Ana səhifə

Reşat Nuri Güntekin


Yüklə 1.69 Mb.
səhifə19/30
tarix26.06.2016
ölçüsü1.69 Mb.
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   30

- Müsaade eder misiniz içeri gireyim, hocanım?

Bu çehre, bu ses, bana emniyet verdi. Kim olduğunu, niçin geldiğini sormaya lüzum görmeden: "Buyurunuz" dedim. Yanımdaki misafir odasının kapısını açtım.

Kadın, odayı ıslatmaktan çekiniyor gibi, etrafına bakmıyor, oturmaya cesaret edemiyordu.

Bir şey söylemiş olmak için:

- Ne yağmur, ne yağmur, insanı adeta yıkıyor! dedi.

Dikkatle yüzüne bakıyordum. Halbuki perişanlığının yağmurdan daha başka bir şeyden geldiği besbelliydi. Asıl maksadını söylemek için, daha sakinleşmek istediğini anladım, birdenbire ne istediğini sormadım.

ilk hissim, beni aldatmıştı. Bu munis çehreli, asil bir kadındı.

Nihayet: "Kiminle görüşüyorum efendim?" diye sordum. Benden korkuyor gibi başım eğdi:

- Feride Hanımefendi, ben yabancı değilim. Gerçi şimdiye kadar görüşmedik ama, sizi uzaktan tanıyorum.

Biraz sustu, sonra bir cesaret hamlesiyle ilave etti:

- Bir meslektaşınızın kardeşiyim. Mektebinizin musiki hocası Şeyh Yusuf Efendi'nin.

Birdenbire yüreğim ağzıma geldi. Fakat kuvvetli olmak, hiçbir şey sezdirmemek lâzımdı:

- Öyle mi efendim? Görüştüğümüze memnun oldum. Şeyh Efendi, biraz daha iyiler inşallah, dedim.

Bu saatte, bu halde gelen bir misafire söylenecek söz, elbette bu değildi. Fakat başka ne diyebilirdim?

O, cevap bulamayarak susuyor. Ben, yüzüne bakmaya cesaret edemeyerek gözlerimi yere indiriyordum. Hafif bir hıçkırık sesi işittim. Kurtulma imkânı olmayan bir felakete razı olur gibi başımı daha ziyade eğerek bekledim.

Çalıkuşu - F 18


274

Reşat Nuri Güntekin

O, ağlamamak için elleriyle göğsünü, boynunu tutarak'

- Kardeşim bu gece ölüyor, dedi. Akşama doğru birdenbire ağırlaştı. Altı saatten beri kendini bilemiyor. Sabaha çıkmayacak.

Cevap vermedim. Ne söyleyebilirdim?

- Küçükhanım, Yusuf; benim üç yaş küçüğümdür ama, evladım sayılır. Annemiz öldüğü vakit, Yusuf, miniminicikti. Ben de büyük değildim. Böyle olduğu halde ona analık ettim. Ömrümü ona bağladım. Dul kaldığım vakit sizin yaşınızda ancak vardım. Tekrar evlenebilirdim, istemedim. Tek Yusufçuğum yalnız kalmasın diye. Halbuki şimdi o, beni yalnız bırakıp gidiyor. Bunları size niçin mi söylüyorum küçükhanım? Beni ayıplamayınız. Bu saatte sizi rahatsız ettiğim için, yalvararak sizden isteyeceğim şey için bana darılmayın, beni kovmayın diye...

Sözünün burasında bitkin vücudunun birdenbire çöktüğünü gördüm. Bir fenalık zannederek omuzlarından tutmak istedim. Dizlerimi öpüyor, yerlere sürünerek çırpına çırpına ağlıyordu.

Hafif bir hareketle kendimi kurtardım. Bu dakikada ne kadar sakin olmak mümkünse o kadar sakin bir sesle:

- Hanımefendi, felaketinizi anlıyorum, söyleyiniz. Elimden gelecek bir şeyse, dedim.

Kadının ağlamaktan şişen soluk mavi gözlerinde bir ümit ışığı canlandı Zavallı, göğsünün sarsıntılarını eliyle zapt etmeye çalışarak:

- Yusuf, on seneden beri hastaydı. O kadar uğraştım, o kadar çırpındım, melun hastalık, bir türlü durmuyor, kardeşimi için için yiyip bitiriyordu. Nihayet bu vaka oldu. Sizi gördü. Zaten fazla içli bir adam. Gözle görünürcesine eriyip bitmeye başladı.

Sözün burasında hafif bir isyan feryadını men edemedim.

- Hanımefendi yemin ederim ki, ben kardeşinize bir şey
ÇALIKUŞU 275

yapmadım. Kendim de zaten bir yaralıdan başka bir şey değilim, dedim.

- Hanım kızım, evladım, sizin de belki bir sevdiğiniz var; darılmayınız. Yemin ederim ki bunları şikâyet için söylemiyorum. Ben göründüğü kadar kaba ruhlu bir kadın değilim, işin nihayetinde Yusuf'un kardeşiyim. Senelerden beri onun musikisi içinde yaşadım. Sizden değil, hatta bu tesadüften bile şikâyetim yok. Yusuf'un yatağında mum gibi eridiğini görüyorum. Fakat öyle anlıyorum ki, mesut ölüyor. Ne şikâyet var, ne acı söz, ne çırpınma. Bazen kendini kaybediyor. O vakit, gözka-pakları hafif hafif titriyor, soluk dudakları gizli bir gülümseme ile yavaşça isminizi tekrar ediyor. Düne kadar bu derdinden bana hiç bahsetmemişti. Dün ellerimi tuttu, birer birer parmaklarımı öperek:

- Onu bir kere daha göster bana abla! diye çocuk gibi yalvarmaya başladı. Yusuf için her fedakârlığa razıydım. Fakat buna imkân göremiyordum. içim parça parça oldu.

- iyi ol. Yusuf, çabuk iyi ol! Elbet bir gün yine göreceksin... diye alnını, saçlarını okşadım.

- Feride Hanım, bu hastanın hiçbir şey söylemeden bana nasıl darıldığını, başını öte tarafa çevirerek nasıl ümitsizlikle gözlerini kapadığını görseydiniz! Anlatmak mümkün değil ki... Bugün akşama doğru büsbütün gözlerini kapadı. Onların bir daha açılmayacağını biliyordum. Uğruna ömrümü, saadetimi vakfetmiş, onu hiçbir şeyden mahrum etmemiştim. En çok istediği şeyi bir kere göstermeden hasret içinde gözlerini kapadığını görmek... Bu acıyı size anlatmak mümkün değil, Feride Hanım, mümkün değil. Bu, öyle bir sevap ki, can çekişenlerin dudaklarına verilmiş bir damla su gibi.

Artık devam edemedi. Yüzünü eteklerine saklayarak çocuk gibi hıçkırdı.
276

Reşat Nuri Güntekin

Bu gecenin vakalarını bir rüya gibi hatırlayacağım.

Yağmurların içinde, önümdeki fenerin donuk izini takip ederek birçok dar, karanlık sokaktan geçtim. Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şey duymuyor, sele düşmüş bir yaprak gibi iradesiz sürükleniyordum.

Beni gölgelerle dolu yüksek, geniş bir odaya aldılar. Duvarlarda tamburlar, utlar, kemanlar sallanıyor, karışık raflarda neyler sürünüyordu. Bestekâr, bu çalgılarla dolu odanın bir köşesinde geniş bir demir karyola içinde ölüyordu.

Ayaklarımın ucuna basarak yanına yaklaştım. Mum gibi sarı çehresine ölümün sükûneti şimdiden çökmüş, kapalı gözlerinin çukuruna karanlık dolmuştu.

Yalnız, ağzındaki bembeyaz dişlerini gösteren aralık dudaklarında bir parça hayat rengi kalmıştı.

Biraz evvel o kadar telaşlı ve perişan görünen kadıncağız, bu son vazife karşısında hayret verici bir sükûn ve tahammül gösteriyordu. Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var Ya-rabbi! Mektebe gidecek çocuğunu uyandıran bir ana gibi elini hastanın başına koydu:

- Yusuf, çocuğum, bak, arkadaşın, Feride Hanım sana hatır sormaya geldi. Aç gözünü, Yusuf, dedi.

Hasta, hiçbir şey işitmiyor, hiçbir şey görmüyordu. Onun bir kere daha gözlerini açmadan ölmesi ihtimali, biçare kadına, o güzel tahammülünü yavaş yavaş kaybettiriyordu. Tekrar ağlamaya, sesi boğulmaya başlamıştı:

- Yusuf, yavurucuğum, bir kere daha gözlerini aç, görmeden ölürsen, daha ziyade yanacağım.

Yüreğim merhametten eziliyor, dizlerim vücudumun yükü altında çökecek gibi oluyordu. Karyolanın başucunda masaya benzeyen bir karanlık kümesine dayanmıştım. Bunun bir org olduğunu fark ederek titredim. Kalbim, öyle söyledi ki, bu biçare gözleri son defa açacak mucize ancak bu org olabilir. Düşündüğüm şey belki cinayet, belki bundan daha büyük bir


ÇALIKUŞU 277

günahtı. Fakat kenarından bakanları içine çeken uçurum gibi bu org da benim tahammülümü elimden aldı. Gayri ihtiyari ayağımı bastım, parmağımı tuşlardan birine koydum.

Org, yaralı bir gönül gibi derin derin inledi. Odanın karanlık köşeleri, duvarlardan gölgelerini uzatan sazlar, gizli figanlarla titreştiler.

Hakikat mi, yoksa benim yaşlarla perdeli gözlerimin bir vehmi mi olduğunu söyleyemeceğim. Bana öyle geldi ki hasta, bu sesle son bir defa mavi gözlerini açtı.

Ablası yastığa yüzünü kapamış hıçkırıyordu.

Bir mukaddes vazife yapar gibi ölünün üzerine eğildim, henüz bir hayal bakiyesiyle titriyor gibi görünen gözlerine dudaklarımı sürdüm.

ilk busemi ben, bir ölünün sönmüş gözlerine mi tevdi edecektim!

B... 2 Kasım

Bu akşam B.'deki evimde son gecem... Yarın erkenden hareket ediyorum.

O vakadan sonra tabii burada kalamazdım. Şehirde herkes benden bahsediyor, herkes, beni merak ediyor. Mektebe gidip gelirken kaç kişi peşime takıldı, kaç kişi artık iki kat örtmeye başladığım peçemin altında yüzümü seçebilmek için yolumu kesti; kaç saygısızın, biraz sesini alçaltmaya bile lüzum görmeden:

- Ipekböceği, bu ha? Zavallı Şeyh! dediğini işittim.

Arkadaşlarımın yanında konuşmaya utanıyor, sınıfa girerken kıpkırmızı olduğumu hissediyordum.

Bu, böyle devam edemezdi. Çaresiz, Maarif Müdürü'ne gittim. Buranın havasına dayanamayacağımı söyledim; başka
278

Reşat Nuri Güntekın

bir memlekette bana bir ders bulmasını rica ettim. Dedikodulardan galiba onun da haberi vardı. Çünkü hemen bana hak verdi. Yalnız, başka bir yerde bana göre ders bulmak müşküldü. Daha az maaşlı daha küçük bir mektep olursa da kabul edeceğimi söyledim; elverir ki uzakta bir yer olsun

iki gün evvel emri geldi- Ç... Rüştiyesine tayin etmişler.

Zavallı Çalıkuşu, rüzgâra kapılmış sonbahar yapraklarına döndü.
279

ÜÇÜNCÜ KISIM

Ç..., 23Nisan

JDUGÜN Hıdrellez. Evde yalnızım. Hatta, sadece evde değil, kasabada da hemen hemen öyleyim. Evler boş, çarşılar kapalı. Bütün kasaba halkı, erkenden yemek sepetlerıyle Söğüt-lük'te kuzu yemeğe gitti. Köşe başında her zaman kötürüm bir dilenci oturur. O bile eğlenceden geri kalmak istemedi, arabaya biner gibi, azametli bir eda ile bir hamalın sırtına binerek kafileye karıştı.

Mamafih, benim en ziyade hoşuma giden köpekler oldu. Kurnaz hayvanlar, ziyafetin kokusunu almışlar, bohçalar, sepetler, ihramlarla yola çıkan her kafilenin arkasında birkaç da onlardan takılmış.

Munise'yi komşulardan alay imamı Hafız Kurban Efen-di'nin karısıyla beraber gönderdim. O, bensiz gitmemek için bir hayli sızlandı, fakat başıma bir çatkı çattım: "Biraz hastayım, açılırsam belki arkadan gelirim," dedim.

Onları, hastayım diye aldattım ama bugün, bilakis çok iyiyim ve çok neşeliyim. Gitmek istemememin sebebine gelince, ben, artık böyle kalabalık eğlence yerlerinden hoşlanmıyorum.

Evde yalnız kalır kalmaz, başımdan çatkıyı attım. Yavaş sesle türküler söyleyerek, ıslık çalarak hanım hanım evimin işini gördüm. Mektepte günlerce erkek gibi çalıştıktan sonra ara sıra ev hanımlığı etmek bana öyle tatlı geliyor ki...

Bu işler bitince sıra kuşlarıma geldi. Maskaraların kafeslerini temizledim, sularını tazeledim, sonra güneş alsınlar diye bahçeye çıkardım. Şimdi tam yarım düzine kuşumuz var Buraya gelirken Mazlum'u, Hacı Kalfa'nın oğluna bırakmak mecburiyetinde kalmıştık. Munise, çok üzülmüş, ağlamıştı. Kızcağı-
280

Reşat Nuri Güntekin

zım içlenmesin diye ona bu kuşları aldım Sonradan, bana da bir merak geldi. Fakat, komşunun sarı kedisinden bu hayvancıklara hiç rahat yok. Ne vakit kafesleri bahçeye çıkarsam, gelip karşılarına oturuyor. Görünüşte sakin, halim bir kedi. Yeşil gözlerini aralık ederek adeta şefkatle kuşlara bakıyor, hele ara sıra çenesini titreterek hafif hafif sesler çıkarması var ki, onlarla konuşuyor zannedersiniz. Bugün: "Bakalım ne yapacak?" diye kuşlardan birini kafesten çıkardım, onun yüzüne doğru yaklaştırdım. Zalim hayvanın, üstünde bir rüzgâr esmiş gibi, sarı tüyleri dalgalandı, yeşil gözlerinden kıvılcımlar parladı. Yumuşak pençelerinin içinden tırnaklarını çıkarıyor, kuşun üstüne atılmaya hazırlanıyordu.

Zavallı yavrucak, elimin içinde kanatlarını, boynunu kısarak öyle bir titriyordu ki... Öteki elimle kediyi başından tuttum:

- Bu hain yeşil gözlerdeki tatlılığa bakan, seni gökyüzündeki melekleri düşünüyor sanır, dedim. Halbuki senin derdin, bu biçareyi parçalamak değil mi? Bak, ben şimdi senden ne güzel bir intikam alacağım.

Öteki elimi açtım. Zavallı kuş birdenbire sendeledi, azat olunduğuna inanamıyor gibi durdu. Sonra, ince bir feryat kopararak uçmaya başladı. Kedinin hayran bir yeis ile kuşu takip eden yeşil gözlerini yüzüme yaklaştırarak kahkahalarla gülüyor:

- Nasıl, kuşu parçalandın mı, sarı zalim7 diye eğleniyordum, içimde derin bir sevinç vardı. Yalnız bu sarı kediden değil, zavallı küçük kuşlara musallat olan bütün sarı mahluklardan öç almış gibi seviniyordum.

Neşemi yalnız öteki kuşların şikâyeti kırdı. Bu, hakikaten bir şikâyet miydi, bilmiyorum, fakat bana, öyle geldi ki, zavallılar: "Niçin bizi arkadaşımız gibi mesut etmiyorsun?" diyorlar. Gönlümün o daima itaat etmek lâzım gelen hırçın, sert emirlerinden biriyle kafese doğru yürüyordum.

Hepsini birden azat edecektim. Fakat, birdenbire Munise aklıma geldi. Yanağımı kafeslerden birinin teline dayadım:
ÇALIKUŞU 281

- Sizi bırakayım, güzel, fakat sonra Munise'ye, öteki sarı musibete ne cevap vereceğiz? Ne yapalım küçükler, ne kadar uğraşsak bu sarı hainlerden kendimizi büsbütün kurtaramıyoruz, dedim.

Kuşlardan sonra, sıra kendime geldi. Ben, havayı bir parça güneşli gördüğüm vakit, daima soğuk su ile saçlarımı yıkarım. Onların yavaş yavaş güneşte kuruması en büyük zevkim-dir.

Bugün, yine öyle yaptım; sonra kafeslerimin karşısındaki erik ağacına çıkarak ıslak saçlarımı, hafif hafif esen bahar rüzgârına dağıttım. Saçlarım artık uzamış, hemen hemen belime inmişti. B.'de saçlarımın niçin kısa olduğunu arkadaşlarıma söylemeye utanmıştım. Onlar, bunu kadın için ayıp, daha doğrusu bir kusur sayıyorlar. Hacı Kalfa'ya varıncaya kadar, herkesten bir türlü saç ilacı salık almıştım. Saçlarımın bu kadar çabucak uzadığını görenler, kerameti kendilerinde bildiler; Maçlarındaki tesire benim demet demet uzayan gür saçlarımı şahit tuttular.

Erik ağacı kafeslerin tam karşısındaydı. Kuşlar, boncuk gibi parlıyor, gözlerini güneşe dikerek ötüşüyorlardı. Ben, ıslık çalarak onları taklit ediyor, ince bir dalın üstünde, salıncakta gibi sallanıyordum. Bir aralık yanımdaki evin penceresine gözüm ilişti. Bir de ne göreyim? Komşu alay imamı Hafız Kurban Efendi, ablak yüzünde iki cami kandili gibi parlayan yuvarlak çipil gözleriyle bana bakmıyor mu?! Ne olduğumu anlatamam. Kılığım, kıyafetim bir şeye benzese neyse. Fakat ayaklarım çıplak, arkamda açık bir beyaz gömlek, ilk hareketim, arkama dökülen ağır saç kümesine sarınarak onu boynuma, göğsüme dağıtmak oldu. Sonra kendimi bir yük gibi ağaçtan aşağı attım. Bereket versin, dal yüksek değildi. Kulağıma: "Aman, eyvah!"
282

Reşat Nuri Güntekin

diye bir ses geldi. Düşen, biraz da canı yanan bendim. Fakat, bağıran komşum Hafız Kurban Efendi'ydi.

ismini gülmeden söyleyemediğim bu Hafız Kurban Efendi, elli yaşlarında bir alay imamıdır. Çok zengin olduğunu söyle-yorlar. Karısı pek taze, otuz yaşına bile gelmemiş, güzel, kara gözlü, filiz gibi bir Çerkez kızı. Aramız pek iyidir. Bugün Muni-se'yi gezmeye götüren de odur. Çocuğu olmadığı için benim küçük yaramazı o da, kendi kızı gibi seviyor. Fakat, bugünkü vaka neşemi kaçırdı. Alay imamından çok utandım, kim bilir, ne kadar ayıplamıştır? Şimdi bu satırları yazarken utancımdan yüzümü ateş basıyor, kıpkırmızı olduğumu hissediyorum. Of, Yarabbi! Mektep hocası da oldum, hâlâ deliliği bırakamıyorum. Tevekkeli B.'deki Müdür Recef Efendi bana: "Allah geçinden versin, hanı ölüp de mezara girsen, talkın veren imamı güldüreceksin!" demezdi.

Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı, geldim geleli çantamda duran defterime son altı ayın vakalarını yazmaktı. Boğaz ile beraber sahildeki istihkâmların bir kısmını gören penceremin önüne geçtim. Ben, bu eve zaten yalnız bu pencereyi sevdiğim için geldim. Yoksa tamah edilecek hiçbir şeyi yok.

B.'den kaçmak için ilk teklif ettikleri yeri kabul etmiş, ne burayı sevip sevmeyeceğimi düşünmüş, ne de aylığımın azlığına ehemmiyet vermiştim.

Fakat, talihime gayet iyi bir yer çıktı. Sakin, şirin bir asker memleketi. Yerli olsun, yabancı olsun, kimin babasını, kardeşini, oğlunu, kocasını sorarsanız mutlaka askerdi; ya zabit,ya nefer... Hocalarının bile bir kısmı tabur imamı, alay müftüsü, filan gibi askerlikte bir ilişiği olan insanlar. Komşum Kurban Efen-di'nin, sarığıyla beraber ara sıra üniforma giydiği, kılıç taktığı bile oluyor.

Ç.'nın kadınları pek hoşuma gidiyor. Vefakâr, çalışkan, hayatlarından memnun, munis ve sade insanlar Çalışmak gibi eğlenceyi de çok seviyorlar. Hafta geçmez ki bir düğün olma-


ÇALIKUŞU 283

sın. Bir düğün, türlü türlü isimde kına geceleriyle tam bir hafta sürüyor. Demek ki onlar hemen her gece eğleniyorlar.

Evvela, buna nasıl para dayandırıyorlar, diye şaşıyordum. Fakat sonradan sırrını anladım.

Mesela, bir kadın, ağır gelinlik elbisesini on sene, yirmi sene, her düğüne giyiyor, onu yine, tertemiz, kendi kızına giydiriyor. Eğlenceleri çok sade. Çalgıları, armonika çalan bir ihtiyar ermeni kadını ki, küçük bir kurnaş parçası, birkaç para ile memnun oluyor.

Evet, sade eğlenceler. Fakat değil mi ki memnun oluyorlar, pekâlâ Keşke ben de onların içinde doğsaydım, keşke ben de bir gün parmaklarımda, avuçlarımın içinde hurma gibi kınalarla... Her neyse başka bahse geçelim.

Komşularım, beni birdenbire sevdiler. Yalnız, aralarına karışmadığıma, bu eğlencelerden zevk almadığıma darılıyor-lardı. Kibirli sanmasınlar diye onlara kul, köle oldum, mektepteki kızları gibi kendilerinden de elimden gelen nezaketi, yardımı esirgemedim

Burada en sevdiğim bir yer de: "Söğütlük" dedikleri dere kenarı. Kalabalık günlerde pek cesaret edemiyorum Fakat bazı tenha akşamüstleri, mektepten dönerken Munise ile oraya uğruyoruz. Söğütlük, adeta bir söğüt ve çınar ormanı. Kim bilir, kaç yüz senelik? Çınarların aşağı kısımlarındaki dalları kesmişler, yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları ve yapraklan kalmış Akşam gölgesinin çökmeye başladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucu bucağı bulunmaz bir viran kubbenin altına girmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneş ışıkları bu yüksek, harap çınar gövdelerim göz alabildiğine uzanıp giden kırık sütunlara benzetiyor. Derenin öbür kıyısında etrafları çitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o bahçelerin arasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var. Karşıdan bu yollara bakarken bana öyle geliyor ki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başka yerlere götürecek, en umulmaz emellere kavuşturacak.
284

Reşat Nuri Güntekin

Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesi isminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena ama kendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğim vakit, bana orada güzel bir ev göstermişlerdi. Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.'deki kadar zengin değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha küçük bir evde oturmaya mecburum. Mamafih, şimdiki evim de pek fena yerde değil. Meydanlığı, kahvesi, dükkânlarıyla kasabanın pek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyin Söğütlük'e giden bütün Ç... halkı önümüzden geçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber, dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük'ten bir zabit kafilesi dönüyordu. Acele acele karşıdan gelen bir mülazımle konuşmak için durdular. Mülazım:

- Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben daha yeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım, dedi.

Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlı bir kolağası -ki her zaman tesadüf ederim- cevap verdi:

- Dön, zahmet etme. Söğütlük'ün tadı yok bugün. O kadar batandık. Gülbeşeker yok!

Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çok seviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün ağzında bir gülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gül tatlısı olacak. Fakat Hıdrellez günü mesirede gülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!

Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütün erkeklerin ağzında, kaç defa sokakta kulağımla işittim.

Mesela, bir akşamüstü mektepten dönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaç genç gidiyordu. Bunlardan birine bilmem ne ikram etmek istediler. O, reddeddiyor:

- Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşim değil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir başkası:


ÇALIKUŞU 285

- Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsa yemez misin? diye onu omuzundan sarstı.

Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sınta:

- Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.

Bazen kahvenin önünde oturan erkekler mahalleye su taşımakla geçinen fakir, tuhaf tuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:

- E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senin düğünü yapıyoruz?

- Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.

- Süleyman, sen bu fukaralıkla nasıl geçinisin?

- Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim. Allah'tan belamı mı isteyeceğim?

Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar. Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise'yi yakaladı. Kızcağızın zorla yanaklarından öperek:

- Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.

Sokakta Sögütlük'ten dönen kafileler çoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha. Munise'nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızı dört saatte dört ay görmemiş gibi göreceğim geldi.

23 Nisan (iki saat sonra)

Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise, Söğütlük'te tesadüf ettiği birkaç muallimeye benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler, dönüşte kapıdan uğrayarak hatırımı sormak istemişler.

Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim. Bunlardan birine şaka olsun diye: "Bari gülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçen zabitler bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!"

Arkadaşım gülerek cevap verdi:


286

Reşat Nuri Güntekin


- Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrum kaldık!...

- Niçin?


- Çünkü gelmediniz!

Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeye çalışarak:

- Ne münasebet! dedim.

Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım, şüpheli bir bakışla:

- Sahi bilmiyor musun? dedi

- Vallahi bilmiyorum.

- Zavallı Ferideceğim, sen ne kadar safsın! Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu güzel rengin için sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:

- Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi!

Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarı sahi:

- Bundan şikâyet edilecek ne var? Bir kasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz, bu saadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.

Bu erkekler, sahi çok fena muhluklar. Bana burada da rahat vermiyorlar. Yarabbi, artık nasıl insan içine çıkacağım, komşularımın yüzüne nasıl bakacağım7

Ç.,., l Mayıs

Deminden beri yukarıda talebelerimin vazifelerini tashih ediyordum. Kapı çalındı, Munise aşağıdan:

- Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.

Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor; yüzü kapalı olduğu için tanımadım, tereddütle:
ÇALIKUŞU 287

- Kimsiniz efendim? diye sordum.

Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım, kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse Munise imiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığın içinde döndürüyor, küçük buselerle yanaklarımı, boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbire yetişmiş bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, bu iki senenin içinde hayli serpilmiş, hemen bana yaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibi açılan güzelliğiyle nazlı, nazik bir küçükhanım olmuştu. Fakat insan, daima gözünün önünde duran şeylerdeki değişikliği fark edemiyor.

Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis mahzun odum. Bunu Munise fark etti:

- Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakın darıltmayayım? dedi.

Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:

- Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki, durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmak isteyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.

Bu yalnızlığın acısı şimdiden içime çökmüş gibi gözlerim doluyordu. Munise'nin bir kelime ile beni teselli etmesi için halimle, bakışlarımla adeta yalvarıyordum. Fakat hain kız, dudaklarını büktü.

- Ne yapalım abacığım, âdet böyle, dedi.

- Demek, bir yabancının karısı olmak için beni bırakacaksın?

Munise cevap vermedi, sadece güldü. Fakat ne gülüş! Zalim, şimdiden onu benden ziyade seviyordu.

Bu sefer ben, biraz evvelki sözlerimin aksini söylemeye başladım.

- Gelin olsan bile harhalde yirmi yaşına kadar vakit var.
288

Reşat Nuri Guntekin


- Yirmi yaş çok değil mi abacığım.

- O halde on dokuz, haydi nihayet on sekiz. Cevap vermiyorsun ama, gülüyorsun. "Ben biliyorum" demek ister gibi sinsi sinsi gülüyorsun. Vallahi, on sekizden aşağı olmaz.

Afacan gülüyor, pazarlığımla eğleniyordu. Utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım. Sarı insanların hepsi vefasız oluyor, hepsi insanı başka türlü üzüyor.

1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   30


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət