Ana səhifə

T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Yüklə 3.91 Mb.
səhifə24/56
tarix26.06.2016
ölçüsü3.91 Mb.
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   56

1. ÜNİTE

KUR’AN TARİHİ

Kur’an-ı Kerim ilk kez miladi 610 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde Mekke şehrinde vahyedilmeye başlandı. Mekke’de yaşamakta olan ve Allah tarafından Peygamber olarak seçilen Hz Muhammed ilk vahyi kırk yaşında Mekke yakınlarındaki Hira mağarasındayken aldı. Hz Muhammed kırk yaşına yaklaştığında, hayatında o zamana kadar tanık olmadığı bazı haller yaşamağa başlamıştı. Gece gördüğü rüyalar gündüz gerçekleşiyordu. Hz Muhammed yine bu yaşlardayken yalnız kalmaya ve tefekkür etmeye başlamıştı. Hira mağarasına gidiyor, yiyeceği ve içeceği bitinceye kadar günlerce orada kalıyordu. Daha önce tanık olmadığı bu farklı duyguları anlamaya çalışıyor ve Allah’a ibadet ediyordu. Vahiy gelmeden önceki bu dönem yaklaşık dört beş yıl kadar sürdü. Hz Peygamber’in bu yılları adeta kendisini yirmi yılı aşacak uzun bir vahiy dönemine hazırlamıştır.

Bu dönemin ardından vahiy meleği Cebrail, Peygamberimize gelmiş ve ilk vahyi getirmiştir. Bu olay şöyle gerçekleşmiştir: Cebrail Hz Muhammed’in yanına gelerek ona: “Oku!” dedi. Hz Muhammed “Ben okuma bilmem” cevabını verince melek onu sıkıca kavradı ve bıraktı. Ardından yine “oku” dedi. Hz Muhammed buna karşılık yine “ben okuma bilmem” deyince melek onu sıkıca kavradı ve bıraktı. Cebrail üçüncü defa aynı şeyi tekrarladıktan sonra “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz cömertlik sahibidir. O, kalemle öğretendir. O insana bilmediğini öğretti.” (Alak: 1-5) ayetlerini okudu ve uzaklaşıp gitti. Yaşadığı bu sıra dışı olayı ilk anda anlamlandıramayan ve dehşete kapılan Hz Muhammed hemen evine sığındı ve Hz Hatice’den kendisini örtmesini istedi. Evinde bir süre dinlenen ve ilk anın korku ve endişesini üzerinden atan Hz. Muhammed kalktığında başından geçen bu olağanüstü olayı sevgili eşi Hz Hatice ile paylaştı. Bunun üzerine Hz Hatice yaşadığının gerçek dışı olmadığını ve Allah’ın kendisini yalancı durumuna düşürmeyeceğini söyleyerek onu sakinleştirmeye çalıştı.

Daha sonra Hz Muhammed, Hz Hatice ile birlikte bu olanlar hakkında kendisine danışmak üzere Hatice’nin yaşlı amcaoğlu Varaka b. Nevfel’e gitti. Varaka, Kur’an’dan önceki semavi kitaplar hakkında bilgisi olan, onları okuyabilen, o yörenin nadir bilgelerindendi. Hz Muhammed'in bu tecrübesini dinledikten sonra Varaka, aynı durumla önceki Peygamberlerin de karşılaştığını ve kendisine gelenin, daha önce Hz Musa'ya da gelmiş olan vahiy meleği Cebrail olduğunu belirtti. Ardından da dinini tebliğ etmeye başladığında eğer hala hayatta olursa kendisini izleyeceğini ve destekleyeceğini ekledi. Bu bilgiler üzerine Hz Muhammed, tıpkı kendisinden öncekiler gibi peygamberlikle görevlendirildiğini anlamıştı. Bu görüşmenin ardından Hz. Hatice kendisine ilk inanan kişi oldu.



1. Hz. Peygamber Dönemi: Vahyin Nüzulü ve Tespiti


Kur’an bir seferde bütün olarak bir kitap şeklinde indirilmemiştir. Ayet veya ayetler halinde olaylar geliştikçe ve gerektikçe indirilmiştir. Böylece Kur’an'ın emirleri topluma yavaş yavaş yerleşmiştir. Bu durum Hz. Aişe tarafından şöyle dile getirilmiştir: "Kur’an vahyi önce cennet ve cehennemden bahseden kısa bir sure ile başladı. İnsanlar İslam'da toplanınca helaller ve haramlar indi. Şayet önce içki içmeyin diye emredilseydi, onlar içkiden asla vazgeçmeyiz derlerdi. Önce zina etmeyin hükmü inseydi, zinadan asla vazgeçmeyiz derlerdi."

Kur’an'ı Kerim'de de ayet indirilişinin amacı açıklanmaktadır: "Kur’an'ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm ve gerektikçe indirdik.”

Başka bir ayette Kur’an'ın bu şekilde indirilmesini istismar eden müşriklere cevap olmak üzere Kur’an'ın bu şekilde indirilmesiyle onun Peygamber'in kalbine iyice yerleştirilmesinin amaçlandığı bildirilmektedir. (Furkan: 25/32).

Kur’an'ın parça parça indirilişinin sebeplerini şöyle özetlemek mümkündür: a)Toplumun vahye olan ilgisinin canlı tutulması,

b) Peygamber'in ve Müslümanların karşılaştıkları zorluklara karşı desteklenmesi,

c) Kolay ezberlenmesi,

d) Eğitim ve uygulama kolaylığının sağlanması,

e) Toplum hayatındaki önceliklerin dikkate alınması,

f) Vahye karşı düşmanlık besleyenlere zaman tanıyarak gönüllerinin kazanılması.

Kur’an'ın ilk inen ayetleri Alak suresinin ilk beş ayetidir. Bütün halinde ilk inen sure ise Fatiha suresidir. Medine'de ilk nazil olan sure Bakara suresidir. Son inen ayet hakkında tam bir ittifak yoktur. Bakara: 278, Nasr: 1-3 ve Maide: 3 gibi ayetlerin son inen ayetler olduğu söylenir.

Ayetlerin tertibi tevkîfîdir. Nazil olan her ayetin, hangi surenin neresine konulacağını Hz Peygamber bilir ve yazılmasını vahiy kâtiplerine emrederdi. Cebrail, ona vahiy geldikçe her ayetin yerini de söylemiştir. Ayetlerin sayısı 6236'dır. Bu konudaki farklı görüşler, ayetlerin başlangıç ve bitiş yerlerindeki farklı görüşlere ve besmelenin her surenin başında o sureye ait bir ayet sayılıp sayılmadığına dayanır.

Ayetlerin son kelimesine, kendisinden sonra gelen ayeti evvelkinden ayırdığı için fasıla denmiştir.

Surelerin tertibi konusunda İslam bilginleri arasında bir ihtilaf vardır. Suyuti’nin de içinde yer aldığı alimlerin bir kısmına göre, surelerin tertibi tevkifidir. Diğerlerine göre ise bir kısmı tevkifi olmakla birlikte çoğunlukla ictihadidir. Sahabenin elindeki nüshaların farklı tertibte olmaları bunun en önemli delilidir.

Sureler uzunluklarına göre de tasnif edilirler. Fatiha'dan sonra gelen yedi uzun sureye "es-Seb'u't-Tıval" denir. Ayetleri yüzden fazla veya buna yakın olan surelere "el-Miûn", ayetleri yüzden az olan surelere "el-Mesanî", daha sonra kısa ve besmeleli fasılalar çok olan sureler vardır ki bunlara da "el-Mufassal" denir. El-Mufasal da "et-Tıval" (uzun), "el-Evsat" (orta), "el-Kısar" (kısa) diye üç bölüme ayrılır.

Kur’ân’ın tespiti, yani cem’i hususuna geçmeden önce cem’ kavramı üzerinde kısaca durmak yerinde olacaktır. Cem’, sözlükte, bir şeyin kısımlarını birbirine yaklaştırmak ve katmak suretiyle bir araya getirmek, toplamak ve biriktirmek demektir. Kavram olarak ise, Kur’ân’ı sayfalar halinde veya bir mushafta derlemek yahut ezberlemek suretiyle bir araya getirmek şeklinde tanımlanabilir.

Hâfız ile cem’in ism’i faili olan câmi kelimeleri arasında İslam müellifleri yakın bir ilişki kurarak âdeta birbirinin yerlerine kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerim nazil oldukça onu cem’ etmeye gayret eden sahabe, aynı zamanda onu ezberliyordu. Bu da o dönem içerisinde tabiî bir durum arzetmekteydi.


1.1. Kur’an’ın Ezberlenmesi Şeklinde Cem’i

Hemen belirtmek gerekir ki, Kur’ân’ı ezberleme hususunda en büyük gayret, vahyin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber’e aittir. Bu manada Kur’ân-ı Kerim’i ilk ezberleyen bizzat Rasulullah’tır. Rasulullah’ın ümmi olduğu, gerek kendi beyanları gerekse Kur’ân ayetleri ile sabittir. Vahiy geldiği zamanlarda Hz. Peygamber’in, Kur’ân’ın hiçbir kelimesini kaybetmemek için ne kadar acele davrandığı ve onu ezberlemek için ne kadar sabırsızlandığı da bir gerçektir. Bu süreç, Allah’ın, Peygamberine, Kur’ân’ı hafızasında ezberlettireceği, lafzının kıraati ve manasının anlaşılması hususlarında kendisine kolaylık ihsan edeceğine dair garanti vermesine kadar devam etmiştir:

“Rasulüm! Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak da yine bize aittir”. (Kıyame 75/16-19). “Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur’ân’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbim benim ilmimi artır’ de”. (Tâhâ 20/114). Allah gerçekten Kur’ân-ı Kerim’i Peygamberinin kalbinde topladı ve zamanının hafızlarının önderi, Kur’ân ve ilimleri konusunda Müslümanların mercii kıldı.

Hz. Peygamber’den vahyi dinleyen sahabîler de ya hıfz, yahut da kitabet yoluyla, işittikleri vahiy bölümlerini tespit etmeye çalışıyorlardı. Yazı bilenler tebliğ edilen vahyi yazıyorlar ve yazdıkları metinlerden ezberliyorlardı. Yazı bilmeyen yahut yazı malzemesini temin etme imkânına sahip olamayanlar ise Hz. Peygamber’den namaz, vaaz, irşad veya başka vesilelerle okuduğu ayetleri bizzat kendisinden dinleyerek ezberlemeye gayret ediyorlardı. Şurası da bir gerçek ki, o dönemde Kur’ân’ın ezberlenmesi ve korunması için hafıza yazıdan daha pratik ve güvenilir bir metot olarak kabul ediliyordu. Çünkü tebliğe muhatap olan Arap toplumu ümmi olmakla beraber kuvvetli bir hafızaya sahipti.

Hz. Peygamber, sahabeyi Kur’ân’ı öğrenmeye, ezberlemeye ve diğer insanlara öğretmeye teşvik ediyordu. Şu hadis-i şerif örnek olarak zikredilebilir: “Sizin en hayırlı olanınız Kur’ân’ı öğrenen ve onu başkalarına öğretendir”. Hz. Peygamber’in bu teşvikleriyle sahabeden birçokları Kur’ân’ın tamamını ezberlemişlerdi. Bunlardan en meşhurları muhacirlerden, dört halife, Talha, Sa’d, Abdullah b. Mes’ud, Huzeyfe, Salim, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Amr b. el-Âs ve oğlu Abdullah, Muaviye, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Sâib, Hz. Âişe, Hafsa ve Ümmü Seleme’dir. Ensardan Rasulullah’ın hayatında hafız olanlar ise Ubeyy b. Ka’b, Muâz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ebu’d-Derdâ, Mücemmi’ b. Harise, Enes b. Malik ve amcası Ebu Zeyd.

Abdullah b. Amr b. el-Âs’tan gelen sahih bir hadiste Rasulullah “Kur’ân’ı şu dört kişiden alınız (öğreniniz): Abdullah b. Mes’ud, Salim, Muaz ve Ubeyy b. Ka’b” buyurmuştur. Ancak Kur’ân’ı ezberleme işi, hadiste ismi geçen bu dört kişi ile sınırlı kalmamıştır. Bilakis Kur’ân-ı Kerim’i güzel okumada mahir olanların sayısı, Hz. Peygamber döneminden sonra ismi sayılanların birkaç katıdır. Salim Yemame savaşında şehit oldu, Muâz Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, Ubeyy ile Abdullah b. Mes’ud da Hz. Osman’ın halifeliği döneminde vefat ettiler. Zeyd b. Sabit hayatta kalmış ve Kur’ân-ı Kerim’in kıraati hususundaki başkanlık kendisine geçmiş, bu şekilde ismi anılardan sonra uzun bir müddet yaşamıştı. Yukarıdaki rivayetten anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, bu hadisi ifade ettikleri sırada, Kur’ân’ın bu şahıslardan öğrenilmesini emretmişti. Yoksa bu, o dönemde isimleri sayılan bu dört kişiden başka Kur’ân’ı ezberleyen başka kimseler olmadığı anlamına gelmez. Halbuki sahabeden onlar gibi Kur’ân’ı ezberleyen daha birçokları mevcuttu.

Hz. Peygamber, vakit namazlarında okunabilmesi için, Kur’ân-ı Kerim’in ezberlenmesi hususuna titizlikle eğiliyordu. Dolayısıyla o ana kadar inen bütün Kur’ân metnini ezbere bilmek gerekiyordu. Bazı sahabiler kolaylarına gelen birtakım sureleri ezberlerken, diğer bazı sahabiler ise hepsini ezberlemeye özen gösteriyorlardı. Hz. Peygamber’in vefat ettiği dönemde, ensar arasında biri Ümmü Varaka isimli kadın olmak üzere, dört ile sekiz hafız olduğu rivayet edilir. İşte Hz. Peygamber bu hıfz yöntemiyle Kur’ân’ın bir bütün halinde muhafaza edilmesini temin etmiştir. Kıraat ve dini ibadet için yapılan bu ezber, hayat boyunca ibadetle paralel devam ediyor, nesilden nesile aktarılarak sonraki devirlere kadar sağlam bir şekilde ulaşması sağlanıyordu.

Ayrıca Hz. Peygamber’in her sene Ramazan ayında Kur’ân’ın o zamana kadar nazil olan kısmını Cebrail (a.s.) ile karşılıklı mukabele etmesi demek olan arza geleneği, Kur’ân metninin korunması için son derece büyük önem arzetmektedir. Rasulullah’ın (sav) vefat ettiği yıl arza iki defa vuku bulmuştu ki, buna arza-i âhire denilir. Konuyla ilgili rivayetlerde bu son arzada Kur’â’ın baştan sona kadar iki defa okunduğu belirtilmektedir.



1.2. Kur’an’ın Yazılması Şeklinde Cem’i

Hz. Peygamber sahabeyi Kur’ân’ı ezberlemeye teşvik etmekle kalmamış, aynı zamanda Kur’ân’ın gelecek kuşaklara sağlam bir şekilde aktarılmasını temin için yazılmasını da emretmiştir. Bu konudaki hadislerden birkaçı şunlardır:

1. “Benden Kur’ân’dan başka bir şey yazmayınız. Kim benden Kur’ân dışında bir şey yazmışsa onu hemen imha etsin”.

2. Başka bir rivayette ise “Hz. Peygamber (sav), kendisine bir vahiy geldiğinde kâtiplerinden birini çağırıp ona ‘Bu âyetleri, falan âyetleri içine alan sureye koy (yaz)’ dediği nakledilmiştir.

3. Berâ b. Âzib şöyle nakleder: ‘لايستوى القاعدون’ ayeti nazil olunca Rasulullah: ‘Bana falanı çağırın’ dedi. Çağrılan kişi (Zeyd b. Sabit) mürekkep, kalem ve üzerine yazı yazılacak malzeme ile geldiğinde Hz. Peygamber ona ‘لايستوى القاعدون’ âyetini yaz’ dedi.

Yukarıda zikredilen rivayetler gösteriyor ki Allah Rasulü, kendisine gelen her Kur’ân ayetini yalnızca ezberletmekle yetinmemiş, ayrıca yazıyla da kayıt altına alınmasını sağlamıştır. İşte Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber ve onun ashabının üstün gayretlerinden büyük bir pâye elde etmiştir. Ancak onların bu hizmetleri sadece Kur’ân’ın ezberlenmesi ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda onun yazı ile tespit edilmesinde de kendini göstermiştir. Ancak bu faaliyet, kendi dönemlerinde yazı araç ve gereçlerinin imkanları ölçüsünde gerçekleşmiştir.

Bizzat Kur’ân-ı Kerim, kendisinin yazılı bir kitap olduğunu ifade eder: “Muhakkak bu Kur’ân, elbette çek şerefli bir Kur’ân’dır, masûn ve mahfuz bir kitapta (yazılı)dır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez”. Diğer bir âyetten öğrendiğimize göre itirazcılar şöyle dediler: “Bu âyetler, onun başkasına yazdırıp da, kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelkilere ait masallardır”.

Bu âyetler, Kur’ân-ı Kerim’in, Medine’ye hicretten önce, o zamana kadar inen kısmın yazılı olduğunun canlı birer şahididir. Fakat Hz. Peygamber’in gelen vahyi yazdırmaya ne zamandan itibaren başladığı kesin olarak bilinmiyor. Peygamberliğinin henüz beşinci yılında, hicretten sekiz yıl önce bu konudan bahsediliyor. Hz. Ömer, müslüman olmadan önce kız kardeşi ve eniştesi arasında cerayan eden vakıa bize bu hususta bir fikir verebilir. Bilindiği gibi o anda Hz. Ömer’in kız kardeşinin elinde Kur’ân-ı Kerim’in yirminci suresi olan Tâhâ suresi yazılı olarak bulunuyordu. Unutulmamalıdır ki, Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy ve ilk direktif, insan bilgisinin ve ilmin en büyük ve ehemmiyetli bir vasıtası olan kalemin övgüsü ile ilgilidir.

Hz. Peygamber, gelen âyetleri vahiy kâtiplerine yazdırdıktan sonra, kontrol amacıyla kâtibe yazdığını okumasını söylüyordu. Bundan başka, inen ayetleri müminlerin yanında da tekrar okuyordu.

Yine şunu da belirtmekte fayda vardır ki, Hz. Peygamber gelen vahyi yazmaları için sahabeden bazılarını kâtip olarak görevlendirmişti. Kur’ân’dan herhangi bir sure veya âyet nazil olduğunda, kitabetin hıfza katkı yapması ve Allah’ın kitabının tespit ve korunmasındaki titizlik ve ehemmiyeti göstermesi için bu kâtiplere yazmalarını emrederdi. Bunlar sahabenin önde gelenleri idiler. Aralarında Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Muaviye, Ebân b. Saîd, Hâlid b. Velîd, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit, Sâbit b. Kays var idi. Rasulullah (sav) kâtiplere surede yazılması gereken yeri söyler, onlar da gelen yeni âyetleri hurma ağacı yapraklarına (usubu’n-nahl), ince beyaz taşlara (lihâf), kumaş ya da bez parçalarına (rikâ’) ve işlenmemiş derilere (kıta’u’l-edîm) yazarlardı. Bunlardan başka sahabeden, Arapların süregelen âdetlerine göre hafızasına güvenerek âyetleri yazmayıp sadece ezberlemekle yetinenler de vardı. Kısacası Kur’ân’ın tamamı Hz. Peygamber zamanında yazı ile tespit edilmişti.


2. Halifeler Dönemi: Cem’ ve İstinsah

2.1. Kur’an’ın Cem’i

Hz. Peygamber’in vefatından hemen önce Kur’ân-ı Kerim tamam olmuştu. Hz. Peygamber nazil olan âyetlerin nerelere konulacağını dahi söylemişti . Vefatından sonra dağınık olan bu vahiy malzemesinin bir araya getirilmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber bu konuda yönlendirme ve işaretlerde bulunuyordu. Bu işaretleri değerlendiren sahabiler Kur’ân’ı cem’ etmişler, ancak bu cem’ işlemi şahsi olduğundan, tabii olarak usul ve tertipleri birbirinden farklı olmuştur. Bu bakımdan bu mushaflar, onları cem’ edenlere isnad edilmiştir. Mesela Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud ve Ubeyy b. Ka’b’ın tertip ettikleri mushaflar gibi .

Hz. Peygamber hayatta iken birçok konuda olduğu gibi, Kur’ân konusunda da kendisine başruvulurdu. Ancak Allah Rasulünden sonra onun yerine idareyi teslim alacak halifede böyle bir nitelik olamayacağı için, ihtiyaç ya da zaruret hasıl olduğu vakitlerde müracaat etmek için, iki kapak arasında toplanmış bir Kur’ân nüshasının bulunması zorunluluk arz ediyordu. Zira derlenecek bu mushafın bundan sonra esas ve teminat olması gerekiyordu .

Hicretin on ikinci senesinde meydana gelen Yemame savaşında birçok Kurrâ sahabinin şehit edilmesi, Kur’ân-ı Kerim’in toplanmasına vesile teşkil etmiştir. Daha sonra Kur’ân’ı cem’etme görevi kendisine verilecek olan Zeyd b. Sabit, hadiseyi şöyle anlatıyor: “Yemame savaşından sonra, Ebû Bekr bana haber yolladı. Yanına gittiğimde, Ömer de Ebû Bekr ile birlikte bulunuyordu. Ebû Bekr bana dedi ki: ‘Ömer bana gelerek Yemame savaşında birçok Kur’ân hâfızının şehit düştüğünü, harp meydanlarında Kur’ân’ı ezberleyen kimselerin şehit edilmesiyle Kur’ân’dan birçok şeyin zayi olacağından endişe ettiğini söyledi. Bu yüzden benden Kur’ân’ı bir araya toplamamı (derleme) istedi’. Ben de ona: ‘Allah Rasulünün yapmadığı bir işi nasıl yaparım?’ dedim. Ömer bunun üzerine yemin etti ve bunun hayırlı bir iş olduğunu söyledi ve isteğini tekrarlamaya devam etti. Ve nihayet Allah bu işe aklımı yatırdı ve gönlüme ferahlık verdi. Böylece Ömer’in fikrine ben de katıldım. O bana: ‘Sen ise gençsin, akıllısın, seni itham altında bırakacak herhangi bir söz de yok, Kur’ân’ı araştırarak topla’ dedi”. Zeyd b. Sabit sözüne şöyle devam eder: “Vallahi bir dağı taşımayı teklif etselerdi, dağı taşımak Kur’ân’ı cem’ etmekten bana daha ağır gelmezdi. Ebû Bekr ısrarında devam edip durdu. Nihayet Allah, Ebû Bekr ile Ömer’in kalbini ferahlattığı gibi benim de göğsüme ferahlık verdi. Böylece Kur’ân’ı yazılı olduğu hurma dallarından, beyaz taşlardan ve insanların hafızalarından araştırdım” .

Zeyd b. Sabit’e bu görevin verilmesinde onun, Rasulullah’ın (sav) özel vahiy kâtiplerinden olması, genç ve zekâsıyla sahabe arasında temayüz etmiş olması, Kur’ân’ın tamamını daha Rasululah (sav) hayatta iken ezberlemiş ve düzgün bir şekilde kıraatini icra ediyor olması, arza-i âhirede bulunmuş olması ve herhangi bir şeyle itham edilmemesi sebebiyle insanların ona güven duyması etkili olmuştur . Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Zeyd’e hitaben şöyle der: “Mescidin kapısı önünde oturun. Kim size, iki şahitle birlikte Allah’ın kitabından bir şey getirirse onu yazın” .

Zeyd, Kur’ân’ı cem’etme işinde Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in birlikte belirledikleri, sağlam bir metot takip etti. Ne insanların sadece ezberinde olanı almakla, ne de insanların ellerinde yazılı Kur’ân metinlerini kabul etmekle yetindi. Bilakis iyice araştırıp incelemek suretiyle şu iki prensib esas alındı: Allah Rasulünün (sav) huzurunda yazılmış olan metinler ile insanların ezberlerinde bulunan âyetler. Yazılı metinlerin Hz. Peygamber’in huzurunda yazıldığına dair iki âdil şahit getirilmedikçe de onu kabul etmiyordu .

Hemen ifade etmek gerekir ki, her ne kadar bazı alimler, söz konusu iki şahitten maksadın, “hıfz” ile “kitabet” olduğunu söylüyorlarsa da, bu tutum vakıaya pek uygun düşmemektedir. Zira böyle bir iddianın doğru olduğunu ileri sürmek, bir sahabinin ezberlemiş olduğu herhangi bir Kur’ân metnini yazılı olarak Zeyd’e sunmasını yeterli kabul etmek demektir. Halbuki burada esas olan, getirilen bir Kur’ân nüshasında yer alan metnin, Hz. Peygamber tarafından okunmuş ve yazdırılmış bir metin olduğunu iki şahitle ispat etmektir. Buna göre şahitlik etmeleri için getirilen iki sahabi, sunulan metnin bizzat Hz. Peygamber tarafından okunduğu, böylece de onun Kur’ân’dan olduğu yolunda şahitlik yapıyorlardı. Dolayısıyla Zeyd b. Sabit, Kur’ân’dan olduğu kesinlik kazanmayan hiçbir metni Kur’ân’a koymuyordu. Bu tespit işleminde takip edilen yöntemin sebebi de, ortaya çıkma ihtimali bulunan herhangi bir şüpheye imkân tanımamaktı .

Zeyd Kur’ân’ı derleme görevini bu düsturları takip ederek tamamladı. Derlenen bu mushaf şu özelliklere sahipti:

1. Derleme işi en sağlam ilmi usullerle gerçekleşmiştir.

2. Tilaveti mensuh olan âyetler alınmamıştır .

3. Bu nüsha içerisinde yer alan âyetlerin tevatür yoluyla bize intikal etmiş olduğunda ümmetin icmaı gerçekleşmiştir.

4. Yedi harfi içermektedir .

5. Zeyd b. Sabit tarafından yazdırılan bu Kur’ân’a, Abdullah b. Mes’ud’un (v. 32/652) önerisiyle “mushaf” ismi verilmiştir. Zerkeşi (v. 794/1392) bu olayı şöyle nakleder: “Ebû Bekr Kur’ân’ı cem’ edip ‘Bu Kur’ân’a bir isim verin’ deyince bazıları ‘İncil diyelim’ karşılığını verdi. Bu isim orada bulunanların hoşuna gitmedi. Bazıları ‘Sifr’ diyelim dediler. Yine oradakiler bu adın Yahudiler tarafından kullanıldığını belirterek kabul etmediler. Sonunda Abdullah b. Mes’ud ‘Habeşlilerin yanında bir kitap görmüştüm, ona mushaf diyorlardı’ deyince bu ismi beğenip uygun buldular” . Böylece Zeyd b. Sabit tarafından yürütülen bu tespit faaliyeti, Ebû Bekr ve Ömer gibi önde gelen sahabilerden bazılarının da yardımı ile bir yılın sonunda son bulmuştu.

Birtakım malzemelerin üzerinde ya da ezberlerindeki Kur’ân metnini Rasulullah’tan (sav) almış olan sahabilerin ölümleri sebebiyle, Kur’an’dan hiçbir metnin zayi olmaması için adı geçen zatların yaptıkları bu iş (Allah’ın Kitabını sahifeler içinde toplama ve muhafaza etmeleri işi), dine yapılan hizmetlerin en büyüğü ve en azametlisi olmuştur. Sonra bu pâk sahifeler mecmuâsı hayatı boyunca Hz. Ebû Bekr’in yanında bulunda. Onun ölümünün ardından o sahifeler topluluğunu Hz. Ömer teslim aldı ve yanında muhafaza ve ta’zim edilmiş olarak kalmaya devam etti. Hz. Ömer vefat edince mü’minlerin annesi Hz. Hafsa’nın himayesinde kaldı. Çünkü Hafsa, Hz. Ömer’in çocukları içerisinde, onun vakıfları ve terekesi üzerinde vasiyye sahibi idi .


2.2. Kur’an’ın İstinsâhı

Hz Osman döneminde Kur’ân’ı toplama ve istinsah faaliyeti, siyasal hayatın oldukça çalkantılı bir devresinde gerçekleşmiştir . Çünkü Hz. Osman zamanında İslam devletinin sınırları bir hayli genişledi. Ülke topraklarına yeni yeni beldeler ve buralarda yaşayan çeşitli yabancı unsurlar katıldı. Yeni katılan unsurların içinde Müslüman olanların sayısı bir hayli fazla idi. Bu yeni Müslüman olmuş kişilere İslam dinini öğretmek üzere devlet merkezinden muallimler gönderiliyordu. Peygamberimiz (sav), Kur’ân-ı Kerim’in yedi harf/yedi lehçe üzerine nazil olduğunu bildirmiş ve bunları bizzat kendisi okumak suretiyle Müslümanlara öğretmişti. Yeni fethedilen bölgelere gönderilen muallimler, öğrendikleri ve duydukları kıraatle okuyor ve okutuyorlardı. Kur’ân’ı yeni öğrenen bu müslümanlar, kendi okuyuş tarzlarının diğerlerinden daha doğru olduğunu savunuyorlardı. Bu savunmalar, bazen galeyana dönüşüyor ve iş mücadele safhasına kadar varıyor, böylece ilmin yanı başında taassub da kendini gösteriyordu .

Azerbaycan ve Ermenistan seferlerine katılan Iraklı ve Suriyeli askerler arasında, Kur’an’ı okumada bazı kıraat farkları belirmiş ve her iki taraf da kendi okuyuşunun doğru olduğunu iddia etmişti. Bu, daha büyük olayların başlangıcı olabilirdi. Bu ihtimal dahilindeki tehlikeyi sezen o bölgenin kumandanı Huzeyfetü’l-Yeman, durumdan hemen Hz. Osman’ı haberdar etti ve kendisini bu karışıklığı önleme hususunda çareler aramaya teşvik etti. Bu olayı Buhari (v. 256/870) şöyle nakleder:

“Hz. Osman’ın hilafetinin ilk yıllarında yapılan Ermenistan ve Azerbaycan seferi sırasında çeşitli bölgelerden sefere katılan Müslümanlar arasında kıraat ihtilafları zuhur etmişti. Huzeyfetü’l-Yeman, İbn Mes’ud’un kıraatini esas alan Kûfelilerle Ebu Musa el-Eş’arî’nin kıraatini esas alan Basralılar arasındaki kıraat tartışmalarına tanık olunca endişeye kapılır ve sefer dönüşü halifeye konuyu şöyle arz eder: ‘Ey mü’minlerin emiri! Kalk, şu ümmet Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarında düşmüş oldukları ihtilafa düşmeden önce bu işin çaresine bak!’. Bunun üzerine Hz. Osman, Hafsa’ya: ‘Yanında bulunan sahifeleri bize gönder, onları mushaflarda çoğaltalım, sonra sana iade ederiz’ diye haber yolladı. Hafsa da bu mushafı Hz. Osman’a gönderdi. Hz. Osman mushaf gelir gelmez Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Sa’îd b. el-Âs ve Abdurrahman b.el-Hâris b. Hişam’ı çağırarak onlara, Kur’ân’ı istinsah etmelerini emretti. Bu zatlar da Kur’ân’ı çoğalttılar. Hz. Osman Kureyşli olan üç kişiye: ‘Siz, Kur’ân’dan herhangi bir şey hususunda Zeyd ile ihtilafa düşerseniz onu, Kureyş lehçesi ile yazınız. Zira Kur’ân onların diliyle inmiştir’ dedi. Çoğaltma işi bitince de Hz. Osman bu sayfaları (Hz. Ebû Bekr’in derlemiş olduğu nüshayı) Hafsa’ya iade etti. Ardında da çoğaltılan mushaflardan çeşitli beldelere birer tane gönderdi ve gönderilen bu mushafların dışındaki Kur’ân nüshalarının ve Kur’ân yazılı sayfaların yakılmalarını emretti” .

Bu rivayetler de gösteriyor ki, o gün için Müslümanlar arasında vuku bulan kıraat hususundaki ihtilaflar çok korkunç bir noktaya gelmişti ve derhal çözüm üretilmemesi durumunda da Müslümanlar arasında iz bırakacak birtakım önemli hadiselerin, belki de savaşların çıkmasına neden olabilirdi. Bu merhalede asıl üzerinde durulması gereken husus, Müslümanları söz konusu rivayetlerdeki ihtilafa sürükleyen sebeplerin gerisinde yatan ana nedenlerin neler olduğudur. Bu konuda iki sebepten söz edilebilir: Birisi, Kur’ân’ın yedi harf ile okunmasına ruhsat verilmiş olması ve bu ruhsatın bir uzantısı olarak Hz. Ebû Bekr zamanında derlenen Kur’ân’ın da aynı şekilde yedi harfi içermesidir. Diğer bir sebep ise bazı sahabilerin hususi mushaflarına tefsirî mahiyette birtakım kelimeleri ilave etmiş olmalarıdır .

Yukarıdaki rivayette isimleri geçen ve istinsah komisyonunda görev alan sahabiler, kendilerine gelen metnin Kur’ân metni olduğuna, arza-i ahîrede geçtiğine ve ilgili metnin mensuh olduğuna dair Hz. Peygamber’den herhangi sahih bir nakil olmadığına kani olmadıkça mushafa almıyorlardı. Mesela “فاسعوا إلى ذكر الله” ifadesinin yerine “فامضوا إلى ذكرالله” ibaresini kabul etmemişlerdir. Yine “وكان وراءهم ملك يأخذ كلَّ سفينة غصباً” âyetinde “سفينة” kelimesinden sonra “صالحةٍ” ziyadesini, söz konusu prensiplere uymadığı için reddetmişlerdir.

Yine bu bağlamda İbn Zübeyr bir gün Hz. Osman’a “Sizden vefat eden ve eşlerini geride bırakanlar ise …” ayetini, bir başka ayetle nesh edildiği halde neden mushafa yazdığını sormuştur. Hz. Osman bunun üzerine şu cevabı verir: “Ben, Kur’ân’ın hiçbir şeyini tağyir edemem” .

Komisyon titiz çalışmalar sonunda birçok Kur’ân nüshası yazmıştı. Zira Hz. Osman, üzerinde icmanın gerçekleştiği bu nüshaları Müslüman beldelere göndermeyi amaçlamıştı. Yedi harfi içermesine özen göstermişler, bu yüzden metni noktasız ve harekesiz yazmışlardı. Bazı kelimeler noktasız ve harekesiz yazılınca, tabii olarak birkaç şekilde okunabiliyordu. “إنْ جَاءَكم فاسِقٌ بِنَبَإِ فَتَبَيَّنُوا” âyetinde “فَتَبَيَّنُوا kelimesi nokta ve harekesiz yazılınca فَتَثَبَّتُوا şeklinde okunabiliyordu ki, bu da başka bir kıraattir. Yine “وانظرْ إلى العِظامِ كيف نُـنْشِزُها” âyetindeki نُـنْشِزُها” kelimesinin “”نُـنْشِرُها okunabilmesi mümkün oluyordu ki, bu da aynı şekilde başka bir kıraat şeklidir .

Mushafların istinsahı işine hangi tarihte başlandığını kesin olarak bilmiyoruz. Ancak, istinsah işleminin tamamlanması ve merkezlere gönderilmesi tarihinin, Hicretin 30. senesi olduğu açıktır. Zira bu senenin başlarında Sa’îd b. el-Âs Kûfe valiliğine getirilmişti. Kûfe’ye gönderilen Kûfî Mushaf bu şehre getirilince, Sa’îd b. el-Âs daha oradan ayrılmadan İbn Mes’ud şahsi mushafını yakmayı kabul etmemiş ve sahabilere de bu yönde telkinlerde bulunmuştur. Böylece Huzeyfetü’l-Yemân’ın Azerbaycan ve Ermenistan seferleri sırasında Kur’ân’ın vücuhatına dair ihtilaflara şahit olması ile mushafların istinsah ettirilip İslam beldelerine gönderilmesi arasında beş sene veya buna yakın bir zaman geçmiş oluyor. Bu kadar bir zaman dilimi, böylesi önemli bir hizmetin tamamlanması için çok sayılmaz .

Kuvvetle muhtemel ki Hz. Osman, mushaflardaki bu farklılıklardan haberdardı. Şöyle ki, hepsi sahih kıraat olan mushaflardaki bu farklılıklardan birisini alıp; yekdiğerini terk etmiş olsaydı veya nüsha farkı verir gibi ikinci şekli yazdırmış olsaydı, yahut da birisini yazdıktan sonra diğerini de onun peşine yazdırmış olsaydı, şu hususlar ortaya çıkacaktı: Öncelikle ikinci kıraat şekli terkedilmiş olacaktı, ikinci olarak kıraatte tercih yapılmış olacak, üçüncü olarak da mushafın hacmi oldukça büyük olacaktı. Bu itibarla, harf noksanlığı ve fazlalığı hususundaki farklılıklar, mushaflarda ayrı ayrı muhafaza edilmiş oldu .

İstinsah edilen bu mushaflardan her biri bir beldeye gönderilmiştir. Gönderilen bu mushaflar sahih kıraatlerin hepsini ihtiva etmekteydi. Bu husustaki galip görüş, mushafları çeşitli beldelere götüren kişiler, onlardaki kıraatleri de bilen kimselerdir. Bu zatlardan Zeyd b. Sâbit Medine’de bırakılmış, Abdullah b. Sâib Mekke’ye, Muğire b. Şihab Şam’a, Ebu Abdirrahman es-Sülemî Kûfe’ye ve Amir b. Kays da Basra’ya gönderilmişlerdir . Ancak İbn Ebi Davud (v. 316/928), bir rivayete dayanarak, istinsah edilen bu mushafların beş değil yedi olduğunu, yukarıda sayılan beş beldeye ilaveten Yemen ve Bahreyn’e de birer mushaf gönderildiğini belirtir . Medine’de bırakılan nüshaya İmam Mushaf denilir .

Bu beldelerde, sonradan şöhret bulan ve İbn Mücahid tarafından isimleri tespit edilen kıraat imamlarının senedlerinde bu zevatın bulunması ve imamların rivayetlerindeki farklılıklar, istinsah edilen mushafların değişik kıraatleri ihtiva ettiğini göstermektedir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki, bu kıraat farklılıklarının hepsi, sahih kıraat vasfına haizdirler. Bu tespitler şu hususları ortaya koymaktadır: Hz. Osman’ın istinsah ettirdiği mushafları çeşitli beldelere götürenler ve ayrıca öğretim işi ile görevlendirilenler, gittikleri yerlerde kendi bildikleri kıraatleri öğretmişler ve birçok hâfız ve kurrâ yetiştirmişlerdir. Bu belde sakinleri, Kur’ân’ı onlardan öğrendikleri şekilde okumuşlardır .

Bilindiği üzere Hz. Osman’ın yapmış olduğu faaliyet, Hz. Ebû Bekr zamanında bizzat Rasulullah’ın (sav) baş vahiy kâtibi olan Zeyd tarafından meydana getirilen müdevven Kur’ân-ı Kerim’i sadece çoğaltıp yaymak olmuştur. Hz. Osman bu konuda o kadar titizlik göstermiştir ki, resmi metinde bazı kelimelerin yazılış tarzını (imlasını) sevmemesine rağmen, bu gibi önemsiz ayrıntılarda bile işe müdahale etmek istememiştir .

Hz. Osman, istinsah işleminin bitmesinden sonra, Kur’ân-ı Kerim kıraati hususundaki karışıklığın önüne geçmek ve tartışmalara bir son vermek için de, insanlardan, ellerinde bulunan diğer Kur’ân sayfalarını ve İmam Mushaf’tan farklı tertibe sahip olan mushafları yakmalarını istemiştir . Hz. Ali bu hususta kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap verir: “Osman hakkında iyilikten başka bir sıfatla bahsetmeyiniz. Kur’ân nüshalarını bizimle istişare etmeden yakmadı ve bize ‘şu kıraat hakkında görüşünüz nedir?’ diye sordu ve bunu da şu şekilde izah etti: ‘Bana gelen habere göre bazıları bir kısım insanlara, benim kıraatim seninkinden daha iyi, diyor, bu gibi haller küfre kadar varabilir’. Bunun üzerine biz de Osman’a ne gibi bir tedbir düşündüğünü sorduk. O da, herkesi bir kıraat üzerinde birleştirmenin icap ettiğini söyledi. Biz de: ‘Muvafıktır, seninle aynı görüşteyiz’ dedik .

Sahabe arasında görülen kıraat hususundaki farklılıklar, Rasulullah’ın (sav) emri ile yürürlükten kaldırıldıkları için Kur’ân metninden çıkarılanlar dışında, yazıcı (müstensih) hatalarından, yanlış okuma hatalarından vb. kaynaklanmaktadır. Her hal ü kârda, şurası kesindir ki bugün elimizde bulunan Kur’an metni, ta işin başından beri, onu ezberlemiş olan kimselerin hafızalarının yanı sıra, aynı zamanda yazılı metinlere de dayandırılmaktadır. Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır ki, Kur’an öğretimiyle ilgilenen Müslüman muallimler, öğrencilerine diploma (icazet) verirken, bu talebelerine kendi üstatlarının ağızlarından çıkan aynı telâffuz ve aynı ses ölçüleri içinde öğretim yaptıklarını, onların da aynı şeyi kendi hocalarından gördüklerini ve zincirleme olarak bu tarz Kur’an okuyuş ve tilâvetinin Hz. Osman, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Ubey b. K’ab gibi sahabelerin ağızlarından çıktığı şekilde olduğunu tasdik ve ifade ederler. Bu dört sahabe de bu okuyuş tarzını Rasulullah’ın ağzından duydukları sekliyle kendi talebelerine naklettiklerini tasdik etmektedirler. Bu da, Rasulullah’ın çeşitli sahabelerine atfedilen bazı ifadelerin, gerçekte bu ayetlerin açıklama ve yorumlarından başka bir şey olmadığı varsayımını doğrulamaktadır .

Yine Hz. Ali, Hz. Osman’ın Kur’ân-ı Kerim’i çoğaltması ve bunun dışında ashabın elinde bulunup İmam Mushafa muhalif olan şahsî tertibe tabi tutulmuş diğer mushafları yaktırması hususu kendisine sorulduğunda şu cevabı verir: “Şayet Osman’ın yapmış olduğu faaliyet bana görev olarak tevdi edilseydi (yani onun yerinde halife olarak ben bulunsaydım) elbette onun mushaflar hakkında yapmış olduğunun aynısını yapardım.” Dolayısıyla Hz. Osman’ın yaptığı bu işi, sahabiler çok yerinde bir hareket kabul etmiş, kendi şahıslarına ait olup da bu mushaflara uymayan mushaflarını imha etmişler ve neticede de bu mushaf üzerinde ashabın ve de tabiinin icmaı gerçekleşmiştir .

Kısaca söylemek gerekirse, şimdi elimizde bulunan Kur’ân metni, Hz. Ebû Bekr zamanında toplatılıp bir araya getirilen ve Halife Osman tarafından resmen çoğaltılıp İslâm Dünyasının yedi tarafına yayılan metindir. Şimdi bütün dünyada yaygın olan metin budur. Halife Osman devrinde çoğaltılıp dağıtılan yedi asıl nüsha ile Hz. Ebû Bekr zamanında bir araya getirilen nüshalardan hiç biri günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak, bugün Taşkent, Londra ve İstanbul’da sergilenen nüshaların Halife Osman dönemine ait olduğu düşünülmektedir. Eski yazarlar bu ilk nüshaların yanıp kül olduğu, muhtelif devirlerde çıkmış birtakım yangınlardan söz etseler de bugün elimizde, bu ilk nüshaların henüz mevcut olduğu bir sırada bunlara bakılarak çoğaltılmış, sonraki dönemlere ait birçok el yazması Kur’an nüshası bulunmaktadır. Yine belirtelim ki, bu en eski el yazması Kur’an’larla bugün elimizde bulunan Kur’an metinleri en küçük bir fark olmaksızın tıpatıp aynıdır.
2.3. Kur’an’ın Cem’i İle İstinsahı Arasındaki Farklar

Hz. Ebû Bekr ile Hz. Osman tarafından gerçekleştirilen ve Kur'ân-ı Kerim’in toplanmasıyla ilgili olarak yapılan her iki cem’ faaliyeti arasında bazı farklılıklar tespit edilmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Hz. Ebû Bekr, Yemame savaşında bir çok hafızın şehit düşmesi üzerine ve daha başka savaşlarda olabilecek fiili durumları da dikkate alarak Kur’ân ehlinin ölümü yüzünden Kur'ân'dan birtakım âyet ve surelerin kaybolacağı korkusuyla, Kur'ân'ı toplayıp bir araya getirmiştir. Çünkü o zamana kadar Kur'ân, daha önceden toplanıp bir araya getirilmemişti.

b) Hz. Ebû Bekr bu cem’ işini, Kur'ân surelerinin âyetlerini, Hz. Peygamber’in bildirdiği sıraya göre tertip ederek yapmıştı. Sureler bugünkü gibi, sıraya konulmamıştı.

c) Hz. Osman'ın cem'i ise, Arapların Kur'ân'ı kendi geniş lügatleri üzerine okumalarından dolayı, Kur'ân vücuhatında meydana gelen ve birbirini hata ve hatta küfür ile suçlamalarına kadar varan ihtilafların, müslümanlar arasında baş göstermesi ve işin büyüyüp, tam bir fitne hâlini alması korkusuyla yapılmıştı.

d) Çoğaltma faaliyeti yapılırken, önce Hz. Ebû Bekr tarafından cem’ edilen Suhufun sureleri, birbiri arasında ve bugünkü gibi sıraya da konulmuştu.

e) Kur'â'ın, Kureyş lügati üzerine nazil olduğu gerçeği delil kabul edilerek, okunuşu diğer Arap lügatlerine de şâmil olsa bile, öncelikle güçlüğü ve karışıklığı bertaraf etmek için, Kur'ân diğer bütün lügatlerden arındırıldı. Yazım işi ise, sadece Kureyş lehçesinde olduğu gibi yapıldı. Çünkü diğerlerine olan ihtiyaç, artık ortadan kalkmıştı. Kureyş lügati ise, Arap dilinin en arı-duru olanıydı. Bunun için de Kur’ân yazımında bu dil tercih edildi .

Tüm bu çalışmalar, re'y ve içtihada dayandığı gibi, bu konuda söz sahibi olan sahabilerin yardımlarıyla birlikte, Kur’ân konusunda otorite oldukları herkesçe kabul edilen âlimlerin desteğine de ihtiyaç vardı. Bunlardan dört tanesi, daha Peygamberimiz zamanında meşhur olmuşlardı. Halbuki bunlardan, Huzeyfe'nin azatlısı Sâlîm, Yemame vak'ası'nda şehit düşmüş; Muâz b. Cebel ise, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanında vefat etmişti. Bu dört zâttan, geriye Abdullah b. Mes'ûd ile Ubey b. Ka'b kalmıştı. O zaman Abdullah b. Mes'ud Kûfe'de bulunuyordu ve Huzeyfetü’l-Yemân’ın Kur’ân’ın bir an önce cem’ ve istinsahı yönündeki fikrine katılmıyordu. Bu nedenle, kendisinden sarf-ı nazar edecek olursak; geride sâdece Ubey b. Ka'b kalmış oluyordu.


3. Halifeler Sonrası Dönem: Harekeleme, Noktalama, Vakf ve Özel İşaretler, On Kıraat ve İmamlar

Büyük merkezlere gönderilen Mushaflara rağmen, Müslümanlar arasındaki okuma güçlükleri ve yanlışlıkları devam etmiştir. Bunun temel nedeni, Mushaflardaki bazı harflerin hâlâ çeşitli şekillerde okunmaya elverişli olmasıydı. Çünkü bu yazıda harflerin üstünde ve altında bugün kullandığımız noktalar yer almıyordu. Sözgelimi "be" sesini kodlayan aynı diş kullanılarak ye, te, ne, se (peltek) seslerini yazmak mümkündü. Bu durum dili bilenler açısından çok fazla sorun yaratmayabiliyordu. Çünkü dili bilenler bağlamdan ve dilin o zamanki kullanımından yola çıkarak metinleri doğru bir şekilde okuyabiliyordu. Ancak çeşitli okumalara izin veren bu yazı, dili iyi bilmeyen ve ibareyi ezbere okuyamayanlar tarafından kullanıldığı zaman büyük yanlışlara yol açabiliyordu.

Öte yandan söz konusu yazıda bugün sesli harfler için kullandığımız harekeler de bulunmuyordu. Bu da kelimelerin değişik şekillerde okunmasına yol açıyordu. Arap dilbilgisi kuralları göz önüne alındığında cümle içindeki kelimelerin işlevlerini tanımlamak bakımından harekelerin ne kadar önemli olduğu hemen anlaşılır. Çünkü cümle içinde özellikle kelimelerin son harflerine verilecek harekeler anlamı doğrudan etkilemektedir.

İslam coğrafyasının genişlemesiyle ana dili Arapça olmayan birçok kimsenin İslam'a girerek Kur’an ile muhatap olması sonucunda, yukarıda sözü edilen türden sorunlarla karşılaşılması doğaldı. Bu durumun farkına varan Basra valisi Ziyad b. Sümeyye (ölümü: 673 m.) bu sorunu çözmesi için Ebu Esved ed-Düelî'den bir yöntem geliştirmesini istedi. Başlangıçta bu öneriye sıcak bakmayan Ebu'l-Esved, sorunları bizzat görünce Ziyad'ın önerisini kabul ederek emrine verilen kâtiple birlikte mushafı baştan sona kadar harekeler. Bu ilk harekeleme yöntemine göre fetha için harfin üstüne kırmızı mürekkeple bir nokta, esre için altına bir nokta, ötre için önüne bir nokta konmuş, tenvin ise iki nokta ile gösterilmiştir.

Emevi devletinin Irak valisi Haccac (v. 95/714) yanlış okumaların önüne geçecek son adım için Yahya b. Ya'mer ve Nasr b. Âsım'ı görevlendirmiş, onlar da bugünkü noktalı harflerin noktalarını yerleştirmiştir. Ebu Esved ed-Düeli'nin koyduğu noktalarla karışmaması için de farklı bir renk kullanılmıştır. Ünlü dil bilgini Halil b. Ahmed ise günümüzde kullanılan harekeleri ve diğer noktalama işaretlerini geliştirerek bu yöndeki çalışmalara son şeklini vermiştir.

Hareke ve nokta konulmasından sonra da Kur'ân'a yönelik birtakım faaliyetler devam etmiştir. Bu faaliyetlerden biri de, âyetlerin sonlarına konulan duraklardır. Bu duraklar, ilk önce daire meyilli çizgi­lerden oluşurken, daha sonraları daire şeklinde gösterilmiş ve zamanla da gül şeklini almıştır. Bilindiği gibi bugün basılan Mushaflarda da sözü edilen bu durakların içinde âyet numaraları yer almaktadır.

Hicrî altıncı aşra gelindiği zaman da Muhammed b. Tayfur es-Secâvendî (v.560/1165) tarafından Kur'ân'a, manası göz önünde bulundu­rularak geliştirilen ve adına "secâvend" denilen bir takım işaretler konulmuştur. Bunlardan başka sûre ve cüz başlıkları, hizib ve secde işaretleri ihtiyaca binaen Kur'ân'a resmedilmiştir. Ayrıca her beş ve on âyetten sonra "tahmis" ve "ta'şir" işareti konulmuştur. Buna göre bir surenin her beş âyetinin sonuna "hams/beş", her on âyetinin sonuna da "aşr/on" kelimesi kaydedilmiş, bazı Mushaflara da söz konusu keli­melerin yerine onların ilk harfi olan "hı" ve "ayn" yazılmıştır. Ancak sözünü ettiğimiz bu işaretler Türkiye'de basılan Mushaflarda yer alma­maktadır. Memleketimizdeki Mushaflarda bir-iki sayfada bir görülen ve durak üzerlerine yazılan "ayn" harfleri, ta'şir değil rükû işaretidir.

Kırâat-ı aşere diye meşhur olan on kıraat imamları ile onların râvileri şunlardır:



1. Nâfi: Ebû Abdirrahman Nâfi b. Ebî Nuaym el-Leysî (v. 169/785). Aslen İsfahan'lıdır. Kıraati 70 kadar Medine'li kurrâdan almıştır. Ken­disi de Medine'de ikâmet edip pekçok kimseye kıraat öğretmiştir. Bun­dan dolayıdır ki Nâfi, kırâatta Medine'nin imamı sayılmıştır. Remzi "elif" tir. En meşhur iki râvisinden biri, Kâlûn (v. 220/835), diğeri de Verş (v. 197/812)'tir.

2. İbn Kesîr: Abdullah b. Kesîr el-Mekkî (v. 120/738). Mekke'lilerin kıraat imamları sayılan ibn Kesîr, tâbiûndandır. Kıraati Abdullah b. Sâib el-Mahzûmî'den aldığı rivayet edilmektedir. Kaynakların belirttiğine göre İmam Şafii onu övmüş ve kıraatini nakletmiştir. Remzi "dâl" dır. Meşhur iki râvisi vardır, birisi el-Bezzî (v. 250/864), diğeri de Kunbül (v. 291/903)'dür.

3. Ebû Amr: Ebû Amr b. el-A'lâ el-Mâ'zinî (v. 154/770). Basra'lıların kırâatta imamıdır. Zühd ve takva sahibi bir zât olduğu söylenmek­tedir. Kıraati birçok tâbiûndan almıştır. Bunlar arasında tefsirde şöhre­te ulaşmış Mücâhid, İkrime, Sa'îd b. Cübeyr ve Atâ b. Ebî Rabâh da vardır. Bu imamın da iki râvisi bulunmaktadır. Birisi ed-Dûrî (v. 240/854), diğeri de es-Sûsî (v. 261/874)'dir. Remzi boğaz harfi olan "ha" dır.

4. İbn Âmir: Abdullah b. Âmir el-Yahsûbî (v. 118/736). Şam'lıların kıraat imamı olarak bilinmektedir. Kendisi tâbiûndan olduğu için kıraati sahâbîlerden almıştır. Bu sahâbîler arasında Muâviye, Ebu'd-Derdâ, Fudâle b. Ubeyd ve Vâsıla b. el-Eşkâ gibi bazı zatlar da yer almaktadır. İbn Âmir'in râvileri de, Hişâm (v. 245/859) ve İbn Zekvân (v. 242/856)'dır. Remzi "kef" harfidir.

5. Âsım: Ebû Bekr Âsim b. Ebi'n-Necûd (v. 128/745). Tâbiûndan olan Asım Kûfe'lilerin imamıdır. Fesahat sahibi, sika, mutkin, tecvid ilmini çok iyi bilen ve sesinin güzelliği ile tanınan bir zattır. Kıraat ilmini Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Zerr b. Hubeyş ve Ebû Amr eş-Şeybânî'den öğrendiği rivayet edilmektedir. Bu kıraat bilgininin remzi de "nûn" dur. Râvilerinden biri, Ebû Bekr Şu'be (v.190/805), diğeri de Hafs (v. 180/796)'dır.

6. Hamza: Ebû Ammâre Hamza b. Habib ez-Zeyyât (v. 156/773). Asım ve A'meş'ten sonra Kûfe'nin kıraat imamı olduğu bildirilmektedir. Zeytin yağı ticareti ile meşgul olduğu için kendisine "ez-Zeyyât" lakabı verilmiştir. Zühd ve takva sahibi bir kimsedir. Sadece kırâatta değil, aynı zamanda hadis ve ferâiz ilminde de üstünlüğü kabul edilmiştir. Yaşı itibariyle sahabeye yetişmiş olma ihtimali kuvvetlidir. Halef (v. 229/843) ve Hallâd (v. 220 /835) da onun iki râvisidir. Remzi "fe" harfidir.

7. el-Kisâî: Ebu'l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâî (v. 189/805), Hamza'dan sonra Kûfe'nin kıraat imamıdır. el-Kisâî, yalnız kıraat ilminde değil, Arap filolojisinde de büyük bir âlim olarak şöhret bul­muştur. Hârûn er-Reşid zamanında halife ile beraber yanında Ebû Hanife'nin ünlü talebelerinden İmam Muhammed olduğu halde, Horasan istikametine doğru seyahat ederken Re'y'in Ranbûye köyünde yol arka­daşıyla birlikte Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Bu iki büyük âlimin Ölümünden dolayı çok üzülen Hârûn er-Reşid: "Fıkıh ve nahiv İlmini Re'y'e defnettik" demiştir.

el-Kisâî, kıraati Muhammed b. Ebî Leylâ'dan okumuş, kendisinden de Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'în başta olmak üzere pekçok zat kıraat dersi almıştır. el-Kisâî'nin râvileri ed-Dûri (v. 246/860) ve Ebu'l-Hâris (v. 240/854)'dir. Remzi "râ" dır.



8. Ebû Ca'fer: Yezid b. el-Ka'ka' el-Mahzûmi (v. 130/748). Tâbiûn-dan olan bu zatın, kıraati Abdullah b. Kays'tan aldığı rivayet edilmek­tedir. Remzi "ca"' dır. Râvileri, İsâ b. Verdân (v. 160/776) ve Süleyman b. Cemmâz (v. l70/786)'dır.

9. Ya'kûb: Ya'kûb b. İshâk (v. 205/820). Basra kıraat imamlarındandır. Râvileri Muhammed b. Mütevekkil (v. 238/852) ile Ravh b. Abdulmü'min (v. 234/848)'dir. Remzi, "ya"' dır.

10. Halef: Halef b. Hişâm (v. 229/843). Bu zat aynı zamanda Hamzâ'nın birinci râvisidir. Kıraat imamlarının onuncusu kabul edildi­ği için "Halefu'l-Âşır" adıyla da anılmaktadır. Râvileri İshâk b. İbrahim (v. 286/899) ve İdris b. Abdulkerim (v. 292/904) dir. Remzi "hal" dır.
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   56


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət