Ana səhifə

T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Yüklə 3.91 Mb.
səhifə12/56
tarix26.06.2016
ölçüsü3.91 Mb.
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   56

ÇÖZÜM ÖNÜNDEKİ ENGELLER


Göremediğimiz bir çok faktör problemleri çözmekte bizleri alıkoyar. Bunlardan bazıları bizim psikolojik durumumuzdan, diğerleri ise problemleri çözüm bulmaya çalıştığımız ortamlardan kaynaklanır. Bunları tespit edemediğimiz sürece iyi bir problem çözücü olmamız zordur.

A- Kendimizden Kaynaklanan Çözüm Önündeki Engeller



1- Algılama: Bu engeller:

  • Görmeyi umduğumuz şeyleri görememek.

  • Problemleri etkili bir şekilde tanımlayamamak.

  • Basma kalıp düşünmek ve problemleri yanlış isimlendirmek.

  • Problemi belli bir açıdan görmemek.

2- İfade etme: Problemlerini şu şekilde özetleyebiliriz

  • Düşünceleri akıcı bir şekilde ifade edememek.

  • Problemin çözümüne aykırı düşecek bir dil kullanmak.

  • Kullanılan dile vakıf olmamak.

3- Duygular: Ruh halimizin durumu problemlerin çözümünde büyük önem taşır.

  • Hata yapma ve komik görünme korkusu

  • Sabırsızlık

  • Endişeden kaçınma

  • Risk alma korkusu

  • Yönlendirme ihtiyacı

4- Zekâ: Problemleri çözmek için zekâmızı nasıl kullandığımız, bazen yeteneklerimizden ön plânda gelir ve güçlüklerin en büyük sebebi olabilir. Bu güçlükler:

  • Problem çözme sürecindeki bilgi ve beceri eksikliği

  • Yeterli derecede yaratıcı düşünce sahibi olamama

  • Esnek düşünememe

  • Metodik çalışmama olabilir.

Bilgi, kavrama ve mantıklı düşünme ne kadar problemlerin çözüm sürecinde temel noktalar olsa da ne kadar zeki olursak olalım bunları kullanma konusunda sıkıntılar yaşamamız normaldir. “Önemli olan neye sahip olduğun değil onu nasıl kullandığındır”

KAYNAKLAR


  1. Din Hiz. İletişim ve Halkla İlişkiler, A.Ü. AÖF. Yay., Eskişehir 1999;

  2. İzzet Necip, Sözsüz İletişim, Bilge yay. İst. 2003. vb.

  3. Cevdet Tellioğlu, Güzel Konuşma Pratiği, Timaş Yay. İst. 1997.

  4. Cemal Tosun, İlahiyat Fakültelerinde Vaizlik Eğitimi, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.XXXVI, Ankara 1997.

  5. Ramazan Buyrukçu, Din Görevlisinin Mesleği Temsil Gücü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995.

  6. Oğuz SAYGIN, 4x4 lük İletişim, Hayat Yayınları, İst. 2005.

  7. Otto F. Mathiasen, Rehberliğin Manası, Çev. Hasan Tan, Maarif Basımevi, Ankara 1956.

  8. Muharrem KEPÇEOĞLU, Psikolojik Danışma ve Rehberlik, Ank. 1989, s.8 vd.

  9. M. Selçuk, “2000’li Yıllara Girerken İrşad Anlayışımız Üzerine Bazı Düşünceler”, Uluslararası II. Din Şurası, Tebliğ ve Müzakereler, 23-27 Kasım 1998, Ankara 2003, s.458-467.

  10. Muharrem KEPÇEOĞLU, Psikolojik Danışma ve Rehberlik, Ank. 1989, s.15 vd

  11. Hasan Tan, Psikolojik Danışma ve Rehberlik, MEB yay. İst. 1989; s. 66 vd.

  12. Hasan TAN, Psikolojik Yardım İlişkileri, MEB yay. İst. 1989,

  13. Altaş Nurullah, Hastanelerde Din Ve Moral Hizmetleri, A.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ank. 1997.

  14. Bizet Bekir, Dini Danışmanlıkta Teşhis Ve Anlamaya Yönelik Teknikler, C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Çalışması, Sivas 2006.

  15. Doğan Seyhat, Dini Danışmanlıkta Destek Ve Teşvik Bildiren Teknikler V Diyalog Örnekleri, C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Çalışması, Sivas 2006.

  16. Gökhan Seda, Kur’an Kurslarındaki Öğrencilerin Dini Problemlerinin Çözümünde Danışma Tekniklerinin Uygulanması, C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Çalışması, Sivas 2007.

  17. Güler Süleyman, Dini Danışmanlıkta Kabul Ve Anlayış Bildiren Teknikler, C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Çalışması, Sivas 2006.

  18. Horn Sam, Toung Fu- Sözlü Dövüş Sanatı, Boyner Holding Yay. İst. 1997.

  19. Necip İzzet, Sözsüz İletişim (Feraset), Bilge Yay. İst. 2003.

  20. Ok Üzeyir, Dinsel Danışmanlığın Teorik Çatısı, A.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ank. 1997.


DİN, BİLİM, KÜLTÜR, AHLÂK

VE

İMAN ESASLARI BİLGİSİ
5 – DİN, BİLİM, KÜLTÜR, AHLÂK VE İMAN ESASLARI BİLGİSİ DERSİ
Din, Bilim, Kültür Ahlâk ve İman Esasları Bilgisi 8 saat olarak planlanmış olup, bu derste işlenecek konular şu şekilde düzenlenmiştir:
KONULAR:
I. ÜNİTE İMAN ESASLARI, BİREYSEL VE TOPLUMSAL BOYUTU

  1. İmanın Mahiyeti

  2. İmanın Bireysel Boyutu

  3. İmanın Toplumsal Boyutu

  4. İman-İslâm İlişkisi

  5. İman Esasları

  6. İslam’da İnanç Ekolleri


ll. ÜNİTE AHLÂK

1. Din-Ahlâk İlişkisi

2. Ahlâk-İman İlişkisi

3. Ahlâk-İbadet İlişkisi

4. Ahlâkın Bireysel Boyutu

5. Ahlâkın Toplumsal Boyutu

6. İslam Ahlâkı İle İlgili Eserler
lll. ÜNİTE: DİN, KÜLTÜR VE TOPLUM


  1. Kültür Ve Kültürün Unsurları

  2. Din-Birey İlişkisi

  3. Din-Toplum İlişkisi

  4. Din ve Din Anlayışları

  5. Tarih İçindeki Oluşumlar


ıV. ÜNİTE: Din, AKIL VE Bilim

1. Din, Bilim Ve Felsefe Kavramları

2. Kur’an’da Akıl Ve Bilgiye Verilen Önem

3.Din-Felsefe İlişkisi

4. Müslümanların Bilime Katkıları


I. ÜNİTE: İMAN ESASLARI, BİREYSEL VE TOPLUMSAL BOYUTU
Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman esası), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanıl­ması farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" an­lamına gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir.

İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere, âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bil­giler veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “tevhid, nübüvvet, kıyamet, ahiret, kader,” gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organ­larının verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli destekler­ler. Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir.

İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez. Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.



İmanın Mahiyeti:

İman sözlükte, bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak” anlamlarına gelir.

Terim olarak ise, “Hz. Peygamber’i Allah Teâlâ’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir. Buna göre, imanın özü kalbin tasdikidir.

İmanla bilgi arasında da yakın ilişki bulunmaktadır. İnanılacak esaslarla ilgili bilginin imanın konusu olabilmesi için, kişinin gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin, teslimiyetin ve tasdikin bulunması gerekir.59 Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mümin olamaz. Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı halde, bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklamayan, tehdit altında olduğu için kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kişi de mümindir.60Asıl olan kalbin tasdiki olmakla birlikte, kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemeyeceğinden ve kişinin dünyada mümin muamelesi görebilmesi için inancın dil ile ifade edilmesi (ikrar) şarttır. Çünkü kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Bir kimsenin iman et­tiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mümin olarak tanınır, müslüman muamelesi görür, müslüman bir kadınla evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yü­kümlü tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına def­nedilir. İman konusunda ikrarın önemini Peygamber Efendimiz şu hadisle­riyle dile getirmişlerdir:



"İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir deyin­ceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir"61
Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle iman, "Kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır" şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imanı bu şekilde tanımla­mak, kalbi ile inanmadığı halde inandım diyenin mümin olmasını gerektirmez.

Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyen kişi –kalpteki inanç ve ikrarı bilinemediği için–dünyada müslüman gibi işlem görür. Fakat imanı bulunmadığı ve münafık olduğu için âhirette kâfir olarak işlem göre­cek ve cehennemde ebedî kalacaktır.

Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imanın rüknü, olmazsa olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı da, bu asıl ve gerçeğin ta­nınmasını sağlayan bir şarttır.


  1. İmanın Bireysel Boyutu

Yukarıdaki tanımdan da anlaşılacağı üzere iman inanılacak şeyleri tasdikten ibarettir, yani kalpte, gönülde ve zihinde oluşur. İkrar olarak izhar edilmediği takdirde kişiye has mahiyettedir ve diğer insanlar tarafından bilinemez. Bununla beraber, sırf kalpte olan haliyle de yani ikrar edilmese de makbul ve geçerlidir. Ancak inanan kişinin sosyal ve hukuki planda Müslüman muamelesi görmesi imanın izharıyla, telaffuz ve ifadesiyle (ikrar) mümkündür.

  1. İnanılacak Hususlar Açısından İman

1.İcmâlî İman: İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan iman, tevhit ve şahadet kelimelerinde özetlenmiştir. İmanın ilk derecesi ve İslâm’ın direği budur. Aslında Allah’ın elçisini tasdik etmek, getirdiği bütün hükümleri tasdik etmek demektir.

2.Tafsîlî İman: İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaya tafsili iman denir. Üç derecede incelenir.

  • Allah’a, Hz. Muhammed’in onun peygamberi olduğuna ve ahiret gününe inanmaktır.

  • Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Âmentü ile ifade edilen prensiplerdir.62

  • Hz. Peygamberin Allah katından getirdiği ve bize kadar tevatür yoluyla gelen bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir.

  1. Bilinçli Olup Olmaması Yönüyle İman

1.Taklîdî İman: Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile vücut bulan, kişinin İslâm toplumunda büyümüş olmasının tabii sonucu olarak oluşan bir imandır. Bilginlerce bu iman geçerli olmakla birlikte, inkârcıların itirazlarıyla çok kolay sarsıntıya uğrayacağı için bu imanın dini delillerle güçlendirilmesi gerekir.

2.Tahkîkî İman: Delillerle, bilgiye araştırma ve kavramaya dayalı imandır. Asıl olan böyle bir imana sahip olmaktır.

  1. İmanın Artması ve Eksilmesi

İman, inanılması gereken esaslar açısından artmaz ve eksilmez. Bunlardan biri inkar edilse iman edilmiş olmaz. Meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz.

Ancak iman güçlü veya zayıf olabilir. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş ve kuvvetli iken, kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde kalmıştır. Bu tür farklılıkların bulunduğu yine ayetle sabittir.63



  1. İmanın Geçerli Olmasının Şartları:

  • İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, ye’s halinde gerçekleşmemiş olması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi ha­linde, onun bu imanı geçerli olmaz. 64

  • İman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan uzak bulunmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz, şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şeylere prestij gösteren bir kimseye mümin denilemez.

  • Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi imanının geçerliliğini kaybetmesine sebep olabilir.65

  1. İman – Amel İlişkisi:

Amel iradeye dayalı tavır, davranış, eylem demektir. Tasdik de ikrar da birer ameldir. Ancak amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan organların ameli anlaşılır. İmanla amel arasında sıkı bağ bulunmaktadır. Amel, imanın ayrılmaz parçası değil, sonucudur. Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel imanın bir unsuru değildir.

Kur’an’ı Kerim’de iman ile amel birbirinden farklı zikredilmiştir.66 Bu âyetlerde iman edenlerle sâlih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer amel imanın bir parçası olsaydı, "iman edenler" denildikten sonra bir de "sâlih amel işleyenler" denmesine gerek olmazdı.

Bazı ayetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır.67 Eğer iman ile amel aynı şey veya amel imanın parçası olsaydı, o zaman ayrı ayrı zikre­dilmezdi ve iman, amelin geçerli olmasının şartı sayılmazdı.

Bazı ayetlerde de büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği ifade edilmiştir.68Büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyerek ameli terkeden kişilerden "müminler" diye söz edilmiştir.

Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır.

Bununla birlikte amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in bir­çok âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları ısrarla istenmiştir. Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sön­meden parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir. Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Pey­gamber’ine olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbindeki iman ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol, hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getir­mesi bakımından önemi çok büyüktür.



  1. İmanın Toplumsal Boyutu

İnsan toplum içinde yaşar ve kendini toplum içinde ifade eder, gerçekleştirmeye çalışır. İman da esasen bireysel olmakla beraber toplumsal yönleri de olan bir olgudur.

Düşünce ve inançlar insanın iç âleminde oluşmakla beraber bir şekilde ifade edilir, söylem ve fiil düzeyinde dışa yansırlar. Bunun aksi teorik olarak mümkündür ancak pratikte çok özel istisnai haller dışında rastlanan bir durum değildir. Olayların normal seyrinde insan, düşünce ve vicdanının ürünü olan fikirlerini ve inançlarını dışa vurur; bunları fiil ve davranış planında ifade eder. İmanı insanın gönlünde ve iç dünyasında şekillendiği için sadece bireysel olarak düşünmek imanın hayata yansımaları açısından yanlış bir değerlendirme olur. Kısacası iman çıkış yeri (orijini) itibariyle bireysel; dışa yansıması ve sonuçları bağlamında sosyal ve hukuki muhtevalı bir konudur.

Diğer taraftan insanın deruni yapısında oluşan ve yerleşen iman, toplumsal planda fikir ve inanç geleneklerine, manevi düşünce kalıplarına ve ekollere dönüşmektedir. Dolayısıyla iman bakımından da insan diğer insanlardan ve içinde yaşadığı toplumdan etkilenir. İmanı sadece bireysel planda düşünmek kapsamı daraltmak ve imanı yeterince tahlil edememek olur.


  1. İman-İslâm İlişkisi

İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kalmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir.

Kur'ân-ı Kerim’de iman ile İslâm, bazen aynı bazen farklı anlamda kul­lanılmıştır. İman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm keli­mesi, İslâm hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manasına gelir. İslâm çok geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Şu âyette iman ile İslâm aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olan­lara duyurabilirsin"69

İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil, dilin ve organla­rın teslimiyeti demektir. Bu durumda İslâm daha genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Şu ayet-i kerimede iman ile İslâm ayrı kav­ramlar olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etme­diniz, ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." 70


  1. Büyük Günah” Kavramı

Büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas bulunan, işleyenin dünyada veya ahirette cezalandırılmasına sebep olan suçlar ve davranışlar demektir. Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmek­tir.Bunun dışında büyük günah kavramı daha çok imanın toplumsal boyutuyla, inanan kişinin diğer insanlara karşı tavır ve davranışlarıyla alakalıdır. Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. “Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar: Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz, savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır.”71 Bir başka hadiste bu sayı dokuz olarak ifade edilmiş “anaya babaya itaatsizlik ve Mescid-i Haram’da, yapılması yasak bir fiili işlemektir”72 ifadeleri eklenmiştir. Alimler, (çeşidi ne olursa olsun) günahta ısrarın da büyük günah olduğunu söylemişlerdir.

Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terk eden, -şirk ve küfür dışında- büyük günahları işleyen kişi işlediği günahı helal saymadığı sürece mü’mindir. Ancak bu günahlarından dolayı ceza görecektir. Kendisine tövbe yolu açıktır. Allah dilerse şefaat olunmasına izin verir ve affeder.



  1. Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar



Mü’min Kâfir Müşrik Münafık

Mü’min: İnanan kimse demektir. Allah’a, Peygamber’e ve onun haber verdiği şeylere yürekten inanıp kabul ve tasdik eden kimseye denir. Günahkârlar suçları ölçüsünde ahirette cezalandırılsalar da daha sonra cennete gireceklerdir. Mü’minler ise ebedi olarak cennete gireceklerdir.

Kâfir: İnkar eden kimse demektir. İslâm dininin temel prensiplerinin, Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği ve Hz. Peygamber’den (tevatüren) bize ulaşan iman esaslarının (zarurât-ı diniye) tamamını veya bir kısmını inkâr eden kimsedir. Kâfirin cehennemde ebedi kalacağı kabul edilmektedir. Bu konudaki âyetler­den birinde şöyle buy­urul­muş­tur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" 73

Müşrik: Şirk, sözlükte ortak koşmak manasına gelir. Terim olarak, Allah’a iman etmekle beraber O’nun ilahlığında, isim, sıfat ve fiillerinde eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek demektir. Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark ise, küfrün daha genel şirkin ise daha özel olmasıdır. Her şirk küfürdür. Her küfür şirk değildir. Allah’a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Allah şirki bağışlamayacağını, bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlayacağını haber vermiştir."Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır’’74

Münafık: Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği ve Hz. Peygamber’den (tevatüren) bize ulaşan iman esaslarını kabul ettiğini söyleyerek, Müslümanlar gibi ibadet ettiği halde, kalpten inanmayan kimselerdir.75 Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduklarını bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber’den sonra vahiy kesildiğinden, insanların iç dünyalarını bilip araştırmamız da mümkün olmadığından münafıklar da Müslüman gibi Müslüman muamelesi görürler. Kur’an-ı Kerim onların cehennemin en alt tabakasında bulunacaklarını haber vermektedir.76

3. Küfür,Şirk,Tekfir ve irtidat

Küfür, kelime olarak örtmek demektir. Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygam­ber'i Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir.
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   56


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət