvve tam denge hâlinde bulunamaz. Olsa bile aynı anda dengede olmaz, değişik zamanlarda olabilir. Fakat her cümlede bu dengenin bulunması vaki değildir. Kur'ân'da ise bu muvazene mevcuttur. Zira Kur'ân, bir işi diğer işlerine mani olmayan Zât'ın, ruhla bedeni bir arada yaratan Zât'ın kelâmıdır.
2. Mekki ve Medeni Ayırımı

Bütün ifadeler en iyi, ilk serdedildikleri mekân ve makamda anlaşılır. Kur'ân-ı Kerîm ifadeleri de bu genellemeden istisna değildir. Nitekim Kur'ân'ın sağlıklı olarak anlaşılmasını ve tefsir edilmesini temin eden usûllerden birisi de, âyetlerin içinde nâzil oldukları bütün tarihî, dinî, kültürel, ekonomik ve sosyal durumların dikkate alınmasıdır. Bu metot, âyetlerin iniş sebeplerini inceleyen esbâbu nüzul ilminden daha geniş bir alana oturmaktadır. Bize göre bu hususların tefsir usûlü türü eserlerde yerini alan Mekkî-Medenî İlmi çatısı altında ele alınması hem mümkün, hem de uygundur. Hattâ Mekkî-Medenî fikrinin dayandığı pek çok ortak esas sebebiyle Kur'ân'ın tarihî, dinî, kültürel, ekonomik, sosyal vb. hususiyetleri aynı başlık altında ve birlikte mütalâa edilmelidir.

Bilindiği üzere Kur'ân, Mekke ve Medine olmak üzere iki dönemde nâzil olmuştur. Hicretten önce nâzil olmuş âyetler Mekkî, hicretten sonra nâzil olmuş âyetler de Medenî'dir. Bu sınıflamaya göre Kur'ân âyetlerinden her biri muhakkak Mekkî ya da Medenî olmak durumundadır. Yüz on dört sûrenin Mekkî-Medenî tasnifine göre, Kur'ân'ın seksen altı sûresi Mekke döneminde, yirmi sekiz sûresi de Medine'de nâzil olmuştur.

Allah Tealâ, ilâhî ve evrensel vasıflara sahip kelâmını, milâdî yedinci yüzyılın Arap lisanı içinde inzal etmeyi murad buyurmuştur. İlâhî yönünü kaybetmeksizin beşerî unsurlara tercümanlık yapan Allah kelâmı Kur'ân, bu yönüyle insana çok büyük bir kıymet biçmekte ve pek önemli bir mesaj iletmekte, diğer taraftan insana da çok mutena bir değer ve şeref kazandırmaktadır. Çünkü Allah Tealâ insanın hidâyetini bulması ve halifelik vazifesini lâyıkı veçhile îfâ edebilmesi için kelâm-ı ezelîsini beşer diliyle göndermiştir. "Düşünüp anlayasınız diye Biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik." (Yusuf sûresi, 12/2) Bu ve benzeri pek çok âyetin dile getirdiği husus düşünüldüğünde, Yüce Rabb'imizin ezelî kelâmını biz kullarının hayır ve menfaati için anlayabileceğimiz beşerî bir dil formatına dökmesinin, ne büyük bir şükrü mucip nimet olduğu idrak edilebilmektedir.

Kur'ân'ın Mekke döneminde nâzil olan âyetlerinin iman ve teslimiyete dâir mesajları, çok yalın, keskin, çarpıcı, etkileyici ve ikna edici tarzda gelmiştir. Mekke âyetlerinin çoğu, iman kurtarma hassasiyetiyle kısa ve şok tesirinde nâzil olmuştur. Beşer beyni, kısalığına ters orantılı şok âyetler karşısında âdeta sarsılmakta, ilâhî hakikatler karşısında daha öncesinde sahip olduğu bütün ezberleri bozulmakta ve buna muhatap olan insan kendisini helakten kurtaracak bir çıkış yolu aramaya başlamaktadır. Doğrusu bu âyetler hidâyete nasipli muhataplarına "kul oldum Sana Allah'ım" diyerek secdeye kapanmaktan başka bir yol bırakmamaktadır. Çünkü bu âyetler o kadar güçlüdür ki, âdeta Hz. Musa'nın karşısına çıkan sihirbazların hakkı görmeleri üzerine "Âlemlerin Rabbine, Musa'yla Harun'un Rabbine iman ettik." (A'raf sûresi, 7/122) demeleri gibi iman edip secdeye kapanmaktan başka bir seçenek bırakmamaktadır. Örnek olarak aşağıdaki âyetlerin şok etkisi yapan gücüne bir kulak verelim:
إِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ وَأَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَإِذَا الْأَرْضُ مُدَّتْ وَأَلْقَتْ مَا فِيهَا وَتَخَلَّتْ وَأَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ

"Gök yarıldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğdiği ve yarılma muhakkak vukû bulduğu zaman. Yer uzatılıp dümdüz edildiği zaman, içindekileri dışarı atıp bomboş kaldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğdiği ve içindekileri dışarı atıp boşalma muhakkak vukû bulduğu zaman. Bakın hele, neler olacak o zaman!" (İnşikak sûresi, 84/1–5) Mealle birlikte beşer sözüne dönüşmüş bu yıkık dökük çeviriyle bile insanı derinden etkileyen bu âyetlerin, bir de icaz özelliği bulunan orijinal diliyle putperest Mekke sokaklarında okunup yankılandığını tasavvur edelim ve meydana getirdiği tesiri bir düşünelim.

Yaklaşık on üç yıl süren bu dönemin ardından başlayan Medine döneminde nâzil olan âyetler ise, Müslümanların hicretle kavuştukları yerleşik düzene paralel olarak nispeten rahatlamış; ama bir o kadar da mesuliyet aşılayıcı mahiyet arz ederler. Mekke döneminde kökleri atılmış olan inanç esaslarının, davranışlar boyutuna yansıyan gerekleri, vazife ve mesuliyetleri, nefislerden başka bir engelin baskı kuramadığı rahatlık ve nefes almışlık içerisinde âdeta inci taneleri gibi dizilir Medine âyetlerinde. Kuşkusuz bu dönem âyetlerinde, tartışılmaz önemine binaen iman vurgusu yine tekrar edilir. Ancak yanında ibadet, ahlâk ve içtimâî davranış kuralları da bildirilir. Mekke'dekinden farklı olarak bu dönemin imtihan kervanına Allah yolunda malı infak etmenin yanında canı feda etme de katılmıştır yoğun olarak: "Ey iman edenler! Sizi elim bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda hizmet edersiniz; bir bilseniz böyle hareket etmek, sizin için ne kadar da hayırlıdır!" (Saff sûresi, 61/10–11)

Kur'ân'ın derin anlamlarına nüfuz etmede bu bilginin büyük değeri vardır. Çünkü İslâm davetinin geçirdiği sıkıntı ve merhaleleri âyetlerle adım adım izlemek, Kur'ân'ın problemlere nasıl çözümler getirdiğini, bunu yaparken insan gerçeğine en üst düzeyde riâyet etmenin bir göstergesi olarak tedrici usûlü kullanarak nasıl en mükemmel sonuca ulaştığını, insanları vahyin nurunda nasıl terbiye ettiğini müşahede etmek, Mekkî-Medenî ilkesinin işletilmesiyle mümkün olmaktadır. Öte yandan gerek Mekke'de gerek Medine'de insanların hem vahye hem de birbirlerine nasıl muamelede bulunduğunu görebilmek de yine bu ilim vesilesiyle hâsıl olur. Kur'ân-ı Kerîm'in kavramlarını, fikir ve tasavvurlarını, toplum kurgusu ve anlayışını peyderpey nasıl olgunlaştırıp kemale erdirdiği, onun Mekkî'si ve Medenî'si dikkate alınarak gözlenir. Meselâ Kâfirûn sûresi'ni okuyan ve bu sûrenin hangi ortamda, nerede ve ne zaman nâzil olduğunu bilmeyen birisi âyetleri doğru anlayamayabilir ve "sizin dininiz size, benim dinim de bana" prensibini farklı yorumlayarak yanlış sonuçlar çıkarabilir. Hattâ insanlara rehberlik etmenin, onlara hakkı göstermenin, Allah yolunda çalışıp çabalamanın zorunlu olmadığını da ileri sürebilir. Oysa Ramazan el-Bûtî'nin de dediği gibi bu sûrenin Mekke'de nâzil olduğunu, ileri gelen müşriklerin efendimize hitaben "gel ey Muhammed, biz senin ilâhına bir yıl tapalım, sen de bizim ilâhımıza bir yıl tap" demeleri üzerine nâzil olduğu bilindiğinde, yukarıda zikri geçen yanlış düşüncelere mahal kalmaz.

Ayrıca tabiî ortam yanında âyetlerin çeşitli hâllerde nâzil olması detayı da âlimlerimiz tarafından kayıt altına alınmıştır. Sözgelimi yolculukta, gündüz ve gece hâlinde, seher vaktinde, yaz ve kış mevsimlerinde, yatakta ve uyku esnasında, arzda ve semada, toplu melekler eşliğinde, ayrıca Cuhfe, Beyt-i Makdis, Taif ve Hudeybiye gibi mekânlarda nâzil olan âyet ve sûreler tespit edilmeye çalışılmış, haklarındaki mâlûmat kayıt altına alınmıştır.
Mekkî-Medenî Âyetlerin Genel Özellikleri

İlâhî kelâm, beşerin anlaması için nâzil olduğu dönemin ifade kalıplarını; dinî, sosyal, ekonomik ve kültürel tasavvurlarını dikkate almıştır. Âyetlerin lâfızları ve muhtevaları, içinde nâzil oldukları Mekke veya Medine dönemlerinin hususiyetlerinin nazara alındığını göstermektedir. Nitekim biz bir âyetin Mekkî ya da Medenî olduğunu bilmesek bile alâmet ve mümeyyezlerine (belirgin, ayırtedici özelliklerine) bakarak onun hangi dönemde nâzil olduğunu tahmin edebiliriz. Binaenaleyh bu özelliklerin öğrenilmesinde büyük yararlar vardır.

Ayrıca dönemlerinin belirgin tasavvur, olay, olgu, düşünce, inanç ve tezahürleri doğrultusunda Mekke ve Medine dönemlerine has kimi kavram ve konular da dikkat çekmektedir. Sözgelimi Yahudilerle ve onların düşmanlıklarıyla ilgili âyetlerin Medenî olması, Müslümanların hicret sonrasında Medine'de yoğun ve etkin bir nüfus olarak bulunan Yahudilerle karşılaşmalarıyla alâkalıdır. İklim ve toprak yapısının müsait olmaması ve su kaynaklarının yetersizliği gibi problemlerden dolayı tarıma elverişli olmayan, ancak canlı bir ticaret hayatına sahip Mekke'de hileli ticaretin yaygınlığı sebebiyle, Hz. Şuayb'ın (as) ticaret yaparken tartılarını düzgün tutmaları hususunda kavmini uyardığı âyetler, Mekke döneminde nâzil olmuştur. Öte yandan topluma bağlılık ve içtimâî mesuliyetlerini yerine getirme gibi konuların ise Medine'de nâzil olan âyetlerde gündeme getirilmesi, İslâm toplumunun burada teşekkül etmiş olmasıyla alâkalı bir durumdur.
Mekkî Âyetlerin Özellikleri

Mekkeli Araplar, içinde kaybolunacak kadar uçsuz bucaksız kum denizlerinde bazen çok yalnızlaşır, güçsüz duruma düşerler, yok edilmekten ve başka kabilelerin saldırılarına hedef olmaktan korkarlardı. Böyle zor anlarında çöl bedevileri, daha nüfuzlu bir kabilenin himayesine sığınmak zorunda kalırlar ve ancak bu sayede biraz rahat nefes alabilirlerdi. Tipik bir Mekke vasatını yansıtan bu bilginin üzerine şu Mekkî âyet ne kadar da uymakta ve putperest Arapları himaye edilmeye ihtiyaç duymayan Allah'a iman etmeye ne kadar da etkili çağırmaktadır: "De ki: Her şeyin mülkiyetini elinde tutan, himaye eden ama kendisi himaye altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım." (Mü'minun sûresi, 23/88)

Bedevilerin çöl hayatından söz açılmışken Kur'ân'daki tekrarları da, Arapları büyüleyen çöl kumsallarındaki tekdüze has manzaralara benzetmek, Kur'ân kıssalarını vahalarla karşılaştırmak ve bu tekrarları vahyin yoğun tehdit ve sert ikazlarının ardından insanın bir nebze durup soluklandığı çöldeki istirahat noktalarına teşbih etmek mümkündür. Ayrıca Kur'ân'ın secileri de, çöl manzaralarıyla ne kadar çok benzeşmektedir. Muhammed Kamil Huseyn "Uzun çöl yolculuğunu mutlu bir sonla bitirmeyi isteyen kimse, önünde duran ve hepsi benzer işaretlerle kapatılmış olan farklı uzunluktaki yolları kısaltmak zorunda olduğunu bilir." diyerek bu benzerliği dile getirir. Arapların içinde yaşadıkları çöl gerçeğinin Kur'ân'ın kavram, tasavvur ve dünya görüşüne yansımaması düşünülemez. Biraz önce de ifade edildiği gibi, çöllerdeki tabiatın görünümü ve aynılığı bir fırtınayla bir anda değişebileceği için kumlarla kaplı engin çöller, istikrarsızlık ve güvensizliğin sembolüdür. Çöllerde, tepeler ve yollar sürekli aynı yerlerinde duran istikrarlı yol işaretleri ve güven telkin eden kilometre taşları değildir. Hâsılı çöllerde gayeye ulaştıracak yolu bulabilmek, başka bir deyişle hidâyet üzere olabilmek çok zordur. Bu yüzden çok mâhir bir rehberin yol göstermesine şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır; zîrâ iyi bir rehber edinmeden aşılmaz bu çöller. Binaenaleyh güvenilir rehberi olmayan insanın dünya hayatındaki durumu da çöllerin istikrarsız ve güvensiz durumundan farklı değildir. Dünya hayatında insan güvenilir bir rehberin kılavuzluğuna teslim olmadan maksuduna sağ-sâlim varamaz, belâ ve musibetlerle dolu yollardan Kur'ân'ın ve Sünnetin rehberliği olmadan geçemez. Bu bakımdan Kur'ân'da sıklıkla kullanılan hidâyet, hâdî ve hüdâ kelimelerini bu hakikatle okumak insan ruhunda çok daha tesirli izler bırakmaktadır.

Mekkî âyetlerin en belirgin dış özelliği, kısa ve net ifadelerden oluşmasıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi bu tür âyetler insanlar üzerinde bir volkan tesiri yaparlar. Bu âyetlerin ses bitimlerinin de dikkat çekici tarzda vezinli gelmesi benzer bir özelliği oluşturmakta ve bu hâl, Kur'ân pasajlarına harikulâde bir güzellik ve tesir gücü katmaktadır. Mekke dönemi insanlarının müşrik, mütekebbir ve inatçı yapıda olmaları, bir nevi böyle bir üslûbu gerekli kılmıştır. Daha ziyade Mekkî âyetlerde görülen kimi konu ve motiflerin tekrarlanması da dönemin bir başka özelliğini oluşturur. İnançsızlara meydan okuyup reddetme makamında "Hayır! Tasavvur, inanç ve söylemleriniz asla doğru değil." mânâsına gelen "Kellâ" lafzının geçmesi de Mekkî bir hususiyettir. Başka bir deyişle içinde "kellâ" lafzının geçtiği âyetler Mekkî'dir. Başında elif lâm mîm veya yâ sîn gibi hurûf-i mukattaa' olarak adlandırılan hece harflerinin yer aldığı 29 sûrenin 27'sinin Mekkî olması da dönemin bir diğer ayırt edici vasfı olarak kabul edilmiştir. "Ey Âdemoğulları!" ve "Ey insanlar!" şeklindeki hitaplarla ve yeminle başlayan âyetlerin yanında secde âyetleri de Mekkî'dir.

Mekkî âyetlerin ayırıcı muhteva özellikleri arasında ise, temel inanç esasları, hitap çoğunluğunun müşriklere yapılarak olumsuz tasavvur ve davranışlarının reddedilmesi, ahlâkî meziyetlere özendirilmesi, sabrın tavsiye edilmesi, nefsin, malın, aklın, namusun ve dinin korunması şeklinde özetlenebilecek temel ve genel teşrî esaslarından söz edilmesi ve önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedilmesi yer almaktadır. Ayrıca Bakara sûresi hâriç İblis ile Hz. Âdem kıssasından bahsedilmesi, cinlerden söz edilmesi gibi temalar da Mekke döneminin karakteristik muhteva özelliklerinden sayılmaktadır.
Medenî Âyetlerin Özellikleri

Kur'ân'ın Medine'deki muhatapları Allah ve Resûlü'nün bütün talimatlarına iman ederek teslim olmuş kimselerdir ve nâzil olan vahyi can kulağıyla dinlemekte ve hidâyetinin gereğini yapmaya âdeta can atmaktadırlar. Böyle muhataplara konuşan bir hitabın da daha fazla eğitici ve öğretici formda gelmesi, bilgileri ve konuları detaylarıyla beraber uzun uzun vermesi pek tabiîdir. Bu bakımdan Mekkî âyetlerin aksine Medenî âyetler, gözle görülür derecede uzun pasajlar hâlinde nâzil olmuştur. Uzun âyetler muhtevalarının da teenni ile okunup anlaşılarak gereğinin yerine getirilmesini hâsıl etmiştir. Çünkü Mekke'deki kısa âyetler vicdan ve duyguları harekete geçirirken, uzun Medenî âyetler aklı ve idraki harekete geçirmiştir. Yine önceki dönemden farklı olarak âyetlerdeki secî'lerin azaldığı da görülmektedir. Medenî âyetlerde görülen bu farklılıklara rağmen, yine de dönem âyetlerinde çok güçlü psikolojik motivasyonlar yer almaktadır. Meselâ Medenî bir sûre olan Haşr sûresi'nin 21. âyeti, Allah kelâmına karşı insanın ne kadar da katı kalbli ve ağlayamayan kuru bir çift göze sahip olduğunu haykırmakta ve Mekke'dekilere benzer şekilde ruhlarda büyük bir tesir icra etmekte "Eğer Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan başını önüne eğdiğini ve paramparça olduğunu muhakkak görürdün. Biz bu misâlleri insanlara düşünsünler diye anlatıyoruz." Muhatapların kimlikleri doğrultusunda Medenî âyetlerde "Ey iman edenler!" diye hitap edilmesi; namaz, zekât, hac, nikâh, boşanma, alışveriş, faiz ve savaş gibi konularda detaylı bilgilerin verilmesi, adam öldürme, hırsızlık ve zina gibi birtakım suçlarla ilgili belirlenmiş cezaların konulması, detaylı miras dağılımının yapılması, münafıklardan söz edilmesi, ehl-i kitapla nasıl ilişki kurulacağı ve mücadelede bulunulacağının anlatılması, Medine döneminin diğer mümeyyez vasıflarındandır. İdeal bir yönetimin tesisi anlamında istişareden ve ihtilâf vukuunda Hz. Peygamber'e (aleyhisselâm) müracaat edilmesinden söz edilmesi de bu dönem âyetlerinin muhtevaları arasında yer almıştır. "Resûl" olarak Hz. Peygambere itaatin emredilmesi de yine dönemin karakteristiklerindendir. Zîrâ Kur'ân'da yaklaşık otuz âyette Allah ve Resûlü'ne itaat ّemri mânâsında "أَطِيعُوا اللهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ" şeklinde ifadeler geçmektedir ve bu âyetlerin tamamı da Medenî'dir. Bu âyetler şayet Mekke'de, Resûl'e (s.a.s.) itaatin gerçekleşmeyeceği bir ortamda nâzil olsaydı, -hâşâ- ilâhî sözün değeri ve ağırlığı buharlaşacak, böylece belâgate muhalif bir hâl ortaya çıkacaktı ki, mu'cizü'l-beyan olan Kur'ân-ı Kerîm bundan her zaman münezzeh olmuştur. Medenî âyetlerin muhtevalarından bir başkası da, mü'minlere zafer ve fetih vaat edilmesidir. Ayrıca Hz. Peygamber'in (s.a.s.) eşlerinden ve aile hayatından söz eden âyetler de Medine'de nâzil olmuştur.

1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   56


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət