Ana səhifə

I. BÖLÜM: temel kavramlar diL, KÜLTÜr ve iletiŞİM


Yüklə 4.86 Mb.
səhifə23/29
tarix25.06.2016
ölçüsü4.86 Mb.
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   29

Dramatik Şiir

Dramatik Şiir, acıklı ya da korkunç bir konuyu anlatan şiir; insanın gözünün önünde tiyatro gibi  konuyu canlandırabilen şiir;  opera için yazılan  man­zum dramlardaki şiir. Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; bizim edebiyatta Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiirin en güzel örneklerini verirler. «Eşber» den bir parça:

Halketsem esirlerle leşker,

Mahveylesem ordularla asker,

Olsa bana hep mülûk çâker;

Cinsince o iktidar münker,

Fevkimde uçar tuyûr-u kemter!

Âvâze-i dehr iken tanînim,

Gördüm ana değmiyor enînim;

Milletlere karşı âhenînim;

Bir âfete karşı nazenînim.

Afetse de ey ilâh göster!

Bilmem bana ân mı, şân mı lâzım?

Gülbün mü ya kehkeşân mı lâzım?

Âguuş-u vefâ-nişân mı lâzım?

Bir pençe-i hun-feşân mı lâzım?

Canan mı güzel, cihan mı hoş-ter?( Abdülhak Hâmit TARHAN)

Epik kelimesi Yunanca kelime, konuşma, hikâye, şarkı, kahramanlık şiiri mânasına gelen epos kelimesinden türemiştir. Batı edebiyatında başlıca örnek olarak İlyada ve Odise kabul edilir. Vergilius'in Aeneid adlı eseri Homeros'in tam bir taklididir. Batı ortaçağında Vergilius tesiri Homeros geleneğini canlı tutmuştur. Fakat ortaçağ yazarları klasik modellerin dışında epik eserler de vücuda getirmişlerdir. Beowulf, Roland'ın şarkısı. Daha sonra yazılan bu nevi eserlerde (meselâ Cameons'un Luziat, Tasso'nun Kurtarılmış Kudüs, Milton'un Kaybolmuş cennet) bu gelenek devam ettirilmiştir.

Epiğin çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunların hepsinde ortak olan noktalar şunlardır: Epik yahut destan manzum olarak yazılan uzun bir hikâyeye dayanır. Epik şiirin başka bir özelliği günlük hayatı aşmasıdır. Alelade teferruat, hayatın parçasını teşkil ettiği derecede önem ve değer kazanır. Bununla beraber aslî kahraman düz bir ovada tek bir dağ gibi yükselmez. Kendi çapında arkadaşları, düşmanları vardır. Destan için tabiî yahut uygun olan çevre genellikle büyük hadiselerin cereyan ettiği bir yer veya devir olarak düşünülür: O çağlarda, o günlerde devler varmış. Yakın çağ bir epik için nadiren elverişli bir konu olur. Camoens'in muasırı Tasso kendi epiğini Haçlılar devrine yerleştirir. Roland destanının yazarı ise Şarlman devrini esas alır. Epik şairler hemen daima efsaneyi tarihin bir dalı olarak kabul etmişlerdir.

Genellikle zaman ve mekânda uzaklık epik şiirin bariz bir alâmeti olur. Bu uzaklık epik eserin malzemesinin serbest bir şekilde işlenmesini mümkün kılar. Roland şarkısında basit bir mübareze, eserin mâna dolu merkezi haline gelir. Epikle ilgili nazariyede tabiatüstü varlıkların müdahelesine büyük yer verilir. Bunun sebebi Homeros ve Vergilius'in eserlerinde ilâhların büyük yer işgal etmesidir. Tabiatüstü varlıklar adeta destanın vazgeçilemez öğeleri telakki edildiği için Camoens bile XV. yüzyıla ait olan epik eserinde klasik ilâhlara büyük yer verir. Epik azametin zirvesine yükseldiği Kaybolmuş cennet'te Âdem ile Havva hariç bütün karakterler tabiatüstü varlıklardır. Malzemeyi işleyişte şairin hürriyeti sınırlıdır, zira dinleyicisi hikâyeyi bilmektedir ve esasa ait değişikliklere karşı koyacaktır. Epik, geleneklik hikâyeciliğin gelişmiş şeklidir; gelişmesi boyunca, kahramanlar ve işleri, insanlar arasındaki şöhretlerini yüceltme gayesiyle seçilmiştir. İcat, gerilimin kaydırılması, süsleme, teferruattaki değişmelerle sınırlandırılmıştır. Şairin gücü, yeni bir hikâye meydana getirmeğe değil, meşhur bir hikâyeden bir epik çıkarmağa hasredilmiştir.

Epik şekil ayrıca son derece geleneklikdir; basmakalıp özellikleri bol bol kullanır.

Epik adı bazan yukarda anlatılan şiirlere de verilmiştir. Dante'nin. îlâhî komedi'sine epik denmiştir. Bu şiirin kahramanı yoktur. Aslî karakteri birinci şahıs olarak konuşan şairin kendisidir. Ayrıca hikâyeyi teşkil eden şairin seyahati, öldükten sonra gideceğimiz dünyanın anlatılmasıdır. Seyahatin epik münasebetleri vardır. Kahramanın cehenneme inişine dair olan epik oyuna dayanır ki Dante bunu kendine aktarmış ve Araf ile cennete nakletmiştir. Böylece epik geleneğin bir episodik özelliği bütün bir şiir olmuştur. İlâhî komedi'nin ölçüsü, üslubu ve ağırlığı, yazarların onu epik diye adlandırmalarına sebep olmuştur. Bazı uzun didaktik şiirler de (Hesiod'un Works and days); hatta kahramanlık ölçülerindeki mensur eserler de epiğe uygunlukları dolayısıyla epik diye adlandırılmışlardır.

Sözlü destan ile yazılı destanlar arasındaki fark belirtilmemiştir. Birinciler anonimdir ve anlaşıldığına göre sadece eğlendirme maksadı güderler, medeniyetin ilk safhalarını aksettirirler (İliad, Aeneid). Yapı olarak, epik, yeknesak mısralarla verilir. Deyimler, değişmeyen sıfatlar dolambaçlı söz ve tabirler tekrarlanan formüller bakımından zengindir; konuşmaya geniş yer verilir. Aksiyon kısa bir süreyi içine alır, diğer yıllar hikâye edilir (Odysseia'nın Phaeacian sarayında anlattığı gibi) veya aksiyon, birkaç mısrada tamamlanan fasılalarla birkaç sahnede yoğunlaştırılır. İlyada 49 günü içine alır, 21 i birinci kitaptadır. Beowulf'un birinci bölümü beş gündür; ikinci bölümün büyük kısmı bir günde geçer. İlyada'da teşbihler çoğunlukla mütevazi hayattan alınmışsa da aslî temler prenslerin ve arkadaşlarının savaş sahalarındaki ve saraylardaki (ki buralarda ziyafet, çalgı ve içki çoktur) maceraları, kahramanlıkları ve ıstıraplarıdır. Harp, genellikle epik hayat tarzının merkezidir.

Avrupa dışı epikler de aynı özellikleri gösterir. M.Ö. III. yüzyıl sonlarına doğru Akad epiği Gılgamış ortaya çıkmıştır ki 3000 mısraı bize intikal etmiştir. Az sonra Enuma Elish (ilk kelimelerine göre adlandırılmıştır) çıkar, onun da he­men hemen bin mısraı mevcuttur. Daha önceki Sümer epik hikâyeleri de kahraman Gılgamış'ın yeraltı dünyasına seyahatini, tanrılar ve kahramanlarla savaşlarına dair hikâyeleri anlatır.

Daha sonraları M.Ö. 500 de iki büyük Hint epiği gelir. Efsanevî Vyasa'ya atfedilen Hindistan'ın millî epiği Mâhâbârata çeşitli şairler tarafından yapılan ilâvelerle Odysseia'nin ve İliad'ın 8 misline yükselmiştir. Tanrılara (bilhassa Krishne) dair hikâyelerinde ve Barata kral ailesi hikâyelerinden, klasik Hint dramı konuları çıkar, hikâyeler hâlâ Hint köylerinde söylenir ve birçoğu filme alınmaktadır. Şair Valmiki'nin Ramayana'sı da aynı derecede meşhurdur. Eserde sürgündeki kral Rama doğu şeytanlarını yener. Bu hikâyelerin altında, bazı âlimler güneye doğru Aryan istilâsının ve tarımlaşmanın başlangıcına dair Hint mitinin izini bulurlar. Puranas, daha küçük Sanskrit epikleridir ki, Vishnu'nun on defa canlanışını kâinatın yaratılışı; Tanrıların soyunu ve kral ailelerinin tarihlerini anlatır. Mit, efsane ve tarihin karışması ve ufak olayları kahramanlık ölçülerine yükseltmeleriyle, Doğu epiği de şahsî romans ve kahramanları, Tanrıların savaşı, mitlerin ve dinin yaratılışı veya daha öğretici maksatlarla - Batı dünyasındakilere benzer. Türk edebiyatında Oğuz Kağan destanı'ndan başlayarak, Türk kahramanlarının veya göç maceralarının hikâyelerini anlatan destanlar vardır. İslâmi devreye girdikten sonra epik şiirin en mükemmel örneği Mevlid'dir. Geniş mânada epik şiir tarifine dayanarak hikâyeye dayalı mesnevîlerin birçoğunu epik şiir olarak nitelemek mümkündür. 1947 de modern devrin şiiri epik olmalıdır görüşünün savunucusu olan Ahmet Kutsi Tecer'in bu görüşüne Ahmet Hamdi Tanpınar katılmaz. Zira ona göre bugünün destanı romandır.

Son devir şairlerinden bir kısmı da şiirlerine destan adını vererek onları kendiliklerinden epik şiire dahil ederlerse de henüz Türkiye'de bu konuyu derinlemesine inceleyen bir araştırma yapılmamıştır.

Yahya Kemal'in Selimnâme'si epik şiirin bir örneği sayılabilir. Çok kısa olduğu halde, muhtevası ve tekniği itibariyle Tanpınar, Yahya Kemal'in istanbul'u fetheden yeniçeriye gazel'ini «Türk epik şiirinin incisi» olarak niteler ve epik şiiri yukarda anlatılandan daha farklı bir şekilde yorumlar.

: Epik sözcüğü, Yunancada destan anlamındaki epope den gelmektedir. Yazının bulunuşundan önceki dönemlerde ulusların hayatında derin izler bırakan tarihsel olayları dile getiren destanlar epik şiir sayılır. Epik şiirlerde yiğitlik, kahramanlık, savaş temaları işlenir. Her epope ( destan) ya da epik şiirlerde tarihsel bir gerçek vardır. Epik şiir bu gerçekten kaynaklanır. Epik şiirlerin çoğu, okuyucuyu coşkulandırdığı için lirik özellikler de taşır.

Durduk, süngü takmış kâfir ayakta

Bizde süngü yok

Bir hayret kızıllığı akardı üstümüzden

Dehşetten daha çok

Durduk, süngüsü düşmanın pırıl pırıl ,

Önümüze çıktı bir gündüz, bir gece

Korku değil haşa

Bir büyük düşünce .

( F.Hüsnü DAĞLARCA)

Örnek-2
Kalktı göç eyledi Avşar elleri,

Ağır ağır giden eller bizimdir.

Arap atlar yakın eder ırağı,

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.

Belimizde kılıcımız Kirmani,

Taşı deler mızrağımın temreni.

Hakkımızda devlet etmiş fermanı,

Ferman padişahın, dağlar bizimdir.

Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur,

Öter tüfek davlumbazlar vurulur.

Nice koçyiğitler yere serilir,


Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. (Dadaloğlu)
Çeşit çeşit çiçek takmış döşüne,

Çekilir göçleri peşin peşine

Çıkabilsem şu yaylanın başına,

Kuzulu kurbanlı şişeli dağlar.

Erimiş karları, çekilmiş duman,

Açılmış çiçekler, yürümüş çimen,

Hayali kafamda yaşar her zaman,

Başı oylum oylum meşeli dağlar.

Yüce dağlar birbirine göz eder,

Rüzgâr ile mektuplaşır, naz eder,

Gâhi duman burur, gâhi yaz eder,

Dereli, tepeli, köşeli dağlar.

(Âşık VEYSEL)
«İstanbul'u Fetheden Yeniçeri» için gazel tarzında bir epik şiir örneği:

GAZEL


Vur pençe-i Ali'deki şemşîr aşkına

Gülbangi asmam tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettih-ül-ebvâb vur bugün

Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına

Vur deyr-î küfrün üstüne rekz-i hilâl içün

Gelmiş bu şehsüvâr-i cihangir aşkına

Düşsün çelengi Rûm'un, eğilsin ser-i Firenk

Vur Türk'ü gönderen yed-i takdir aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına ( Yahya KEMAL )

Pastoral Şiir

Pastoral (fr. Pastorale); kır, çoban hayatını, çıplak tabiat güzelliklerini tanıtıp sevdirmek gayesini taşıyan edebî eserlere denir. Şiir roman, hikâye, tiyatro, mektup, makale, seyahat; fıkra; hayrat; sohbet gibi edebî türlerin hepsi pastoral bir görüşle yazılabilir.

Batıda, pastoral şiirlerden doğrudan doğruya tabiat manzaralarını canlandıran idil; karşılıklı konuşma tarzında yazılan pastoral manzumelere eglog denilir. Yunan edebiyatından Theokritos (M.Ö. III. yüzyıl), Lâtin edebiyatından Vergilius (MÖ. 70 - 19) en büyük pastoral şiir örneklerini veren şairlerdir.

Pastoral Şiir: Çoban ve kır yaşamını,doğa güzelliklerini anlatan şiirlere pastoral şiir denir.

Pastoral şiirlerin her türlü süsten , yapmacıktan ,gösteriş ve söz oyunlarından uzak bir yapısı vardır. Bunlara bukolik şiir ( çoban şiiri) de denir.

Pastoral şiirin iki biçimi vardır:

İDİL: Bir ozanın ya da çobanın ağzından yazılıp kır yaşamının çekiciliğini , güzelliğini anlatan çobanıl aşkı yansıtan kısa şiirlere denir.

EGLOG: BİR kaç çobanın karşılıklı konuşmaları yoluyla oluşturulan , aşk , kır yaşamı üzerine duygu ve düşüncelerini yansıtan pastoral şiirlere denir.


Avludan geçtiğini gördü gelinin

Suya gidiyordu öğle güneşinde

Ardında bebesi yalınayak

Geride Karabaş

Tozlu yoldan

Söğütlerin oradaki çeşmeye


Yalağında bulutlar yıkanan çeşmeye (Oktay RIFAT)

Gümüş bir dumanla kapandı her yer

Yer ve gök bu akşam yayla dumanı

Sürüler , çeşmeler , sarı çiçekler

Beyaz kar, yeşil çam, yayla dumanı ( Ömer Bedrettin UŞAKLI)
BİNGÖL ÇOBANLARI

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.

Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum.

Bekçileri gibiyiz ebenced buraların,

Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün aynı pınardan doldurup testimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla.

Okuma yok,yazma yok, bilmeyiz eski yeni,

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini,

Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,

Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı.

Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,

Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;

Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,

"Suma"mın başka köye gelin gittiği akşam,

Gün biter, sürü yatar ve sararsan bir ayla,

Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.

Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,

Diye hıçkırır kaval:

Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun,

Daima eğeceksin başkalarına boyun;

Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,

Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı

Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an,

Mademki kara bahtın adını koydu çoban!

Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,

Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden

Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,

Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına. (Kemalettin Kamu)
ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar,

Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,

Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,

Ne söyler su dağa çoban çeşmesi.

"Goynunu Şirin'in aşkı sarınca

Yol almış hayatın ufuklarınca,

O hızla dağları Ferhat yarınca

Başlamış akmağa çoban çeşmesi...

"O zaman başından aşkındı derdi,

Mermeri oyardı, taşı delerdi.

Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.

Değdi kaç dudaga çoban çesmesi.

Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,

Kerem'in sazına cevap veren bu,

Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...

Sızmadı toprağa çoban ceşmesi.

Leyla gelin oldu,

Mecnun mezarda,

Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,

Ateşten kızaran bir gül ararda,

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,

Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,

Tarihe karıştı eski sevdalar.

Beyhude seslenir, beyhude çağlar,

Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi... (Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)

Satirik Şiir

Eleştirici bir anlatımı olan şiirlerdir. Bir kişi, olay, durum, iğneleyici sözlerle, alaylı ifadelerle eleştirilir. Bunlarda didaktik özellikler de görüldüğünden, didaktik şiir içinde de incelenebilir. Ancak açık bir eleştiri olduğundan ayrı bir sınıfa alınması daha doğru olur. Bu tür şiirlere Divan edebiyatında hiciv, Halk edebiyatında taşlama, yeni edebiyatımızda ise yergi verilir.

Örnek-1

Pek rengine aldanma felek eski felektir

Zira feleğin meşreb-i nâ-sâzı dönektir

Ya bister-i kemhâda , yâ virânede can ver

Çün bay ü gedâ hâke beraber girecektir

Allaha sığın şahs-ı halimin gazabından

Zira yumuşak huylu atın çiftesi pektir

Yaktı nice canlar o nezaketle tebessüm

Şirin dahi kasdetmesi cana gülerektir

Bed asla necabet mi verir hiç üniforma

Zerdüz palan ursan eşek yine eşektir
Bed mâye olan anlaşılır meclis-i meyde

İşret, güher-i âdemi temyize mihenktir

Nush ile yola gelmeyeni etmeli tektir

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir

Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz

Divânelerin hemdemi divâane gerektir

Aff ile mübeşşer midir eshâb-ı meratip

Kanun-i ceza âcize mi hâs demektir

Milyonla çalan mesned-i izzetde serefrâz

Bir kaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir

İman ile din , akçadır erbâb-ı gınâda

Namus ü hamiyyet sözü kaldı fukarada (Ziya Paşa)

Örnek-2
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim

6. Dramatik Şiir

Tiyatroda kullanılan şiir türüdür. Eski Yunan edebiyatında oyuncuların sahnede söyleyecekleri sözler şiir haline getirilir ve onlara ezberletilirdi. Bu durum dram tiyatro türünün ( 19. yy. ) çıkışına kadar sürer. Bundan sonra tiyatro metinleri düz yazıyla yazılmaya başlanır.

Dramatik şiir harekete çevrilebilen şiir türüdür. Başlangıçta trajedi ve kommedi olmak üzere iki tür olan bu şiir türü dramın eklenmesiyle üç kere çıkmıştır.

Bizde dramatik şiir türüne örnek verilmemiştir. Çünkü bizim Batı'ya açıldığımız dönemde ( Tanzimat ) Batı'da da bu tür şiirler yazılmıyordu; nesir kullanılıyordu tiyatroda. Bizim tiyatrocularımız da tiyatro eserlerini bundan dolayı nesirle yazmışlardır. Ancak nadirde olsa nazımla tiyatro yazan da olmuştur. Abdülhak Hamit Tarhan gibi...

Batı edebiyatında Corneille, Racine, Shakespeare; Türk edebiyatında Namık Kemal, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel dramatik şiirin en güzel örneklerini vermişlerdir.

«Eşber» den bir parça:

Halketsem esirlerle leşker,

Mahveylesem ordularla asker,

Olsa bana hep mülûk çâker;

Cinsince o iktidar münker,

Fevkimde uçar tuyûr-u kemter!

Âvâze-i dehr iken tanînim,

Gördüm ana değmiyor enînim;

Milletlere karşı âhenînim;

Bir âfete karşı nazenînim.

Afetse de ey ilâh göster!

Bilmem bana ân mı, şân mı lâzım?

Gülbün mü ya kehkeşân mı lâzım?

Âguuş-u vefâ-nişân mı lâzım?

Bir pençe-i hun-feşân mı lâzım?

Canan mı güzel, cihan mı hoş-ter? (Abdülhak Hâmit TARHAN)

Şiir Üzerine

Şiir, nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir, diyeceğim. Şiirde «nefes» ve «ses» iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa, ya da ister en hafif perdeden olsun, ister israfil'in sûru (borusu) kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.

...Şiir duygusunu dil haline getirinceye kadar yuğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, dize güya duygunun ta kendisi imiş gibi okuyucuda içten bir sanı uyandırmak, işte bunu özlüyorum.

Yahya Kemal BEYATLI, Yedigün, c. V,  1935,  no.  122

Şiir, sözcüklerle güzel biçimler kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama sözcük nedir? Bir anlamı, bir çağrışımı, bir gölgesi, hattâ bir rengi ve tadı olan nesnedir. Sözcük Insanoğlundan haber verir. Sözcük boş bir kalıp değil ki. Ozanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, kişiliği, her şeysi şiirde belli olur. Şu var ki, sözcükleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek gerek. Hangi sözcük hangi sözcükle yanyana geldiğinde nasıl bir ışık ortaya çıkar? Bunu bilmek gerek. Mallarmé'nin «Şiir, sözcükler dinidir.» demesi bundandır. Şiir, böylece hüner ve marifet işi oluyor. Öyledir de. Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak hattâ boyamak ne ise, şiir de odur; yani ustalık ve uzmanlık işi. En zengin malzeme kötü bir ozanın elinde berbat olup gider, tıpkı çok iyi bir İngiliz kumaşının kötü bir terzi elinde çarçur olup gitmesi gibi. Sanat, terzilikte olduğu gibi, makas sorunudur. Makasdar olmak gerek. (Cahit Sıtkı TARANCI)

Şiir ve İnşa

Şiirin genel tarifi «vezinli söz» dür... Hattâ kafiye usulü sonraki milletler arasında sonradan meydana gelmiştir. Eski Yunanlı'lar yalnız vezne riayetle, kafiyeye lüzum görmezlerdi.

Şiir her kavimde tabiîdir. Yeryüzüne ne kadar milletler ve kavimler gelmişse, hepsinin kendilerine mahsus şiirleri vardır. Osmanlı'ların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef'i divanlarında gördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itrî gibi musikicilerin besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?

Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünki görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri iran şairlerini ve iranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklit yalnız nazım üslûbuna değil, belki düşüncelere ve mânalarda Arap ve Acem'i elden geldiği kadar taklide çalışmayı bilimden saymışlar ve acaba bizim mensup olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır ve bunu islâh kabil midir? Hiç burasını düşünmemişlerdir.

Nesir yolunda da hal tamamıyle böyle olmuştur. Feridun'un Münşeât'ın, Veysî ve Nergisî'nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz. Ve bir iş anlatırken «bedî» ve «beyan» fenleri karıştırılarak, söz ve yazı hüneri göstermek için öyle karışık ve zincirleme isim tamlamalı cümleler yazmışlar ki, Kamus ve Ferheng beraber olmadıkça ve bir adam «maânî» fenninde ve Arap edebiyatında üstün bilgisi olduktan sonra, sanki bir ders okur gibi birçok zamanlar zihin yormadıkça çıkarmağa gücü yetmez.

...Garibi şurası ki, böyle anlaşılmayacak cümle yazabilmek iyi yazı yazmak sayılıyor.

...Gerçi şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir. Acem'ler islâmlığı kabulden sonra şeriat bilimlerin! öğrenmek için Arap dilini öğrenmeğe düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı devletinin kuruluşunun ilk zamanlarında iran bilginlerini getirmeğe muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki, Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu hususta ettikleri ihmal ve kusur affolunmaz bir hatâdır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alış verişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabiî halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.

Bugün resmen ilân olunan fermanlar ve emir-nâmeler halk önünde okutuldukta bir şey istifade ediliyor mu? Ya bu yazılar yalnız yazıda alışkanlığı olanlara mı mahsustur, yoksa okumamış halk tabakası devletin emrini anlamak için midir?

...Vah bize! Yazık bize! bu hale göre bizim millete tabiî hal üzere ne şiir ve ne de nesir var demek olur.

Hayır, bizim tabiî olan şiir ve nesrimiz taşra halkıyla istanbul ahalisinin okumamış kısmı arasında hâlâ durmaktadır. Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşralarda çöğür şairleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı denen nazımlardır. Ve bizim tabiî nesrimiz, Kaamûs müterciminin (Mütercim Asım Efendinin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir.

Gerçi bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli görünmezse de, Osmanlı ümmeti ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, büyümemişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki akıllara hayret verir. (ZİYA PAŞA)
ŞİİR BİLGİSİ - ŞİİR TÜRLERİ

Şiir: Duygu, hayal ve düşüncelerin bir düzene bağlı olarak, çekici bir dil ve ahenkli mısralar içinde aktarılmasıdır.

Edebiyat türlerinin en eskisi şiirdir. Bugüne kadar şiirin birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımlamalar çağdan çağa, kişiden kişiye değişmiş; kesin bir tanıma ulaşmamıştır. Şiir türü öznel nitelikleri ağır basan bir türdür. Ahmet HAŞİM, şiiri "Nesre çevrilmesi mümkün olmayan nazım ' olarak tanımlar. Cahit Sıtkı TARANCI'ya göre ise "Şiir, sözcüklerle güzel şekiller kurma sanatıdır."

Şiiri düz yazıdan ayıran ölçü, mısra, ahenk gibi unsurlar vardır. Nazım (şiir) biçimindeki yazılara "manzum"; Nazım parçalarına da "manzume" denir.

Mısra (Dize): Ölçülü ve anlamlı, bir satırlık nazım birimidir.

Nazım Birimi: Şiiri oluşturan mısra kümelerine nazım birimi denir. Dörtlük,bend,beyit...

Beyit (İkilik): Aynı ölçüde olan ve anlamca bir bütünlük oluşturan ve iki dizeden oluşan nazım birimidir.

Ölçü (Vezin): Şiirde dizelerin hece sayısına veya hecelerin ses değerine göre bir uyum içinde olmasıdır.

Hece Ölçüsü : Şiirde dizeleri oluşturan sözcüklerin hece sayılarının eşitliğine dayanan ölçüdür. Hece ölçüsüyle yazılmış dizeler okunurken belli yerlerde durulur. Durulan bu yerlere "durak" denir. Durak sözcüğün sonunda yer alır.

Aruz Ölçüsü : Dizelerdeki hecelerin uzunluk ve kısalığına göre, açık ya da kapalı oluşuna göre düzenlenmesidir.Kısa heceler nokta (.) uzun heceler çizgi (-) ile gösterilir.

İmale: Aruz kalıbına uydurmak için kısa hecenin uzun sayılmasıdır.

Zihaf: Uzun heceleri kısa okumaktır.

Serbest Ölçü : Bu ölçüde hecelerin sayısı ya da uzunluğu kısalığı dikkate alınmaz
KAFİYE TÜRLERİ

REDİF     Mısra sonlarında yazılışları, okunuşları, anlamları ve görevleri aynı olan eklerin, kelime ve kelime gruplarının tekrar edilmesine "redif" denir.

Örnek-1

Bizim elde bahar olur, yaz olur.


Göller dolu ördek olur, kaz olur.
Sevgi arasında yüz bin naz olur.
Suçumu bağışla, ben sana kurban. (Ercişli Emrah)

Örnek-2


Bu ıslıkla uzayan, dönen, kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu. (F. Nafiz Çamlıbel)

Mısra sonlarındaki yazılışları ve okunuşları aynı, anlamları ve görevleri farklı kelimelerin, eklerin benzerliğine kafiye denir.

Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü,
Nücuma sor ki, bu kirpikler uyku görmüş mü?  (Mehmet Akif ERSOY)

KAFİYE ÇEŞİTLERİ

1) Yarım Kafiye

     Tek ses benzerliğine dayanan kafiyedir.

Örnek-1

Ben çektiğim kimler çeker


Gözlerim kanlı yaş döker
Bulanık bulanık akar
Dağlarım seliyim şimdi (Kul Mustafa)

Örnek-2


İstedim kendimi bu göle atam
Elimi uzatıp yavruyu tutam

Örnek-3


Üstümüzden gelen boran kış gibi
Şahin pençesinde yavru kuş gibi
Seher sabahında rüya düş gibi
Çağıta bağırta aldı dert beni

2) Tam Kafiye

     İki ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.

Örnek-1


Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o, nasıldır diye rüzgarlara sordum,
Hulyamı tutan bir büyü var onda diyordum
(Y. Kemal Beyatlı)

Örnek-2


Sen miydin o afet ki dedim, bezm-i ezelde

Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde,

Bir sofrada içtik, ikimiz aynı emelde,

Karşımda uyanmış gibi bir baktı sarardı. (Yahya Kemal Beyatlı)

Örnek-3

On atlıya karar verdim yaşını



Yenice sevdaya salmış başını

El yanında yakar gider kaşını

Tenhalarda gülüşünü sevdiğim.

3) Zengin Kafiye

Üç ya da daha çok ses benzerliğine dayanan kafiye türüdür.

Örnek-1


Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,

Soğuk bir mart sabahı.. Buz tutuyor her soluk     (Faruk Nafiz Çamlıbel)

Örnek-2

Baygın bir ihtizaz ile bi-huş akar dere,



Sahillerinde çocuklar uzanmış çemenlere. (Orhan Seyfi Orhon)

Örnek-3


Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yareyim
Dost ilinden avareyim
Gel gör beni aşk neyledi    (Yunus Emre)

4) Cinaslı Kafiye

Anlamları ayrı, fakat yazılış ve okunuşları aynı olan kelime ve kelime gruplarının mısra sonunda tekrarı ile oluşan kafiyedir.

Örnek-1


Niçin kondun a bülbül

Kapımdaki asmaya

Ben yarimden vazgeçmem

Götürseler asmaya

Örnek-2

Bilmem ki yaz mı gelmiş



Niçin açmış gül erken

Aklımı kayıp ettim

Nazlı yarim gülerken

Örnek-3


Kendin çöz kendin tara                       Bağ bana

Değmesin el başına                             Bahçe sana bağ bana

Ben yarime kavuştum                         Değme zincir kar etmez

Darısı el başına                                    Zülfün teli bağ bana

KAFİYE ŞEMASI

Mısraların son seslerine bakılarak bir dörtlüğün kafiye düzeni çıkarılır. Kafiye düzenlerinin, mısralarının son seslerindeki düzene göre çeşitleri vardır.

1. Düz Kafiye:   "a a a b"   "bbbc"   "cc"   "a a b b"   olmalı.

İftardan önce gittim Atik-Valde semtine


Kaç defa geçtiğim bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler, Fakat Ramazan maneviyyeti
Bir tatlı intizara çevirmiş sukuneti

2.  Çapraz Kafiye: "a b a b"   "cdcd" olmalı.

Hayran olarak bakarsınız da
Hülyanızı fetheder bu hali
Beş yüz sene sonra karşınızda
İstanbul fethinin hayali

3.Sarma Kafiye: "a b b a"   "cdcd" olmalı.

İhtiyar, elini bağrına soktu,
Dedi ki: "İstanbul muhasarası
Başlarken aldığım gaza yarası
İçinden çektiğim bu oktu.

ŞİİR ve GELENEK

Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır.

Bir toplumda kuşaktan kuşağa iletilen kültürel değerlere, alışkanlıklara bilgi, töre ve davranışlara gelenek denir. Düğün geleneği, mevlid geleneği,bayram geleneği. gibi.

Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır.

Mesela Murat Çobanoğlu, geleneği Türk edebiyatının başlangıç tarihine dayanan halk edebiyatının bir temsilcisidir. O, dörtlüklerle ve hece vezniyle şiir kozasını oluştururken içinde yaşadığı kültürel ortamın etkisiyle farklı kavramlara ve kelimelere yer vererek geleneğin içinde özgünleşmiştir.

Türk edebiyatında üç şiir geleneği vardır:

1- Halk Şiiri Geleneği ve Özellikleri

* Halkın içinden yetişmiş ve çoğu okur-yazar olmayan sanatçılar tarafından oluşturulmuştur.
*Şiirler, sade bir halk Türkçesiyle söylenmiştir.
*Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır.
*Hece vezni kullanılmıştır.
*Kafiyeye önem verilmiştir.
*Aşk, tabiat,tasavvuf,yiğitlik gibi konular işlenmiştir.
*Şiirler hazırlıksız olarak söylenmiştir.
*Genellikle yarım kafiye kullanılmıştır.
*Gelenek usta-çırak ilişkisiyle bugüne kadar gelmiştir.

*Koşma, semai, varsağı, destan, ilahi, nefes, mani, türkü gibi nazım şekilleri vardır.

*Halk şiiri geleneğinin en güçlü temsilcileri Karacaoğlan, Aşık Seyrani, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Erzurumlu Emrah,Gevheri'dir.

*Bu geleneğin son dönem temsilcileri arasında Aşık Veysel, Murat Çobanoğlu ,Aşık Reyhani, Aşık Şeref Taşlıova ve Aşık Mahzuni Şerif'nin önemli bir yeri vardır.

2- Divan Şiiri Geleneği ve Özellikleri

*Divan edebiyatı, saray ve çevresinde gelişen ve aydın zümreye hitap eden bir edebiyattır. "Klasik Türk Edebiyatı" ismiyle de anılır.

*Bu döneme ait şairlerin, şiirlerini topladıkları "divan" adı verilen birer defterleri vardır. Her şairin bir divanı olduğu için, divan edebiyatı ifadesi daha yaygındır.

*Divan şiirinin dilinde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar sıkça görülür. Bu dönemin Türkçesine "Osmanlı Türkçesi" denir.

*Nazım birimi beyittir.

*Aruz vezni kullanılmıştır.

*Şiirlerde aşk, tabiat, din, tasavvuf gibi genellikle ferdi konular işlenmiştir.

*Şiirlerde konu bütünlüğüne ve bütün güzelliğine değil, beyit güzelliğine yer verilmiştir. Yani en güzel şiiri yazmak değil, en güzel beyti yazmak amaçlanmıştır

*Kaside, gazel, mesnevi, murabba, terkib-i bend, rubai, şarkı gibi nazım şekilleri vardır.

Gazel


Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kâfir

Aman dünyayı yaktın ateş-i sıızan mısın kâfir

Nedir bu gizli gizli ahlar çak-i giribanlar

Aceb bir şuha sende aşık-ı nalan mısın kâfir

Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler

Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kâfir

Niçin sık sık bakarsın öyle mirat-ı mücellaya

Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir

Nedim-i zarı bir kafir esir etmiş işitmiştim

Sen ol cellad-ı din ol düşmeni iman mısın kâfir ( Nedim )


Kelimeler: ateş-i suzan: yakıcı ateş, çak-i giriban yaka yırtmalar, şuh: sevgili, âşık-ı nalan: ağlayıp inleyen aşık, mirat-ı mücella: cilalı ayna, hüsn: güzellik, Nedim-i zar: dertli Nedim

3- Modern Şiir Geleneği

Bu geleneğin özellikleri şunlardır:

*Bu şiir geleneğinde şiirde ölçünün, nazım biriminin ve kafiyenin şart olmadığı savunulmuş ve ölçüsüz ve kafiyesiz şiirlerin örnekleri verilmiştir.

*Sanatlı söyleyişin yerine yalın ve tabiî söyleyiş benimsenmiştir.

*Her türlü konu işlenmiştir.

*Nazım birimi kullanılmamıştır.

*Serbest şiir tarzı benimsenmiştir.

*Şiirlerde sözcük dizilişi ve iç ahenk ön plandadır.

Örnek: MODERN ŞİİR

ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum. ( Orhan Veli KANIK )

ŞİİR ve GELENEK

Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır.

Bir toplumda kuşaktan kuşağa iletilen kültürel değerlere, alışkanlıklara bilgi, töre ve davranışlara gelenek denir. Düğün geleneği,mevlid geleneği,bayram geleneği. gibi.

Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır.

Mesela Murat Çobanoğlu, geleneği Türk edebiyatının başlangıç tarihine dayanan halk edebiyatının bir temsilcisidir. O, dörtlüklerle ve hece vezniyle şiir kozasını oluştururken içinde yaşadığı kültürel ortamın etkisiyle farklı kavramlara ve kelimelere yer vererek geleneğin içinde özgünleşmiştir.

Türk edebiyatında üç şiir geleneği vardır:

1- Halk Şiiri Geleneği ve Özellikleri

* Halkın içinden yetişmiş ve çoğu okur-yazar olmayan sanatçılar tarafından oluşturulmuştur.


*Şiirler, sade bir halk Türkçesiyle söylenmiştir.
*Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır.
*Hece vezni kullanılmıştır.
*Kafiyeye önem verilmiştir.
*Aşk, tabiat,tasavvuf,yiğitlik gibi konular işlenmiştir.
*Şiirler hazırlıksız olarak söylenmiştir.
*Genellikle yarım kafiye kullanılmıştır.
*Gelenek usta-çırak ilişkisiyle bugüne kadar gelmiştir.
*Koşma, semai, varsağı, destan, ilahi, nefes, mani, türkü gibi nazım şekilleri vardır.
*Halk şiiri geleneğinin en güçlü temsilcileri Karacaoğlan, Aşık Seyrani, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Erzurumlu Emrah,Gevheri'dir.
*Bu geleneğin son dönem temsilcileri arasında Aşık Veysel, Murat Çobanoğlu ,Aşık Reyhani, Aşık Şeref Taşlıova ve Aşık Mahzuni Şerif'nin önemli bir yeri vardır.

2- Divan Şiiri Geleneği ve Özellikleri

*Divan edebiyatı, saray ve çevresinde gelişen ve aydın zümreye hitap eden bir edebiyattır. "Klasik Türk Edebiyatı" ismiyle de anılır.

*Bu döneme ait şairlerin, şiirlerini topladıkları "divan" adı verilen birer defterleri vardır. Her şairin bir divanı olduğu için, divan edebiyatı ifadesi daha yaygındır.

*Divan şiirinin dilinde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar sıkça görülür. Bu dönemin Türkçesine "Osmanlı Türkçesi" denir.

*Nazım birimi beyittir.

*Aruz vezni kullanılmıştır.

*Şiirlerde aşk, tabiat, din, tasavvuf gibi genellikle ferdi konular işlenmiştir.

*Şiirlerde konu bütünlüğüne ve bütün güzelliğine değil, beyit güzelliğine yer verilmiştir. Yani en güzel şiiri yazmak değil, en güzel beyti yazmak amaçlanmıştır

*Kaside, gazel, mesnevi, murabba, terkib-i bend, rubai, şarkı gibi nazım şekilleri vardır.

Gazel

Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kâfir


Aman dünyayı yaktın ateş-i sıızan mısın kâfir

Nedir bu gizli gizli ahlar çak-i giribanlar


Aceb bir şuha sende aşık-ı nalan mısın kâfir

Sana kimisi canım kimi cananım deyü söyler


Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kâfir

Niçin sık sık bakarsın öyle mirat-ı mücellaya


Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir

Nedim-i zarı bir kafir esir etmiş işitmiştim


Sen ol cellad-ı din ol düşmeni iman mısın kâfir ( Nedim )

Kelimeler: ateş-i suzan: yakıcı ateş, çak-i giriban yaka yırtmalar, şuh: sevgili, âşık-ı nalan: ağlayıp inleyen aşık, mirat-ı mücella: cilalı ayna, hüsn: güzellik, Nedim-i zar: dertli Nedim

3- Modern Şiir Geleneği

Bu geleneğin özellikleri şunlardır:

*Bu şiir geleneğinde şiirde ölçünün, nazım biriminin ve kafiyenin şart olmadığı savunulmuş ve ölçüsüz ve kafiyesiz şiirlerin örnekleri verilmiştir.

*Sanatlı söyleyişin yerine yalın ve tabiî söyleyiş benimsenmiştir.

*Her türlü konu işlenmiştir.

*Nazım birimi kullanılmamıştır.

*Serbest şiir tarzı benimsenmiştir.

*Şiirlerde sözcük dizilişi ve iç ahenk ön plandadır.

Örnek: MODERN ŞİİR
ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda;

Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;

Anlatamıyorum. ( Orhan Veli KANIK )

SÜLEYMÂNİYE'DE BAYRAM SABAHI

 

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,



Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye'de.

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,

Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi

Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.

Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,

Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.

Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garib âlem bu!..

 

 

Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu...



Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;

O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.

Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık

Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;

Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,

Giriyor, birbiri ardınca, îlâhi yapıya.

Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,

Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.

 

 

Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı



Adamış sevdiği Allâh’ına bir böyle yapı.

En güzel mâbedi olsun diye en son dinin

Budur öz şekli hayâl ettiği mimârinin.

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,

Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi;

Taşımış harcını gaazîleri, serdâriyle,

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mimârıyle.

Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,

Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,

Tâ ki geçsin ezeli rahmete rûh orduları..

 

 

Bir neferdir bu zafer mâbedinin mimârı.



Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum;

Ben de bir vârisin olmakla buğün mağrûrum;

Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;

Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,

Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim

Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.

Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;

Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes

Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;

Yükselen bir nakarâtın büyüyen velvelesi,

Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!

 

 

Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri



Dinliyor vecd ile tekrâr alınan Tekbîr'i;

Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü'min neferin!

Kimdi? Bânisi mi, mîmâri mı ulvî eserin?

Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu

Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,

Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,

Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli;

Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz

Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;

Vatanın hem yaşıyan vârisi hem sâhibi o,

Görünür halka bu günlerde tesellî gibi o,

Hem bu toprakta buğün, bizde kalan her yerde,

Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.

 

 



Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,

Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.

Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;

Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.

Çok yakından mı bu sesler, Çok uzaklardan mı?

Üsküdar’dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?

Bursa'dan, Konya'dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,

Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;

Şimdi her merhaleden, Tâ Beyazıd'dan, Van'dan,

Aynı top sesleri birdir geliyor her yandan.

Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!

Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,

Dinliyor hepsi büyük hatıralar ruzgarını,

Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.

 

 

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?



Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:

Kosva’dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul’dan..

Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;

Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?

Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?

 

 



Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?

Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..

Adalar'dan mı? Tunus’dan mı, Cezâyir'den mi?

Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi

Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;

O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

 

 

Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.



Çok şükür Tanrıya, Gördüm, bu saatlerde yine

Yaşayanlarla berâber bulunan ervâhı.

 Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
AÇIK DENİZ
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;

Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.

Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melâl

Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...

Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,

Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,

Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...

Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...

Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,

Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.

Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...

Mahzun hudutların ötesinden akan sular,

Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!

Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yâr!"

Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;

Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin,

Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!


Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü

Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,

Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;

Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri

Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;

Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.

Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!

Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!

Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,

Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!

Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,

Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...

Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!
Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,

Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!

Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,

Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;

Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.

Yahya Kemal BEYATLI

BİR TEPEDEN

Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldin


Çok benzediğin memleketin her tepesinde.
Baktım: Konuşurken daha bir kerre güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kerre sesinde.

Irkın seni iklimine benzer yaratırken,


Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış,
Târihini aksettirebilesin diye çehren,
Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış

BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.


Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü'yada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

Yahya Kemal BEYATLI
MOHAÇ TÜRKÜSÜ
Bizdik o hücûmun bütün aşkıyla kanatlı;

Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.


Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,

Canlandı o meşhûr ova at kişnemesiyle!


Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;

Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.


Gül yüzlü bir âfetti ki her bûsesi lâle;

Girdik zaferin koynuna, kandık o visâle


Dünyâya vedâ ettik, atıldık dolu dizgin;

En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!


Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık;

Allâh'a giden yolda meleklerle karıştık.


Geçtik hepimiz dört nala, cennet kapısından;

Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından!


Bir bahçedeyiz şimdi şehidlerle berâber;

Bizler gibi olmuş o yiğitlerle berâber.


Lâkin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;

Şimşek gibi bir hâtıra nal seslerimizden.

SİSTE SÖYLENİŞ
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...

Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?


Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden

Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyâda bir yeri;

Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis'i.

Vicdan ve rûh elemlerinin en zehirlisi.

Hulyâma bir eza gibi aksetti bir daha;

-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...


Hayır bu hâl uzun süremez, sen yakındasın;

Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl

Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,

Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın.


Yahya Kemal BEYATLI
İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar

Üsküdar bir ulu rüyâyı görenler şehri,


Seni gıptayle hatırlar vatanın her şehri,

Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?


Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü.

Elli üç gün ne mehâbetli temâşa idi o.


Sanki halkın uyanık gördüğü rüyâ idi o.

Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan


Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan,

Canlanır levhâsı hâlâ beşer ettikçe hayâl


O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

Gürlemiş Topkapı'dan bir yeni şiddetle daha.


Şanlı namıyle "büyük top" denilen ejderha.

Sarf edilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece.


Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç'e

Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak.


Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu,


Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.

HAYAL ŞEHİR

Git bu mevsimde, gurub vakti, Cihangir'den bak!
Bir zaman kendini karşındaki Rüyaya bırak!

Başkadır çünkü bu akşam bütün akşamlardan;


Güneşin vehmi saraylar yaratır camlardan;

O ilah isteyip eğlence hayalhanesine,


Çevirir camları birden peri kasanesine.

Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka


Benzer üç bin sene evvelki mutantan sarka.

Mestolup içtiği Altın şarabın zevkinden


Elde bir kırmızı kaseyle ufuktan çekilen

Nice yüz bin senedir şarkın ışık mimarı


Böyle ma'mur eder ettikçe hayal Üsküdar'ı.

O ilahın bütün ilhamı fakat anidir;


Bu ateşten yaratılmış yapılar fanidir;

Kaybolur hepsi de bir anda kararmakla batı.


Az sürer gerçi fakir Üsküdar'ın saltanatı;

Esef etmez güneşin şimdi neler yıktığına;


Serviler şehri dalar kendi iç aydınlığına,

Ezeli mağfiretin böyle bir ikliminde


Altının göz boyamaz kalbi kadar halisi de.

Halkının hilkati her semtini bir cennet eden


Karşı sahilde karanlıkta kalan her tepeden,

Gece bir çok fukara evlerinin lambaları


En sahih aynadan aksettiriyor Üsküdar'ı.

Yahya Kemal Beyatlı


ŞİİR ve HAN DUVARLARI ŞİİRİ
Şiir yaşamın insanla birlikteliği, yaşamın coşkulu hissedildiği, coşmuş bir duyu/duygu yoğunluğu ile, suyun, rüzgârın, cıvıl cıvıl kuşların sesiyle insan sesinin, tümüyle tabiatın iç içe girdiği, karşılaştığı bir terkiptir. Dış âlemin, insanın izlenimi, gözlemiyle, insan duyu/duygusuyla şekillenmesidir şiir. Yel sesi, sel sesi ve nehir sesinin insan sesiyle yankılandığı doyurucu bir müziktir şiir. İç âlemle dış âlemi, gerçek olanla hayal olanı, insanı insana, insanı tabiata, insanı yaşama sıkı sıkı bağlayan bilgidir. Sözün gücü, ritmi ve ahengiyle, tabiat yansımalarıyla hayatı ve yaşamı yeniden düzenlemektir.

Şiir, çoğu zaman, sıradan insanın gözlemleyebildiği, fakat ifade edemediği olayları, olguları, duyu ve duyguyu estetik bir dil kullanarak, gündeme getirir ve toplumun sözü olma gibi önemli bir işlevi üstlenir. Şiirde esinlenme, yaratma, bir başkalaşma, kendinden çıkma, sıradanın ötesine geçme gibi unsurlarla, başkalarının ifade edemediği duyu/duyguları ifade edebilme halidir. Farkındalığın, yaratıcılığın ve başkalaşabilmenin yoğun olarak yaşandığı haldir, esinlenme.

Şair, tabiatta gördüğü şeylerin kendi üzerinde bıraktığı tesirleri, uyandırdığı his ve hayalleri ifade ederek, objektif (nesnel) unsurlarla, sübjektif (öznel) unsurları, dış âlemle insanı şiirde birbiriyle karıştırır.

Şair, duyu ve duygusunu, his ve hayallerini gerçek bir tabiat manzarası karşısında üretiyorsa, bu tür şiir realist bir tasvir karakteri taşır. Şair tabiat manzarasını muhayyile yoluyla yaratmışsa itibarî (fiktif, kurmaca, muhayyile gücü ile yaratılmış) bir dekor ile sunmuşsa itibari bir şiir meydana getirmiş demektir.

Şiir gerek içerik, öz gerekse söze dönüştürme, sunuluş açısından, özgün, etkilemeye, duyguya yönelik, yaratı niteliği taşıyan bir söz sanatı ürünüdür. Burada içerik, öz deyimiyle, şairin düşünce, duygu dünyasında doğmuş kendine özgü imgeler, tasarımlar, coşkular anlatılmakta; sunuluş biçimiyle de imge ve tasarımların içtenliği, etkileyiciliği, okuyanı, dinleyeni kavrayan bir anlatım başarısına ulaşma konusu dile getirilmektedir.

1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   29


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət