Ana səhifə

Üzerine notlar


Yüklə 278.5 Kb.
səhifə1/3
tarix26.06.2016
ölçüsü278.5 Kb.
  1   2   3




11 EYLÜL SALDIRISININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ (II)1 :

TERÖRİZMİN VE BUDALALIĞIN KÜRESELLEŞMESİ

ÜZERİNE NOTLAR

Kemal ÇAKMAN2



1. GİRİŞ “Budalalığa karşı...

11 Eylül saldırıları, büyük olasılıkla, çağımızın teknolojik uygarlığının tarihinde bir kilometre-taşı olarak anılacaktır. Çünkü “uluslararası terörizm”e yeni bir boyut getirmiştir. Terörist örgütlerin uluslararası boyutları olduğu doğrudur. Çoğu; yabancı ülkelerde kendilerine sempati duyan etnik gruplardan, bir kısmı da bazı ülkelerin istihbarat örgütlerinden yardım almışlardır. Ayrıca uyuşturucu ve silah kaçakçılığının uluslararası şebekeleri içinde faaliyet göstermişler; örgüt mensuplarının bazıları, bu faaliyetler yoluyla bu şebekelerle çok yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bu anlamda tüm büyük terörist örgütler uzun zamandır “uluslararası” nitelik ve boyutlara sahiptiler. Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı unsurların bugünlerde göreli “masum” ve “romantik” diye nitelendirilebilecek ve uluslararası kamuoyunun dikkatini Filistinlilerin davasına çekmeye yönelik olarak 70’li yıllarda gerçekleştirdikleri uçak ve gemi kaçırma eylemlerini (ama kanlı Münih Olimpiyat baskınını değil) bu söylenenin dışında tutabiliriz.


Lockerbie üzerinde düşürülen Pan Am uçağı olayının haricinde, bugüne kadar gerçekleştirilen tüm terörist saldırılara karışan örgüt ve teröristler, “yerel” --yani, kendi ülkelerini ve spesifik davalarını ilgilendiren-- ve dünya kamuoyu nezdinde tanımladıkları” bir “amaç” uğruna hareket etmişlerdi. Oysa, 11 Eylül saldırısı; hem jet-yakıtı dolu büyük yolcu uçaklarının bomba olarak kullanılmış olması nedeniyle, hem de “amaç”larının belirsizliği açısından bir ilkti. Nihaî amacı sisli ve müphem olduğu için ve de sanki salt “kin”in irrasyonel bir intikam alma kisvesine büründüğü bir olguyu yansıtıyor görünümü vermiş olduğu için, Amerika’yla birlikte küreselleşen dünyanın en belli-başlı ekonomik entegrasyon simgesine (Dünya Ticaret Merkezine) karşı yapılan bu saldırı diğer terörist saldırılara benzemiyordu.

Bazı yorumcular ve İslam dünyasındaki “sokaktaki adam”ın önemli bir kısmı, “masum insanların katledilmiş olmasını ve terörü elbette lanetliyoruz ama...” deyip o meşhur “ama”dan sonra ABD’nin dünyada ve Orta Doğuda, özellikle Filistin konusunda izlediği politikaların Müslüman halklarda bir eziklik, bir “itip-kakılmışlık” hissi uyandırdığını; bunun, geniş Arap ve Müslüman kitlelerde ABD’ne karşı öfke, infial, kin ve nefret hisleri yaratmış olduğunu; bu hislerin bu nedenlerle doğmuş olduğunun bir vakıa olduğunu ve bunu “anlamak” gerektiğini; fakat genelde Batı’nın ve özellikle Amerika’nın bunu anlayamadığını veya anlamak istemediğini söylemektedir. Bu tür söylemler “...öyleyse, 11 Eylül saldırıları şu veya bu dereceye kadar haklıdır” düşüncesini veya hissiyatını imlemliyor ve/veya gizliyorsa, bence, eylemin kendisi gibi lanetlenmelidir. Fakat kabul etmek gerekir ki, bu tür söylemler, marazi de olsa, lanetlenmesi de gerekse, gene de bir gerçeği ifade ediyor: ABD’nin Orta Doğu politikalarının ve özellikle Filistin çatışmasında İsrail’i kollayan “duruşu”nun, Arap-Müslüman halklar nezdinde önemli oranda adı-geçen duyguları yarattığı bir gerçektir. Şimdi bu gerçeğin, terörist eylemler şeklinde nasıl (niçin değil nasıl) yansıyabileceği üzerinde kısaca duralım:


5,400 küsur insanı toplu bir şekilde katletmenin “ama”sız ve “fakat”sız lanetlenmesi gereken bir eylem olduğunu unutmam mümkün değilse de, şu soruyu sormak lazım: Acaba ne gibi bir patolojik düşünce tarzı ve ne tür bir saptırılmış “iman”, bu 19 kişiyi bu eylemi yapacak ruh haline sokmuş ve bu ruh halini eylemin sonuna kadar idame ettirebilmiştir? Bu soruya, değişik ve interdisipliner bir perspektiften yaklaşmak istiyorum. Bu bağlamda, küresel sosyo-politik ve sosyo-psikolojik bazı dinamiklerin, 1.5 milyarlık “büyük-bir-popülasyonun” “patolojik oluşumlar geliştirmeye müsaitlik skalasındaki dağılımının olumsuz aşırı-ucunda yer alanları, nasıl etkilediğini; ve bu etkilerin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini anlamak önemlidir. İçeriği, okuyucuya “muğlak gelecek kadar uzun ve karmaşık” bir cümle oldu bu... Açalım:
Müslüman dünyasında yaklaşık 1.5 milyar insan yaşıyor. Bu 1.5 milyar popülasyon’dan, yaşı 15’den küçük ve 60’dan büyük olanları çıkarırsanız, geriye yaklaşık bir milyarlık bir nüfus kalır. ABD’nin izlediği politikalar, bu kitlenin sadece yarısında “infial,” “eziklik” ve “kızgınlık” duyguları --haklı veya haksız bu ayrı bir tartışma konusu-- yaratıyorsa, yarım milyarlık bir kitle bu duyguları şu veya bu yoğunlukta besliyor demektir. Yarım milyar, sosyal bilimde az rastlanan türden büyük bir popülasyondur. Söz konusu infial duygularının bu yarım milyarlık popülasyon içindeki dağılımını ifade eden “Popülasyon Çan Eğrisi”ni tahayyül ediniz. Şimdi: az veya çok “infial” duyguları besleyen bu yarım milyarlık popülasyonun, “mental-ve-ruhsal patolojik oluşumlar geliştirmeye yatkınlık ölçütünü (skalasını)” ifade eden çan eğrisini düşününüz. Bu çan eğrisinin en sağ ucundaki --yani “patolojik oluşumlar geliştirmeye yatkınlık skalasına ait dağılımın” en sağ (en kötü) ucundaki-- onbinde-bir’e dahil olanların sayısı 50,000’dir. Bu çan eğrisinin en sağ ucundaki, yüzbinde-bir aralığına dahil olanların sayısı ise 5000’dür. Öyleyse...

Öyleyse, bu demektir ki, Usame bin Laden ve Alwan Mohammed el Zhawari gibi “liderler”in kullanacağı 5,000-50,000 potansiyel intihar komandosu vardır. 1980’lerde ateist Sovyetlere karşı ön saflarda çarpışarak ve 1990’larda da ‘Kutsal Toprakları çizmeleriyle çiğneyen, süper-materyalist ve arogan3 ve saldırgan ABD’ne karşı cihat ilan ederek, aşırı siyasi-islamcılar, “kökten-dinci Amerikan düşmanı” grupların gözünde kahraman bir mücahit ve lider konumuna yükselmiş Usame bin Laden için bu binlerce adayın arasından 20 intihar-komandosu4 bulmak, herhalde zor olmamıştır. Şunu da ta başından vurgulamak gerekir: Bin Laden yepyeni bir tür savaş başlatmıştır. Ama Bin Laden’in yaşamı, bu savaşın idamesi için şart değildir. Çünkü, Bin Laden; El Kaeda’yı ve global terörist faaliyetlerini yürütebilecek nitelikte bir-kaç kişi yetiştirmiştir. Bin Laden’in peşine düşmüş olmalarına rağmen, bizatihî Amerikan yetkilileri bu gerçeği bilmekte ve ifade etmektedirler.


2. SALDIRININ OLASI BAZI EKONOMİK VE POLİTİK UZANTILARI ÜZERİNE
Şimdi; bu 19 intihar komandosunun becerdiği katliamın yarattığı can kaybını bir an için unutup, saldırının ABD ve dünya ekonomisine verdiği ve vermesi olası zararların bilançosuna ve de bu zararların bazı olumsuz ekonomik uzantılarına kısaca bir göz atalım.
2.l. Saldırının Olumsuz Bazı Ekonomik Uzantıları

10 Eylül ile 21 Eylül arasında, sadece ABD’deki borsalara kote şirketlerin toplam piyasa değerinde, 1.4 trilyon dolarlık bir düşüş kaydedilmişti. O tarihten bu yana ABD’deki borsalar bir miktar toparlandılar ve 26 Ekim itibariyle söz konusu düşüşün 300 milyar dolarını geri aldılar. Ama söz konusu malî kayıp toplamı, halâ 1.1 trilyon civarındadır. Buna, borsaya kote olmayan şirket ve işletmelerin (şerefiyeleri dahil) zımnî değer kayıplarını eklersek, ABD’nin şimdiki servet kaybı --kağıt üzerinde de olsa—1.8 trilyon doları buluyor demektir. Saldırı öncesinde 2002 yılında 300-350 milyar dolar bütçe fazlası bekleyen ABD’nin, gelecek sene bir miktar bütçe açığı vereceği tahmin edilmektedir.5 11 Eylül’den üç hafta sonra bu yazıyı kaleme alırken, dünyanın diğer borsalarına kote şirketlerin toplam piyasa değerlerindeki düşüş miktarı da göz-ardı edilemeyecek büyüklükteydi. 20 Ekim itibariyle, Avrupa Borsaları toparlanıp 11 Eylül öncesi düzeylere yaklaşmışlarsa da, gelişmekte olan ülkelerdeki borsalar toparlanamamıştır. Saldırı sonrasında, ABD dahil dünyadaki tüm şirketlerin net-worth’lerinde6 gerçekleşen toplam kayıp, 26 ekim itibariyle, en az 2.5 trilyon dolardır. Global “net-worth”deki bu düşüşün küresel ekonomi üzerinde olumsuz etkileri olacağı kesindir.


Bir sene kadar evvel ABD ekonomisinde başlamış olan resesyon, bu kayıplar nedeniyle hızla derinleşmektedir; ve ABD ister istemez bu resesyonu ihraç edecektir. Neticede dünya ticaret hacminde önemsiz sayılamayacak ölçüde bir daralma gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bu yıl % 2.4 olması beklenen dünya ortalama GSMH yıllık-artış hızının, önümüzdeki yıl % 1.4’e düşeceği tahmin edilmektedir. Bu da yaklaşık 400-450 milyar dolarlık bir gelir kaybı demektir. Yaratılan resesyonun globalleşmesi sonucunda, diğer ülkelerde, gerek ticaret hacminin daralmasından, gerek özel ve tüzel kişilerin “net-worth”lerindeki düşüşlerden, gerekse bunlara paralel olarak gelişen olumsuz beklentilerin tüketim ve yatırım harcamalarını azaltarak toplam talebi düşürmesinden kaynaklanacak kayıpların toplamının, gelecek bir yıl zarfında, 3-4 trilyon doları bulması beklenebilir.
Bu tür gelişmeler neticesinde, “zenginler” çok önemli finansal ve ekonomik kayıplarla karşılaşacaklardır; ama “fakirler”in kaybı “can” cinsinden olacaktır. Küreselleşmiş dünya ekonomisinin yaşayacağı orta şiddette bir resesyon sırasında, açlıktan ve kötü-beslenmeden kaynaklanan ölümlerin sayısındaki artış, onbinlerle veya yüzbinlerle değil, milyonlarla ölçülecektir: UN projeksiyonları böyle diyor. 7 Ekim Pazar günü başlayan ABD askeri harekatı boyunca, collateral causalty rakamının --yani, hedeflenmemiş olan ama hareket sırasında istenmeden yaşamını yitiren sivillerin sayısının-- yüzlerce olduğu tahmin edilmektedir. Bu suçsuz sivillerin üzücü ve trajik ama kaçınılmaz olan akıbetine işaret ederek ABD’ni ağır dille suçlayan seslerin, 11 Eylül saldırısının küresel boyutta yaratması artık kesin görünen derince resesyon vasıtasıyla, dünya çapında, kötü-beslenme ve açlıktan ölmesi mukadder insanların sayısında bir milyonu aşkın bir artış olacağına hiç mi hiç değinmemeleri dikkat çekicidir. Üstelik bu bir milyonu aşkın yeni kurbanların büyük çoğunluğu bebek, çocuk ve yaşlılar olacaktır ve bunlar, 11 Eylül saldırısının kurbanları arasında sayılmalıdır. Bir bakıma denilebilir ki, 11 Eylül saldırısı ile, 5,400’e yakın değil, bir milyon kişinin yaşamına son veren bir darbe indirilmiştir.

2.2. Saldırının Olası Bazı Küresel Politik Uzantıları
Saldırının olası küresel politik uzantıları (consequence’ları) çeşitlidir: Bunları, (1) ABD ile Arap/Müslüman dünyası arasındaki ilişkiler üzerindeki olası etkileri; (2) İsrail-Filistin çatışmasının gelecekteki seyri ve bu bağlamdaki ABD politikaları üzerine yapacağı etkiler; (3) Siyasi-İslam’ın ve şeriatçı İslam’ın, Müslüman ülkelerde güç-kazanma potansiyeli üzerindeki etkileri; ve en nihayet, (4) Hıristiyan-Zengin-Batı ile Fakir-Müslüman-Dünya arasındaki antropolojik, kültürel, dinsel ve psikolojik çelişkilerin derinleşmesi ve hatta bunun temel bir küresel çatışma ekseni7 şeklinde tezahür etme olasılığı üzerindeki etkileri diye ayrı-ayrı başlıklar şeklinde mütalâa etmek yerine, bu sayılanlar arasında sıkı bağıntılar ve etkileşimler olduğunu göz önünde tutarak hepsini bir arada irdelemeyi deniyeceğiz.8
2.21 Sahnenin Arka-Plan Dekorundan Bir Parça

Müslüman dünyada ABD’ne karşı duyulan güvensizliğin, infialin ve öfkenin, bir kısmı “kültürel”dir. “Kültürel” etiketini yapıştırdığım bu boyuttaki vektörlerin temelinde, bir yandan tarihin derinliklerinde kalmış olmasına rağmen hala bilinçlerde –veya bilinç-altında— sisli de olsa, bir yer tutmakta direnen Haçlı Seferleri türü çatışmalar, diğer yandan bu ülkelerin kolonial ve yarı-kolonial deneyimlerinden kalma izler ve olumsuz deneyimler yatmaktadır. Ama daha da derine inilirse, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerinin, ‘weltanschaung’ ları (yani, yaşam biçimleri; tanrı-insan, bencillik-diğerkâmlık ve yaşam-iş-eğlence ilişkilerine bakışları) arasındaki önemli farklar ve uyumsuzluklar göze çarpacaktır. İki “kültür” arasında fikrî, felsefî, metafizik ve teolojik benzemezlikler ve de yaşam biçimleri arasında önemli bazı farklılıklar vardır. Elbette bu demek değildir ki, söz konusu farlılıkların ve uyumsuzlukların “çatışma”ya dönüşmesi kaçınılmazdır. Ama bazı koşullar oluşur ve bu koşulların yarattığı deneyimler; tetiklediği psikolojik ve emosyonel vektörler; kan-dökülmesi; dökülen kanların “aidiyat”ıyla ilgili özdeşleşmeler ve husumet duyguları; bunları politik hırs ve çıkarları için kullanmak isteyecek ve kitleleri etkileme kabiliyetine sahip “lider”lerin eylemleri; bozulan gelir ve refah dağılımının global çapta yoksul/zengin uçurumunu derinleştirmesi ve benzeri faktörler birbirlerini olumsuz doğrultuda ve simbiotik9 bir biçimde etkilerlerse, söz konusu farklılıklar uyuşmazlık şeklinde, uyuşmazlıklar da çatışma şeklinde tezahür etme eğilimine gireceklerdir.


Her iki dünyaya mensup iyi eğitilmiş ve rafine bireyler ve düşünürler, her ne kadar dinler-arası toleranstan söz açsalar da gerçek şudur ki, iki tarafta da eğitilmemiş veya yarı-eğitilmiş kitleler ve hele-hele kökten-dinciler, ve daha da beteri, hatta “muhafazakarlar” (yani “mütedeyyin Müslüman” ve “ılımlı Hıristiyanlar”) maalesef, karşı tarafın inanç sistemine ve dinine bir alt-kategori olarak bakma, başka bir deyimle kendi inanç sistemlerini kesinlikle “üstün görme” eğilimindedirler. Bunu boşuna yadsımayınız! İşler kızışınca iki tarafın da aşırıları birbirlerine “infidel” ve “kafir” deyip çıkıyorlar: Ama ben burada bunun ötesinde ve daha üzücü bir şeye işaret etmek istiyor; ve bu bağlamda, çoğumuzun göz-ardı etmek istediği (veya ihtiyacında olduğu) bazı “gerçekler”e ışık tutmak gereğini duyuyorum:
Mütedeyyin Müslüman, Hıristiyanlığı bir “alt-din” olarak görür. Kuran’ın, İncil’i kutsal kitap ve Hıristiyanları kitap-ehli kabul ettiğini söylese de, mütedeyyin Müslüman hemen “ama”sını basıp, işaret edecektir: “Ama İncil değiştirilmiş; aslı kayıp. Oysa bizim kitabımız tam ve değişmemiş. Onun bunun tarafından edit edilmemiş...(Dolayısıyla üstün..)” Dahası, mütedeyyin Müslüman, Hıristiyan inancını küçümseyerek, “Onlara göre İsa, Allah’ın oğlu.10 Bu çok saçma!! Saçmadan öte, bu; bir küfürdür. Allah’a şirk koşmaktır. Büyük günahtır. Sapıklıktır. Allah birdir, doğmaz ve doğurmaz. Onlar yanlış biliyorlar, yanlış inanıyorlar,” diyecektir. Sadece kökten-dinci Müslüman değil, mütedeyyin Müslümanların hepsi böyle düşünür ve eklerler: “İsa’dan sonra Mohammed geldi. Kuran en son kitaptır. Son olduğu için, nasıl sonra çıkan kanun daha önce çıkan kanunu ilga ederse veya ona üstün ise, bizim kitabımız da, elbette, İncil’e üstündür”... Ilımlı Hıristiyanların Müslümanlara karşı tutumu ise daha toleranslı, daha açık değildir. Onlara göre, “Cennete gitmenin tek yolu Hıristiyanlıktır. Başka yolu yoktur.” “Peki, Müslüman bir ülkede doğmuş biri, tabiatıyla Müslüman olarak yetişir. Onlar cehennemlik mi yani?” diye sorarsanız, “Elbette” diye açık-açık yanıt veremez, çünkü kibardır. Kem küm eder ama kalbinin derinliğinde bunun, böyle olduğuna inanır.
Kısacası, iki dinin aşırısı da karşı tarafın müminini “kafir” olarak görür. “Mütedeyyin”i ise, taa derinde ve temel olarak aynı hissi beslemekte olmasına rağmen, terbiyesi gereği, bu kelimeyi kullanmaz; açık-açık söylemez; “benim dinim bana, onun dini ona” diye düşünerek inançlar arasındaki bu çelişkileri kafaya takmamaya çalışır. Ama deşelerseniz, karşı tarafın mümininin âhiretteki halinin pek de parlak olmayacağına mutlak bir biçimde inanır. Bu zihniyet saçma-sapan olabilir; ama, dinî inancın “mutlakçı” (absulüt) niteliği nedeniyle, insanların büyük çoğunluğunu, halâ derinden etkilemektedir. Ayrıca, “insan topluluklarının ezelden beri sahip olduğu ikiye bölünüp birbirini düşman addetme ve birbiriyle çatışma eğilimi”ni hayata geçiren bir eksen olma potansiyelini içerdiği için önemlidir.

İnsanlığın, bu “ikiye bölünüp birbirini yeme eğilimi”, orta-çağın kapanışından beri din-farklılığı ekseni üzerinde tezahür etmemiş; uygarlık tarihinde önemli bir rol oynamamıştı. 20.yy’ın ikinci yarısında entelektüeller; “bu tür bir tezahür, insanlığın artık gerilerde, daha ilkel bir zihinsel gelişim düzeyinde bıraktığı bir tür çılgınlıktır,” diye düşünüyorlardı. Ve belki de yanılıyorlardı. Din-ayrılığına dayalı olarak 20. yy.da da çok kan dökülmüştü: Örneğin, Hint yarımadasında Pakistan ve Hindistan bağımsız devletler olarak doğum sancısı içindeyken, Hindularla Müslümanlar birbirlerini katletmişlerdi. Ama bu tür tezahürler, mahalliydi, küresel bir boyuta ve anlama sahip değildi. Dolayısıyla 20.yy.’ın ikinci yarısında, “iyi eğitim almış olan” hemen-hemen herkesin, artık, din-farklılığı üzerine bina edilmiş bir kutuplaşmanın küresel çapta önem kazanma ihtimalinin kalmadığını düşünmeleri için iyi nedenler vardı. Herşeyden evvel tarihî bir bakış, bu sonucu destekler gibi görünüyordu:


Hıristiyan-Müslüman çatışması, İstanbul’un fethini takip eden 300 yıl boyunca Osmanlı/Hıristiyan-Avrupa sınırı boyunca sıkışmış; ve sadece Osmanlı’nın Batı’ya doğru yayılmasını engelleme stratejisi olarak boy göstermişti. 18. yy’dan itibaren Osmanlının tehdit olmaktan çıkmaya başladığının açıkça anlaşılması üzerine, din ekseni üzerindeki kutuplaşma yavaş-yavaş gündemden düşmüş; Avrupa medeniyetinin politik-ekonomik kavgası ilkönce merkantalist güçler, daha sonra da endüstriyel devrim ve emperyalizmin oluşmasıyla, Avrupalı kolonial-emperyalist merkez-güçler arasındaki çekişme ve çatışmalar üzerine odaklanmıştı. Kapitalizmin ve kolonial-emperyalizmin hızlı yükselişine şahit olan 19 yy. başından 1920’lere kadar bu odak, yer veya nitelik değiştirmemişti. 1920-45 arasında faşist/ komünist ve liberal-kapitalist güçler arasındaki ideolojik ve politik-ekonomik çekişme olarak beliren yeni odak ise, 1945-1990 arasında, yerini, sözde-komünist özde parti-diktatoryası ile yönetilen devlet-kapitalizmi biçimindeki Sovyetler Bloğu ile serbestiyetçi-liberal-demokratik-kapitalizm ve ideolojisi arasındaki çekişme ekseni üzerine oturmuş olan yeni ve çift-kutuplu bir dünyaya terk etmişti.
Bu arada, insanların 100,000 küsur seneden beri genlerine işlemiş olan “benim-klanım/senin klanın”, “benim kabilem/ senin kabilen” ayrımı ve bu eksen üzerinde özdeşleşme ve kimlik bulma şartlanması, şuur altlarındaki karanlıktan benliklere hükmetmeyi sürdürüyordu. Psikolojik dinamik açısından “özdeşleşme” temeli üzerine oturmuş olan bu “ikiye bölünüp birbiriyle çatışma” olgusu; yukarıda özeti verilen tarihî gelişim süreci içinde, 19. yy.’ın başından itibaren din-farklılığı değil, milliyet farklılığı üzerine odaklanmış görünüyordu. Ama en son analizde, tüm bilimsel ve teknik gelişimlere, kendini-aşmış nadir bireylerin verdikleri örneklere, eserlere ve öğretilere rağmen, insan topluluklarının büyük çoğunluğu, tezahür şekli ne olursa olsun, bu ilkel güdünün dürtüsüyle, garip ve bedbaht bir tarzda, şunu veya bunu bahane edip ikiye bölünme ve birbirlerini yeme eğilimlerini sürdürmeye devam ediyordu. Bu bedbaht eğilimin en son küresel politik-ekonomik-ideolojik yansıması, komünist versus liberal-kapitalist ideoloji ve düzenlerinin çatışması şeklinde yansımıştı. 20. yy.’ın ikinci yarısı boyunca aidiyat ihtiyaçlarının bu iki “küresel” politik-ideolojik eksen etrafına oturmuş olması, söz konusu ettiğimiz ilkel “ikiye bölünüp birbirini yeme” eğiliminin; artık, ırk, din ve etnik farklılıklara kıyasla daha somut daha mantıklı ve daha hümanist ve, dolayısıyla, çok daha anlamlı bir çerçeve içine oturmuş olduğu intibaını veriyordu. Bu sayede, insanlık ailesinin din, ırk ve etnik farklılık gibi bir türlü şifa bulup kapanamamış bazı derin ve irrasyonel yarık ve yaraları11; sislenmiş, perdelenmiş ve ortadan kalkmış gibi görünüyordu. Sanki, bilimsel ve teknolojik quantum-sıçramasına paralel bir antropolojik-bilinçsel quantum-sıçraması gerçekleştirmişti insanlık... Ama ne yazık ki, bu bir yanılgıydı. Anlaşılan o ki, bu boyutlarda ortaçağlardan bu yana, insanlık, çok ufak bir yüzdesi haricinde, az gitmiş uz gitmiş, bir arpa boyu yol gitmişti.
Bu maalesef böyle... Ve sahnenin gerisinde, çoğumuzun dikkate almaktan kaçındığı ve bakıp görmediği --veya görmek istemediği-- karanlık dekor, işte buydu...
Bu arada, uzun yüzyıllar boyunca varlık gösteremeyen İslam dünyasında, 1970’lerdeki OPEC fiyat artışlarından sonra çok önemli miktarda finansal kaynağın petrol zengini ülkelere akmasına rağmen, bu ülkelerdeki gelir dağılımının düzelmemesi; bu finansal kaynakların ne İran’da, ne Irak’ta ve ne de Suudi Arabistan’da sosyal-ekonomik ve beşerî kapitale dönüşmemesi ve sadece o ülkelerdeki mutlu-azınlıkların servet ve finansal varlıkları şeklinde yığışması; ve de İsrail-Filistin çatışmasının verdiği eziklik, frustrasyon12 ve öfke; birtakım kıpırdanışların, kimlik-arayışlarının ve kabuk-değiştirme çabalarının ortaya çıkmasına neden oldu. Fakat bu “kimlik-arayışları”; İran’da Şahın diktatoryasının Humeyni’nin şeriatçı-teokratik polity’sine yerini bırakması, Irak’ta Saddam ve şak-şakçılarının halkın tepesine çöreklenmesi, ve şeriatçı-teokratik gidişe karşı tek kurtuluş yolunu askeri-rejim ihdas etmekte bulan Cezayir’de demokrasi arayışından vazgeçilmesi gibi “geri” ve/veya disfonksiyonel biçimlerde tezahür etti. Petrol zengini Suudi Arabistan ve Emirlikler ise, bu arada, petrol-dolarlarıyla maddi olan herşeyi ve konfor ve lüksü ithal ettiler. Ama Batının, bilimsel-teknolojik uygarlığın evrimine yaptığı büyük katkıların yaratılmasını sağlayan beşerî, kültürel ve entelektüel temellere ilişkin hiçbir şeyi ithal etmeye ve benimsemeye yanaşmadılar.
Yukarıda saydığım odak ve eksen kaymaları ve endüstriyel devrimin ard-arda gelen teknolojik-gelişim dalgaları baş-döndürücü bir hızla birbirini takip ederken, Müslüman ve Hıristiyan kültür ve din arasındaki weltanschaung farkı, ortaçağlardaki derinliğini koruyarak olduğu gibi kaldı. Ama gündeme gelmiyordu: Büyük operanın oynandığı sahnenin arka planında öylece durup duruyordu.
Rostow’un tanmladığı ekonomik gelişim aşamalarını tamamlayarak kitle tüketimi toplumu yaratmış bulunan ve bunun da ötesine doğru hamle yapmakta olan zenginleşmiş “Kuzeyli” Batıda, kimse bu arka plandaki karanlık dekorun detaylarına artık kafayı takmaz olmuştu. Bunu; biraz, l6. yy.dan itibaren mücadeleler vererek adım-adım geçtikleri etaplara, yani Rönesans ve Reform ile başlayıp “Aydınlanma Çağı”ndan itibaren 20.yy.ın entelektüel temellerini atan rasyonel ve pozitif düşünceye; biraz, bu bazda gelişen bilim ve teknolojinin bir meyvesi olarak topladıkları emek-verimindeki devasa artışlara bağlı olarak oluşan zenginlik ve refahın getirdiği yeni bir yaşam-biçimine; ve biraz da, verdikleri laiklik mücadelesine borçluydular. Ama bu 500 yıllık toplumsal ve bilinçsel evrim ve mücadelenin başarıyla sonuçlanmasında rol oynayan temel bir faktör daha vardı – o da, İsa peygamberin devlet ve din işlerini kesinkes ayıran “Benim krallığımın dünyevi krallıklarla hiçbir ilişkisi yoktur. O semavî bir krallıktır....... Sezarın hakkını Sezara verin...” gibi sözlerle dolu olan ve hiçbir somut-dünyevî kanun veya emir ihtiva etmeyen ve sadece soyut-alegorik kıssalarla bezenmiş kutsal kitabın --‘Yeni Ahit’in-- kendisiydi.13 Kiliseye karşı laiklik ve özgürlük mücadelesi verenler, gücünü yitirmemek için direnen Katolik kilisesinin sözcülerinin yüzüne doğru Yeni-Ahiti sallayıp “Hani? Bunlar, kitabın neresinde yazıyor? Göster bana!” diye haykırabilmişler; laiklik mücadelelerini, yeni Ahit’in ve İsa’nin sözleri üzerine bina edebilmişlerdi. Ama bu büyük avantaja rağmen, Hıristiyan dünyasında, toplumu din ve kilise baskısından kurtarmak zor olmuştu. Epey kan da dökülmüş ve tam beş asır süren bir mücadele verilmişti.

Oysa İslam dünyasındaki “reformistler” bu avantajdan yoksundu. Çünkü (1) Hz. Mohammed, ne teoride ne de pratiğinde, devlet ve dini birbirinden ayırmıştı. O, bizatihî, yepyeni ve teokratik bir devlet yapısının kurucusu olmuştu. Başka bir deyimle anti-laik ve teokratik bir devlet yapısı, bizzatihî İslam peygamberinin siyasî-alandaki “sünneti”ydi. (2) Üstelik, Kuran, dünyevî işlerin nasıl düzenlenmesi gerektiğini belirten -- ve zamanın bedevi Arap toplumu için mütekamil sayılabilecek-- miras hukuku, medeni hukuk ve ceza hukuku esaslarını, bazen detaylara kadar inerek, vaz’eden ayetler ihtiva ediyordu. Bu iki faktör; din ile devlet işlerinin, din ile toplumsal davranışlara ve ilişkilere ait biçimlerin veya düzenlemelerin, ve de din ile hukuğun birbirinden ayrı tutulmasını vaz’eden toplumsal ve siyasal düzenlemeleri kabul etmeyen ve edemeyen bir “alt kültür” doğurdu ve geliştirdi.

Bilgi çağını yaşadığımız günümüzde, çağa rağmen giderek güçlendiği gözlenen “Şeriatçı” akımların temelini öylesine sağlam ve dirençli yapan faktörlerden biri (hayır, en önemlisi) buydu. Ve eğer 11 Eylül ve ABD’nin Afganistan’a “saldırısı”nı takip edecek olaylar dizisi, aşağıda değineceğimiz “olumsuz” veya “karamsar” senaryonun öngördüğü şekilde gelişecek olur da, bunun neticesinde, orta vadede, 21. yüzyıl --bir uygarlıklar çatışması demeyelim de-- Müslüman ve Hıristiyan dünyaları arasında, önemli siyasal ve ekonomik imlemlerle de eklemleşebilecek bir kültür-çatışmasına gebe kalacak olursa, bu gebeliği besleyen en önemli vektörlerden biri de bu olacaktır. Söz konusu fetüs doğabilir mi? Doğarsa ne kadar süre yaşayabilir? Ve bu süre zarfında küresel teknolojik uygarlığın gelişimine ne dereceye kadar zarar verebilir? Bu üç sorunun yanıtını vermeye yeltenmeyeceğim. O kadar da uzak görüşlü değilim!





    1. Şu Andaki Sahneden Enstanteneler

Bunları uzun-uzun yazdım. Çünkü önümüzdeki iki-üç nesil boyunca dünya denilen bu sahnede oynanacak oyunun arka-dekorunun, gözlerden ırak kalmış (ve de iyi bazı nedenlerle ırak tutulmaya çalışılmış) olan bu parçasını iyi anlamak gerekiyordu. 11 Eylül saldırıları, gerçekten de 21.yy’daki en önemli ve belirleyici yol-ayrımlarından birinin işareti olabilir. Çünkü, bu sadece bir başlangıç olabilir. Bu yazıyı kaleme alırken, ABD’nin Afganistan’a düzenlediği operasyonlar başlayalı henüz beş gün oldu. Belki şimdi yapacağım spekülasyonları yapmak için biraz erken; ama duvardaki yazı, silik de olsa, benim gözümde belirginleşmeye başladı: 9 Ekim’de Pakistan’da anti-Amerikan gösterilerde güvenlik güçleri ateş açtı: Biri çocuk üç kişi öldü. 8 Ekim’de, Gaza şeridinde, Filistinli polis göstericilere ateş açtı 2 kişi öldü. Hemen ardından Filistin yönetimi, İsrail yetkililerine müracaat ederek, anti-Amerikan gösterileri kontrol altında tutmak için göz-yaşartıcı bomba ve plastik kurşun talep etti. Daha sonra, İsrail turizm bakanının bir suikasta kurban gitmesinin ardından İsrail zırhlı birlikleri Filistinlilerin yönetimindeki topraklara girdi. Bu ara, oradaki çatışmalarda , günde ortalama dört kişi ölüyor. Endonezya’da, Malezya’da, Irak’ta, Sudan’da, Körfez savaşında Amerikan müttefiki olan Mısır, Ürdün, Umman ve diğer birçok Müslüman ülkede Amerikan-karşıtı gösteriler yapılıyor; Filistin, Pakistan ve Bangladeş’de Amerikan bayrakları ile Bush’un ve Blair’in kuklaları yakılıyor. Nijerya’daki Amerikan-karşıtı gösteriler 12-13 Ekim’de kontroldan çıktı ve maksadından saparak Müslüman ve Hıristiyan cemaatleri arasında kanlı çatışmalara dönüştü. 15 Ekim itibariyle ölü sayısının 200’ün üstünde olduğu tahmin ediliyordu.


Hava harekatının başlamasından iki-üç gün sonra, yanında El Kaeda örgütünün askerî operasyonlardan sorumlu lideri Alwan Mohammed El Zhawari ile birlikte El Cezire Televizyonunda boy gösteren Bin Laden şöyle konuşuyordu: “Senelerdir Filistinli kardeşlerimiz öldürüldü. .. Amerika, yıllardır Müslüman halklara zulmetti, kardeşlerimiz acı çekti. Şimdi bir kılıç onların başına indi diye iki yüzlüler gözyaşı döküyor....Allah adına yemin ederim ki, Filistinli kardeşlerimiz kendi topraklarında güven içinde yaşayıncaya kadar ve tüm kafirler Kutsal toprakları terk edinceye kadar, Amerikalılar güven nedir bilmeyecek.... Amerika bitmez bir savaş başlattı... Şimdi her Müslüman’ın İslam’ı korumak için ayağa kalkması (ayaklanması) ve kafirlerin saldırılarına karşı Müslüman kardeşlerini korumak için savaşması gerekir.... Allahın yardımıyla ve imanımızın gücüyle onları yeneceğiz ve zafer bizim olacaktır!” Gerçi, Yaser Arafat ve yönetiminin sözcüleri, Bin Laden’in bu konuşmasında “Filistin halkının davası” ile kendi davasını özdeşleştirmesine karşı-çıkan sert açıklamalar yaptı ama Filistin’de sokaktaki adamın çoğunluğu olmasa bile çok önemli bir kısmı, kalbinin derinliklerinde Bin Laden’in bu sözlerini tasvip ediyordu; ve radikal dinciler, kitleleri provoke etmek --ve uygun ortam oluştuğu takdirde-- Yaser Arafat’ın liderliğini şalanj etmek ve daha ileride (eğer gelişmeler bizim “kötü senaryo” dediğimiz istikamette oluşacak olursa) Yaser Arafat ve benzeri ılımlılardan iktidarı devralmak olasılığının doğabileceğini hesaplayıp seviniyorlardı.
Bu arada Saddam rejiminin sesini yansıtan bir Bağdat gazetesi, “terörü İsrail’in kışkırtmış olduğunu ve ABD’nin Afganistan’a yaptığı saldırının, “terörist” diye Batı’nın lanetlediği 11 Eylül saldırısından beter olduğunu” yazıyordu. Sadece Saddam’ınki gibi anti-amerikan tavır alması doğal bir rejimin borazancısı olan gazeteler değil, Körfez savaşında da bu çatışmada da ABD’e destek verdiğini açıklayan Mısır gibi “dost ve müttefik ülkelerde”ki gazetelerin bir çoğunda benzer “Amerikan karşıtı” yazılar çıkıyordu. Örneğin, editörü Cumhurbaşkanı Mubarek’e yakınlığı ile tanınan Al Ahval gazetesinin başyazısında, ikiz kulelerin yıkılması hakkında şu cümleler yazılmıştı: “Amerikanın başına gelen bu belaya, biz Araplar, sevinmeliyiz; çünkü artık Amerikalılar da Filistinli Arapların her iki günde bir başlarına gelen türden bir şey yaşadılar ve belki bundan böyle onları daha iyi anlayacaklardır.” Suudi Arabistan’da bir Arap, bir BBC muhabirine, Bin Laden hakkında şunu söylüyordu: “İşte, Arap halkının duymak istediği ama Arap ülkelerini idare eden hiçbir liderin söylemeye cesaret edemediği sözleri söyleyen bir adam!... Onu alkışlıyorum!” Müslüman ülkelerdeki üst düzey yöneticilerin ve de saygı-değer İslam alimlerinin hemen-hemen hepsi 11 Eylül saldırılarını lanetlemekte ve bu gibi eylemlerin İslam dininin öğretilerine aykırı olduğunu ifade etmekte iseler de, yukarıda italikle verilen türden söylemler, Türkiye dahil Müslüman ülkelerindeki halkın çoğunluğunun kalbinde olumlu bir yankı buluyordu.
Amerikan operasyonlarının başlamasının akabinde, Müslüman ülkelerdeki halkın ve hatta entelektüellerin çoğunluğu, Taliban ve El Kaeda tesislerinin vurulmasını lanetledi. Onların gözünde, Amerika’nın Afganistan üzerine bomba yağdırması terörün dik alâsıydı... Bu arada Amerikan ve diğer batılı liderlerin, “Saldırı Müslümanlara veya Afgan halkına karşı değildir; saldırı sadece Taliban’ı ve El Kaeda örgütünü hedef almaktadır,” türünden sözleri İslam dünyasındaki insanların büyük bir kısmını hiç mi hiç etkilemedi: Onların gözleri, Amerikan operasyonları sırasında her gece –istenmeyerek de olsa—bombalarla yaşamını kaybeden 10-20 sivilin üzerine odaklanmıştı. Bu can kaybının üzücü olduğu kesin. Ama şunu vurgulayan yok --olsa da, Amerika’ya karşı infial duyan büyük Müslüman kitlelerin kulakları zaten bu gibi gerçeklere kapalı olacak...(“ama” sırası bize geldi galiba): 11 Eylül öncesinde, Taliban’ın yönettiği Afganistan’da 7.5 milyon kişi açlık çekiyor; büyük çoğunluğu çocuk olmak üzere günde ortalama 600-650 insan açlık ve kötü beslenme nedeniyle yaşamını yitiriyordu. Parantez açıp bir UN istatistiği daha vermek istiyorum:

Taliban’ın Afganistan’da idareyi ele geçirdiği 1996 yılından bu yana geçen zaman zarfında doğmuş olan her dört çocuktan biri beş yaşına gelmeden öldü (%25). Bu oran Zahir Şah zamanında, % 7 civarındaydı. Sovyet işgali ve bu işgale karşı savaş verildiği yıllarda bile bu oran % 8’in üstüne çıkmamıştı. Zahir Şah dönemindeki oran Taliban döneminde geçerli olsaydı, yaşamını yitirmiş olan bu çocuklardan 500,000’i yaşıyor olacaktı –ki Zahir Şah döneminde de ekonomik durum iyi değildi. Afganistan o zaman da çok yoksuldu. Ama 1992’den sonra çıkan iç-savaş ve 1996’dan bu yana ülkenin %80’den fazlasını kontrol eden Taliban, Afganistan’a, Sovyet işgali ve ona karşı verilen savaşın getirdiği yıkımı kat be kat aşan bir yıkım getirmişti. Bu son beş senede, 1970’li yıllardaki oranlar geçerli olmuş olabilseydi ölmüş olacak 180,000 çocuk yerine, Taliban yönetimi altında 700,000 çocuk yaşamını kaybetti. Yarım milyon ölüden bahsediyoruz –hem de çocuk... Müslüman ülkelerinde Amerika’yı lanetleyen ve de sanki anti-Amerikanizm’den başka zihinsel asset’i yokmuş izlenimini veren sözde-entelektüellerin duymak ve anlamak istemediği bir istatistik bu... Antiparentez.


Ama ne bu tür istatistikler, ne ABD’nin inanî yardım cinsinden harcadığı 380 milyon dolar, ne akıllı bombalar kullanarak sivil ölümleri minimize etme çabası, ne de ABD’li yetkililerin “biz Müslüman ve Afgan halkına değil sadece El Kaeda örgütüne ve Taliban’a saldırıyoruz,” şeklindeki demeçleri, Amerika’ya ve Amerikalılara karşı duyulan infial ve nefreti azaltmıyor; ve azaltmayacak.



    1. Oyunun Daha Uzun Vadedeki Kurgusunun Ana-Hatları

20 Eylül günü El Kaeda sözcüsü, El Cezire televizyonunda aynen şunu söyledi: “Amerika’yı vuran o dört uçaktaki şehitler çok hayırlı bir iş yapmışlardır.... Onlar gibi şehitliğe susamış ve onlar gibi bir eylem yapmak arzusuyla yanan binlerce genç Müslüman mücahit hazır bekliyor...


Olumsuz senaryo şu: ABD operasyonları sürerken ve ABD’e karşı duyulan nefret, radikal ve aşırı-dinci unsurlar tarafından körüklenirken; El Kaeda ve müttefiki örgütler ABD’e yeni terörist saldırılar düzenleyerek, 11 Eylül’deki kadar olmasa bile, gene de büyük sayılabilecek sayıda insan öldürürler. Bunun üzerine ABD daha da sertleşir. ABD’nin bu tepkisi, Müslüman ülkelerin çoğundaki halkın önemli bir kesiminde daha çok infial, daha çok öfke yaratır. Hükümeti Batı-yanlısı gözüken ama halkı Amerikan-karşıtı olan birçok Müslüman ülkede, halk ile hükümet arasındaki gerilim ve nümayişlerin şiddeti artar. Güvenlik güçleri şiddetle karşılık verir ve gösterilerde ölenlerin sayısı önemli ölçüde artar. Bazı Müslüman ülkelerde, sokaklardaki şiddet tırmanışı, 1979’da İran’da Şah’ın devrilişini anımsatır bir biçimde gelişir ve bir-iki Müslüman ülkede (örneğin, Pakistan’da Bangladeş’de, hatta belki Mısır’da) aşırı dinciler ve şeriatçı mollalar idareyi ele geçirir. Bu ülkeler, El Kaeda gibi örgütleri barındırabilecek yeni “rogue-state” (serseri devlet) adayları haline gelirler. ABD, hemen değilse de, bir müddet sonra bu ülkeleri de vurmak gereğini duyabilir. Vurursa, benzer bir olumsuz dinamik, bugünlerde Batı-yanlısı yönetimlere sahip başka bazı Müslüman ülkelerde, Batı-karşıtı rejimlerin iktidara gelme olasılığını yükseltir. Bu arada, Suudi Arabistan ve Körfez şeyhliklerinin bazılarındaki rejimler de sallanır. Yerlerine Amerika ve Batı-karşıtı rejimler gelebilir. Bu “olumsuz senaryo” --dinamikleri aynı kalarak-- on-yirmi yıla yayılabilir. Ama, senaryonun oluşumunun zaman içinde yayılımı önemli değildir. Bu gelişimler ister önümüzdeki üç-beş yıl içinde, ister on-yirmi yıl içinde oluşsun...bu; ana-hatlarını özetle çizdiğimiz bu gelişimin vahim sonuçlarını değiştirmez. Her iki halde de, gidişat, Hıristiyan ve Müslüman dünya arasında bir medeniyetler çatışmasına dönüşmese bile, o istikamettedir. Veya şöyle söyleyeyim: Bu tür kötü senaryo gerçekleşecek olursa, tam-anlamıyla Huntington’un betimlediği türden bir uygarlıklar-çatışması değil de, bunun bazı boyutları eksik bir cinsi önümüzdeki yıllarda, yavaş-yavaş ufukta belirebilir. Aslında bana sorarsanız, silik de olsa şimdiden belirmiştir...
Bu tür bir gelişimin oluşma ihtimali ve de siyasi-islam ve aşırı-dinci akımların, Batı dünyasına ve Amerika’ya karşı nefret ve öfke duygularıyla sarmalanmış olarak ortaya çıkma olasılığı, İsrail-Filistin çatışmasının bir türlü sona ermemesi sebebiyle giderek artacaktır. Son olayların akabinde, ABD’nin İsrail-Filistin çatışmasını ne yapıp-yapıp sona erdireceğini, tatlıya bağlayacağını düşünen analistler vardır; ve bunların bazıları, kağıt üstünde hoş veya “olabilir”miş gibi gözüken, ama kesinlikle ortalığı daha çok karıştırıp Amerikan-düşmanlığını özellikle Araplar arasında daha da çok yaymaktan başka bir işe yaramayacak “çözüm planları” ve senaryolar üretmekteler. Örnek verelim: Bugünün İsrail topraklarında iki adet “viable devlet” (ekonomik, siyasi ve toprak-yeterliliği açılarından “makul” ve yaşamı-sürdürülebilir devlet) kurulabilmesinin imkansız olduğu nokta-i nazarından yola çıkarak, ABD’nin (CİA’nin?) şöyle bir plan geliştirdiği öne sürülmüştür: Batı Şeria’nın tamamı ve Ürdünün batı yarısı, Filistin devleti olarak oluşturulacak; Ürdün ise, Irakla olan sınırı boyunca benzer büyüklükte bir alanı Irak’tan alacak... Yani Polonya’nın sınırları, nasıl 2. Dünya Savaşı sonunda 100-150 km Batı’ya kaydıysa, Ürdün’ün iki sınırı da benzer bir şekilde doğuya doğru kaydırılacak. Kudüs bölünmeyecek ama iki tarafa da verilmeyecek ve BM denetiminde “açık şehir” olacak...vesaire... İyi de kim kimin toprağını, kime verecek?! Ve nasıl? Ürdün ve Irak buna nasıl ikna edilebilir ki? Zorla mı?.. İşte, yukarıda, “...kağıt üstünde hoş gözüken ama kesinlikle ortalığı daha çok karıştırıp Amerikan-düşmanlığını, özellikle Müslümanlar arasında, daha da çok yaymaktan başka bir işe yaramayacak ‘sözde çözüm planları’...” derken, kastettiğim tür yarı-pişmiş, budalaca planlara bir örnek... Gerçekçi olmak gerekir. Filistin-İsrail çatışmasının, öyle 5-10 yılda ve hatta 40-50 yılda çözüme ve tatlıya bağlanma olasılığı çok düşüktür. Neden mi? Açıklayalım.
Çok kan dökülmüş, çok acı çekilmiştir; dolayısıyla oradaki olay bir kan-davasına dönüşmüştür” demiyeceğim. Çünkü, örneğin Almanlarla-müttefikler arasında, sadece 2. Dünya Savaşı sırasında, Filistin’de 1947’den bugüne dek dökülene kıyasla, 1,000 misli kan dökülmüştü (30 milyona karşın 30,000)... Ama bakın herşey, Avrupa’da nasıl tatlıya bağlandı. Mesele bu değil. Meselenin çözümsüzlük yaratan üç temel boyutu var. Kısaca sıralayıp açalım:


  1. Negev çölü de, 1967 işgal edilmiş topraklar da dahil, tüm İsrail’in alanı, Ankara ilinin yüzölçümü kadar bile yoktur. Bu kadarcık minik bir toprak parçası üzerinde iki tane “viable” bağımsız devlet (yani, ekonomik, siyasi ve coğrafî--toprak-yeterliliği-- açılarından “makul” ve yaşamı-sürdürülebilir iki bağımsız devlet) tesis etmek mümkün değildir. (Lichtenstein, Monako, Singapur ve Luxemburg gibi örnekleri göstermeye kalkmayın. İrrelevan olursunuz!).

Filistin Devleti, ile başlayalım: İsrail, Batı Şeria’daki tüm Yahudi yerleşim yerlerini kapatıp oradaki Yahudileri 67-öncesi topraklara göç etmeye mecbur kılsa (ki bunu hiçbir İsrail başbakanı yapamaz) ve 1967 savaşında kazandığı tüm toprakları (Golan tepeleri hariç) Filistinlilere teslim etse bile, Isparta’nın yüzölçümünden küçük minnacık bir Batı-Şeria ve –ondan, İsrail topraklarıyla ayrılmış-- çok daha minnacık ince-uzun bir Gazze Şeridinde kurulacak bir Filistin devleti viable değildir.


Gelelim İsrail’e... Batı Şeria’yı verdiği takdirde, İsrail, kuzey ve güneyde iki kulak memesi gibi küçücük toprak parçası ve onları bağlayan incecik bir koridor ile kalakalacaktır, ki bu alan, stratejik veya taktik açılardan müdafaa edilebilir niteliğe sahip değildir. Batı-Şeria’nın batı sınırıyla Akdeniz arasındaki söz konusu incecik koridor, 100 km. uzunluğunda ve sadece 15-20 km genişliğindedir. Zırhlı tümenler bu koridoru yarım saat içinde yarıp, Akdeniz’e ulaşabilir ve İsrail’i ortadan ikiye bölebilir.14 Dolayısıyla Batı Şeria’yı verdiği takdirde, İsrail kendini devamlı tehdit altında hissedecektir. Kısaca --ve amiyane tabirlerle ifade etmek gerekirse-- ortada, paylaşılabilecek sadece 100 birimlik toprak vardır ama iki tarafın ihtiyacı 75+75 = 150’dir. Olmayan “50”yi bulmak veya yaratmak da mümkün görünmemektedir.
Kaldı ki, İsrail, her hal-ü kârda, koca bir Arap denizinin ortasında minnacık bir ada gibidir. Hele Araplar arasında Batıya ve ABD’ne karşı duyulan infialin ve nefretin dozu artarsa, bu Arap denizi içinde sıkışmış minicik bir İsrail kendini ve geleceğini daha da güvensiz hissedecektir. Üstelik önümüzdeki yarım yüzyıl içinde, kesinlikle bir petrol fiyat şoku daha yaşanacaktır. Bu sırada petrol zengini olan Arap ülkeleri, mali açıdan güçleneceklerdir. Kazandıkları petro-dolarlarla silahlanıp Camal Abdülnasır zamanındaki retorik ve tutuma geri dönebilir ve “İsrail’i, bu Siyonist ve işgalci milleti, bu topraklardan söküp atacağız, Akdeniz’e dökeceğiz,” diye yeniden nara atmaya başlayabilirler. Gelecek 30-40 yıl içinde Arapların bu tür bir tutum geliştirmeleri, yukarıda özetlediğim türden “kötü senaryo” oluştuğu derecede daha olası olacaktır. Yanlış anlaşılmasın, illa ki böyle olacaktır demiyorum; böyle bir gelişim, bir çok şey birden ters giderse, oluşur, diyorum.
Eğer yukarıda değindiğimiz kötü senaryo gerçekleşme yoluna girecek olursa, Filistinliler de Yahudiler de, ne rahat edecektir, ne de rahat duracaktır. İki “unviable” devletin yöneticileri rahat dursa, halkları arasındaki kökten-dinciler, aşırı uçlar, fanatikler rahat durmayacaktır. Nitekim bu; şimdiden böyle... Oslo mutabakatı; çatışma ve ikinci intifada’ya dönüşünceye dek, iki tarafın da aşırıları şiddet eylemlerine devam etttiler. İki taraf da, masum insanların kanını döktü ve döküyor. En son şiddet parlaması, İsrailli turizm bakanının bir suikasta kurban gitmesinin akabinde oluştu. Sharon hükümeti, Filistin otoritesinden şüphelinin teslimini talep etti. Yaser Arafat, terörist zanlılarını teslim ettiği takdirde sokaktaki kitlelerin öfkesinin şahsen kendisine yöneleceğini ve liderliğinin iyice sarsılacağını bildiği için, Sharon’un talebini reddetmek zorunda kaldı. Sharon hükümeti ise bu yanıtı kabul edilemez olarak niteleyip, zırhlı birliklerle Filistin otoritesine verilmiş topraklara girdi. Suikasttan bu yana, günde ortalama 4 kişi ölüyor. 20 Ekimde yayınlanan bir kamu-oyu araştırması, İsrailli Yahudilerin %38’inin Filistinlilere karşı “topyekün harbi” desteklediğini gösteriyor. Sık aralıklarla tekerrür etmesi kaçınılmaz görünen bu tür olaylar ve onların tetiklediği kan-ve-kin sarmalındaki dinamikler, “kötü senaryolar”ın oluşum olasılığını yükseltiyor. Gelişmeler bu istikamette devam ederse, durum, sadece bu bölgede yaşayan insanlar açısından değil, tüm dünya ve uygarlığın geleceği açısından vahim sonuçlar doğuracaktır.15



  1. Bu karamsar senaryoyu nereden çıkarıyorsun, diyeceksiniz. Yukarıda anlattıklarımdan ve de Kudüs ve din faktörlerinden çıkarıyorum. Toprak zaten minnacık ve paylaşmaları mümkün değil. Ama mesele daha derin ve soyut; ve inançlarla bağlantılı boyutları var. Filistinliler “Kudüs benim başkentim olacak; Doğu Kudüs’ü isteriz” diyor. İsrail ise, “mümkün değil. Kudüs’ü böldürmem ve Doğu Kudüs’ü vermem “ diyor. Bu basit bir toprak veya “varlık” paylaşım meselesi olsa çözülebilir –zor olur ama belki çözülebilir. Ama söz konusu olan “Temple Hill”, yani, Harem-i Şerif... : Bir tepe değil bu. Bir höyük. Üstünde Müslümanlar için en kutsal üçüncü mekan, Mescit-i Aksa var. (Bunu biliyorsunuz ve bunun altındakini de biliyorsunuz; ama daha altındakini ve daha-daha altındakini bilmediğinizden eminim.) Mescid-i Aksa’nın altında Romalıların yakıp-yıktığı Yahudilerin en kutsal ikinci mabedinin kalıntıları var. Onun altında, Babil kralı Nabukadnezar’ın yakıp yıktığı, efsanevi Süleyman’ın yaptırdığı “Büyük Mabed” var –ki, bu, Yahudi’lerin en kutsal mabedidir.16 Onun altında ise, Davut Peygamberin Kudüs’ü fethettikten sonra, din değiştirip Yahudi olmayı kabul eden bir avuç kişinin haricinde, kadın-erkek, çoluk-çocuk hepsini kılıçtan geçirdiği putperest kavmin putları var. Onun altında da, o putperest kavmin aynı muameleyi reva gördüğü daha eski bir putperest kavmin putları var. İşte hem Müslümanların hem de Yahudilerin kutsal bildiği ve uğrunda bu günlerde kan dökmeye hazır olduğu o tepe böyle oluşmuştu. Burada; Tanrı veya “iman” veya bağnazlık adına dökülmüş ve ezele uzanan çok kanlı bir geleneğin genlere işlemiş şehvetinden kaynaklanan ve “inananlar”a huşu veren, ve de akıl-ve-mantık, rasyonalite, pozitif-düşünce ve fayda-maliyet analizi gibi yaklaşımları pek yüzeysel, pek zavallı ve pek irrelevan bırakan derin bir emosyonlar ve motivasyonlar yumağı --hayır ondan öte-- dedim ya, ezele uzanan çok kanlı bir geleneğin genlere işlemiş şehveti var; ve o şehvet, şimdilerde, sanki ebede kadar uzanabilirmişcesine yeniden depreşecekmiş gibi kıpırdanıyor.

(3) ABD ve AB bu sorunu çözmek için ne kadar iyi niyetle yaklaşırlarsa yaklaşsınlar, diğer tüm sorunlar bir yana, sırf bu tür nedenlerle İsrail Filistin çatışması çözümsüz kalmaya mahkummuş gibi görünüyor. Çünkü karşı karşıya gelmiş olan; kutsal kitapları, “dünyevî-sorun ve dünyevî kavgalar” ile semavî-sorunları birbirinden ayırmayan iki monoteist dine bağlı toplumdur. Diğer din kitaplarını okumadıkları için birçok Müslüman’ın bihaber olduğu ve konumuzla ilgisi açısından çok önemli bir şeye değinmem gerek: Yahudilerin kutsal kitabında, Tanrı (Yahweh veya Yahova) “Bu toprakları size vereceğim” diye Yahudi kavmine söz verir; ve sayar... Saydığı topraklar arasında Batı-Şeria da vardır, Lübnan’ın güneyi de, Ürdün’ün neredeyse tamamı da vardır, Suriye’nin bir parçası da.... Öp babanın elini!! Yahudilerin kutsal kitabı, yani Eski-Ahit böyle yazıyor. Daha evvel Müslümanlık bağlamında değinmiştim: Kutsal kitaplar absülüt’tür: İman edenler, onlarda yazan her satırın Allah’tan geldiğine inanırlar. Müslümanların aşırı-dincileri ile Yahudilerin aşırı-uçtaki unsurları, Filistin’de barışın ihdas edilmesine ve kalıcı olmasına bu şartlar altında nasıl izin verebilirler ki? Bu işin bu düzeyde tatlıya bağlanabilmesi için, ya Yahudilerin çok büyük çoğunluğunun Yahweh’in bu tür sözlerini ciddiye almamaları gerek, ya da Yahudilerin laik olmayanlarının oturup Eski-Ahit’i, ve özellikle yukarıda değindiğimiz pasajı, “Bu ayetler buraya hata yollu , kazara girmiş. Bunları çıkartıyoruz” diye edit etmeleri gerek. Bunu yapmak da biraz sıkar!



İşte bu tür inançsal-dinsel faktörler; emosyonel ve “mutlakçı” boyutlara yansıyarak, Filistin’deki sorunu, çelişkileri ve çatışmayı çetrefilleştirmekte ve karmaşıklaştırmaktadır. Örneğin, “kültürel-dinsel-inançsal boyutlar”dan kaynaklanan bu tür “noise” (“gürültü”)17, toprak-paylaşımı gibi çözümü zaten zor olan “madde” temelindeki çelişkilerin ve çıkar çatışmalarının, soğukkanlı ve rasyonel yaklaşımlarla çözülme olasılığını çok azaltmaktadır. Bu “gürültü” nasıl engellenebilir? Bilmiyorum. Bana öyle geliyor ki, bu tür “gürültü”yü engellemenin tek bir yolu var. O da şu: Müminlerin, dünyevî öğeler ihtiva eden bu gibi ayetlerin ebedi bir geçerliliğe sahip olmadıklarına, yani, Allah (veya Yahveh) tarafından sadece o zamanki kavimlere yönelik olarak indirildiklerine ve bunların günümüz insanına yönelik olmadığına inanmaları gerekecektir. Bunun ne denli olası olduğunu varın siz tahmin edin!
Bu arada, Filistin’de dökülen kan için, onu-bunu veya Amerika’yı suçlayıp durmak cahilce ve budalaca bir tavırdır. Çünkü olayın çok çeşitli ve derin boyutları vardır. Bu boyutların bazılarını yukarıda açıklamaya çalıştım. Özetle söylemek gerekirse, 4,500 yıllık bir tarihten gelip, Hitler abimizin de çok önemli katkıları sayesinde, Filistin’de öyle bir fiili durum yaratılmıştır ki, orada hem Filistinli Araplar haklıdır, hem de Yahudiler. Her iki topluluğun da çekmiş olduğu acılar ve bunlara binaen oluşmuş anlaşılabilir kaygıları ve endişeleri vardır. Yüzbinlerce Filistinlinin toprağına el konmuş ve göçe zorlanmışlardır. Onlar acı çekmiştir ve halâ çekmektedirler. Ve de işgal edilmiş topraklarda yaşayan Filistinlilerin 1. sınıf vatandaş muamelesi gördükleri söylenemez. Öte yandan, İsrailli Yahudilerin ceddi, Filistinlilerin bugün çektiklerinden bin beterini binyıllar boyunca çekmiştir. Vatansız kalmışlar ve vatansız yaşamışlar; milyonlarcası pogromlarla katledilmişlerdir. Hitler efendinin katlettiği 6 milyon, bu acıların üstüne tüy dikmiştir. Bu tarih ve bu acılar, Yahudilerin toplumsal ve bireysel hafızalarına ve neredeyse genlerine nakşolmuştur. Ve onlar bu nedenle, “güvenli bir vatana sahip olmak ve onu korumak için” herşeyi yapmaya hazırdır. “Bu ‘herşey’ içine, binyıllar boyunca başka kavim ve toplulukların onlara yaptığı haksızlıklar ve zulümler de mi dahil olmalı?” diye soracak olursanız, yanıtım, elbette hayır olacaktır. Ama (dedim ya “ama” sırası şimdi de bize geldi galiba) Yahudileri ve onların psikolojisini de anlamak gerekir. İki tarafı da anlamak iki tarafa da empati duymak gerekir.
Dilim döndüğü kadar, çok bilmiş bazı yorumcularımızın hiç bahsetmediği boyutlara değinmeye çalıştım. İyi ifade edebildim mi bilemiyorum ama, bu bölümü şu sözlerle bitirmek istiyorum: İsrail-Filistin sorunu konusunda bilgece bir tutum ve düşünce çerçevesi için, bence, kişinin yukarıdaki paragrafta yazdığım türden boyutları da kaale alması gerekir. Yoksa iki tarafın da aşırı-uçtaki tarafgirlerinin yaptıkları gibi, karşı tarafa hiç empati duymadan, onun ne düşündüğünü ne hissettiğini, nereden geldiğini algılamaya ve anlamaya çalışmadan suçlamak; konuya, nefret ve kin gibi disfonksiyonel duygularla yaklaşmak, ve de Filistin’de süregiden trajedinin müsebbibi olarak ABD’ni gösterip ABD’ni suçlamak, sadece budalalılığın bir yansımasıdır. El Qaede örgütüne bağlı 19 teröristin 11 Eylül’de yaptığı da, bu tür budalalığı küreselleştirme girişiminden başka bir şey değildir.

3. KİM YAPTI VE NEYİ AMAÇLADI?
3.1. Kim Yapmış Olamaz: Komplo-Teorilerinin Budalalığı
Kim yaptı sorusuna yanıt olarak üretilen komplo teorilerinin ne denli saçma olduğu konusu, bundan evvelki yazımın son kısmını teşkil ediyordu (Bkz.: İşletme ve Finans: Ekim 2001). Söz konusu yazının daha önceki sayfalarında ise, bu komplo teorilerini desteklemek için olayın oluş biçimi hakkında ileri sürülen argümanların --yani, “4 uçak birden nasıl kaçırılabilir, bu çok yüksek düzeyde planlama ve teknik bilgi gerektirir, bu nedenle muhakkak yerden ve içerden de destek alınmıştır” gibi argümanların-- ABD’de sivil havayolları, uçaklar, uçuş koridorları, uçak korsanlığı ile karşılaşma durumunda mürettebatın nasıl davranması gerektiği hakkındaki talimatlar gibi konularda ne denli yanlış veya kasten saptırılmış bilgiler üzerine dayandırıldığını uzun-uzun anlatmıştım.
Aradan bir ayı aşkın zaman geçmesine rağmen, Mahir Kaynak, Doğu Perinçek, Erol Mütercimler ve benzeri kişiler bir yana, Toktamış Ateş gibi aklı-başında ve bilgili akademisyenler bile, halâ o saldırının, çok kompleks ve karmaşık ve yüksek düzey planlama gerektirdiğini; bu nedenle Usame bin Laden’in El Kaeda’si gibi bir terörist organizasyon tarafından gerçekleştirilmiş olamayacağını; “Afganistan’ın ücra bir dağından bir adamcağızın düğmeye basıp dört uçağın birden böyle bir eylemde kullanılmasını sağlayamayacağını”; dolayısıyla bu işin “büyük bir koalisyon” tarafından gerçekleştirildiğini ve bu koalisyon içinde ABD’deki ve belki başka bazı ülkelerdeki istihbarat ünitelerinde veya ‘derin-devlet’ teşkilatlarında çalışan birey veya birimlerin rol almış olmasının gerektiğini; en azından teröristlere “içeriden ve yerden” destek sağlanmış olması gerektiğini söyleyip durmaktadırlar. Onlara ve böyle düşünenlere İşletme-Finans’ın Ekim sayısında çıkan makalemi dikkatli ve düşünerek okumalarını ve de bundan böyle “komplo-teorileri” üzerine kurgulanmış Holywood filmlerini onca ciddiye almadan seyretmelerini salık veririm.
ABD başta olmak üzere, Batı’daki istihbarat örgütleri ve gizli servislerindeki bazı bireylerin böyle bir eyleme karışmış olma ihtimali, herşeyden evvel, bu bireylerin zihnî, ideolojik ve “kalbî-bağıntı” ve sadakat bağları (allegience’ları) nedeniyle mümkün değildir. Evet, eskiden gerek CIA’de ve MI-5 başta olmak üzere birçok Batılı ülkenin istihbarat örgütlerinde Moskova lehine casusluk yapan köstebekler olmuştur. Ama onların çok büyük bir kısmı gizli-gizli Marksizm’i benimsemiş olan kişilerdi –“inanmış” insanlardı. 11 Eylül saldırısı bağlamında ise, komplo teoricilerinin hayallerinin mahsulü olan bazı köstebeklerin bu eyleme destek verebilmiş olmaları için, batılı istihbarat elemanlarından bazılarının, anti-Amerikan/anti-Batı ideolojiye çok derinden ve fanatikçe bağlı olmaları gerekir. Asıl mantıksız olan, bu teşkilatlarda böyle insanların istihdam edilmiş olabileceğine ihtimal vermektir.
Ama daha önemlisi, ve “ABD içinden ve yerden muhakkak destek verilmiş olması gerek” iddiasını öne sürenlerin düşünemediği olgu, şudur: Bu saldırıyı planlayanların; bırakınız batılı bir istihbarat ajanını,”normal” bir ABD vatandaşını bile eylemlerine ve saldırının planlamasına karıştırmak istememişlerdi. İstemeleri için hiçbir neden yoktu. Çünkü, onlara hiçbir şekilde gereksinimleri yoktu18. Ama bu demek değildir ki, “green card” almış ve hatta belki ABD vatandaşı olmuş kökten-dinci ve fanatik bir avuç Arap asıllı kişi El Kaeda ile ilişki kurmuş olamaz. Hatta, bunlar, yeni bir terörist saldırı için bugün dahi hazırlık yapıyor olabilirler. Nitekim Amerikan istihbaratı böyle bir olasılıktan endişe etmektedir.
Şimdi; bu eylemi, neden ABD ve/veya İsrail gizli örgütlerinin yapmış olamayacağı hakkındaki argümanları, burada, kısaca özetleyeyim:


    1. ABD Yaptırmıştır diyenler ya “ekonomik” ya da “jeopolitik ve stratejik” nedenler ileri sürmektedir.


3.111. Ekonomik argüman şöyle özetlenebilir: “Efendim, ABD resesyona girmişti. Militer-endüstriyel sektörün talebi de ne zamandır artmıyordu. Militer-Endüstriyel kompleks’in ABD ekonomisi açısından ne denli önemli olduğunu hepimiz biliyoruz (!) Hem resesyondan çıkmak hem militer-endüstriyel talebi arttırmak için bir savaşa gerek vardı. Savaş için ise bahane yaratmak lazımdı. Ve yarattılar...! (Örn.: Arslan Başer Kafaoğlu)” Bu absürd bir argümandır. Çünkü:
(1) Herşeyden evvel “militer-endüstriyel kompleksin ABD ekonomisinin gücü ve canlılığı açısından çok önemli ve olmazsa-olmaz bir faktör olduğu” önermesi ve bunu hepimizin bildiği varsayımı yanlıştır. Bu fikir, 1930’lı yıllarda Büyük Depresyondan bir türlü tam anlamıyla çıkamamış olan ABD ekonomisinin; 2. Dünya Savaşı sırasında müthiş fizik, sermaye ve beşeri kaynaklarını tam istihdam etmesi yoluyla her zamankinden güçlü bir dev haline dönüşmüş olması gerçeğinden yola çıkarak yapılmış bir genellemedir. Bu genelleme, 1960’lı yıllardan sonra, yavaş-yavaş geçerliliğini kaybetti ve 1990’lı yıllarda ise, eskiyi şimdiye projekte etmekten kaynaklanan ve yeni verilere bakma zahmetine girmeyen “eski-tüfek” marksist ve neo-marksistlerin dillerine pelesenk ettikleri bir önyargı haline dönüştü. Polemiği bırakalım da rakamlar konuşsun: Herhalde herkes kabul edecektir ki, militer-endüstriyel kompleksin ülke ekonomisi içindeki yerinin en iyi ölçütü, “tüm milli-savunma harcamalarının”(MSH), Gayri safi yurt-İçi Hasılaya (GSYH) oranıdır. İşte ABD için rakamlar: Şimdi dizeliyeceğimiz rakam çiftlerinden ilki “savaş öncesindeki” ikincisi ise söz konusu “savaşın tepe noktasındaki” MSH/GSYH oranlarını vermektedir. 2. Dünya Savaşı: (% 1.7; % 38). Kore Savaşı: (%4.8; %14.1). Vietnam Savaşı: (% 9.3; % 9.4). Körfez savaşı: (% 5.6; %5.2). 1999-2000 yılı: %3. 2002 yılı tahmini: % 3.9. Dolar cinsinden konuşursak, 2000 yılı bütçesine Milli Savunma Harcamaları 300 milyar dolar civarında görünmektedir. 11,000 milyar dolarlık GSMH içinde 300 milyar dolar... Bu mu önemli olan harcama? “Ama bak, binde 9 yükseliş olacak. Bu eleştirdiğiniz tezi birazcık olsun desteklemez mi?” diyeniniz varsa... Söz konusu o yükselişin, sadece bir kısmı milli savunma harcamalarından gerisi ise GSYİH’da oluşması beklenen daralmadan kaynaklanmaktadır. Yani milli savunma harcamalarında gelecek sene beklenen artış, 70-80 milyar dolar kadardır. Bu ise, hem 11 trilyonluk ekonomi içinde, hem de saldırı sonucunda, Amerika’nın toplam varlıklarının (asset’lerinin) piyasa değerinden silinip gitmiş 1.8 trilyon dolara kıyasla devede kulak kalır. Bunu hesaplamak için zahmet edip rakamlara bir bakmak yeter. Ha, evet bir de, ilkokul beş düzeyinde aritmetik bilgisi gerek...

(2) Çünkü, ABD’de başlamış olan resesyon, bu eylem neticesinde derinleşmiştir: 11 Eylül sonrasında, ekim sonu itibariyle, çoğu sivil-havacılık ve otel-restoran sektöründe olmak üzere 460,000 kişi işini kaybetmiş; işsizlik oranı, son on yılın en yüksek düzeyine (%5.4’e) çıkmıştır. Eylemi takip-eden iki ay içinde ABD’de borsalara kote şirketlerin piyasa değerlerinin toplamı 1.1 trilyon dolar kadar düşmüştür. Piyasaya kote olmayan şirketlerin değer kaybı buna eklenirse, ABD’nin milli servetindeki düşüş yaklaşık 1.8 trilyon doları bulmaktadır. Bu meblağ Türkiye’nin GSMH’sının 10 katıdır. Bunun, tüketim ve yatırım fonksiyonları vasıtasıyla gelecek bir yıl içinde toplam talepte ve milli gelirde yaratacağı azalma, yüzlerce milyar doları bulabilir. Ayrıca derinleşen resesyonun ihracı ve globalleşmesi söz konusudur --ki, o taktirde, başta diğer merkez-kapitalist ülkeler olmak üzere, tüm ülkeler, ticaret hacmindeki daralma vasıtasıyla çok önemli kayıplara uğrayacaklardır. Şimdiki tahminlerimize göre, küresel bir resesyon eliyle ortaya çıkacak gelir kayıplarının (yıllık) global toplamı 1-2 trilyon doları, buna bağlı olarak menkul ve gayrimenkul varlıkların değerinde oluşacak düşüşlerden kaynaklanacak kayıpların global toplamı ise 3-4 trilyon doları bulabilecektir. Hal bu iken, yukarıdaki tür bir argümanın imlemlediği mantığa dayanarak teröristlere, ABD’nin hayrı için ABD içinden birileri yardım etmiş ise, o birilerinin IQ düzeylerinin 70’in altında olması iktiza eder.




  1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət