Ana səhifə

Tahsil hayati 1 medresetüzzehranin mahiyeti 13


Yüklə 205.5 Kb.
səhifə2/3
tarix27.06.2016
ölçüsü205.5 Kb.
1   2   3

MEDRESETÜZZEHRANIN MAHİYETİ

Bediüzzaman Hazretleri, hükûmet tarafından açılmasını istediği ve muhtelif devrelerde hükûmetlere teklif ettiği dâr-ül fünûn’da din derslerinin hakim olmasını şart koşar ve devletin resmen te’sis etmesini ister.


Bediüzzaman Hazretleri meşrutiyetten beri takib ettiği ve isteğini Ankara’da kurulan ilk meclise teklif ettiği zaman << bazı mebuslar diyorlar ki: Yalnız, sen, medrese usuliyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbukş şimdi garblılara benzemek lâzım.
Bediüzzaman:
– O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatlı misâl vereyim:

Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: "Salih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır." Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: – Ben şimdi, râfizî bir kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim. Ben de:


Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatlı hamiyete çevirdim.
İşte ey meb'uslar!... O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havâle ediyorum. Demek -farz-ı muhal olarak- siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde Şark vilâyetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.
Bu hakikatlı maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, 163 meb'us o kararı imza ederler. T:143

Te’sis edilecek Şark Dârülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ülemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği asayiş ve emniyettir ki; İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku' bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir.

İşte nasılki bu vatan ve millette Risale-i Nur -emniyet ve asayişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen- asayişi temin etmesi gösteriyor ki; o Doğu Üniversitesi'nin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünki şimdi tahribat manevî olduğu için ona mukabil tamirci manevî bir atom bombası lâzımdır.
İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'î bir delil olarak üniversitenin mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O manevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevî bir atom bombası olmuş.>> Em:185

<<Şark Üniversitesi'nin bir nevi proğramı olmaya lâyık üss-ül esas dersi ise, Kur'an-ı Hakîm'in hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün mes'elelerini fünun-u akliye ile ve delail-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve makulatla ders veren Risale-i Nur'dur ki; yeni asrın üniversitelerinde ve mekteblerinde okutulmaya şâyandır.>> Em: 192
<> Em: 184
. Evet <> Em: 225
<<Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en a'lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mekteb, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin ianat-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir.>> Mü: 88

17-İKİNCİ EK BAHİS:



MAARİF DÜNYASINDA MÜSBET İLİMLERDE TARZ-I NAZAR MES’ELESİ

Bu asırda fen ve felsefeden gelen dalâletin en birinci sebebi, nokta-i nazar yanlışlığıdır.



Mübet ilimlerde bakış tarzı bizzarure iki çeşittir. Biri, her şeyi var eden yalnız Allah olduğu inancı olan tevhid nazarıdır. Diğeri, tabiat ve sebebler namına nazardır. Yani, İlâhi eserler olan kâinattaki varlıklara, tabiat esbaba müessir ve fail oldukları mânasında bakmaktır ki, şirk,inkâr ve dalâlete yol açar. Hem bu iki nazar birbirine zıt olup ortası düşünülemez. “Eğer tarafsızlık iddiasıyla, müsbet fenlerde Allah mevzu edilmeden, bîtaraf bir görüş gereklidir” denilse deriz ki; verilen derslerde öğrenciye tabiat ve sebeblerin hakiki müessir olduğu fikri telkin ediliyor ve neticeleri de görülüyorsa ve Allah fikride mevzu edilmiyorsa, bu durum din lehinde ve tarafımda değil, ancak dinden kopuk ve zıt taraftır. Dinden kopuk tutum ise, biri mütecaviz, diğeri alâkasız iki tututmdan ibarettir ki her ikisi de dinde reddedilmiştir. Çünkü Allah, varlıkları ve hâdiseleri, kendini tanıtmak için halketmiş ve bu hususu Kur’anda tekrarla bildirmiştir. O halde dine karşı tarafsızlık fikri, yanlış bir iddia olur.
Şimdi bu iki nokta-i nazar olan hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına ve bu iki zıt nazarın ortası olmadığına Sözler Mecmuasında zikredilen şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bakalım:
<Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur'anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: "Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız." Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te'lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur'anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san'atlara göre eserini yazdı.
Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O, Kitab-ı Mübin'dir, Kur'an-ı Hakîm'dir. İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes'elelerinden daha âlî, daha galî, daha latif, daha şerif, daha nâfi', daha câmi'... Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan'a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur'anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi' bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te'liftir. "Âferin, bârekâllah" dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san'atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden "On altun verilsin" irade etti.
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur'an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî'dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur'an ve şakirdleridir. Evet Kur'an-ı Hakîm, şu Kur'an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan'dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata "mana-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni' hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına "mana-yı harfî" ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip "mana-yı ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. "Ne güzel yapılmış"a bedel, "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir...>>S:130-132

Demek Allahın eserleri olan varlıklara ve hâdiselere, tabiat ve esbab namına bakmak ve mana-yı ismi anlayışında olan fenler nazariyle baktırmak, eserleriyle kendisini tanıttırmak isteyen Allahın maksadına tamamıyla zıt bir hareket olur. Bediüzzaman Hazretleri mevzu ile alâkalı olarak der ki:


<Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.>> Mn:51
<>T:158
<<Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat... Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî...
Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "ne güzeldir" yerine "ne güzel yapmış Sani', nasıl yapmış o mâhi"
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigahı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı...>>S:723

Hem yine ifade tarzı için biyolejiye ait bir örnek daha verelim. Şöyle ki:


<> S:593
Meterolojiye ait diğer bir misal de şöyledir: Kur’an’da (2:19) âyetin iki kelimesi olan :

<<.2:19...Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delâlet eden pek çok âşikâr iki ayettir ki, âlem-i gaybdan, bulutların idare ve devirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve me’murları olan meleklerin yed-i selahiyetlerine verimiştir.
Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı oldu­ğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan bu­har-ı mâiden izn-i İlâhî ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfî elektriği hâmildir, bir kısmı da müsbet elektriği hâmiledir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, araların­da müsademe hasıl olduğunda, irade-i Hâlık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında ha­vasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbanî ile tabakat-ı havaiye hareketle heyecana geldi­ğinde ra’d sadâsı, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, ra’d ve berk melekleridirler. >>O.İ.İ’cazdan.
Alim ve fâzıl bir zâtın eserinde bulunan ve jeoloji ilmine ait olup umumiî alışkanlığın te’siri ile yazıldığından Bediüzzaman Hazretlerinin ifade tarzını beğenmediği şu ifade şekli de bir örnektir

<
1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət