Ana səhifə

Ertugrul firkateyninin trajik yolculugu isimli yazi dizimi takip eden


Yüklə 0.53 Mb.
səhifə3/9
tarix26.06.2016
ölçüsü0.53 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9

 

Ertuğrul, her şeye karşın büyük yolculuğa hazırdı... Gidecek, belki de hiç görülmemiş, bilinmemiş, varlığı hiç duyulmamış kıyılarda Osmanlı sancağını gösterecek, yüceltecek ve onun saygınlığı için ne gerekiyorsa, onu yapacaktı...



 

 

 



Padişah İradesi

 

19 Haziran 1889 günü Ertuğrul personelini endişelendiren bir olay oldu. Bahriye Bakanının başyaveri demir üzerindeki Ertuğrul'a gelerek, Bakan Paşanın Sadrazam Kâmil Paşa tarafından çağrıldığını, geminin kifayetsizliği hakkında devam edegelen dedikodular hakkında bilgi istediğini, Padişahın Bahriye camiasından yansıyan olumsuz görüşlerden tereddüde düştüğünü anlatarak, firkateynin Japonya gezisini yapıp yapmaması hakkında efendimizin bizzat karar vermek arzusunda bulunduğunu ve bu münasebetle 23 Haziran günü cuma selamlığında, personelin Zatı Şahane'nin görüşlerine sunulacağını haber verdi.



 

 

 



İstibdat döneminin güvenlik nedeniyle konmuş garip adetlerinden birisi de Padişahın cuma selamlığında hangi camiye gideceğinin önceden belli olmamasıydı ve en erken perşembe günü öğrenilmesinin mümkün olabilmesiydi. Bu yüzden gemi komutanı Albay Osman Bey perşembe günü öğleden sonra cuma selamlığının yapılacağı camiyi öğrenmek üzere Bakanlığa gitti. Fakat Saraydan bu hususta henüz bir bilgi alınamadığını öğrendi. Bahriye Bakanlığı, Albay Osman Bey'e Saraya giderek başyaverlikten öğrenmesini tavsiye etti. Yıldız Sarayı'na giden gemi komutanı, saatlerce bekletildi. Ama selamlık mevkiini öğrenmesi yine de mümkün olmadı. Kendisine "Cuma günü erkenden çıkarsınız, halk ne tarafa gidiyorsa, selamlık da o taraftadır. Siz de oraya gidersiniz." diye yol gösterildi.

 

 



 

Ertuğrul subaylarının hepsi de garip bir endişe içinde geceyi gemilerinde geçirmişlerdi. O zamanın modası veçhile bıyıklarını burarak, yaylı maşaların altında hapsetmişlerdi. Sabah olunca personel düz beyaz, subaylar ise düz siyah elbise giymişler, sırma saçaklı apoletler takmışlar, altın yaldızlı uzun kılıçlarını kuşanmışlar, kordonlar, nişanlar takınmışlardı. Hafız Ali Efendi ise, imam üniformasını teşkil eden, kollarında rütbe işareti bulunan siyah cübbesini ve yeşil sarılı kırmızı fesini giymişti. Hava aydınlanırken halkın hareket yönünü tespit etmek ve gemiye haber vermek üzere ayağına çabuk askerlerden birkaçı şehirde muhtelif istikametlere gönderilmişti. Personel de filikalarla sahile çıkarılmış, Camialtı avlusunda muntazam sıralar halinde ve toplu halde bulunuyordu. Gemi Komutanı personelini denetlemiş ve hepsinin görünümünü ve davranışlarını mükemmel bulmuştu. İstibdat devrinin bin bir bakımsızlığı içinde böyle vakur ve disiplinli, her biri birer heykel görünüşüne sahip personelin nasıl solmadan bugüne kadar gelebildiğine hayret etmemek mümkün değildi... Tunç yüzleri, dimdik duruşları ve gürbüz halleriyle bahriye askerleri daha katları bozulmamış kar gibi elbiseleri içinde bir kat daha heybetli duruyorlardı.

 

 

 



 

 

 



 

Saat alaturka bire doğru gözcü olarak gönderilen erlerden bir ikisi döndü ve selamlığın Dolmabahçe Camii'nde yapılacağını haber verdiler. Ertuğrul kıtası, en önde bando, onun arkasında gemi komutanı ve daha sonra da cuma selamlığı dolayısıyla görevi önem kazanmış olan gemi imamı Hafız Ali Efendi, kıdemlerine göre diğer subaylar ve personel sıralamasıyla yürüyüş tertibinde, Camialtı meydanından harekete geçti. O tarihlerde en uygun yol olduğu için önce Tepebaşı'na çıkıldı. Oradan da Galatasaray üzerinden Tophane'ye inildi.

 

 

 



Bandonun çaldığı;

 

 



 

sivastopol önünde yatan gemiler


atar nizam topunu, yer gök iniler
yardımcıdır bize kırklar, yediler

 

aman padişahım izin ver bize,


zafer haberini verelim size.

 

sivastopol önünde sıra sıra söğütler,


oturmuş binbaşı asker öğütler,
askere gidiyor babayiğitler.

 

aman padişahım izin ver bize,


zafer haberini verelim size.

 

sivastopol önünde bir dolu testi,


testinin üstünde sam yeli esti,
analar babalar umudun kesti.

 

aman padişahım izin ver bize,


zafer haberini verelim size.

 

 



 

"Sivastopol Marşı" ile beraber Dolmabahçe'ye doğru yürüyüşe devam edildi. Halk, o güne kadar görülmemiş bir intizam ve mükemmeliyetteki bu deniz kıtasının Ertuğrul kıtası olduğunu anlayınca müthiş bir alkış tufanı kopardı. Ara sıra dua okuyanlar, "Allah yolunuzu açık etsin" diyenler, takdir duygularının ve hayretlerin ifadesi olan sözler, herkesin kulağında unutulmaz izler bırakıyordu.

 

 

 



Arap ve Arnavut alayları Dolmabahçe Sarayı'ndan Yıldız Sarayı'na kadar uzanan caddenin her iki tarafına dizilmişlerdi. Bunların kılık kıyafetleri de görülecek şeydi. Arapların şalvara benzeyen pantolonları ve sarıklı külahları vardı. Elbiseleri ipek kordonlarla işlenmişti. Subaylardaysa, bu süs sırmadandı. Külahlarının üzerinde de "Osmanlı Hanedanın Arması" vardı Arnavut alaylarının elbiseleri millî kıyafetlerini anımsatıyordu. Kadife elbiseler, rugan çizmeler, ipek kuşaklar, harikulade süsler ilave edilerek bu artistlerin imparatorluğun haşmet ve servetini temsil etmesine özel olarak itina edilmişti.

 

 



 

O devirde kültür hareketleri açısından bir hayli fakir olan İstanbul halkına hiç olmazsa cuma selamlıklarında, bilvesile zevklerini tatmin fırsatı veriliyordu. Bu yüzden de halk yaldızlara batırılmış ve sırmalara gömülmüş bu garip alayları seyretmeye koşuyordu. Cami meydanlarında kıtalar dört sıra üzerinde mevki almaktaydı. Birinci sırada Padişahın muhafız birliğini oluşturan hassa alayları, ikinci sırada İstanbul'da bulunan kara ve deniz birliklerinden oluşan kıtalar, üçüncü sırada da zaptiye alayları ve nihayet son sırada da halk... Bu şekilde de Padişah üç sıralı güvenlik çemberiyle halktan tamamen tecrit olunurdu.

 

 

 



Ertuğrul kıtasına, kıtanın başı Beşiktaş tarafında olmak üzere yer verildi. Fakat önünde yine hassa alayları vardı. Ancak uzun boylu subayların ve erlerin, tuğlu ve yaldızlı külahların üzerinden meydanı görebiliyorlardı. Gemi komutanı Albay Osman Bey'in hassa alayı komutanıyla yaptığı tartışmalardan bir sonuç çıkmıyordu. Tesadüfen o sırada, oralardan geçen Bahriye Bakanı müdahale etmeseydi, Ertuğrul kıtasının ön sırada yer alması mümkün olamayacaktı.

 

 



 

Hassa süvarileri görüldüğü zaman Osman Bey Ertuğrul kıtasına selam vaziyeti aldırdı. Hassa süvarilerinin arkasından aynı renkte ve aynı boyda atlarla çekilen Abdülhamid'in kayık şeklindeki saltanat arabası geliyordu. 15 ile 65 arasındaki fahrî ve aslî yaverlerinden 20 ila 30 kadarı, atlar üzerinde her biri nişanlara gark olmuş vaziyette arabanın önünde ve arkasında gidiyorlardı. Abdülhamid'in gözleri bir an Ertuğrul kıtasına ilişti. Ancak bu bakış o kadar kısa oldu ki, kıta personeli endişeye düşecek, heyecanlanacak zamanı bile bulamamıştı. Selamlık resmine iştirak eden binlerce adam padişahın namazının bitmesini bekliyordu. Osman Bey de kıtasının baş tarafını cami tarafına çevirtmiş olarak bekliyordu. Tiz bir boru sesi Padişahın namazının bittiğini haber veriyordu.

 

 

 



Arabanın etrafındaki yerler, yine gelişte olduğu gibi aynı adamlar tarafından işgal edilmişti. Ama Ertuğrul kıtasına, padişahın bu defaki bakışı gelişindeki kadar bile olmamıştı. Fakat arabayı takip eden zevat arasında bulunan Bahriye Bakanının, yerinden ayrılarak Gemi Komutanı Albay Osman Bey'in yanına gelerek, "Padişahın memnun kaldığını ve selamlarını gönderdiğini" bildirmesi endişeleri dağıtmıştı. Bakan ayrıca, Padişahın Ertuğrul'un 14 Temmuz 1889 pazar günü Japonya'ya hareketini irade buyurduğunu da duyurmuştu. Gemi komutanı, cumartesi günü saraya giderek Japon imparatoruna verilecek hediyeleri teslim alacaktı. Padişah Ertuğrul kıtasına göz ucuyla bir kere bakmış ve bu bakış Osmanlı Bahriyesi'nin tarihindeki en uzun seferin yapılması hakkında karar vermesine yetmişti. Öyle ya o bir padişahtı... Hem de Halife... Bir bakışta her şeyi görmesi de sadece ona özgü bir yetenekti.

 

 



 

Dönüş yolunda Ertuğrul bandosunun sesi artık daha kuvvetle çıkıyordu. Askerlerin adımları daha da sertti. Yüzlerindeki endişeli hatlar silinmiş, yerlerini kendine güven ve mutluluk ifadeleri almıştı. Bu iradenin kendilerinin ölüm fermanın imzası anlamına geleceğini nereden bilebilirlerdi? Neşe ve mutluluk içinde gemilerine geldiler.

 

 

 



Ertesi günü Albay Osman Bey Saraydan Japon imparatoruna Padişah adına sunacağı Nişan ile maun ağacından yapılmış mühürlü bir sandık içinde hediyeleri teslim aldı. Japonya'ya kadar maaş, tahsisat, kömür ve su parasıyla birlikte seyahat masrafı olmak üzere hesaplanan 25 000 altın lira, Bahriye veznesinden muhafızlarla gemiye gönderildi. Bu kadar altın 180 kilogram ağırlığındaydı. Nakli esnasında bir kaza vukuunda hepsinin birden kaybolmasını önlemek için, demir üzerinde alargada yatmakta olan Ertuğrul'a filikalarla parti parti taşındı.

 

 



 

Derleyen ve düzenleyen: Naci Kaptan

 

14.12.2008



 

 

 



 

 

Naci Kaptan'a teşekkürlerimizle



 

Denizce


 

21.09.2007

 

 

 



 

 

Ertuğrul Fırkateyni - Bölüm 4



 

Derleyen Naci Kaptan

 

 

 



 

 

ERTUGRUL FIRKATEYNININ TRAJIK YOLCULUGU 4/20



 

 

 



 

 

Padişah İradesi



 

19 Haziran 1889 günü Ertuğrul personelini endişelendiren bir olay oldu. Bahriye Bakanının başyaveri demir üzerindeki Ertuğrul'a gelerek, Bakan Paşanın Sadrazam Kâmil Paşa tarafından çağrıldığını, geminin kifayetsizliği hakkında devam edegelen dedikodular hakkında bilgi istediğini, Padişahın Bahriye camiasından yansıyan olumsuz görüşlerden tereddüde düştüğünü anlatarak, fırkateynin Japonya gezisini yapıp yapmaması hakkında efendimizin bizzat karar vermek arzusunda bulunduğunu ve bu münasebetle 23 Haziran günü cuma selamlığında, personelin Zatı Şahane'nin görüşlerine sunulacağını haber verdi.

 

 

 



İstibdat döneminin güvenlik nedeniyle konmuş garip adetlerinden birisi de Padişahın cuma selamlığında hangi camiye gideceğinin önceden belli olmamasıydı ve en erken perşembe günü öğrenilmesinin mümkün olabilmesiydi. Bu yüzden gemi komutanı Albay Osman Bey perşembe günü öğleden sonra cuma selamlığının yapılacağı camiyi öğrenmek üzere Bakanlığa gitti. Fakat Saraydan bu hususta henüz bir bilgi alınamadığını öğrendi. Bahriye Bakanlığı, Albay Osman Bey'e Saraya giderek başyaverlikten öğrenmesini tavsiye etti. Yıldız Sarayı'na giden gemi komutanı, saatlerce bekletildi. Ama selamlık mevkiini öğrenmesi yine de mümkün olmadı. Kendisine "Cuma günü erkenden çıkarsınız, halk ne tarafa gidiyorsa, selamlık da o taraftadır. Siz de oraya gidersiniz." diye yol gösterildi.

 

 



 

Ertuğrul subaylarının hepsi de garip bir endişe içinde geceyi gemilerinde geçirmişlerdi. O zamanın modası veçhile bıyıklarını burarak, yaylı maşaların altında hapsetmişlerdi. Sabah olunca personel düz beyaz, subaylar ise düz siyah elbise giymişler, sırma saçaklı apoletler takmışlar, altın yaldızlı uzun kılıçlarını kuşanmışlar, kordonlar, nişanlar takınmışlardı. Hafız Ali Efendi ise, imam üniformasını teşkil eden, kollarında rütbe işareti bulunan siyah cübbesini ve yeşil sarılı kırmızı fesini giymişti. Hava aydınlanırken halkın hareket yönünü tespit etmek ve gemiye haber vermek üzere ayağına çabuk askerlerden birkaçı şehirde muhtelif istikametlere gönderilmişti. Personel de filikalarla sahile çıkarılmış, Camialtı avlusunda muntazam sıralar halinde ve toplu halde bulunuyordu. Gemi Komutanı personelini denetlemiş ve hepsinin görünümünü ve davranışlarını mükemmel bulmuştu. İstibdat devrinin bin bir bakımsızlığı içinde böyle vakur ve disiplinli, her biri birer heykel görünüşüne sahip personelin nasıl solmadan bugüne kadar gelebildiğine hayret etmemek mümkün değildi... Tunç yüzleri, dimdik duruşları ve gürbüz halleriyle bahriye askerleri daha katları bozulmamış kar gibi elbiseleri içinde bir kat daha heybetli duruyorlardı.

 

 

 



Saat alaturka bire doğru gözcü olarak gönderilen erlerden bir ikisi döndü ve selamlığın Dolmabahçe Camii'nde yapılacağını haber verdiler. Ertuğrul kıtası, en önde bando, onun arkasında gemi komutanı ve daha sonra da cuma selamlığı dolayısıyla görevi önem kazanmış olan gemi imamı Hafız Ali Efendi, kıdemlerine göre diğer subaylar ve personel sıralamasıyla yürüyüş tertibinde, Camialtı meydanından harekete geçti. O tarihlerde en uygun yol olduğu için önce Tepebaşı'na çıkıldı. Oradan da Galatasaray üzerinden Tophane'ye inildi. Bandonun çaldığı; "Sivastopol önünde yatan gemiler"... Atar nizam topunu yer gök iniler"... Diye başlayan "Sivastopol Marşı" ile beraber Dolmabahçe'ye doğru yürüyüşe devam edildi. Halk, o güne kadar görülmemiş bir intizam ve mükemmeliyetteki bu deniz kıtasının Ertuğrul kıtası olduğunu anlayınca müthiş bir alkış tufanı kopardı. Ara sıra dua okuyanlar, "Allah yolunuzu açık etsin" diyenler, takdir duygularının ve hayretlerin ifadesi olan sözler, herkesin kulağında unutulmaz izler bırakıyordu.

 

 



 

Arap ve Arnavut alayları Dolmabahçe Sarayı'ndan Yıldız Sarayı'na kadar uzanan caddenin her iki tarafına dizilmişlerdi. Bunların kılık kıyafetleri de görülecek şeydi. Arapların şalvara benzeyen pantolonları ve sarıklı külahları vardı. Elbiseleri ipek kordonlarla işlenmişti. Subaylardaysa, bu süs sırmadandı. Külahlarının üzerinde de "Osmanlı Hanedanın Arması" vardı Arnavut alaylarının elbiseleri millî kıyafetlerini anımsatıyordu. Kadife elbiseler, rugan çizmeler, ipek kuşaklar, harikulade süsler ilave edilerek bu artistlerin imparatorluğun haşmet ve servetini temsil etmesine özel olarak itina edilmişti.

 

 

 



O devirde kültür hareketleri açısından bir hayli fakir olan İstanbul halkına hiç olmazsa cuma selamlıklarında, bilvesile zevklerini tatmin fırsatı veriliyordu. Bu yüzden de halk yaldızlara batırılmış ve sırmalara gömülmüş bu garip alayları seyretmeye koşuyordu. Cami meydanlarında kıtalar dört sıra üzerinde mevki almaktaydı. Birinci sırada Padişahın muhafız birliğini oluşturan hassa alayları, ikinci sırada İstanbul'da bulunan kara ve deniz birliklerinden oluşan kıtalar, üçüncü sırada da zaptiye alayları ve nihayet son sırada da halk... Bu şekilde de Padişah üç sıralı güvenlik çemberiyle halktan tamamen tecrit olunurdu.

 

Ertuğrul kıtasına, kıtanın başı Beşiktaş tarafında olmak üzere yer verildi. Fakat önünde yine hassa alayları vardı. Ancak uzun boylu subayların ve erlerin, tuğlu ve yaldızlı külahların üzerinden meydanı görebiliyorlardı. Gemi komutanı Albay Osman Bey'in hassa alayı komutanıyla yaptığı tartışmalardan bir sonuç çıkmıyordu. Tesadüfen o sırada, oralardan geçen Bahriye Bakanı müdahale etmeseydi, Ertuğrul kıtasının ön sırada yer alması mümkün olamayacaktı.



 

 

 



Hassa süvarileri görüldüğü zaman Osman Bey Ertuğrul kıtasına selam vaziyeti aldırdı. Hassa süvarilerinin arkasından aynı renkte ve aynı boyda atlarla çekilen Abdülhamid'in kayık şeklindeki saltanat arabası geliyordu. 15 ile 65 arasındaki fahrî ve aslî yaverlerinden 20 ila 30 kadarı, atlar üzerinde her biri nişanlara gark olmuş vaziyette arabanın önünde ve arkasında gidiyorlardı. Abdülhamid'in gözleri bir an Ertuğrul kıtasına ilişti. Ancak bu bakış o kadar kısa oldu ki, kıta personeli endişeye düşecek, heyecanlanacak zamanı bile bulamamıştı. Selamlık resmine iştirak eden binlerce adam padişahın namazının bitmesini bekliyordu. Osman Bey de kıtasının baş tarafını cami tarafına çevirtmiş olarak bekliyordu. Tiz bir boru sesi Padişahın namazının bittiğini haber veriyordu.

 

 



 

Arabanın etrafındaki yerler, yine gelişte olduğu gibi aynı adamlar tarafından işgal edilmişti. Ama Ertuğrul kıtasına, padişahın bu defaki bakışı gelişindeki kadar bile olmamıştı. Fakat arabayı takip eden zevat arasında bulunan Bahriye Bakanının, yerinden ayrılarak Gemi Komutanı Albay Osman Bey'in yanına gelerek, "Padişahın memnun kaldığını ve selamlarını gönderdiğini" bildirmesi endişeleri dağıtmıştı. Bakan ayrıca, Padişahın Ertuğrul'un 14 Temmuz 1889 pazar günü Japonya'ya hareketini irade buyurduğunu da duyurmuştu. Gemi komutanı, cumartesi günü saraya giderek Japon imparatoruna verilecek hediyeleri teslim alacaktı. Padişah Ertuğrul kıtasına göz ucuyla bir kere bakmış ve bu bakış Osmanlı Bahriyesi'nin tarihindeki en uzun seferin yapılması hakkında karar vermesine yetmişti. Öyle ya o bir padişahtı... Hem de Halife... Bir bakışta her şeyi görmesi de sadece ona özgü bir yetenekti.

 

Dönüş yolunda Ertuğrul bandosunun sesi artık daha kuvvetle çıkıyordu. Askerlerin adımları daha da sertti. Yüzlerindeki endişeli hatlar silinmiş, yerlerini kendine güven ve mutluluk ifadeleri almıştı. Bu iradenin kendilerinin ölüm fermanının imzası anlamına geleceğini nereden bilebilirlerdi? Neşe ve mutluluk içinde gemilerine geldiler.



 

 

 



Ertesi günü Albay Osman Bey Saraydan Japon imparatoruna Padişah adına sunacağı Nişan ile maun ağacından yapılmış mühürlü bir sandık içinde hediyeleri teslim aldı. Japonya'ya kadar maaş, tahsisat, kömür ve su parasıyla birlikte seyahat masrafı olmak üzere hesaplanan 25 000 altın lira, Bahriye veznesinden muhafızlarla gemiye gönderildi. Bu kadar altın 180 kilogram ağırlığındaydı. Nakli esnasında bir kaza vukuunda hepsinin birden kaybolmasını önlemek için, demir üzerinde alargada yatmakta olan Ertuğrul'a filikalarla parti parti taşındı.

 

 



 

 

 



Seyir

 

Ertuğrul İstanbul’dan hareketinden sonra önceleri Kınalıada’ya doğru bir rotada seyretti. Selimiye Kışlası’nın iki kulesiyle Çamlıca Tepesi transitte görüldüğü zaman, geminin rotası genel batı rotası veya aksi olurdu. Bu istikamet gemileri Yeşilköy açıklarındaki sığlıklardan uzak geçirdiği gibi, Çanakkale’ye ulaşan en kısa yol da olurdu. Padişah III. Selim yeni kurduğu Nizamı Cedid ordusu için Selimiye Kışlası’nı yaptırırken, kulelerinin Türk gemicilerine rehber olması da düşünülmüş, kışla planları bu maksadı temin edecek şekilde yapılmıştı. Gemi genel batı rotasına dönüp Yeşilköy açıklarından geçerken mürettebat seyir nöbet yerlerini tamamen almıştı. Gemi Süvarisi Yarbay Ali Bey ve muavini Yarbay Cemil Bey bütün seyir müddetince dönüşümlü olarak gemiyi sevk ve idare edeceklerdi. Komutan Albay Osman Bey, görevinin özelliği dolayısıyla nöbetten muaftı ve her an seyre müdahale hakkına sahipti.



 

 

 



Güverte ve makine geriye kalan bütün personel dört eşit vardiyaya ayrılmıştı. Bunlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü vardiyalar olarak isim almışlardı. Her vardiyadaki subayların, erlerin ve zanaatkârların isimlerini gösteren listeler, bugünün tabiriyle “role çizelgeleri” nöbet kamarasına ve seyir köprü üstüne asılmıştı. Birinci ve üçüncü vardiyalara “sancak vardiya” ikinci ve dördüncü vardiyalara da “iskele vardiya” deniliyordu. Sancak vardiyalarıyla Süvari Yarbay Ali Bey, iskele vardiyalarıyla da Süvari Muavini Yarbay Cemil Bey nöbet tutacaklardı. Her vardiya, nöbeti esnasındaki olaylardan sorumluydu. Fakat bu konu seyir subayı Sol Kolağası Tahsin Efendi Kaptan için geçerli değildi. Seyir subayı bir limandan hareketten diğer bir limana varıncaya kadar geminin emniyet ve selametle seyrinden sorumluydu. Bu yüzden istirahat zamanlarını kendi arzu ettiği şekilde tanzim ederdi. Yardımcılarına bıraktığı talimata göre; her deniz feneri görüldüğü zaman veya boğazlardan geçerken veya rota değişimlerinde veya siste, fırtınada, sabah ve akşam alacakaranlıklarında yani güneşin doğuş ve batış zamanlarında veya barometre basınçlarında önemli değişikliklerin olduğu hallerde kendisine haber verilirdi. Bu gibi hallerde seyir subayı görevi başında bulunur, yapılan seyir hesaplarını inceler, gereken düzeltmeleri yaptırırdı. Kendisine yardımcı olarak da beş teğmen seçmişti. Bunların dördü vardiyalara taksim olunmuş, biri de kronometre görevlisi olarak ayrılmıştı.

 

 



 

İmam, fotoğrafçı, doktor ve kâtipler vardiya nöbetine tabi değillerdi. Bunlar görevlerinin gerektirdiği zamanlarda çalışıyorlardı. Fırkateyn bir limana vardığı zaman, vardiyalardan birisi gemide nöbetçi olarak kalır, diğeri şehri gezmeye çıkardı. Gemi herhangi bir limanda 24 saatten az kalacak olursa nöbetçi vardiya şehri görmekten mahrum kalırdı. Halbuki imam, doktor, kâtip vb... gibi mürettebat vardiya taksimatına dahil olmadıklarından her limanda dışarı çıkabilirlerdi. Mesleklerinin özelliği gereği bunlar nöbet de tutmuyorlardı. Bu yüzden onlara “Has Vardiya” ismi verilmişti. Ama haksızlık da yapılmamıştı. Zira Has Vardiya mensuplarının işleri hiç de diğerlerinden daha az değildi, hatta bazılarınınki daha da zor ve zahmetliydi. İmam Hafız Ali Efendi her gün sabah namazından bir saat evvel kalkar, abdest alır, imamet için hazırlıklarını yapardı. Personel arasından seçtiği güzel sesli bir eri, pruva çanaklığına çıkartarak günün ilk ışıklarıyla beraber hazin bir sesle sabah ezanı okuttururdu. Sabah namazına iştirak edenler hava müsait ise güvertede, değilse top ambarında toplanırlardı. Bundan sonra da Hafız Ali Efendi köprü üstüne çıkarak seyir subayından veya yardımcısından “Kıble” istikametini öğrenirdi. Yaklaşık yirmi dakika sürecek olan namaz süresince seyredilen rotanın aynı kalmasını da ayrıca rica ederdi. Kıble yönünün tayini gerçekten önemli bir konuydu. Zira Marmara ve Akdeniz’de Kıble takriben güneydoğu yönündeydi. Ama Cidde’ye varıldığında; tam doğu istikametinde, Aden’e varıldığında kuzey istikametinde, Çin Denizine varıldığında da batı istikametinde kalacaktı. İşte bu ince Kıble hesapları, seyir subayı tarafından küresel üçgenlerin çözümü yöntemiyle yardımcılarına yaptırılıyordu. Ertuğrul’un seyrettiği rotaya göre, Kıblenin yönü bazen geminin pruvası, bazen dümen suyu, bazen de sancak veya iskele taraflarından birisi olabiliyor, namaz kılanlar da bu yönlere dönüyorlardı. Sadece Kıble yönünün tayini açısından bile seyir halinde bulunan bir gemide namaz kılmak ayrı bir sorundu. Ve Müslüman gemilerinde diğer dinlere mensup ülkelerin savaş gemilerinde olduğu gibi, sabit mihraplar, dua ve münacaat hücreleri veya ibadethaneler yapmak mümkün değildi. Kaldı ki, geminin seyri esnasında coğrafî mevkii de devamlı olarak değiştiğinden namaz vakitlerinin de şer’i hükümlere uygun olarak her mevki ve her tarih için ayrı ayrı hesaplanması gerekiyordu.

 

 

 



 

 

 



 

Gerek kıble yönünün gerek geminin bulunduğu yerler ve bu yerlerde bulunma tarihlerine göre namaz vakitlerinin hesabının çok dikkatle yapılması, Bahriye Bakanlığı’nın seyir talimatının altıncı maddesiyle açık olarak emredilmişti: “Her hal ve mahalde faraizi diniyenin hüsnü ifasına dikkat ve riayet etmek lazı mei İslamiye ve insaniye olduğundan umum mürettebat sefinenin evkatı hamsede selatı mefruzeyi cemaatle eda eylemelerine dikkat olunacaktır.” Özetle; “her yerde ve her halde fırkateyn mürettebatı İslam dininin gereğini yerine getirecektir, denilmekteydi.

 

Fotoğrafçı Haydar Efendi’nin görevi güneşin doğuşundan başlayarak, batışına kadar sürüyordu. Seyir esnasında yapılan meteorolojik ve oşinografik incelemelerin Bahriye Bakanlığı tarafından yayımlanmasına karar verilmiş olduğundan, Haydar Efendi her sabah fotoğraf makinesini köprüüstünün münasip bir yerine kurarak Nimbus, Kümülüs ve Sirrus gibi bulutların karakteristik resimlerini almaya çalışırdı. Açık denizlerde rastlanabilinecek serap ve yansıma olaylarının, uçan balıklar vs... değişik deniz canlılarının resimlerini çekmek, limanlara giriş-çıkışları, ziyaret edilen yerleri, yapılan törenleri ve limanların özellik arzeden yerlerini görüntülemek de Haydar Efendi’nin görevleri arasındaydı. Ve de Haydar Efendi’den bu görevleri, o yıllarda fotoğrafçılık henüz emekleme devresinde olduğundan ve de bir İngiliz papazının pamuk barutundan fotoğraf filmi yapan keşfi de henüz yaygınlaşmadığından, fotoğraflarını cam kullanarak, kara bir bezle kaplanmış kocaman bir kutu olan makinesiyle yapmaya çalışıyordu. Onun görevi de en az imamın görevi kadar zordu.

1   2   3   4   5   6   7   8   9


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət