Ana səhifə

Mehmet akif ersoy ve İSTİKLÂl marşimiz


Yüklə 58.5 Kb.
tarix27.06.2016
ölçüsü58.5 Kb.



MEHMET AKİF ERSOY ve İSTİKLÂL MARŞIMIZ


Safiye AKDENİZ


Bugün, ateş ve barut kokuları içinde doğmuş olan bağımsızlık türkümüzün, Ankara ufuklarını yoklayan düşmanın top ve silah seslerine karşı verilmiş ebedî bir cevap olan İstiklâl Marşımızın doğuşunun seksen altıncı yıl dönümünü yaşıyoruz. Bu amaçla bir araya geldiğimiz bugünde sizlere kısaca Mehmet Akif’ten, İstiklal Marşımızın yazılış öyküsü ve anlamından söz etmeye çalışacağım.

Mehmet Akif, 1873’te İstanbul’da doğar. Babası Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmet Tâhir Efendi’dir. Fatih Rüştiyesi’nde ve Mekteb-i Mülkiyye’nin idâdî kısmında öğrenim görür. Özel olarak Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri alır. On beş yaşlarında babasını kaybedince büyük geçim sıkıntısına düşer, bu yüzden Mülkiye okulunu bırakmak zorunda kalır ve parasız yatılı olan Baytar Mekteb-i Âlisi’ne yazılır. 1894’te bu okulu birincilikle bitirir.

Bir süre Zirâat Bakanlığında görev yapar. Daha sonra Dârülfünûn’da (İstanbul Üniversitesinde) edebiyat profesörlüğüne tâyin edilir. 1908’de Sırât-ı Müstakîm, 1912’de onun bir devamı olan Sebilü’r-reşat dergilerini çıkarır. 1911 yılında bu dergilerde basılan şiirlerini Safahât adlı kitabının ilk cildi olarak yayınlar.

İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra Akif, büyük bir üzüntüye kapılır, ancak elimizde kalan son vatan parçası olan Anadolu’nun kurtulacağına olan sarsılmaz inancını asla kaybetmez. 1920 yılının Şubat ayında Kurtuluş mücadelesine katılmak üzere Balıkesir’e gider. Batı Anadolu’da başlayan direniş hareketlerini desteklemek ve teşvik etmek için Balıkesir’de Zağanos Paşa Camii’nde halkı coşturan bir konuşma yapar. İstanbul hükümeti, telaşlanarak Mehmet Akif’in Dâr’ül-hikmeti’l İslâmiye’deki görevine son verir. Bu arada 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilir. 11 Nisan 1920’de padişah İstanbul’daki Meclis-i Mebusân’ı dağıtır. Ardından Mustafa Kemal, Ankara’da olağanüstü bir Millet Meclisi kurulması için harekete geçer ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılır. Bu olaylar karşısında Mehmet Akif, Mustafa Kemal’in yanında millî mücadelede yer almak üzere gizlice Ankara’ya gider. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Milletvekili olarak girer. Mehmet Akif, Millî Mücadele yılları boyunca, Anadolu’yu dolaşır, yazıları ve hutbeleriyle halkımıza yapılan mücadeleyi anlatır. Kurtuluş Savaşımızın başarıya ulaşmasında onun sonsuz gayretlerinin büyük payı vardır.

Mehmet Akif’in başarılarının temelinde eğitiminin mükemmelliği vardır. O doğu ve batı dünyasının dillerini bildiğinden hem Doğu medeniyetini hem Batı medeniyetini tanımak fırsatını bulmuştu. Üstelik vatanını, milletini büyük bir aşkla ve samimiyetle seven, çok dürüst, çok fedakâr, çok inançlı bir insandı. Ülkesinin içine düştüğü halden büyük bir üzüntü duyuyor ve bir aydın olarak kurtuluş çareleri arıyordu. İslâm ülkelerinin Hıristiyan dünyası karşısında geri kalışına üzülüyordu. Akif’e göre Müslüman’lar, İslâm’ın temel ve yüksek değerlerinden uzaklaştıkları için geri kaldılar. İslâmiyet, insanlığı doğruluğa, adalete, çalışmaya, ilme davet ettiği halde bunlar Müslümanlarca unutulmuştur. Batılılar ise aksine bu değerlere sahip çıkmışlar ve yükselmişlerdir. Akif’e göre bugünkü Müslümanların tekrar başarılı olması için boş inançlardan, hurafelerden kurtularak İslâmiyet’in aklı, bilimi, çalışmayı, ahlâkı yücelten temel değerlerini keşfetmeleri gerekmektedir.

Mehmet Akif’in hizmetlerinin en büyüklerinden birisi şüphesiz milletine armağan ettiği İstiklâl Marşı’dır.

1921 yılında, ordularımız Batı cephesinde bir ölüm kalım savaşı verirken Ankara hükümeti, bu büyük mücadeleyi ebedî olarak hafızalarda yaşatacak millî bir marşın yazılması için bir yarışma düzenledi. Yüzlerce şairimiz birbirinden duygulu, güzel, anlamlı 724 şiirle bu yarışmaya katıldı. Ama bu şiirlerin hiç birisi cephelerde yazılan o eşsiz destânı, o eşsiz mücâdeleyi, o eşsiz kahramanlığı, o eşsiz fedakârlığı gözlerde canlandıramıyordu. Mehmet Akif ise şiir yarışmasını kazananlara maddî bir ödül verileceği için bu yarışmaya katılmamıştı. Başta hükümet mensupları olmak üzere bütün aydınlar millî marşımız olabilecek bir şiiri ancak Mehmet Akif’in yazabileceği kanısında birleşiyordu. Bundan dolayı, Maarif Vekili Hamdullah Subhi, 5 Şubat 1921 tarihinde Mehmet Akif’e hitaben bir mektup yazdı, ödül engelini ortadan kaldırabileceklerini bildirdi. Mektubu Akif’e ulaştırması için Hasan Basri Bey’e verdi. Hasan Basri Bey mektubun Akif’i incitebileceğini düşündü ve Akif’e vermedi, sadece marş yazımı için vadedilen ödülün kaldırıldığını söyledi. Bunun üzerine Akif, kırk sekiz saat içinde İstiklâl Marşı’nı yazdı. 7 şubat 1921’de şiir 725. parça olarak yarışmaya girdi. Seçilen üç şiir, orduya gönderilerek ordu mensuplarının görüşü ve şiirlerin asker üzerindeki etkisi araştırıldı. Bu anket, Akif’in şiiri lehine sonuçlanmıştı, en fazla Akif’in şiiri beğenilmişti.

Meclisin 1 mart 1921 tarihli oturumunda şiir, Hamdullah Subhi tarafından okundu. Okunurken sık sık alkışlarla kesilen şiir mecliste büyük bir heyecan yarattı. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli toplantısında resmen İstiklâl Marşı olarak kabul edildi ve ayakta dinlendi.

Marşın beste yarışmasına 24 bestekâr katıldı, ancak savaşın sıkıntılarından dolayı yarışma sonuçlandırılamadı. 1924’te Maarif Vekâleti, Ali Rifat Çağatay’ın bestesini resmen kabul etti. Marş, 1930 yılına kadar bu besteyle söylendi. 1930 yılında Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki Üngör tarafından yeniden bestelendi.

Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı şiiri, bu vatan şairimizin yazdığı büyük bir destanın son halkasıdır. Hiç birimiz, vatan ve bayrak sevgisini, hürriyet ve adalet aşkını ruhlarımızda tutuşturan bu kutsal şiiri, Akif’in Safahat’ından, Bülbül şiirinden, Çanakkale Destanı’ndan kısacası yazdığı büyük destandan ayrı düşünemeyiz. İstiklâl Marşı, asıl büyük manasını Akif’in şiiri içine yerleştirildiği zaman bulur.

“Bais-i şekvâ hüzn-i umûmidir Kemal

Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına”

Diyen ve bütün bir ömür halkının ve milletinin ıstıraplarını dile getiren Namık Kemal’in gür sesini imparatorluk çökerken ve yeni bir cumhuriyet doğarken Mehmet Akif devam ettirir. Bu yüzden Akif’in şiiri modern zamanların en büyük destanıdır. Son yüzyıllardaki bütün destan yazma teşebbüslerinin de en başarılısıdır.

Onun bu başarısı, kişiliğinin ve sanatının yüksek niteliklerinden gelir: Devrinde o, halkının ıstırabını en derinden hisseden ve bu ıstırabı halkının anlayacağı ve seveceği bir sanat anlayışı içinde dile getirmesini bilen aydınların başında yer alır.

Bugün İstiklâl Marşını doğru anlamamız için Akif’in o kara günlerde ruhunu saran derin heyecanları hatırlamamız, o günlerde yazdıklarına bir bütün halinde bakmamız gerekmektedir: Akif, Ankara’da, kurtuluş mücadelesini destekleyen, halkımıza kurtuluş ümidi veren şiirlerini ve yazılarını yazarken aslında bütün halkımız gibi o da iki zıt ve karışık duyguyu, ıstırabı ve ümidi bir arada yaşıyordu: Cephelerden zafer haberleri geldikçe ümitleniyor, işgal altındaki topraklarımızdan zulüm, katletme, yakma ve yıkma haberleri geldikçe de ıstırap duyuyordu.

Malta’da sürgün bunan Süleyman Nazif bile, 1921 yılında “Son Nefesimle” adlı hüzünlü, ümidi kırılmış bir şiir yazmıştı. Bu şiirinde vatanın düştüğü halin verdiği ıstırapla ve esir oluşun verdiği çaresizlikle Tanrıya şöyle seslenmişti :

“Gurbetgeh-i nisyâna sürülmekte diyârım

Yoktur demek artık ne diyârım, ne mezarım!

Yıksın dilerim arşını ümmetlerin âhı,

Sen Adn’i bize duzeh-i ye’s ettin İlâhi!”

Bu mısralar, Türk aydınının ülkesinin işgali karşısında duyduğu derin üzüntüyü ve ümitsizliği çok açık bir şekilde göstermektedir. Müttefikler İstanbul’u işgal ettiği gün Hâdisât gazetesinde “Kara Bir Gün” makalesini neşreden ve düşman işgaline en sert bir dille karşı koyan Süleyman Nazif dahi ülkenin geleceği konusunda ümitsizliğe düşmüştü. Mehmet Akif, “Süleyman Nazif’e” başlıklı bir şiir yazarak bu şair dostuna ümidi elden bırakmamasını tavsiye etti:

Azmin, emelin heykel-i zî-ruhu iken, dün

Bilmem ki, bugün ye’se nasıl oldu da düştün?

Çoktan beridir bekledi... Bekler diye millet,

A’sâra mı sürsün bu sefalet, bu mezellet?

İslâm ilinin sâde esâret mi nasibi?

Sen yoksa unuttun mu o mâzî-yi mehîbi?

Etrâfa bakıp sarsılacak yerde ümîdin,

Vicdânını, îmânını bir dinlemeliydin.

Garb’ın ebedî gayzı ederken seni me’yûs,

Mâdem ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır

Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.”


Fakat yaşanan o günler, Türk’ün ateşle imtihan olduğu günlerdi. En iyimser aydınlarımız dahi, İzmir’den, Balıkesir’den, Aydın’dan, Bursa’dan gelen kara haberlerle her gün bir daha sarsılıyordu. O günler, ümitle ıstırabın, azimle hüznün birlikte yürüdüğü günlerdi. 15 Nisan 1921’de dostu Süleyman Nazif’e ümit taşıyan Akif, çok değil yirmi gün sonra Bursa’dan üst üste acı haberler gelince yirmi gün sonra 7 Mayıs 1921’de Bülbül şiirini yazmıştı. Akif’in bu şiirinde Malta’da sürgün bulunan Süleyman Nazif kadar hüzün içinde olduğu görülmektedir: Bu şiir şanlı tarihimize yazılmış bir mersiye gibidir ve edebiyatımızda vatan ıstırabını dile getiren şiirlerimizin en güzellerindendir:

“Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:

Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!

Teselliden nasîbim yok, hazân ağlar baharımda;

Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!

Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi; fikrim hercümerc oldu,

Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.

Ne zillettir ki: Nâkus inlesin beyninde Osmân’ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!

Ne hicrândır ki: En şevketli bir mâzi serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Cökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;

Şena’atlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan’ın!

Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me’vasız kalan dindaş!

Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

Dolaşsın sonra İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Bu şiir, İstiklal Marşı ile hemen hemen aynı aylar içinde yazılmıştır. İstiklâl Marşı’ın ilk mısra’ının “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısraıyla başlamasının temel sebebi, insanımızı saran endişelerin, kaygıların büyüklüğüydü.1

İstiklâl Marşı, bir millete sesleniş şiiridir ve bu haliyle bir hitabet şiiri niteliği gösterir. Akif, bu seslenişte vatanıyla ve milletiyle ilgili duygularını, düşüncelerini, hayallerini dile getirir. Şiirin içeriğini yaşanmakta olan kara günlerin şartları belirlemiştir. Bu şiiri değerlendirirken yazıldığı zamanın olağanüstü şartları göz önünde bulundurulmazsa onu gereği gibi anlamamız ve takdir etmemiz mümkün değildir.

Bu şiir, herşeyden önce bir var oluş ya da yok oluş anının şiiridir. Oradaki kaygılar, oradaki cesaret, oradaki ümit, oradaki haklı gurur bütün bir milletin temel duygularıdır. Akif, bu şiirinde âdeta milleti adına söz alır ve konuşur. Ve bundan dolayı da artık konuşan kendisi değil, milletidir. Bu mısralara akseden ses, onun için oldukça gürdür ve onun için çok anlamlıdır. Biliyoruz ki milletin duygularını dile getiren bu gür ses, yazıldığı günden beri, niyeti kötü olan bazı insanları daima rahatsız etmiştir. Bir milletin en kara günlerinin ıstırabını hafızalarda daima canlı tutacak bu mısralara, bazen dilinin eskiliğinden, bazen içeriğinden dolayı hep itiraz sesleri yükselmiştir. Bu itirazlarla halkımızı bu etkin tarih bilincinden mahrum bırakmak amaçlanmaktadır. Halbuki Akif, bu şiiri, o kara günlerin ıstırap ve inancını gelecek nesillere ulaştırmak için yazmıştır ve bu amacına da ulaşmıştır.

Milleti adına konuşan bu gür ses, marşın birinci dörtlüğünde milletine, ikinci dörtlüğünde bayrağına seslenir. Akif’in törenlerde okuduğumuz ilk iki kıtada milletine ve bayrağına seslenmesi, çok anlamlıdır: Bu, milletiyle ve bayrağıyla bir konuşmadır. Bu, kendisini büyük bir yalnızlık içinde hisseden bir insanın yalnızlığa itilmiş milletiyle, bayrağıyla bir dertleşmesidir. Milleti ve bayrağıyla, dini ve Tanrısıyla başbaşa kalan ve sözümona medenî milletlerin topyekün hücumuyla karşı karşıya olan bir insanın içli, dokunaklı ama mağrur konuşmasıdır. Şair, bundan dolayı milletine seslenişine:

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”

beytiyle başlar. Akif, bu mısralarda milletimizin ümitsizliğe düşmemesini, al sancağın sonsuza kadar ufuklarda dalgalanacağını müjdeler. Milletine verdiği temel mesaj budur. Akif, didaktik nitelikli bu mesajı, kuru bir fikir olarak anlatmamış, bu fikri, kendi kültürümüzde bulunan motiflerle süsleyerek, ince, edebî, zevkli hayallerle ustalıkla zenginleştirerek, bizi yürekten yakalayan lirik bir söyleyişle ifade etmiştir:

Bu mısralarda al sancak, Türk milletinin, ocak, Türk ailesinin sembolüdür. Akif, bu soyut sembolleri, somut hayâller ve çağrışımlar aracılığıyla kolayca kavramamızı sağlamıştır: Bu mısraları okuduğumuzda artık kendimizi soyut sembollerin değil de somut bir hayalin karşısında buluveririz: Gözlerimiz önünde şöyle bir somut tablo canlanır: Ocaklarımızda tutuşan alevler sönmedikçe, alev gibi dalgalanan al sancak da sönmeyecektir.

Milletimizin ateşle imtihan edildiği o günlerde yazılan bu mısralar adeta ateşten örülmüştür:

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak”

Bu mısralarda, ülke sevgisinin kaynağı olan ocak, ateştendir, rengiyle şafaklara nazîre söyleyen bayrak ateştendir, yurt sevgisinin sıcaklığını adetâ bağrında barındıran güneşin ışıklarıyla yanan şafaklar ateştendir. Marşın daha ilk mısralarında cephenin ateşiyle gönül ateşi, gönül ateşiyle bayrağın ateşi yüreğimizde vatan sevgisini tutuşturur. Bu ateş çemberinin kızıllığı, söylenmemiş de olsa bize cephelerde dökülen kutsal kanların kızıllığını uzaktan uzağa hatırlatır.

Bu beyitte geçen “şafak” kelimesinin sözlük anlamı, “güneşin batışından sonra akşam ufkunda beliren kızıllık ve alaca karanlık”tır. Akif’in buradaki hayâli gerçekten çok anlamlıdır: Güneş batmış, ortalık alaca karanlıktır. Bu karanlıkta akşam yıldızı belirli belirsiz görünmektedir. Güneş batmakta ama bir yıldız doğmaktadır. Akif’in zihninde, parlamaya başlayan bu yıldız ile bayraktaki yıldızının kaderi birleşir. Akşam yıldızı, karanlıklar içinde belli belirsiz bir parıltı iken nasıl gecenin ilerlemesiyle parlak bir yıldız haline gelecekse, milletinin yıldızı da aynı şekilde parlayacaktır.2

Bir milletin yeniden doğuşu, bu mısralardan daha güzel ve daha şairane nasıl anlatılabilir? İstiklâl Marşımızın bütün dörtlükleri, burada örnek olarak üzerinde durduğumuz bu hayâller gibi ince, güzel duygu ve sanatlarla yüklüdür.

İstiklâl Marşımız, edebiyatımızın en güzel, en anlamlı şiirlerinden birisidir. Akif’e katılarak “Tanrı bu millete tekrar bir İstiklâl Marşı yazdırmasın” temennisiyle hepinizi saygıyla selamlamlarım.




1 Prof. Dr. Orhan Okay, “Millî Marş ve Edebî Metin Olarak İstiklâl Marşı/ http://www.tbmm.gov.tr/kultur_sanat/12mart/panel.htm” adlı yazısında bu konuda şu açıklamaları yapar: “Millî Marşımızın, “Korkma!” hitabıyla başlaması, iyi niyetli olmayan bazı itirazlara sebep olmuştur. Aslında Akif’in, şiirine bu hitapla başlaması çok manidardır. Yalnız dönemin şartlarını çok iyi bilmek gerekir. Batılı devletlerin silâhlandırdığı Yunanlıların Anadolu içlerine yürümesi, Birinci İnönü Muharebesi, iç isyanlar ve bunların bastırılması gibi olayların vuku bulduğu zamanlardır. Meclis ve onunla beraber bütün bir Türk milleti korku, ümit, ümitsizlik, zafer ve sevinç haberlerini, duygularını, heyecanlarını arka arkaya ve birbirine karışmış halde yaşıyordu. İşte bu yeis günlerinde “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” hitabıyla başlayan ve “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” mısraıyla devam eden İstiklâl Marşı doğmaktadır. Millî Marşımızın “Korkma!” diye başlaması boşuna değildir. Ümitsizliğin, inanç yokluğundan geldiğini haber veren bir dinin mensubu olan Türk milleti, bu manzume ile var olma azmini, imanını, iradesini yeniden bulmuştur. Onun için İstiklâl Marşı, bir milletin ölüm-kalım çağının destanıdır.”

2 Şair burada güzel bir telmih sanatı da yapmaktadır: Halk inanışına göre herkesin gök yüzünde bir yıldızı vardır. Bu yıldız, parlarsa, o kişinin talihi açılacak, sönerse talihi sönecektir. Akif, bu halk deyimini kullanarak, milletin sembolü olan bayrağımızdaki yıldızın parlayacağı müjdesini verir.


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət