Ana səhifə

BİLİm din ve ideolojik arasindaki İLİŞKİler dr. Mahmut RİŞvanoğlu din ve biLİM İLİŞKİleri


Yüklə 97.5 Kb.
tarix26.06.2016
ölçüsü97.5 Kb.



BİLİM - DİN VE İDEOLOJİK

ARASINDAKİ İLİŞKİLER

Dr. Mahmut RİŞVANOĞLU

DİN VE BİLİM İLİŞKİLERİ

Tarih boyunca bilim ile Din bazen çatışmış bazen de uzlaşmış veya uzlaşır gibi görünmüştür. 19.asrın ortalarından itibaren özellikle batı’daki Darvin’in evrim teorisiyle, yaratılış öğretisi taraftarları arasındaki mücadele de günümüzde “bilim-din” ilişkileri zaman zaman hep gündeme gelmektedir. Bilimi yeni bir din gibi algılayan filozoflar ve bilginler ile ilahiyatçılar tarafından yoğun bir biçimde tartışılmaktadır.

İnsanlığın geleceği açısından hayati öneme haiz olan bu “din-bilim” ilişkisinin tarzının nasıl olduğunu ve nasıl olması gerektiğini anlamak ve açıklamak için genel olarak dört farklı model veya görüş ileri sürülmüştür.

Bunlar:

1) Bilim ve din birbirlerinin meşru konularına girmesi, müdahale etmesi halinde anlaşmazlığın kaçınılmaz olacağını ileri sürenlerin “Çatışma modeli” (John William Draper ve Andrev Diokson While gibiler)

2) Her iki alanında birbirlerinden tamamen ayrı olanlar olduklarını söyleyerek, “bağımsızlık Modeli”ni savunanlar (Stephen Jay Gould gibi)

3) Din ve Bilimin aslında birbirlerine söyleyecek şeyleri olduğunu savunanların “Diyalog Modeli” (William G.Pollarda),

4) Bunları tek bir çatı altında birleştirmeyi amaçlayan “bütünleştirme modeli” (Pierre Teilhard de Chordin ve Ian Barbour gibiler)

Acaba bu modellerden hangisi, din ile bilim arasındaki münasebetlerin geçmişteki ve gelecekteki durumlarını, taraftarlar için “en uygun” veya “en doğru” bir şekilde okumaya ve yorumlamaya muktedirdir?

Geçmişte bu konu, batılılaşma hareketinin başlamasıyla birlikte ülkemizin pek çok aydınlarını da (ve bugünde) gündemini işgal etmiştir ve etmektedir.

“Çatışma Modeli”nin önderlerinden “John William Draper”in (1811-1882) “History Of Conflist between Science and Religion”, New york-1835” adlı eserini “Nizh-i lim ü Din” (Din ve bilim çatışması) İstanbul 1895-1900 adıyla Ahmet Mithat efendi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Buna karşı A.Mithat Efendi, İslamiyet ile bilim arasındaki ilişkilerin, Hıristiyanlık ile bilim arasındakilerden farklı seyrettiğini ve bu sebeple sabit bir modeli bütün uygar1ık sahalarına teşmil etmenin mümkün olmadığını düşündüğü için, çevirisine “İslam ve İlim” başlığını taşıyan bir ilave yapma ihtiyacını hissetmiştir.

Aslında Din ile Bilim arasındaki çatışma daha çok Batı’da “akıl ile imtihana girdiğinde genellikle sınıfta kalan” bugünkü Hıristiyanlığın mahiyetinden ileri gelmiştir. Ama İslam dünyasında da benzer çatışmayı görmekteyiz. (ileride örnekler vereceğiz).

- 322’deki birinci İznik Konsülü’ndeki (en önemli bir konsüldü) 2000 kadar ruhanilerin aldığı ve Rab İsa (Haşa)’nın ruhunun kontrol ettiği bu toplantıda, Hiristiyanlığın “amentüsü” çizilmişti. Kilise’nin kutsallığı ve mutlak gücü, Ruhanilerin Tanrı babanın yeryüzündeki dini bürokratları olduğu ve verdiği kararların İsa’nın kararı olduğunun temel inanç olması.

Papa, ‘yanılmaz ve başkası tarafından yanıltılmaz’ inancı sebebiyle, papanın her sözü incilden bir söz gibi kutsal kabul edilmiş, hiçbir hiristiyan buna karşı sorma ve sorgulama iradesini beyan etmesi “küfürle” itham edilmiş olduğundan, eğer papa “dünya düz”dür diyorsa imanı kuvvetli(!) her hiristiyan bunu kabul etmek zorundaydı. Karşı fikirler beyan edenler, veya “neden, niçin, nasıl” gibi sorgulayıcı tarzda karşı fikirler beyan ederler, eğer tevbe edip bu düşüncelerinden vazgeçmezlerse “Engizisyon Mahkemeleri”nde yargılanıp, çoğunlukla da yakılarak öldürüldü.

“Tanrı baba, Rab Oğul (İsa) ve Ruhul Kudüs” gibi üçlü ilah inancını savunan bu din, aklı karanlığa hapsetmiş ve zincirlemişti.

Bu sebepten Hıristiyanlığa akılcı bir yöntemle yaklaşmanın, onu altından kalkamayacağı bir imtihana (sınava) sokmak olduğu, başka bir ifadeyle akıl ile imtihana girdiğinde bu inanç hep sınıfta kalıyordu.

M.S. birinci ve ikinci yüzyıl arasında yaşamış olan Romalı filozoflardan “Tertullianus”un kendisine akıl ile bağdaşmayan bu hiristiyan dinine neden inandığını söylediklerinde “inanıyorum, çünkü akla yatmıyor” demesi de bu görüşü desteklemektedir.

Bu gösteriyor ki hiristiyanlık inancında “akıl ve bilginin” yeri yoktur.

Büyük İslam kelamcısı İmam Matüridi de “imanın temeline bilgiyi yerleştirmekte ve onu imandan ayrı, fakat imana sevkeden bir sebep olarak görmektedir; bilgi, akıl ve delile” dayanan bir iman ve din anlayışını.

Avrupa’da erken ortaçağın önemli hiristiyan Azizlerinden olan Aziz Augistin, hiristiyanların toplama ve çıkarma yapmayı bilenlerden uzak durması gerektiğini öğütlerken, Aritmetikten anlayanların şeytanla pazarlık yaptığını söylemekteydi.(1)

Kendi medeniyet tarihimizden de “din ile bilim” arasındaki ilişkilerden birkaç örnek verelim:

- İmam Fahrettin Razi, İslam ilimlerin en önemlilerinden olan “Kur’an Tefsiri” konusunda çok mühim bir yere sahipti. ‟Dirayet-i Tefsir”in (ilim ile birlikte yapılan tefsir tipi) mimarı sayılır. 12.Asırda yaşamıştır.

Razi’ye göre, Hendeseyi (geometriyi) öğrenmek her Müslüman için farzdır yani dinin emridir.(2)

İbni Haldun (1332-Hi. Ölm 1406), sosyal tarihin kurucusu, sosyal morfolojinin mucidi, bugünümüze bile ışık tutan öngörüleri olan bir dahi sosyo1oğ ve bu dindar olan bu insan, “Mukaddime” adlı emsalsiz eserinde geometri hakkında şöyle bir tespiti var.

“Bilinmelidir ki, hendese (geometri), onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine doğru istikamet kazandırır. Çünkü geometrinin bütün delillerindeki intizam açık, tertip seçiktir. Tertipli ve intizamlı olan kıyaslarına hemen hemen “galat” (yanlışlık) dahil olmaz. O yüzden geometri de mümarese (zihni alışkanlık) kazanmak, fikrimizi hatadan uzaklaştırır. Geometri bilen bir şahıs için bu yolda akıl hasıl olur. Hocalarımız derlerdi ki; fikrin (düşüncenin) hendese ile mümaresi (zihni alışkanlığı) elbisenin pisliğini yıkayıp kirini ve pasağını temizleyen sabun mesabesindedir.(3)

- İmam Rabbani (1563-1625), Hind Müslümanlarının yetiştirdiği çok önemli bir tasavvuf alimiydi. Muhittin Arabî’nin Vahdet-i Vucud’na karşılık Vahdet-i Suhud görüşünü ileri sürmüştür. Fikir ve inanç alanında verdiği büyük mücadele ile İslam tasavvufunu ihya ettiği için kendisine “müceddid-i Elf-i Sani” yani peygamberimizden (s.a.v) bin yı1 sonra bunu yaptığı için ikinci bin yılın yenileyicisi denmiştir.

Mektubat adlı eseri çok meşhurdur ve İslam dünyasında fevkalade etkili o1muştur. Özellikle Sünni İslam dünyasında sahasında klasik haline gelmiştir. Türkiye‟de defalarca yayınlanmış olan Mektubat’ın 226. mektubunda İmam Rabbani, geometri hakkında bakın ne diyor ateist feylezofları tenkit ederken:

“…Onların akla dayanan, düzgün ilimlerinden biri hendese (geometri)dir ki, ne dünya saadetine, ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur. Bir üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açıya (180 dereceye) eşittir demek ve bunu ispatlamak insanlığa ne kazandırır.(4)

Burada çok i1ginç bur durumla karşı karşıyayız:

12. asırda yaşamış büyük bir Kur’an tefsircisi (Tefsir-i Kebir) olan Fahrettin Razi’ye göre geometriyi bilmek dinin emri yani farzdır her müslüman için diyor.

14. asırda yaşamış olan İbni Haldun’a göre de doğru düşünmek ve aklın parlaklığını daha iyi kazanması için geometri bilmek şarttır diyor.

Ama 17. asırda ise ilim zihniyetindeki bir kaymanın örneği olarak İmam Rabbani geometrinin faydasız bir ilim olduğunu ve her iki dünya için bir saadet getirmeyeceğini de ekliyor.

Uzun tarihi seyrindeki bu bilim ile din arasındaki farklı yaklaşımlar bize bir şeyler anlatmaktadır.

Son derecede dindar, kendi sahalarında ve çağlarında büyük tesirleri olmuş olan bu âlimlerin ve düşünürlerin zihninde geometri bu kadar farklı konumlara nasıl gelmiştir?

- Hepsi dindar idi,

-Kitap (Kuran) aynı, din aynı.

Birisi geometriyi bilmek farzdır diyor. Diğeri geometriyi bilmek aklı par1atır, zihne doğru istikamet kazandırır.

İmam Rabbani de geometriyi bilmek hem bu dünyada ve hem de öbür dünya için ne faydası var diyor.

Evet, kitap (Kur’an) ve din (İslam) değişmediğine göre, insanların “din ve bilim” hakkındaki anlayışları zamanla değişmektedir.

Din ve Bilimin çatışmalı hale getirilişi dinle mi ilgili bir şeydi? Başka bir ifadeyle din, ilimin ve bilimin gelişmesine (özellikle İslam) mani miydi?

Mesele dinle ilgili bağlantılı olsaydı, her halde üçü de son derece dindar olan bu âlimlerin geometri hakkında bu kadar farklı anlayışlara sahip olmazdı. Hatta sırf dini açıdan düşündüğümüzde Kıble-i Namaz vakitlerini ve kutsal günlerini ve kutsal günleri doğru tespit etme ihtiyacının İslam’da astronominin gelişmesine yol açtığını da belirtmişlerdir.

İmam Rabbani gibi bir âlimin ateist filozofların akli bir ilmi olarak gördüğü geometriyi din açısından yaptığı bu yorumu, avam tabakasında yani halk arasında “geometrinin kafirlerin” ilmi olduğu şeklinde algılanmış ve daha sonra bu anlayış yaygınlaşarak matematik ve kimya gibi ilimler de küfür ilmi olarak kabul edilir olmuştur.

Müslümanların önemi bir zafiyeti var, itibar ettiği ve bazende yere göğe sığdıramadığı alim diye kabul ettiği kanaat önderlerinin asla hata işlemeyeceğini, yanlış şeyler yapamayacağını her sözünün sanki mutlak bir gerçekmiş gibi kabul etmeleridir. İmam Rabbani gibi bir alim'in "geometriyi faydasız" ve ateist filozofların ilmi olarak anlatması ile daha çok hurafeler ve uydurulmuş menkibeleri din gibi kabul eden müslümanlar tarafından 'kafir ilmi" olarak kabul etmişlerdir.

Meşhur sofi Bağdadi, dünya sükûn ve vukuf halindedir, her kimi dünyanın hareket ettiğini söylerse 'küfre girer' görüşünü Sünni olmanın bir nevi esasları arasına sokmuştu. Mütezile mezhehi mensupları ise dünyanın döndüğünü ve hareket halinde olduğunu ileri sürüyordu. Bu tartışma doğrudan dinle ilgili bir konu fakat iman ve küfür konusu yapılıyordu. Çünkü her ikisine göre diğeri “bidatçı” idi.

18. asırda yaşamış olan gerçek âlimlerden İbrahim Hakkı Erzurumi efendinin meşhur Marifetnamesinde güneş ve ay tutulması konusunda birbirine zıt iki izah vardır.

Güneş ve ay’ı zümrüt bir arabayla taşıyan melekler, bunları arabadan devirince denize düşüyorlar ve bu sebepten de parlaklıkları kayboluyor

Bu izahta, ortaçağ skolâstiğinin ve bilim zihniyetinin kayboluşuna tipik bir misal. Diğer ikinci izahta ise güneş ve ay tutulmasını bugün bildiğimiz gibi yani tam bir bilimsellikle anlatıyor ve ekliyor: Bu gibi şeylerin din meselesinden olduğunu sanan kimse, dine zarar vermiş olur” diye de din ve bilim arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiği hususunda bizi ikaz ediyor.

Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın bu iki izah tarzına bakınca “ilim zihniyetindeki ikilem” olarak niteleyebiliriz.

İslam medeniyet tarihine baktığımız zaman aydınlık ve gelişme çağında Hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alsın diyen peygamberin (s.a.v.) bu tebliğini akıl gözü ile görüp ruhları ile benimsemiş âlimlerin zamanında geometri, matematik, astronomi, fizik ve kimya gibi ilmi usuller olan deney, gözlem ve ölçüme dayanan bilimlerde çok sayıda önemli bilim adamları yetişmiş ve bunlar sonraki asırlarda, karanlık devir geçiren Batıdaki bilim devriminin aydınlanma kaynaklarından birini oluşturmuştur.

Bilim tarihimiz Adnan Adıvar’ın yazdığına göre, mesela İbn Heysem‟in (onuncu asırda) “Işık fiziği” hakkında deney ve ölçüm’e dayalı olarak yazdıkları, aşağı yukarı bir asır sonra İngiliz Roger Bacon İbn Heysem’in yaptığı aynı “deneyleri” aynısını tekrar yapmak isteyince, papazlar tarafından afaroz edilmiş ve Müslüman oldu diye sert protestolarla karşılaşmıştı.(5)

Avrupa’da gerçek anlamda bilimlerin ilk büyük öncülerinden biri olan Roger Bacon’un ilmi, deney ve gözlem metodunu Müslümanlardan öğrendiği o kadar kesindir ki, Batılı bilim tarihçisi J.D. Bernal optik ilminin kurucusu İbn Heysem’in Roger Bacon’ın hocası olduğunu yazar.(6)

Soru apaçık ortadadır. Totaliter pozitifçilerin, sosyal Darvincilerin iddiasına göre İslam (din) bilim gelişmesine engel ise, niye belli bir çağda İslam dünyası, bilimlerin hem de tecrübî bilimlerin önderi oldu?

Ondan sonra neler değişti ki, Müslümanlar geometriyi bile faydasız buldular?

Genellikle 8. ve 11. asır aralığındaki zaman tünelinde yani İslam dünyasının aydınlık çağında, İlim Çin’de de olsa öğrenin diyen İslam Peygamberi’nin bu kabil emirlerini iyi özümseyip, zihnen bilime açık âlimlerin varlığı, ilmi düşüncenin ve tecrübî ilmin gelişmesine bununla birlikte büyük bir medeniyet hamlesi olmuştur.

Aydınlık dönemde, 24 saat pozitif ve dini eğitim veren medreseler, Dar-ül hikmetler her türlü ilmi çalışmalar yapıp, bilimsel faaliyetler hızla devam edip, etrafını aydınlatırken daha sonra Müslümanlar, Hiristiyanlık, yahudizm, Zerdüştlükten ve buna benzer birçok batini ve batıl kanallardan gelen tesirlerle, İslamın özünden uzaklaşmışlardır.

Özünden uzaklaştırılan İslam dini ve mensubu olan Müslümanların büyük kısmı bu dünyayı mümin ile Allah arasında bir engel olarak telakki ve “O”nu ve “O”na ait hemen her şeyi telin ettiğinden Müslümanların “akli ve pozitif bilimleri” sırt çevirmesine sebebiyet vermiştir.

7. Hicri asırda yaşamış Hanbelî bilginlerinden İbn Hamdan’da ilim zihniyetinin kayboluşunu şöyle anlatıyordu;

Hadis ve fıkıh tedvin edilmiştir. İçtihatla ilgili ayetler, hadisler, fıkıh usulü gibi ilimler üzerinde sayısız eserler yazılmıştır. Fakat daha sonra himmetler kesilmiş, ilime rağbet sönmüş, ciddiyetle çalışma aşkı yok olmuş, taklitlerle yetinme, yorucu çalışmalardan kaçınma, sıkıntıdan uzak durarak vaziyete göre ayak uydurma, az emekle gayeye ulaşma arzusu hâkim olmuştur. Hâlbuki yeni içtihatlarda bulunmak, hikmetlerle uğraşmak farz-ı kifayedir. Bilginlerimiz bunu ne yazık ki ihmal etmişler ve yerine getirmek için hiç de gayret göstermemişlerdir.

İlim de bizden böylece uzaklaşmıştır.

İlmi zihniyetten ve İslam’ın özünden uzaklaştırılan Müslümanlar akla, hayale sığmayan evliya menkıbeleri ve hurafelerle meşgul edilmiş, iyi Müslüman dünyadan elini eteğini çeken, bir lokma bir hırka yolunu tutan insanlar gibi gerçek din ile ilgisi olmayan fikirler içine gömülmüştür.

Akli ilimlere sırt çeviren, geometriyi faydasız gören bir Müslüman için artık dünya kötü bir yer olarak algılanınca onun ilmi de değersiz, malı da evet ideal bir Müslüman bu dünyaya ve dünya ilimlerime ne kadar az temas ederse, Allah’ın indinde de o kadar makbul bir kul olacaktır.

Göklerde uçan, deniz ve göller üzerinde yürüyen” aynı anda kırk yerde hazır ve nazır olması maarifetine haiz, kerametleri ile Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimizin mucizelerini bile arka plana iten, mitolojik evliya kültürünün ve inancının hakim hale gelen Müslümanların diyarında artık fizikçilere, matematikçilere, kimyacılara ve de astronomi uzmanlarına alim sıfatını layık görülmesi pek beklenemezdi.

Birçok sebeplerden dolayı ilmi düşünceyi ve bilimsel zihniyeti zamanla kaybetmiş, hikmeti yitirmiş ve din ile ilimi çatıştırır duruma getirmiş, içine kapanık, dünyadan el etek çekmiş ve dünyadaki her türlü ilmi gelişmelerden bihaber Müslümanların, Hıristiyan Batı’ya el açan duruma düşüren bu defolu zihniyettir.

Hâlbuki İslam dini, bu kâinatı, Allah’ın varlığına bir delil addetmektedir. Âlem adını verdiği bu kainatı, insanlar için faydalanacağı bir nimet, ders alacağı bir hakimiyet ve hikmet sahası olarak tahsis edilmiştir. Bakın Nahl Suresi’nin 12. ve 13, ayetinde yüce Rabbimiz ne diyor:

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.”

Yeryüzünde sizin için yarattığı değişik renklerdeki şeyleri de sizin hizmetinize sunmuştur. Elbette bunda öğüt alan kimseler için bir ibret vardır”/ayet 13.

Dünyayı terk etmek, bütün kötülüğün sebebi olarak görüp ondan el-etek çekmek, Allah’ın insanı, ilk günah yüzünden ceza olarak, mahiyeti icabı her türlü kötülüğü ve günahın kaynağı olan dünyaya sürgün etmiştir” diyen hiristiyanlığın tezini kabul etmek demektir. Bu yüce Allah’a apaçık bir buhtandır. İslam anti-sosyal bir din değildir. Hayatın kendisidir. Tekke ve zaviye içine mahkûm, ruha temarkuz kampı gibi sadece uhrevi bir hayatı tavsiye eden bir din de değildir.

Din adına bilime ilgisizlik veya bilim adına din aleyhtarlığı, yaygın mistik ve ideolojik eğilimler olarak bizi bilimin gözlem, deney ve ölçüm metotlarını ve açık zihin görüşünden uzaklaştırmaktadır. İslam, objeler bilgisi olan bilimsel bilgi ile çatışmaz. Çünkü o da Allah’ın yarattığı dünyevi ilimlerdir.

Ama objeler (fizik) âlemi ile sınırlı olan bilim, bu âlemin sınırını aşan meraklarımızın ve sorularımızın cevaplarını da deneyle gözlemle ve ölçümle araştırılamaz. Öte yandan bilimin deneyle gözlemle ve ölçümle ulaşacağı mesela tıp mühendislik ve astronomi gibi bilgilerle de dini bilgiye ulaşamayız. Dini vecibeyle ya da metafizikle de bu bilgileri elde edemeyiz.

Burada bilimin “objeler dünyasındaki yani gerçeklik alemiyle “dinin ve felsefenin” yani “hakikat alemi” ayrı yollardan varılacak iki ayrı âlem; ikisi arasında tabi ki geçişler vardır. Dini vecibe ile ulaşacağımız bir hakikatle, deney yoluyla ulaşacağımız gerçeklik birbirine uygun da olabilir. Bir fizikçiye bir laboratuar deneyi de metafizik hakikate Allah inancına götürebilir. Mesela Oxford Üniversitesi matematik profesörü ve yazar John Lennaks gören Tanrı olmaksızın açıklamanın mümkün olmadığını anlatırken, Ben bilimi giderek daha iyi anladıkça tanrıya daha fazla inanıyorum” görüşünü dile getirir.

Ama nitelik farkı ortadan kaldırmaz. Biri maddi gerçekliğe deneyleriyle, öteki metafizik hakikati idrakiyle oluşturmuştur.

Objelerin, olayların bilgisini olabildiğince nötr (objektif) bir bakışla yani deney, gözlem ve ölçüm usulleriyle edindikten sonra, bunun sınırlarını aşmaya başladığımız noktadan itibaren teorinin, felsefenin, ahlakın, sanatın ve dinin alanına gireriz.

Ayrıca hem insanın iç dünyasında, hem de tarihin akışında hem de fizik evrenin kendisinde deney, gözlem ve ölçüm gibi objektif bilimsel metotların uygulanamayacağı meçhul alın vardır. Merakımız oralara kadar uzandığı gibi bundan kendimizi alamayız. Ama oralarda artık bilimin objektif metotları işlemez.

Söz konusu alana bugün ulaşamıyoruz ama gelecekte ulaşırız gibi objektif bir bilgi de değildir. Evet bu âlemde objektif usuller işe yaramaz.

Ünlü fizikçi Sir James Jean’ın şu tespitleri son derece önemli:

Mikrofizikte (parçacık fizikte) en küçük parçacık (Quantum) öyledir ki, ne atom içindeki yerini tespit edebilirsiniz ne de biraz sonraki halini ve konumunu.

Yani artık bilimin gözlem metodunu uygulamak imkânsızlaşmıştır.

Fizikle felsefenin daha fazla ilişkilere girmesinin sebebi bi1imin durduğu noktada insan merakının durmaması ve metafiziğe yönelmesidir.

- Bilim ölçülüp sayılabi1ir ve sınanabilir şey1er âlemi (objeler) ile ilgilidir

- Bilgi ise deney, gözlem ve ölçüm ile yapılamayan ancak sezilen, hissedilen, idrak edilen ve inanılan (iman edilen) kalitatif alemle ilgili... İki farklı âlem gerçek ile hakikat alanları… Ama biri diğerini reddetmez.

Bilim objektif ve nötrdür. Bu sebeple bilim; ahlaki, manevi, felsefi ve estetik değerleri üretmez. Hidrokarbonlar güzel midir, çirkin midir? Sodyum karbonat ahlaki midir ahlaksız mı? demez.

Ama fertlerin ve toplumların ahlaki, manevi, felsefi ve estetik değerlere kesinlikle ihtiyacı vardır. Yolsuzluğun sebeplerini bilim tespit eder. Ama öncelikle ahlaki-manevi değerlerimiz, yolsuzluğun ahlaken kötü ve adalet bakımından haksız olduğuna ve düzeltilmesi gerektiğine karar verir. Kriminoloji bilimi katilin kim olduğunu tespit eder ama cinayetin insanlık dışı bir olay olduğunu ancak dini, ahlaki ve de insani değerler belirler.

Din, yapılan bir köprünün ne kadar demire ne kadar çimentoya ihtiyaç olduğunu söylemez. Ama bu köprüden insanların geçtiğini, bu sebeple de hesapların doğru yapılmasını çimentodan ve demirden çalınmaması gerektiğini yani ahlaki ve insani değerleri katar.

Evet, din adına ve bilime hurafelerin damgasını vurmak, bilimi öldürür. Bunu yapanları bilimden mahruk bırakır, dini de içinden çıkılmaz bir hale getirir.

Bunun yanında, bilimi totaliter pozitivist haline getirenler toplumların gelişme ve modernleşmesinde en büyük engelin din olduğunu ileri sürerek din-bilim çatışması haline getirip, dini fertlerin ve toplumun hayatından atılması gerektiğini ileri sürmüşler, bu da Müslüman Türk toplumunu ürkütmüş olduğu gibi, kendilerine sözde ilerici aydınlar sıfatını veren ultra-laikçiler, bilim meselesini maalesef ideoloji zannetmeleri sonucunu doğurmuştur.

- Kapalı zihin ve kapalı toplumlar, dindar da olsa laik olsa fark etmiyor.


BİLİM VE İDEOLOJİ

Mussolini, faşist ideolojiyi anlatırken ilginç olan görüşü şuydu:

“Bütün dünya bizim görüşlerimizi kabul edecektir. Faşizmi okuyan herkes görecektir ki çözüm getirmediğimiz mesele, cevap verilmedik soru, keşfedilecek meçhul bırakmadık.(7)

Eski sosyalistlerden olan Mussolini öyle bir ideoloji yazmış ki, meseleleri çözmede bize bir şey bırakmamış, her şey halledilmiş. Sevinmemek mümkün değil. Çünkü böyle bir ideoloji biçimini, bir psikolojiyi bu kadar veciz, eksiksiz ifade eden sözleri bulmak zordur! Vesselam

Her sorunun çözümünü getirmiş, her sualin cevabını vermiş böyle bir ideoloji yani faşizm olmasaydı, o tarihlerde ağır sosyo-ekonomik ve sosyo politik kriz içinde sersemlemiş milyonlarca İtalyan, Mussoliniyi, Viva İldüçe (yaşasın önder) diye bağrına basar mıydı?

Evet, kara gömlekli kara faşizm her şeyi halletmiş! Oh ne iyi!

Marksizm’e bakalım dedik o ne diyor bu hususta:

Toprağı bol olsun bir zamanların mason-Marksistlerinden olan Orhan Hançerlioğlu’nun yazdığı Felsefe Ansiklopedisinin Marksçı felsefe maddesini okuduğumuz da da aynı şeyleri görüyoruz.

Marksçı felsefe klasik anlamda bir felsefe değildir; teoriyle pratiği, bütün bilimlerle felsefeyi kaynaıştıran ve tek bütüncül bir bilim olarak işleyen bir dünya görüşü en doğru tabiriyle bir Marks Bilimdir.

O Hançerlioğlu ayrıca Marksçı felsefenin aşılmaz olduğunu da yazıyordu.

O Hançerlioğlu şunu da yazıyordu. Materyalist anlayışın Marks ve Engels tarafından bütün yanılgılardan arındırılmış olduğunu da müjdeliyordu.(8)

Şimdi ilginç bir durumla karşı karşıyayız!

- Faşist oldunuz mu her şeyin sırrına eriyor, her sorunun cevabını biliyorsunuz.

- Marksist oldunuz mu bütün bilimlerle felsefeyi kaynaştıran tek bir bütüncül bilime” ermiş ve de “bütün yanılgılardan arınmış oluyorsunuz. Oh ne iyi!

Öyle olmasaydı Marksizm, sanayileşme sürecindeki ağır krizlerle sersemlemiş milyonlarca insan yeni ve materyalist bir din olarak peşine takip tarihin en kanlı "deneyi"ne sürükleyebilir miydi?

Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlının son asrındaki büyük ilim adamlarından biriydi. İbn Haldun’un son takipçilerinden biri sayılır. Mecelle isimli hukuk kitabı gibi önemli eserlerinin yanında bilhassa gençlerimizin okuması tavsiye edeceğimiz “Maruzatı” atlı kitabı, Müslüman Türk toplumu ve Devletinin çöküşündeki zihniyet değişimini çok güzel anlatmıştır. Şimdi Maruzat kitabından bir bölümü aktaralım:

Miladi 1857 yılında (Rumi 1273) İstanbul tersanesinde Fethiye adlı bir kalyon-ı Hümayun inşa edilmiştir. Bütün devlet ricali toplanmış denize indirme töreni için Sultan Abdülmecit‟in gelmesini bekliyorlar. Tam bu sırada kalyon kendi kendine hareketle kızaktan kayıp denize iner. İnerken de birkaç işçiye çarpar ölümlerine sebep olur. Bundan sonrasını yine Cevdet paşadan dinleyelim:

Zevat arasında bulunan İstanbul kadısı olan Tekfurdağı Müftis Zade Efendi, geminin kendiliğinden hareketine bir mana veremeyip ve zihninde kalyonu melekler indirmiş olmasına karar verip bunu yanındaki zevata söyledi. Zevattan biri de:

- Elbet bu kalyonu meleklerin indirmiş olması muhtemeldir. Lakin işin içine şeytan da karışmış olmalı ki birkaç kişinin helakine badi oldu der.

Cevdet paşa eskiden Osmanlılarda kalyonların üst kısımlarının denizde yapıldığını Fethiyyenin üst kısımlarının ise daha ana gövde kızaktayken tamamlandığını, halatların bu ağırlığı çekemediği için koptuğunu, geminin bu yüzden kendi kendisine hakaret ettiğini Hoca efendinin ise bundan bi haber olduğunu belirtirken şunları yazar:

“İşte tarik-i ilmiye kibarının (büyüklerinin) ekserisi o zaman böyle gülünç olacak söz söyleyip çok yerlerden duçar-ı İstihza olurlardı.(9)

Burada önemli nokta çevremizdeki olaylara, tekfurdağı müftisizade gibi bakarsak, yani dimağımızda, zihnimizde geliştirdiğimiz hurafelerle dolu mistik şablonlara göre olaylara yön vermeye çalışırsak suya atılan taşın neden batıp, tahtanın neden yüzdüğünü, ısınan cisimlerin neden genişlediğini düşünerek, Allah’ın yarattığı tabiat kanunlarının özüne ve buna bağlı olarak da fizik bilimine ulaşabilir miyiz?

Mussolini, Marks, Engels, Stalin benzerlerinin söylediği gibi, elimizde cevabı verilmedik soru, çözümünü getirmedik sorun bırakmayan bir doktrin ya da bütün yanılgılardan arındırılmış bir ideoloji varsa tabi ki çevremizdeki olaylara, toplumsal meselelere her türlü sosyo-ekonomik sorunlara ve geleceği kavrayabilmek için, ideolojilerin zihnimizde biçimlendirdiği şablonlara göre düşünüp karar vereceğiz. Müftüzade de hurafelerle dolu şablonlara göre düşünüp karar veriyordu.

- Çünkü bu ideolojiler, “Her şeyin cevabını” verdiği için biz neyi sorup cevap araştıracağız ki?

- Yanılgılardan arındırılmış yani yanılması mümkün olmayan ve de tek bir bütüncül bilime bağlanmışsak, artık şüphe duymamız, sorgulamanız ve ilmi araştırma yapmamız gerekli değildir.

Her şeyi kapsama iddiasındaki pozitivizmin, dinin yerine sözde bilimi geçirme girişimi de, insanlık tarihinde pozitivist totaliterliğin kapısını açmıştır. Artık insanoğlunun zihni bu defa bilimsel olduğu iddia edilen ideolojilerin etiketiyle “eşya”ya ve “olaylara” yansımaya başlamıştır.

- Böylece pozitivist mistizm Tekfurdağı müftisizade deki spirituel mistisizm gibi çevremizdeki her türlü olayları ve sorunları kendi gerçekliğiyle görmemizi engelleyen bir ideolojik kurgu yansıması haline geldi. Bu da eşyayı ve olayların özündeki gerçekleri tanınmaz hale getirmiştir.

Böyle bir kurgu sadece dine ve hürriyete değil, aynı zamanda bilime karşı da büyük bir tehdittir.

Şimdi, ultralaik bilimsel olduğu iddia edilen Marksizm, Sovyet denemesinde bazı örnekler vererek bilime nasıl darbe vurduğunu görelim.

Bu tek bilimin eseri olan bilimsel sosyalizm kitap sayfalarında kalmayıp kitle-terör eylemleriyle ve devrimle iktidara gelince kaçınılmaz olarak da totaliter bir rejim kurdu.

Kapalı kafalar ve gerçek bilime kapalı zihniyetler, kapalı rejim kurar ve toplumu da kapalı hale getirir.

Stalin Sibernatiğin burjuva kapitalizmine hizmet eden sahte bilim olduğunu ilan etmiş ve yasaklamıştır.(10)

Marksizmde totaliter ideoloji, (Proleterya diktatörlüğü) hem her şeyci hem de her şeyde doğru ise, yanılgılardan uzak tek doğru bilim ise, sibernatiğin burjuvaya hizmet eden sahte bir bilim olduğunu belirtmesi yanlış olur mu?

Ömründe belki de tek satır biyoloji kitabı okuduğu şüpheli olan Stalin ve partili ideologlar bu her şeyin en doğrusunu gösteren tek bilim sayesinde genetiğe de el atmış hangisinin burjuva ruhu taşıdığını da sınıflandırmışlardır.

Hele bu bilimsel sosyalist devrimciler biyoloji bilimindeki diyalektiği, biyoloji bilginlerinde çok daha iyi bilirlerdi.

Stalin Rusya’sında, genetik adlı burjuva aldatmacasına karşı çıkan Lissenko adlı akl-ı evvel, Proleterya biyolojisi‟ kurmaya çalışmıştı. Çünkü mevcut buğdaylar burjuva şartlanması ile yüklü olduğu için böyle burjuva buğdayın yerine milyonlarca ton proleter buğdayı üretimi sağlamak için kolları sıvar.

- Lissenko’nun bu proleter biyolojisine karşı çıkan bilim adamlarının bir kısmı sürgüne gönderilir, bir kısmı hapsedilir, bir kısmı da kurşuna dizilir devrim düşmanı diye. Laboratuarlara buğday konusunda “burjuva genetik” deneyleri yasaklandı.

Sonuç, büyük bir fiyasko ve de faciayla sonuçlanmıştır. Milyonlarca proleterya ve insan, proleter buğdayı beklerken açlıktan ölmüştür.(11)

Başka bir ilginç örnek, o da komünizmin babası F.Engels’den;

Engels, 15 Şubat 1885 tarihli konuşmasında şöyle diyordu: „Komünist toplumda üretim ve tüketimi bilmek kolay olacaktır. Herkesin ortalama ihtiyacı bilindiğine göre belirli bir sayıdaki ferdin ihtiyacını hesaplamak kolaydır ve o zaman üretim artık birkaç özel üreticinin ellerinde değil, ama komünün ve onun yönetiminin ellerinde olacağına göre, üretimi ihtiyaçlara göre düzenlemek bir çocuk oyuncağı olacaktır.(12)

Şimdi, Bilimsel Sosyalizm; fiili ismiyle yani komünizmin büyük üstadı F.Engels’in bu sözlerinde bilimsel bilgi mi, yoksa ideoloji mi yansımaktadır?

Başka bir ifadeyle, Engels’in bu sözleri, ilmi bir görüş müdür, yoksa ideolojik bir kehanet midir?

Bırakın ülke ekonomilerini, küçük bir işletmenin yöneticisi bile, firmanın hesaplarını çocuk oyuncağı görür mü?

Engels as1ında bir fabrikatördü. Bir fabrikayı işletmenin bile çocuk oyuncağı olmayacağını bilmez miydi? Bilmesine bilirdi de ama meseleye bilimsel açıdan değil ideolojik açıdan bakmıştı.

Bilginin yerine geçmeye çalışan ideoloji insanı böyle yanıltıyor.

DİPNOTLAR

1. Alvin ve Heidi Toffler, “Yeni Bin Uygarlık Yaratmak”, Henkel Yayınları, İstanbul 1995, s.35.

2. Fahrettin Razi, Süleyman Uludağ, Kültür Bakanlığı, s.114.

3. İbn-i Haldun, “Mukaddime”, Süleyman Uludağ tercüme, Cilt II, s.1156

4. “İmam Rabbani”, “Mektubat”, Çeviren H. Hilmi Işık, İst.-1974, Üçler Matbaası, 4. Baskı s.405 (266 ıncı Mektup)

5. Adnan Adıvar, “Tarih Boyunca İlim ve Din”, Remzi Kitabevi, İstanbul 1969, s.116-141.

6. J.D. Bernal, “Modern Çağ Öncesi Fizik”, TÜBİTAK Yayınları, Ankara 1995, s.123

7. Denis Mack Smith, “Mussolini”, Haladin Grfaton Books, London 1987, s.324

8. Orhan Hançerlioğlu, “Felsefe Ansiklopedisi”, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1978, c.4/ s.91.

9. Cevdet Paşa, “Maruzat” Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, s.3-4

10. Martin Wolker, “The Vakining Grant Abacus, London, 1968, s.62

11. Bakınız: “Birikim” Ağustos Eylül 1977, s.87-98. Kaynakta “Lissenkizim”in Marksist eleştirisi de var.

12. Charles Bettelheim, “Sosyalist Ekonomiye Geçiş”, Bilgi Yayınları, Ankara 1973, s.43

DR.MAHMUT RİŞVANOĞLU






Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət