Ana səhifə

Reşat Nuri Güntekin


Yüklə 1.69 Mb.
səhifə3/30
tarix26.06.2016
ölçüsü1.69 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   30

- Yalnız şimdilik müsaade edin de size birkaç kiraz vereyim. Beni affettiğinizi ispat için bunları mutlaka almanız lâzım... iki dakika...

Bir sincap hafifliğiyle dallara tırmanmaya başladım, ihtiyar komşu, ellerini yüzüne kapatarak:

- Aman dallar çatırdıyor... Sebep olacağım... Düşeceksiniz Feride Hanım, diye bağırıyordu.

Ben bu telaşa aldırmıyor, söyleniyordum:

- Merak etmeyin... Düşmeye o kadar alışığım ki... Mesela yakın olsak şakağımda bir yara izi görürdünüz. Bir iz ki; bütün öteki güzellikleri tamamlar...

- Aman kızım... Düşeceksiniz...

- Bitti efendim, bitti... Yalnız, onları size nasıl vereceğim? Buldum efendim, ona da çare buldum...

Önlüğümün cebinden mendilimi çıkardım, kirazları içine doldurarak bir çıkın gibi bağladım:

- Mendili hiç merak etmeyin... Henüz burnumu silme-dim... Gayet temizdir... Şimdi onu yere düşürmeden tutmanızı rica ederim... Bir... İki... Üç...

ihtiyar komşu, beklenmez bir çeviklikle kiraz mendilini yakalamıştı.

- Çok teşekkür ederim kızım, dedi. Yalnız ben şimdi mendilinizi nasıl iade edeceğim?

- Ziyanı yok... Size hediyem olsun!

- Nasıl olur?

- Niçin olmasın? Hem başka bir şey de var... Ben, birkaç güne kadar pansiyona döneceğim... Bizim mektepte bir âdet vardır... Kızlar tatil günlerinde genç erkeklerle kur yaparlar, sonra mektep açıldığı zaman bunları birbirlerine anlatırlar. Ben, daha böyle bir şey beceremediğim için yanlarında küçük
36

Reşat Nuri Güntekin

düşüyorum. Yüzüme karşı bir şey söylemeye cesaret edemiyorlar ama muhakkak benim ahmaklığımla eğleniyorlar... Bu sefer ben, bir şey kurdum... Mektebe gittiğim zaman mühim bir sırrım varmış gibi başımı önüme eğip düşüneceğim, mahzun mahzun gülümseyeceğim. Onlar: "Çalıkuşu, sende bir şey var!" diyecekler... Gevşek gevşek, "Hayır... Nem olacak?" diyeceğim... inanmayacaklar, beni sıkıştıracaklar... O vakit: "Peki, öyleyse... Ama kimseye söylemeyeceksiniz, yemin edeceksiniz!" diyeceğim ve bir yalan uyduracağım.

- Ne yalanı?

- Sizinle tanışmam bu yalanı kolaylaştırıyor... "Duvarın üzerinde sarışın, uzun boylu bir erkekle kur yaptık, birbirimize!" diyeceğim... Tabii, beyaz saçlı diyemem... Hem siz küçükken sarışınmışsınız galiba... Arkadaşların huyunu bilirim, "Ne konuştunuz?" diye soracaklar... "Beni güzel bulduğunu söyledi," diye yemin edeceğim... Ben de mendil içinde kiraz verdim, demek tabii münasebet almaz... Gül verdim diyeceğim... Fakat bu da olmadı... Gülü mendil içinde vermek âdet değildir... Hediye mendil verdim, derim olur biter...

Biraz evvel birbirimizle kavga etmemize bıçak sırtı kaldığı halde şimdi ihtiyar komşu ile gülüşüyor, ayrılırken birbirimize el sallıyorduk...

*

O senenin yazında bu ağaca çıkmak illeti yüzünden başıma bir şey daha geldi.



Bir ağustos mehtabı gecesiydi. Köşke bir alay misafir gelmişti. Bunlar arasında Neriman diye yirmi beşlik bir dul vardı ki, ara sıra köşkü şereflendirmesi bir vaka olurdu.

Dünyada kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen teyzelerimden alık hizmetçi kızlara kadar herkes bu kadına hayrandı.

Neriman'ın çok sevdiğini söyledikleri kocası bir sene
ÇALIKUŞU

37

evvel ölmüştü. Bunun için daima siyah giyerdi. Fakat bende öyle bir his vardı ki, siyah bu kadının sarışın çehresine çok iyi gitmese; matem devam etmeyecek, elbiseler takımıyla çöplüğe atılacaktı.



Neriman; kedi, köpek okşar gibi hareketlerle beni de avlamaya çalışmıştı. Fakat nedense ben, ona ısınamamıştım. Aramız hayli şekerrenkti. Bana yaptığı avansları daima soğuk karşılıyordum.

O soğukluk hâlâ devam etmesine rağmen, şimdi itiraf etmeye mecburum ki, bu Neriman, haincesine güzeldi. Benim onda çekemediğim şey fazla koketliğiydi. Yalnız, kadınlar arasında bulunduğu zaman şöyle böyle çekiliyordu. Fakat araya kazara bir erkek karışacak oldu mu yüzü değişiyor, sesi, kahkahaları, bakışları bambaşka oluyordu. Hasılı, benim mektepteki saman altından su yürüten arkadaşlarım daha fen-lenmişti...

Kocanın lakırdısı açıldıkça bu kadının: "Benim için artık hayat bitti!" diye bir yalancı teessür rolü oynayışı vardı ki, beni mahvederdi. O, böyle yaparken ben, fena halde içerler: "Karşına dişe dokunacak biri çıksın, görürüz!" diye söylenirdim.

Bizim köşkte Neriman'a akran sayılacak kimse yoktu. Lapacı Necmiye'yi insandan saymak tabii doğru olamazdı. Teyzelerim saçları, başları ağarmış koskoca kadınlardı. Ara sıra ötekinin, berikinin ayağına ip takmaktan başka konuşacak lakırdıları olamazdı. O halde, o halde?...

Ben, bu Neriman'ın köşke dadanmasındaki sebebi sezer gibi olmuştum. Galiba bizim budala kuzeni gözüne kestirmişti. Evlenmek için mi? Zannetmem. Otuzuna yaklaşmış bir dul kadının yirmi yaşındaki bir çocukla evlenmek istemesi, kepazeliğin dik âlâsı... O, böyle bir kepazelikten çekinmese bile, benim cadaloz teyzelerimde, yavrularını öyle acemi çaylağa kaptıracak göz var mı?
38

Reşat Nuri Güntekin

O halde, o halde?

O haldesi var mı? Mesut dul, lüksüne, fantazisine uşaklık edecek yeni bir kısmet avlaymcaya kadar benim kuzenle dalga geçecek, gönül eğlendirecek...

Kâmran'a budala dedim ama, kızgınlığımdan... Yoksa ne yere bakan, yürek yakan cinsinden sinsi bir sarı çıyandır. Neriman'la konuşurken güya bir şey belli etmemek istiyor ama, benim gözümden kaçar mı?

Çocuklarla boğuşurken, kendi kendime ip atlarken, yahut yere yatarken, iskambil falı açarken, gözlerim onlardaydı.

Kuzenim, neredeyse kadının ağzına girecek... Ara sıra hiçbir şeyin farkında değil gibi görünerek yanlarından geçerdim. Hemen seslerini kısarlar yahut lakırdıyı değiştirirlerdi. "Ne isterse yapsınlar, sana ne?" diyeceksiniz. "Bana ne olur mu?" Kâmran, düşmanım da olsa kuzenim... İster miydim, neyin nesi olduğu belli olmayan bir kadın onun ahlâkım bozsun?

Ne anlatıyordum?... Evet, bir ağustos mehtabı gecesiydi. Onlar, köşkün önündeki verandada, lüzumsuz bir lüks lambası ışığında, kalabalık bir grup halinde konuşup gülüşüyorlardı.

Neriman'ın müzik notaları gibi hesaplı ve ahenkli kahkahaları sinirime dokunduğu için kendi kendime uzaklaşmış, bahçenin bir köşesinde ağaçların karanlığına dalmıştım.

Ta öbür uçta dallarından bir kısmını komşunun bahçesine sarkıtmış ihtiyar bir çınar vardı. Biçarenin işe yarayacak bir yemişi olmamasına rağmen, babayani halini severdim; bir sofa gibi üzerlerinde hiç korkusuz gezilen, iri, yayvan dallarına çıkıp dolaşır yahut otururdum.

O gece de öyle yaptım, hayli yüksekçe bir dalına çıkarak oturdum.

Biraz sonra kulağıma hafif bir ayak sesi, arkasından kısık bir kahkaha geldi.

Hemen gözlerimi açtım, kulaklarımı diktim... Ne görsem beğenirsiniz? Kuzenim, mesut dulla beraber bana doğru geliyor...
ÇALIKUŞU 39

Oltasına balık yaklaştığını gören bir balıkçı gibi baştan ayağa dikkat kesilmiştim. Oturduğum yerde bir gürültü yapacağım diye ödüm kopuyordu. Boş korku!

Onlar, o kadar kendilerinden geçmişlerdi ki, oturduğum yerde davul çalsam galiba farkında olmayacaklardı. Neriman önden yürüyordu. Kuzenim bir Arap köle gibi dört, beş adım gerideydi. Duvarların arasından geçip yollarına devam etmeye kudretleri olmadığı için bulunduğum ağacın altında oturdular.

Gelin yavrularım, gelin kuzularım... Sizi bana Allah gönderdi. Biraz sonra görüşürüz... Bu güzel mehtap gecesinden sizde unutulmaz bir hatıra bırakmaya elden geldiği kadar gayret ederiz.

Tam bu esnada ağustosböceği cırlamaya başlamaz mı? Çıldıracağım. Kuzenimin mesut dula çektiği nutku işitemiyorum... Elimden gelse: "Miskin, korkacak ne var? Buralarda kim olur?... Sesini çıkarsana!" diye bağıracağım.

Bu nutuk arasından kulağıma yalnız: "Neriman, cicim, meleğim," diye birkaç kelime geldi. Zangır zangır titremeye başladım. Düşmesem bile gürültü edeceğim, yaprakları hışırdatacağım diye korkuyorum. Arada Neriman Hanım'ın da bir iki kelimesini yakalıyordum... "Rica ederim, Kâmran Bey, rica ederim..." diyor.

Nihayet, sesler kesildi. Neriman yavaş yavaş duvara yürüyor, komşunun bahçesinde karanlıkta başka bir şey varmış da görmek istiyormuş gibi ayaklarının ucuna basarak kalkıyordu.

Bu vaziyette tabii arkası, ne yapacağını bilemiyor gibi görünen Kâmran'a dönüktü.

Kuzenimin birdenbire ona yürüdüğünü, ellerini kaldırdığını görüyorum... Yüreğim oynuyor, "Nihayet aklı başına geldi, bu fena kadına güzel bir tokat atacak!" diyorum. Kâmran bunu yapsa ben de ağlayarak kendimi ağaçtan atacağım, onunla ölünceye kadar barışacağım. Fakat o canavar, bunu yapmadı. Sıska kollarından, bembeyaz kız ellerinden umulmaz bir
40

Reşat Nuri Güntekin


kuvvetle onu evvela omuzlarından, sonra bileklerinden yakaladı. Kucak kucağa, soluk soluğa boğuşuyorlardı. Çınar yaprakları arasında kaçan ay ışıklarından saçlarının birbirine karıştığını görüyordum.

Ne rezalet Yarabbi, ne rezalet! Bütün vücudum zangır zangır titriyordu. Biraz önce onlara güzel bir oyun oynamaya karar verdiğim halde şimdi beni sezmelerinden ödüm kopu-yordu. Sahici bir kuşla yer değiştirip bu dalların üstünden gökyüzüne kanatlanmayı, yukarıdaki ay illerinde kaybolup giderek bu dünyadaki insanların yüzlerini artık görmemeyi ne kadar istiyordum.

Dudaklarımı parmaklarımla sıkmama rağmen, ağzımdan bir ses çıktı. Bu, galiba bir feryattı. Fakat aşağıdakiler tarafından duyulunca hemen bir kahkahaya döndü. Namussuzların o dakikada şaşkınlıklarını görmeliydiniz!

Biraz önce ay ışığı gibi ayaklarını yere dokundurmadan yürüyor hissini veren mesut dul şimdi ağaçlara çarparak, topuklarını burkularak alabildiğine kaçıyordu.

Kuzenim de öyle yapmak istemişti. Fakat o hızla biraz gittikten sonra ne düşündüyse düşündü, süklüm püklüm geri döndü.

Ben yapacak başka şey bulamadığım için hâlâ gülmeye devam ediyordum. O, meşhur "karga ile tilki" masalındaki tilki gibi ağacın altında sinsi sinsi dolaşmaya başladı.

Nihayet utanıp sıkılmayı bırakarak bana:

- Feride, çocuğum; azıcık aşağı iner misin? dedi. Ben, gülmeyi kestim; ciddi bir sesle:

- Ne münasebet? dedim.

- Hiç... Seninle konuşacağım var da...

- Benim sizinle konuşacak bir şeyim yok... Rahatımı bozmayınız...

- Feride, şakayı bırak!...

- Şaka mı? Ne münasebet?
ÇALIKUŞU 41

- Ama sen de çok oluyorsun... Sen aşağı gelmek istemezsen ben yukarı çıkmayı bilirim.

Ölür müsün, öldürür müsün? Yürürken yolunda bir incecik su birikintisi gördüğü zaman telaş eden, atlamaya karar vermeden evvel üç, dört kere iskarpinlerine ve suya bakan, bir sandalyeye oturacağı zaman pantolonunu parmaklarının ucuyla dizkapaklarından tutup yukarı çeken nazlı ve nazenin kuzenimin ağaca çıkmak istemine gel de gülme.

Fakat o, bu gece sahiden canavar kesilmişti. Yakın dallardan birini tutarak ağacın gövdesine atlıyor, daha yukarılara çıkmaya hazırlanıyordu...

Bu gece ağacın üstünde onunla yüz yüze gelmek fikri nedense beni çıldırttı. Böyle bir şey olursa felaketti. Onun yeşil, yılan gözlerinin yakından baktığını görürsem, ağaç dalları arasında çarpışa çarpışa boğuşan iki yırtıcı kuşa döneceğiz. Gözlerini oyduktan sonra muhakkak aşağı atacağım. Ya onu, ya kendimi. Fakat nedense bu çılgınlığı göstermeyi doğru bulmı^ yordum.

Yerimden doğrularak sert bir emir verdim:

- Durunuz bakalım orada...

O, aldırmadı, hatta cevap vermedi. Çıktığı dalın üstünde

doğrularak daha yukarılara bakmaya başladı. '

- Durunuz, dedim. Netice fena olacak... Bilirsiniz kij ben Çalıkuşu'yum. Ağaçlar benim mülkümdür. Oralara bejden başkasının ayak basmasına tahammül edemem.

- Bu ne garip konuşma Feride?... Hakikaten bu ne garip konuşmaydı!... Çaresiz, alaycı bir tavır aldım. Gelirse daha yukarılara ç\k-maya hazırlanarak:

- Biliyorsunuz ki, size hürmetim vardır, dedim. Sizi ağa' tan aşağı yuvarlamaya mecbur olursam pek üzülürüm. Biraz evvel şiir okuyan sesiniz birdenbire değişerek "aman aman aman" diye bağırmaya başlarsa feci olur.


42

Reşat Nuri Güntekin


Onun sesini taklit ederek kahkahalarla gülüyordum.

- Şimdi görürsünüz.

Korku, onu cesur ve çevik yapmıştı. Tehdidime aldırmadan akımdaki dallara tırmanmaya devam ediyordu.

Ağaçta adeta bir kovalamaca oyununa başladık. O yaklaştıkça ben yukarılara çıkıyordum. Fakat dallar gittikçe inceliyordu. Bir aralık duvarın üstüne atlayıp kaçmayı düşündüm. Ancak, bunu yaparsam kaçamayıp, bir yerimi kırarak kuzenimin yerine benim haykırıp bağırma ihtimalim vardı.

Mamafih ne pahasına olursa olsun, bu gece birbirimize yaklaşmamalıydık. Politikayı değiştirerek sordum:

- Benimle konuşmayı niçin bu kadar istediğinizi anlayabilir miyim acaba?

Benim bu sözlerim karşısında o da değişti, ciddi bir tavır alarak durdu:

de..


ı

- Seninle şakalaşıyoruz ama, mesele çok mühim, Feri-. Korkuyorum senden...

- Öyle mi? Neyimden korkuyorsunuz acaba?

- Bir gevezelik etmenden...

- O, her gün yaptığım şey değil mi?

- Bu gecekinin her zamankilere benzememesinden...

- Bu gecede ne fevkalâdelik var ki?... Kâmran çok yorulmuş, üzülmüştü. Artık pantolonunu falan düşünmeyerek dallardan birine oturdu; hâlâ şakaya devam ediyor görülmekle beraber, ağlayacak haldeydi.

/ Ben, ona acıdığım için değil, fakat ne olursa olsun artık onunla konuşmaya tahammülüm kalmadığı için, bir an önce kendimi kurtarmak için:


/ - Merak etme, dedim. Korkulacak bir şey olmadığına /min olabilirsin... Hemen misafirinin yanına dön... Ayıp olur. Söz mü, Feride?... Yemin mi?...

- Söz, yemin... Ne istersen...

- inanayım mı?
ÇALIKUŞU 43

- Zannederim ki, inanman lâzım... Artık eskisi kadar çocuk değilim...

- Feride...

- Hem ne biliyorum ki, ne söylememden korkuyorsun? Ben, kendi kendime oturuyordum ağacımda. . .

- Bilmem, fakat inanmak gelmiyor içimden...

- Sana büyüdüğümü, hemen hemen bir genç kız olduğumu söyleyişimde elbet bir maksat var... Hadi sevgili kuzenim... Fazla üzülmeyin... Bazı şeyler vardır ki, çocuk görür... Fakat artık büyümeye başlamış bir genç kız hiç fark edemez... Hadi gönlün rahat etsin...

Kâmran'ın korkusu yavaş yavaş hayrete dönüşüyor gibiydi. Beni mutlaka görmek ister gibi ısrarla başını kaldırarak:

- Ne kadar başka türlü konuşuyorsun Feride. . . dedi. Söz uzarsa içinden çıkamayacaktık. Yalancı bir hiddetle bağırdım:

- Yetişir artık... Uzatırsan sözümü geri alacağım... Kendin düşün...

Bu tehdit, onu korkuttu. Kös kös ağaçtan indi, Neriman'ın gittiği tarafa gitmekten utanıyormuş gibi, bahçenin aşağı tarafına yürümeye başladı.

Mesut dul, o geceden sonra köşkte görünmez oldu. Kâm-ran'a gelince, onun da uzun zaman benden korktuğunu hissettim.

istanbul'a her inişinde bana hediyeler getiriyordu. Resimli bir Japon şemsiyesi, ipek mendiller, ipek çoraplar, yürek biçiminde bir tuvalet aynası, şık bir el çantası...

Bir hoyrat çocuktan ziyade yetişmiş bir genç kıza yakışacak bu şeylerin bana verilmesindeki mana neydi? Çalıkuşu'nun gözünü boyamak, gagasını kapatarak gevezelik etmesine mani olmaktan başka ne olabilirdi?
44

Reşat Nuri Güntekin

Başkası tarafından hatırlanmaktaki zevki anlayacak yaşa gelmiştim. Sonra, güzel şeyler hoşuma gidiyordu.

Fakat nedense bu hediyelere ehemmiyet verdiğimi ne Kâmran'a ne de başkasına göstermek istiyordum.

Üzeri sazdan köşkler, çekik gözlü Japon kızlarıyla süslenmiş şemsiyemi yere, tozların içine düşürdüğüm zaman almıyor, teyzelerimden:

- Feride, sana verilen hediyelerin kıymetini böyle mi bilirsin? diye azar işitiyordum.

Parmaklarımı parlak ve yumuşak derisine sürerken adeta hürmet duyduğum çantama; bir gün elimdeki sulu yemişleri dolduracak gibi bir jest yaparak onları çığlık çığlığa bağırtmış-tım.

Biraz gözümü açabilsem, Kâmran'ın bu korkusundan ben daha ne istifadeler eder, ufak tefek şantajlarla onu daha neler neler almaya mecbur edebilirdim.

Fakat ben, bir yandan o kadar sevdiğim bu eşyaları bile yırtıp kırmak, sonra ayaklarımın altına alarak ağlaya ağlaya ezmek istiyordum.

Kuzenime olan küskünlüğüm, nefretim bir türlü geçmek bilmiyordu.

Başka yazlar mektebin açılacağı günlerin yaklaştığını gördükçe başım ağrır, gözlerim kararırdı. Halbuki, o sene evden, bu insanlardan uzaklaşacağım günü iple çektim.

*

Mektebin ilk haftalarında bir pazar günüydü. Sörler bizi Kâğıthane tarafına gezmeye götürmüşlerdi.



Sörler, sokakta gezmeyi pek sevmezlerdi ama nedense o akşam karanlığa kalmıştık.

Ben, taburun en arkasında yürüyordum. Bilmem nasıl oldu? Bir aralık farkına varmadan arkadaşlarımla aramdaki mesafeyi dehşetli surette açılmış buldum. Beni her zamanki âde-


ÇALIKUŞU 45

tim üzerine en önde gidiyor zannetmiş olacaklar ki hiçbir taraftan bir ses çıkmıyordu. Derken yanımda bir gölge belirdi. Baktım, Misel...

- Sen misin Çalıkuşu? dedi. Niçin böyle kendi kendine, yavaş yürüyorsun?

Sağ ayağımın bileğine sarılı mendili gösterdim:

- Biraz evvel oynarken düştüğümün, ayağımı yaraladığımın farkında değilsin galiba... dedim. Misel, fena kız değildi. Halime acıdı.

- ister misin sana yardım edeyim? dedi.

- Herhalde beni arkana almayı teklif edecek değilsin...

- Tabii hayır... Buna imkân yok... Fakat koluna girebilirim, değil mi? Öyle değil... Kolunu omzuma at... Daha kuvvetli... Ben de seni belinden tutayım... Yükün biraz hafifler... Nasıl, yürürken daha az acı hissetmiyor musun?

Dediğini yapmıştım. Hakikaten iyi oluyordu.

- Mersi Misel, dedim. Sen çok iyi bir kızsın... Biraz yürüdükten sonra Misel:

- Biliyor musun Feride, dedi. Bu pozda yürüdüğümüzü gören arkadaşlar ne zannedecekler?

- Ne zannedecekler?

- Feride de âşık olmuş... Mişel'e derdini anlatıyor, diyecekler. ..

Birden durdum:

- Doğru mu söylüyorsun? dedim.

- Elbette...

- O halde hemen kolumdan çık.
Bu emri verirken bir kumandan gibi serttim.

Misel, beni tutmakta devam ederek:

- Koca budala, dedi. Nasıl buna ihtimal veriyorsun?

- Budala mı? Niçin?

- Herkes senin ne olduğunu bilmez mi?

- Ne demek istiyorsun?


46

Reşat Nuri Güntekin

- Hiç... Sanki senin böyle bir maceran olamayacağını... Kimse ile kur yapmana ihtimal olmadığını...

- Niçin?... Beni çirkin mi buluyorsun?

- Hayır... Çirkin değil... Belki hatta güzel... Fakat ıslah kabul etmez surette saf, aptal...

- Benim için böyle mi düşünüyorsun?

- Ben değil herkes öyle düşünüyor... Sevgi işinde Çalıkuşu bir hakiki gourde'dur, diyorlar.

Türkçesini pek iyi bilmiyordum ama, gourde Fransızcada asmakabağı, sukabağı, balkabağı gibi bir manaya gelirdi. Hangisi olursa olsun fena şey... Zaten kısa boyum, kalınca vücudumla bu kabaklardan birine de pek benzemez değildim... Şu halde Çalıkuşu'ndan sonra bana bir de gourde diye isim takılır-sa, dehşet... Ne yapıp edip bu haysiyet kırıcı tehlikenin önüne geçmek lâzım.

Yine ondan öğrendiğim bir jestle başımı Mişel'in omzuna koydum, manalı bir yan bakışla hazin hazin gülümsedim:

- Siz öyle zannededurun.

- Ne söylüyorsun, Feride?

Misel, durmuş hayretle bana bakıyordu. Ben, boynumu çarptırarak tasdik ettim:

- Maalesef öyle, dedim ve yalanımı bir kat daha yutulur bir renge sokmak için de iç çektim...

Misel bu defa hayretinden bir istavroz çıkardı:

- Güzel... Çok güzel, Feride... Yazık ki bir türlü inanamıyorum...

Zavallı Misel, öyle sevme çılgını bir kızdı ki, bunu başkasında sezmek bile ona zevk veriyordu. Fakat, dediği gibi ne çare ki inanmaya ve açıktan açığa sevinmeye cesaret edemiyordu.

Bir münasebetsizliktir yapmışım. Artık arkasını getirmek namus borcu oluyordu:

- Evet Misel, dedim. Ben de seviyorum.


ÇALIKUŞU 47

- Yalnız sevmek mi Çalıkuşu?

- Şüphesiz, karşılığı da var: Grande gourde.

Biraz evvel onun bana söylediği gourde kelimesini ben bir de başına "kocaman" sıfatını takarak ona iade ettiğim halde: "Sensin; o senin adındır!" demek bile aklına gelmiyordu.

Demek ki yalana başlar başlamaz ona kendimi tanıtmaya muvaffak olmuştum, ne saadet!

Misel, şimdi beni daha büyük bir muhabbetle kollarında tutuyordu:

- Anlat Feride... Anlat, nasıl oldu? Demek sen de ha? Nasıl, sevmek güzel şey, değil mi?

- Elbette güzel...

- Kim bu?... Çok mu güzel sevdiğin genç?

- Çok güzel!

- Nerede gördün? Nasıl tanıdın?

- Haydi, artık ısrarı bırak.

Israrı bırakmaya can atıyordum. Fakat ne uydurup söyleyeceğini bilemiyordum. Sevecek bir hakiki insan bulanlara şaşmak lâzım... Çünkü onun bir hayalini bile bulmak o kadar güç, o kadar güç ki...

- Haydi Feride... Bekleme... Yoksa benimle şaka ettin, diyeceğim.

Birdenbire telaşlandım. Şaka mı, Allah esirgesin... Ben asma yahut sukabağı ha... Öyle bir aşk hikâyesi uydurayım ki sen de şaş...

Mişel'e sevdiğim diye prezante etmek için aklıma kim gelse beğenirsiniz? Kâmran!...

- Kuzenimle birbirimize kur yapıyoruz...

- Geçen sene mektebin parloir'mda gördüğüm sarışın kuzen mi?

- Ta kendisi...

- Ah, ne güzel!


50

Reşat Nuri Güntekin

söylemiyordu. Fakat bakışlarından, gülüşlerinden ne demek istediklerini anlıyordum. Bu, bana garip bir gurur veriyordu. Bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmaya mecbur oldum. Bu vaziyette bir insanın bebek gibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şık bir şey olamazdı.

Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son teneffüste Mişel'in koluna asılarak ona yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.

Yine bir kır gezintisi dönüşüydü.

O gün nedense bizimle gelmemiş olan Misel, beni kapıda karşıladı, elimden tutarak koşa koşa bahçenin bir köşesine götürdü:

- Sana havadisim var, dedi. Hem sevineceksin, hem üzüleceksin... _ ı j ??

- Bugün senin sânsın kuzen mektebe geldi...

- Şüphesiz senin için... Keşke sen de benimle kalsaydın.

inanmıyordum. Bir büyük sebep yokken Kâmran, beni aramaya gelmiş olsun! Misel herhalde yanlış görmüş olacaktı.

Mamafih, bu şüpheyi kendisine söylemedim. Yalancıktan inanmış gibi görünerek:

- Bir genç erkeğin kur yaptığı kızı görmeye gelmesinden daha tabii ne olur? dedim.

- Bulunmadığına üzüldün, değil mi?

- Zannederim. Misel yanağımı okşadı.

- Bununla beraber o yine gelir, dedi. Mademki seviyor...

- Ona ne şüphe?


ÇALIKUŞU 51

O akşam, yemekten sonra Sor Matild beni çağırdı, bir sırma tel ile birbirine bağlanmış iki resimli şeker kutusu uzatarak:

- Bunları sana kuzenin getirdi, dedi.

Sor Matild, hiç hoşlanmadığım bir tipti. Fakat kutuları bana uzatırken boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için kendimi zor tuttum.

Demek Misel yanlış görmemişti. Mektebe gelen kuzenim-di. Arkadaşlarım arasında masalımın doğru olduğundan şüphe eden varsa bu kutuyu görünce onlar da fikirlerini değiştirmeye mecbur olacaklardı. Ne güzel!

Kutularımın biri renk renk fondanlar, biri yaldızlı kâğıtlara sarılmış şokololarla doluydu. Üç, beş ay evvel olsa onları en yakın arkadaşlarımdan bile ne ihtimamla gizlerdim. Fakat o gece mütalaa saatinde kutularım elden ele sınıfı dolaşıyor, bütün çocuklar, insaflarının derecesine göre, içinden birer, ikişer, üçer alıyorlardı.

Bazıları uzaktan bana manalı işaretler yapıyorlardı. Ben, utanmış gibi yaparak başımı öte tarafa çeviriyor, gülüyordum. Ne güzel!

Misel maalesef, yaldızlı dipleri görünmeye başlamış olan kutularımı tekrar bana teslim ettiği zaman:

- Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride, diye fısıldadı.

Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu, ama ne yaparsınız?...

Üç gün sonraydı, imtihan için boyalı bir coğrafya haritası hazırlıyorum. Boya işleri bana hiç gelmezdi. Biraz savruk olduğum için ikide birde renkleri birbirine karıştırıyor, ellerimi ve dudaklarımı boyuyordum.

O gün de ben, yine bu halde uğraşırken kapıcının kızı sınıfa girdi; beni görmek için gelen kuzenimin por/o/r'da beklediğini haber verdi. Ne yapacağımı bilemiyor gibi etrafıma ve kür-


52

Reşat Nuri Güntekin


süde oturan muallim söre şaşkın şaşkın baktığımı hatırlıyorum.

O:

- Haydi Feride, dedi. Haritalarını olduğu gibi bırak... Misafirini gör...

1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   30


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət