Ana səhifə

İKİNCİ baski


Yüklə 2.14 Mb.
səhifə36/40
tarix27.06.2016
ölçüsü2.14 Mb.
1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40

Eskişehir'de belki hâlâ söyleniyordur, "Bu öğrenciler niye boykota gidiyorlar, işleri yok mu allahaşkına?" diye. Akrabalar zincirinden dolaylı haberler de geliyor zaman zaman, açıklama ne yapmak istiyorlarmış. Ne güzel? Açıklama yapılmalı ki, eksiklerimi bileyim ben de. Akrabası deyip geçiyoruz, ama ne? Amca mı, yeğen mi, bacanak mı herhalde açıklamalar da bunlar da açıklığa kavuşur, öğreniriz kötü mü?

*

Anlaşılmakta ki, "Komando kafa" ile olaylara çözüm getirmek, huzur sağlama olanağı yoktur. Önce faşist düşünce biçimini kafalardan silkip atmak gereklidir. Özgür düşünceye, silâhsız saldırısız tatışmaya yanaşmak istemeyenlerden hangi çözümü bekleyecektiniz.



Bir Elâzığ Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi vardır. Öğrencileri Kasım ayından beri boykottadır. Koskoca hükümet, bakanlık ortada da, Kasım'dan beri bu öğrenciler ne istiyor diyen yok. Komando eğilimli öğretim üyeleri koridolarda ellerinde zincirle dolaşır, devrimci Atatürkçü öğrenci avındadırlar. Elâzığ'a yollanan asistanlar yeterli değildir. Oraya öğretim üyesi olarak gitmiş, güvendiğim kişilerden de dinledim bunu, salt öğrencilerden dinlediğim için yazmıyorum, nerdeyse öğrenciler, kendilerini okutacak öğretim üyesini bulmaya çıkmışlardır. Yıllardır akademide, akademik kariyeri olmayan kişiler ders vermekte. Adı görünen öğretim üyesi, belki de Elâzığ'a gitmeden oturduğu yerde ya Ankara ya İstanbul'da para almakta. Enayi mi o da, niye gitsin yani Elâzığ'a. Onbeş günde bir uçakla İstanbul'dan Elâzığ'a ders vermeye giden hoca, ne okutur allahaşkına? Ne akademi başkanı, ne bölüm başkanları, ne öğretim üyeleri "tam zamanlı" çalışır. Bunu da öğrenciler istiyorlar, "Bizi okutan hocaların yüzlerini görelim bari" derler.

Öğrenciler üç günde bir Ankaralara gelip, bakanla, başbakanla, parlamenterlerle görüşmeye uğraşırlar. Yönetmelikle ilgili, sınıf ya da ders geçmeyle ilgili düğümlenmiş kalmış sorunları vardır. Kimse kulak vermez. Senatör Celâl Ertuğ'u bulurlar, ona anlatırlar neleri varsa...

Burası bir Mühendislik ve Mimarlık Akademisi'dir. Burayı bitirecek çocuklar, yurdun köprülerini, konutlarını yapacaklardır. Bağırmaktalar, "Biz yetişmiyoruz, bizi yetiştirmiyorlar, kaytarıyorlar" diye. Yurdunu bu gençlerden daha çok seven var mıdır?

*

1965 seçimleri öncesindeydi. İstanbul'da, Gültepe'de TİP'in düzenledii bir toplantıyı faşistler basmışlar, olaylar çıkarmışlardı. O zaman TİP toplantısını basanlar arasında iki askerî tıbbiye öğrencisi de vardı. Bunlardan biri, sonraları çok ünlü bir kişi oldu: Dr. Yüzbaşı Metin Denli, adı 12 Mart sonrasında, tutuklulara bir doktor gibi değil, bir işkenceci gibi davrananlar arasında sık sık geçti. Kamuoyu bunları unutmadı sanıyorum.



Yenilerde, askerî tıp öğrencileri arasına faşizan eğilimli kişilerin sızmakta olduğunu gazete haberlerinde okuyoruz. Bu öğrencilerden "devrimci" tanınanların 10-15 kadarı, sessiz sessiz 12 Mart sonrasında da okuldan uzaklaştırıldı. 25 kişinin saldırısına uğrayan Orhan Feyzi Özcan adındaki genç, daha geçen ay okuldan atıldı. Hem saldırıya uğruyor, hem yapılan ihbarlar sonucu "solcu" görülüyordu. Ne deniyordu, ihbarlarda? "Efendim, komutanlara ağır sözler söyledi, işte tanıkları..." Tanıklar, gözü sürmeli dediği türdendi halkın. 17 Ocak ile 20 Ocak arasında, geçen haftalar içinde yani, çıkan olaylarda beş öğrenci Mamak'a götürüldü. İkisi serbest bırakıldı, üçü hâlâ orada. Askerî tıbbıye öğrencileri, sivil öğrencilerle birlikte ders yaparlar Tıp Fakültesi'nde. Fakat yurtları ayrıdır. Onlar orada askerlik kuralları içinde yaşarlar derslerden sonra...

Geçen hafta pazartesi günü, dışarıdan gelen sivil komandolar Tıp Fakültesi'nin kantinini basıp, bazı öğrencileri yaraladılar ama, arada asker öğrencleri de payanda olarak kullanmak istediler. İşin içine askerî öğrenci de karıştı mı, polis karışamıyor orada. Belli ki, faşizan güçler, ordu mensubu kişileri de amaçları için kullanmak istemekte ve bunu zaman zaman başarmaktalar. Yurdun müdürü durumunda olan İskender Akbaba, kendisinden ve görevinden beklenen yerine, dışardan gelen -dışardan dediğim örneğin Site Yurdu'ndan, şuradan buradan- komando özentilerinin oyunlarının uygulayıcısı durumundan çıkamamaktır. Yetkililerin, buna derhal el koymaları öğrenci yuvasını komanda oyuncağı durumuna getiren Akbaba'ya gereken uyarıyı yapmaları gerekir. Yoksa, -sonra Ekmekçi zamanında söylemişti dersiniz- iş işten geçmiş olur.

12 Mart'tan sonra öğrencilere yasa dışı uygulamalar alıp yürümüştür bana anlatıldığına göre. Öğrencilerin dolaplarının çift anahtarı vardır. Bu anahtarlardan biri yöneticilerde bulunur ve öğrencinin dolabı, her istendiğinde karıştırılabilir. Bu çift anahtar sistemi bir kez Anayasaya aykırıdır. Öğrencilerin mektupları açıldıktan sonra verilmektedir. Bu "ermektubu"mu ki, açılıp okunup veriliyor? Bu uygulamalar son bulmalı, ama herşeyden önce, bir meslek adamı da olsalar, orduya girecek insanlar arasına "komandoculuk", "bölücülük" sokulmamalıdır. Bunlar tehlikeli ilişkilerdir.

Tıp Fakültesi'nde de "komanda" eğilimli öğretim üyeleri vardır. Örneğin, Tıp Fakültesi Anatomi Kürsüsü Profesörü Kaplan Arınç, Tıp Fakültesi kantininin basıldığı gün, olaya karışan askerî öğrencileri derste olmadıkları halde dersteymiş gibi gösterebildi. Neden? Yazdıklarım belki ufak tefek, gazete köşelerinde, şurada burada görüp geçiverdiğiniz olaylar gibi. Ama, bence öyle değil. Bilmem yetkililer, yöneticiler nasıl değerlerdirirler bunları?

Ben de biliyoum, faşizmin güçsüz olduğunu, yaptıklarının gösterişten başka birşey olmadığını, Sinek de küçük ama, yerinde mide bulandırır işte. Böyle...

(28 Ocak 1975)

FAŞO'LARIN SONU...
İLGİNÇ ŞEYLER OLUYOR SON GÜNLERDE
Rahmetli baba Demirel, çok severdi onu. Süleyman'dan, Ali'den, Şevket'ten ayırmazdı doğrusu:

- Benim bir oğlum da sensin, derdi. Adı "Orhan"dı. Orhan Büyükalp. Süleyman Bey'in sınıf arkadaşı. Çoktanberi de Karayolları'nın Antalya Bölge Müdürü.

CHP'li Erol Çevikçe CHP-MSP ortaklığında Bayındırlık Bakanı olunca, yapılan şikâyetlere dayanamamış, Orhan Büyükalp'ı Antalya'dan Ankara'ya almıştı. Orhan Bey'in ağabeysi de o zaman Karayolları Genel Müdür Yardımcısıydı, o da görevinden alındı, bir danışmanlığa verildi. CHP-MSP ortaklığı bitti, gel zaman git zaman "Cephe" hükümeti kuruldu. Bayındırlık Bakanlığı'nın başına MSP'li sakallı Fehim Adak, Karayolları'na da Orhan Batı getirildi.

Yapılan ilk işler arasında, Orhan Büyükalp'in Ankara Karayolları Bölge Müdürlüğü'nden yeniden Antalya Bölge Müdürlüğü'ne atanması, kardeşinin de Bayındırlık Bakanlığı'nda bir göreve getirilmesi vardı. İyi mi? Kardeşinin adı, Öztekin Büyükalp.

Erol Çevikçe, bu iki kardeşi neden görevlerinden aldı, cephe iktidarı Orhan Büyükalp'i Ankara gibi yerden Antalya'ya neden geri verdi? Orhan Büyükalp'in Antalya bölgesinde milyarlar tutan arsası, arazisi olduğu doğru mudur? Görevden alınırken, arkadaşlarına neden;

- Göreceksiniz, ben buraya yeniden geleceğim... dedi.

Bilmiyorum. Öyle şeyler ki, bunları sağlam bir Meclis araştırması, soruşturması ortaya çıkarabilir.

Devlet memurlarından "mal bildirimi" alınır ama, bunların kayıt üstünde kalmasından öte, bir yararı olduğunu sanmıyorum. Bir yolsuzluğu fiilen görülecek de, belki o da binde bir, "Bu adam bu kadar serveti nereden edinmiş?" diye sorulacak.

Zaman zaman sakal da bırakır, Antalya Bölge Müdürü. Ama, bu MSP sakalı değil, "Şantiye sakalı"dır. Traş olacak zamanı yok yani.

Fehim Adak, bu atamaların hesabını verebilir mi bir gün? Bakanlığı allak bullak etmesinin hesabını.

Karayolları, iyidir hoştur. Öteden beri çalışkan kuruluşlar arasında sayılır. Ama, devlet araçlarını partizanca kullanma olasılığı en fazla olan kuruluşlardandır da.

Bu yaz kamu kuruluşlarının kampları arasında en az ilgi çekeni karayolları kampları idi. Kamplarda haremlik selâmlık uygulanmaya kalkıldı. İçki içmek -bira bile- yasaklandı. Eeee, memur niye gitsin yazlığa dinlenmeye öyleyse. Bazı bayan memurlar buna tepki gösterdiler, mayo seçerken bir hayli terlediler. Kumların üstünde toplu namaz kılınıp kılınmadığını da bilemiyorum.

Karayolları Genel Müdürü Orhan Batı, bir süre önce bir sendikanın kongresine çağrılmıştır. Kongre başkanı, konuklara söz verileceğini, konuşma olanağı sağlanacağını söyledi. Kürsüye çıkan, divan başkanlığına teşekkürle konuşmaya başlıyordu. Batı da şöyle dedi:

- Bana burada bu saatte, bu değerli arkadaşların arasında bulunup konuşma fırsatını veren...

Divan başkanı hafifçe kaykıldı sandalyesinde. Başıyle Orhan Batı'yı selâmlamaya hazırlanıyordu ki, Batı konuşmasını sürdürdü:

... Konuşma fırsatını veren Cenâb-ı Allaha şükürler olsun.

*

Bakanlıklarda ilginç şeyler de oluyor son günlerde. Milli Eğitim Bakanlığı'nda, üst görevlerden birine getirilmiş, bir eski MHP müfettişi, bir gece elinde tabancasıyla bakanlığın "gizli" arşivine girdi. Gece orayı bekleyen memura tabancayı dayayıp, gözdağı verdi:



- Şu benim dosyamı ver, bakayım...

Memur, elini atmasıyla tabancayı yere düşürür, yüksek dereceli memurla, küçük memur kapışırlar, yerlere yuvarlanırlar. Olay duyulur, adı arkadaşları arasında "deli"ye çıkan yöneticinin yetkileri alınır, sorun kapanır gider. Milli Eğitim bu durumda demek...

*

Eğitimci Osman Korkut Akol'un cenazesinde kimler vardı?



TÖB-DER yöneticileri arkadaşları, eski savcı Şiar Yalçın, Prof. Koçtürk, Halit Çelenk, Nezihe Şengil, Salim Şengil...

BAKANLIĞIN BİR ÇİÇEK YOLLAMASINI

KİMSE BEKLEMEDİ

71 yaşında öldü Osman Akol, sağlığında onun için bir yazı yazmıştım. "Ben ilk rakıyı Atatürk'ün ellerinden içtim. Oğlum" der, övünürdü.

Mamak Askerî Cezaevi'nde tutukluyken, emekli aylığını nöbetçinin gözetiminde nasıl aldığını, nöbetçiyi nasıl lokantaya götürdüğünü tatlı tatlı anlatırdı. Olay, Fakir Baykurt'un "İçerdeki Oğul" kitabında "Dedecik" bölümünde geniş geniş anlatılır. Adını yazmamıştır Fakir, ama, olayın kahramanı Osman Akol'dur.

Tatlı tatlı çatardı, sevdiklerine:

- Oğlum, bu telefonu icad eden Graham Bell, yalnız arayanlara karşılık verin diye değil, ara sıra dostları arayın diye de icad etti. Yarın ben ölüp gideceğim, o zaman arayacaksınız.

- Öldü, gitti işte..

- Sağdan say...

- Bir, iki, üç... On. Sondur komutanım..

- Rahat... Rahat dedik, ulan eşş.....

Çavuş, öğretim üyesinin çenesine bir yumruk indirdi..

ODTÜ öğretim üyelerinden Ali Gitmez ile murat kirezci serbest bırakıldılar. Gitmez ile Kirezci, Mamak'ta gözaltındaydılar.

İlk hafta gazete ne verilmedi. Son günlerde, istediler.

- Gazete istiyoruz.

- Ne edeceksiniz gazeteyi?

- Okuyacağız. Üsler konusunda alınan kararı okuyacağız.

Son üç gün gazete okudular.

Saçları gözaltına alındıkları gün kesilmişti. İçerde öğrenciler de vardı, onlara işkence yapıldığını duymuşlardı.

Öğretim üyelerinden Ali Gitmez, askerliğini yedeksubay olarak çoktan yapmıştı. Kirezci güçlük çekiyordu biraz biraz.

Gitmez, düşündü içinden içinden:

- 12 Mart'ta girmedik içeri. Herkesin içeri alındığı o sıralar, alınsam n'olurdu? Bir şey demezdim. Şimdi, ne yaptım hiiiç? Ama, alındım işte içeri. Neyse, hayırlısı...

Kişiliği kapıya bırakıp girince, o denli zor gelmiyor gözaltı. Hatta kolayına, gırgırına alabilirsiniz yaşantıyı..

Ufak tefek çırpıntılar, cop mop, alışır gider canım..

- Hazrol, sağdan say...

- Bir, iki, üç... On, sondur komutanım...

*

Sıkıyönetim, kafasındakileri gerçekleştirmek isteyen ODTÜ rektörüne mi yaradı ne? Basın toplantısında, yüzüne bakarken gözlerimi yumdum iyicene. Ne hakkı vardı, Sıkıyönetimi, askerleri; kafasındakileri uygulatmak için böylesine kullanmaya. Toplantıyı izlerken düşünüyordum:



- Bu yüzün anlattığı ifadenin yapmayacağı yok...

Ecevit çıktı karşısına doğrudan rektörün.

Çok şey öğretmişti 12 Mart dönemi. Askeri yargıyı da, bir bakıma askerleri de yaralayıp gitti. Ali Elverdi'yi hatırlar mısınız?

Bir ara, 12 Mart dönemlerinden ayrı gibi geldi, bu dönem sıkıyönetimleri. Dışardakilere göre hava hoş elbet.

Her neyse geldi geçti işte.

(Cumhuriyet - 4 Ağustos 1975)

CEPHE, SARP YAMAÇLAR ÜZERİNDE...
Türkiye'de kamuoyu, sorunlara en yakından bakan bir gelişme içinde mi ne? Vatandaş, kılçıklı dış politika konusunu, üsler sorununu köşede kıyıda, kahvede konuşuyor, işte.

- NATO'dan çıkmasak da...

- Evet...

- NATO'nun içinde çoğalsak, NATO'yu ele geçirsek ha?

Sosyalist Portekiz NATO'nun içinde değil mi? Onlar çıkmak istemiyorlar. NATO, Portekiz'i istemiyor içinde belli. NATO üyesi ülkelerin çoğunda komünist, sosyalist partiler var. Bazılarında bunlar iktidarda..

Amerika, bunların NATO'da kalmalarını ister mi? Niye istesin? Ama, bunlar NATO'dan da çıkmak istemiyorlar. Hele, dur bakalım...

Amerika, ambargo kararı ile Türkiye'yi silâhsızlanmaya itmekte, sokaktaki, balkondaki vatandaşın apaçık aklına gelen bu. Mutfakta yemeğini pişiren kadın, daktilo yazan küçük memur, ders veren öğretmen, dişlinin önündeki işçi, ne kadar işimi yapıyorum dese, kafası bunlarla dolu.

Kissinger'i yuhaladıkları için mahkemelere verilenler olurdu Türkiye'de. Bugün gelse Kissinger, yine yuhalanır ve onlar kolay mahkemelere verilemezler.

Süleyman Bey, ne yapacağını, ne edeceğini şaşırırken bir yandan da Amerika'ya içerliyor. Bu yapılacak şey miydi yani?

Geçmişte bir kez de böylesine kalleşliği Morrison şirketinden görmüştü. 1965'lerdeydi. Süleyman Bey Başbakan oldu diye koşuşmuşlardı Başbakanlığa Süleyman Bey kovmuştu, eski işverenin adamlarını. Menderes'in Dünya Bankası'nın adamlarını kovduğu gibi kovmuştu.

AP içinde sinirli hava, çoktan kendini göstermeye başlamıştı.

- Ne yapalım yani, ille de Ecevit'i mi hükümete getirelim?

- Siz bilirsiniz.

Süleyman Bey'in koltuğu koltuk değil dikenli bir çalıydı sanki.

Hükümet bunalımını başlatsa, MSP gidecek değildi ki.

MHP başbuğu Alpaslan Türkeş'in hastalığı saklı mı tutuluyordu. Aslında Süleyman Bey, en çok ona kızıyordu.

Peki, hastalığı ağırsa yerine kim gelirdi acaba?

Seçimlerde, öğretmenler, imamlar, gençler, işçiler etkin olmaktaydılar. AP'nin ise bunların hiçbirinden ötekiler kadar yararlanma olanağı yoktu gibi bir şey. Türkeş'çi, Erbakan'cı öğretmen de, genç de vardı. Süleyman'cı kim vardı?

AP ile MSP arasındaki birkaç günlük söz düellosu, sokaktaki vatandaşta, şu izi bıraktı:

- Dal çatırdıyor mu acaba?

Bunu, ilk CHP-MSP ortaklığını bozarken Ecevit söylemişti. "Dal çatırdıyor" demişti. Şimdiki de buna benzer bir havayı aldı, demeçleri okuyup değerlendirenler.

Cephe'nin kuruluş günlerini gözönüne getirenler, ortakların daha bunu bozacak kerteye gelmedikleri kanısında. Ecevit'in teknokrat danışmanlarından Dr. Erhan Karaesmen'in bazı siyasi çevrelerde pek tutulan bir benzetmsini anımsadım. Erhan Karaesmen, ODTÜ eski öğretim üyelerindendir. Şimdi de çeşitli yüksek öğrenim kurumlarında ders vermektedir. Şöyle demişti Karaesmen:

- Dört adam, sarp, yamaçlı bir vadinin üstünden geçen bir teleferik hattına can havliyle yetişerek tek elle tutunmuşlardı. Vadinin iniş kısmı bitti, kabin tam uçurumun üzerinde tek bir tutamağa dört kişi birden tek elle tutundukları için kolları yoruldu. Ama, aşağı bakıp uçurumun derinliğini gördükçe yine can havliyle sarılmaktan başka yol bulamıyorlardı. Vadinin çıkış yamacına varıp da, kolları da adamakıllı yorulunca teker teker ya da hep birden aşağı düşecekler. Şimdiyse, uçurumun en derin yerinde Senato seçimleri var. Sonra yeni bütçeydi, tütün üreticisine taban fiyatıydı, gibi büyük vartalar geliyor. O zaman kol adamakıllı yorulacak, o zamana kadar, ne kadar ağız kavgası yapsalar da, Cephe'yi bozamayacaklardır.

Adamlardan birinin, Turhan Bey'in kolu şimdiden yorulduğu için Süleyman Bey'in iri gövdesine sarılıp yola devam ediyor.

Bu arada uçurumun üstünde, Necmeddin Bey'le Süleyman Bey ağız kavgası yapıyorlar...

(12 Ağustos 1975)


OLMADI SAYIN KORUTÜRK...


CHP Genel Sekreteri Orhan Eyüboğlu, düşünüyordu:

- Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün karşısına şimdi mi çıkmalı, yoksa seçimden sonra mı?

Fahri Korutürk'ün Doğu Karadeniz gezisi sırasında yaptığı konuşmalar TRT'den de yayınlandı, üstüne tartışmalar başladı.

Eyüboğlu düşünüyordu:

- Yüksek Seçim Kurulu'na başvurup Korutürk'ün konuşmalarının TRT'den yayınlanan bölümlerinin seçmeni etkileyecek nitelikte olduğunu bildirmeli mi bildirmemeli mi?

CHP liderleri her zaman Cumhurbaşkanlarına karşı titiz davranmışlardır, olur olmaz karşılarına almamak istemişlerdir.

Süleyman Bey'in genelgesini yayınlayan TRT'yi Yüksek Seçim Kurulu'na şikayet etmişler, Yüksek Seçim Kurulu itirazı yerinde görerek olayı savcılığa yansıtmıştır. Şimdi Cumhurbaşkanının konuşmalarının en sivri yanlarını yayınlayan TRT'yi bir kez daha şikayet edip mahkemelik mi olacaklardı?

Önce kulak arkasına atmak istediler, Korutürk'ün sözlerini aldırmazdan geldiler. Ancak başbuğun organları "Devlet", "Ortadoğu" çoktan yorumlamaya başlamışlardır "Korutürk, CHP'ye oy verilmemesini istedi" diye. Korutürk de bir açıklama yapmıyordu sözleriyle ilgili.

Korutürk'e ilk tepki Behice Boran'dan geldi. Öbür sol parti liderleri de eleştirdiler Korutürk'ü. CHP de "Ağır ol da molla desinler" havasını üstünden attı atacak.

Gerçekte, Korutürk'ün MC'yi destekler biçimdeki tutumu, kamuoyunda kendisine zarar veriyor. Aydınlıktan uzaklaştıkça, tarafsızlığa düşen gölge büyüyor.

Hadi diyelim TRT'nin, TRT'dekilerin yasalar içine girecekleri yok, "Cephe düşerse bizi de kulağımızdan tutup atarlar. Aman cepheyi düşürmeyelim. Propaganda olacak ne varsa yayınlayalım" diyebilirler. Yansız, partilerüstü olması gereken Korutürk'ün Anayasanın, yasaların inceliklerini düşünmesi gerekmez mi? Fuat Bayramoğlu'na bir şey demek istemiyorum. Bayramoğlu da, başkaları da Korutürk'ü ne denli etkilemek isterlerse istesinler, Korutürk'ün bunları değerlendirmesi, bunlara uymaması gerek. Yasaların incelikleri dedim, bizde seçim yasaları bunların başında gelir, örneğin, çok kimse Yüksek Seçim Kurulunun çalışma yöntemlerini önemsemez. "Nasıl olsa bütçsi Adalet Bakanlığı bütçesi içinde görüşülüp kabul ediliyor." der geçer. Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa içinde bağımsız bir mahkemedir. Bir özelliği seçimler sırasında zarar gören herkesin, bu mahkemeye başvurabilmesidir. Ancak, Yüksek Seçim Kurulu, kendisine başvurulmadan hiçbir yanlışlığı düzeltmez, yasalara aykırı bir davranışı engelleyemez. Onun için seçim yasalarına, yasaklarına aykırı tutum ve davranışların Yüksek Seçim Kurulu'na yansıtılması zorunludur. Düzeltilmesi için Korutürk'ün konuşmaları ve onları yayınlayan TRT de gitmeli seçim kuruluna.

1969 seçimleri sonundaydı. Yüksek Seçim Kurulu'nun yayınladığı seçim sonuçlarını inceleyen bir yabancı profesör, o sırada Ankara'daydı. Profesör, seçim sonuçları rakamlarında tutarsızlıklar görmüştü, telefonda Yüksek Seçim Kurulu yetkililerini aradı, görüşmek istedi, görüştü de. Kendisine anlatıldı ki seçim sonuçları ile ilgili rakamlar matematiksel değil, hukuksal sonuçtur. Yani Yüksek Seçim Kurulu kendisine başvurulup "Burada yanlışlık var" denilmeden bunları inceleyip düzeltilmesini sağlayamaz. Bizde seçimlerle ilgili yöntemler düşünülürken, hukuksal sonuca önem verilmiş, bunun matematiksel sonuca yaklaştırılması öngörülmüştür, yabancı profesör teşekkür edip ayrıldı.

Son günlerdeki uygulamalara bakalım, Yüksek Seçim Kurulu CGP ile MP'nin Senato üçte bir yenileme seçimlerine katılamayacaklarına karar verdi. TRT, MP lideri Kargılı'nın haberlerini hemen kestiği halde, CGP'nin haberlerini yayınladı durdu, DP ile CHP ayrı ayrı itirazda bulunup "Bu nasıl şey?" deyinceye kadar. Yüksek Seçim Kurulu bu itirazları görüşüp karara bağladı. CGP'nin seçim haberleri de radyodan yayınlanamazdı, öyle oldu.

Süleyman Bey'in genelgesinin radyodan yayınlanmasını da seçim yasakları içinde gördü, bu genelgenin bir başka yönü de var. Başbakanlığın genelgesi basına ve TRT'ye Basın ve Yayın Genel Müdürlüğü aracılığı ile dağıtılmıştı. Basın ve Yayın'da TRT'nin eski haber yöneticileri var. Basına verdikleri gibi, genelgeyi TRT'ye de verdiler, yahut telefon ederek "Bizde şöyle bir genelge var aldırın" dediler eh TRT de zaten teşne...

Basın ve Yayın Genel Müdür Vekili Doğan Kaşaroğlu ile konuştum bu konuyu:

- Sizin yaptığınız TRT'yi suça itmek değil mi?

- Hayır, değil hayatım, eğer biz genelgeyi kendi arabamızla dağıtsaydık, yahut genelgeyi haber yapıp, öyle verseydik, biz de suça ortak olmuş olurduk, biz "al bu genelgeyi yayınla" desek bile TRT kendi sorumluluğundan kurtulamaz.

Anladım var bir incelik işin içinde...

Süleyman Bey'in Romanya gezisinde ne incelikler göreceğiz bakalım. Bir de seçim öncesinde Cephe Hükümetinin yaptığı kıyımlar, beğenmediğini, kendinden olmadığını sandığını kıyıp durmalar. Komandoların sokak ortasında adam dövmeleri, sayın Korutürk bunların üstünde dursa ya...

*

Ağustos sonu, ODTÜ'nde, öğretim üyesi kıyımının sonudur, birkaç güne kadar, kimlerin görevlerinden alındığını göreceği, ODTÜ'ndeki görevinden istifa eden öğretim görevlisi Oral Okay, Rektöre, sonbaharda üniversitenin alacağı durumu hatırlatmış, 750'den fazla öğretim görevlisi, buna karşılık dersaneleri boş bir üniversite... Bu, Eşref'in Abdülhamit için yazdığı dizeleri yansıtıyor:



Gam değil amma bu mülkün böyle elden gitmesi

Gitgide zulmetmeye elde ehali kalmıyor...

(28 Ağustos 1975)

FERİT BEY VAN'A NİYE GİTTİ?


Altan Öymen, Lozan'dan dönmeden bir kurcalasa Hacı Ali Demirel, hiç geçtiğimiz birkaç yıl içinde İsviçre'ye uğramış mı? Orada kimle kaç kez görüşmüş? O görüştüğü kimsenin yurt dışına gidişinde yardımı olmuş mu, olmamış mı? İyilikler yerde kalmaz elbet.

Şellefyan'dan söz ediyorum.

14 Ekim 1973 seçimlerine, sonuçlarına Süleyman Bey kadar Hacı Ali Bey de içerlemişti sanıyorum. O da ağabeyisi gibi düşünüyordu ne bileyim... "Bu millete iyilik yaramaz, ben de başımın çaresine bakarım" demiş, ortalıkta artık görünmez olmuştu. Yok olmuştu nerdeyse.

Pek de yok olmamış Demirel kardeşler, bir de yeğen çıktı üstelik. Daha da var. Bir de bacanak.

Bacanak, Süleyman Bey'in bacanağı. Isparta'da Millî Eğitim Müdürü'yken, Mustafa Üstündağ zamanında görevinden alınmış, Kars'a mı nereye verilmişti. İstifayı bastı gitmedi. Bekledi, Cephe'nin kurulmasını. Şimdi yine Isparta'da Millî Eğitim Müdürü. Çağırıyor karşısına kıyacaklarını:

- Hakkâri'ye mi gitmek istersin, yoksa görülen lüzumu mu işleteyim ha? Dile bakalım, ne dilersin? İstersen kendiliğinden istifa et de, sicilini de lekelemiyeyim...

- Peki, istifa ediyorum.

Kurbanlarının elinden gönüllü istifa mektuplarını alıyor, böylece yargı organları karşısında da sorumlu olmaktan kurtuluyor bacanak...

Isparta Halk Eğitim Müdürü Zafer Kızıldağ, AP'li bilinirdi. Cephe gelince, Ticaret Lisesi öğretmenliğine atayıverdiler. Şaşanlara şöyle karşılık veriyorlardı:

- Evet, AP eğilimli idi, ama Ecevit döneminde azıcık sola kıvırdı. AP'ye tam hizmet etmedi. Bize böylesi yaramaz.

Isparta Defterdarı da Bitlis'e sürüldü. Bütün olup bitenleri Ispartalılar, "Ulusal Bacanak"tan biliyorlardı. Herşeyin altında onun başı vardı.

*

Önseçimler iyi ki bitti. Ecevit de, öbür liderler de nerdeyse sokağa bile çıkmadılar anlam çıkarırlar diye. Yolda, sokakta karşılaştıklarımız daha merhaba demeden saldırıyorlardı:



- Delege misin?

- Yoooooo, neden sordun?

- Delege değilsen işime yaramazsın.

Soran, diyelim, CHP'lidir. Bir AP'li giriyor koluna aday adayının:

- Ben delege değilim, sizden de değilim ama işine yararım gel...

Bir AP'linin CHP'liye ne yardımı dokunabilir ki?

Dokunabilirmiş. Örneğin AP'li avukattır yahut doktor. Ankara'nın her ilçesinde hatta köyünde müvekkileri, hastaları vardır. Bunların içinde delegeler de bulunur, olur ya. Onlara söyleyebilirmiş:

- Bak, ben CHP'li değilim ama sizin aday adayları arasında Hafız Bey var, çok kıymetli adam. Yoklamada oylarınızı ona verin. Seçimde vallahi bizi bile geçersiniz..

Hafız Bey kazanamadı önseçimleri.

Önseçimlere girip kazanıp gelmek ne zormuş meğer. İçinde olmalı ki, ıcığını, cıcığını öğrenebilesin. Destek var, köstek var, kasnak var, kazık var..

1   ...   32   33   34   35   36   37   38   39   40


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət