Ana səhifə

7/68 Kalem Sûresi


Yüklə 273 Kb.
səhifə1/3
tarix26.06.2016
ölçüsü273 Kb.
  1   2   3

7/68 Kalem Sûresi




Sûrenin Adı

Sûrenin ismi Nun Sûresi veya Kalem Sûresi diye geçiyor.


Nüzul Zamanı

Bu sûrenin ilk inen sûrelerden olduğu kesindir. İlk tertiplerin tümünde ikinci sırada yer alıyor. Sûrenin nüzul yönünden ikinci sûre olması, ilk dört ayetinin yalnız başına ve ‘Alak Sûresinin ilk beş ayetinin peşinden nazil olması ihtimaline göredir. Bu ihtimal doğru olmayıp ilk dört âyet ve müteakip âyetler birlikte nazil olmuşlarsa, o takdirde sûrenin bu şekilde ikinci olarak sıralanması da doğru değildir ve bir miktar sonra inmiş olması gerekir.

Sûrede 17–52 arasının ilk pasajlardan daha sonra indiği düşünülebilir. Fakat sûredeki konu bütünlüğü, bu ihtimali zayıflatmaktadır. Bu nedenle sûrenin bir kerede inmiş olasılığı vardır.

M. İslamoğlu’nun tertibinde ise bu sûre 7.sırada yer alıyor. Bu sıralamanın gerekçesini şöyle açıklıyor:


Sûrenin muhtevası bu sûrenin ikinci sûre olduğunu dört açıdan ret eder;


  1. Sûre müşriklere cevap ve tehdit içermektedir.

  2. Meydan okuma veya dikkat çekme işlevi olan ilk sûredir.

  3. Ahireti inkâr edenlerin”eskilerin masalları”sözü nakledilmektedir. Bu sözü söylemeleri için ahiretten söz edilmesi lazım. Oysaki 8.âyetteki Rabbine dönüşü saymasak Alak Sûresinde açıkça ahiretten söz edilmez.

  4. Bu üç şık içinde açık davet şarttır. Hz Ayşe bu sûrenin fetreti vahiyden sonra indiği görüşündedir.

Bu takdirde sûre ikinci değil, Fâtiha, ‘Alak, Müzzemmil, Müddessir, Duhâ ve İnşirah’ın ardından 7.sıraya yerleştirilebilir. (krş İslamoğlu)


Konusu

Giriş âyetleri destek ve tesellidir. Peygamberin şahsiyetiyle alakalı en çarpıcı hakikat burada yer alır ”çünkü sen muhteşem bir ahlaka sahipsin”.

Kur’an’ın nüzul sürecinde ilk kıssa burada anlatılır. “Bahçe sahibipleri” kıssasıdır. Sonra ahiretten söz eder. Son söz olarak Hz Yunus’un görevi terk edilişi hatırlatılır, ”sakın büyük balık sahibi gibi olma” denilir. Bu âyetler peygamberin üslendiği görevin ne kadar ağır olduğunun tescilidir.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ



Rahmân Rahîm Allah’ın Adıyla
ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ ﴿١﴾

1.Nun, kalem ve yazdıklarına yemin olsun,

Nun: Bu harf bu âyette vakıf halinde sakin okunur. Üzerinde durulmayıp geçilmesi halinde, kıraatlerin çoğunda izhar ile bazısında da gunneli veya gunnesiz idğam ile okunur.
Bu harfle alakalı şu yorumlar yapılmıştır:


  1. Bu harften kasıt “mukattaa harfi” demişlerdir. Bu anlama yönelik şu açıklamalar yapılır:




    1. Bu harfler, Kur'an’ın esrarındandır. Allah, bunları bilme ilmini kendine mahsus kılmıştır. Bunun için, anılan harflerin manaları üzerinde durmak yersizdir. Hz Ebu Bekir’in şu sözü, değinilen görüşü en özlü biçimde dile getirir: “Her ilahi kitapta bir sır (gizlilik unsuru) vardır. Kur'an’ın sırrı da, bazı surelerin başında yer alan harfler (de) dir.” Zaten Peygamber’den, bu harflerin manalarını açıklayıcı mahiyette sarih ve sahih bir haber de yoktur. Sadece Kur'an’ı okumayı ve her harfinden hâsıl olacak sevabı anlatan bir rivayette, mukatta’at’ın her birinin, ayrı ayrı harfler olduğu belirtilmiştir.

    2. Bu harfler meydan okumaya yöneliktir. Kur’an’ın mucize oluşunu ifade eder. Zımnen: Kur’an kimsenin benzerini getiremeyeceği bir mucizedir. Eğer değil diyorsanız işte harfler elinizde, haydi bu harflerle bir benzerini getirin anlamına geliyor. (bkz Bakara 23–24) Ferrâ, Kurtubî, Taberî, Zemahşerî, İbni Teymiyye, İbni Kesir gibi birçok otorite bu görüştedir.

    3. Kur’an’da harflerin bu şekilde yer alması Hz peygamberin vahyin bir tek harfini bile zayi etmeden aktardığını belgeliyor.

    4. Bu harflerin bir diğer amacı muhatabın dikkatini çekmektir.




  1. Büyük balık demişler. Sûrenin sonunda Hz Yunus’a atıf vardır. Enbiya Sûresinde Hz Yunus zennun (nun sahibi) diye geçiyor.

  2. Hokka ya da divit demişler. Harfi ona benzetmişlerdir. İbni Abbas'tan rivayet edilen bu görüşe Dahhak, Hasen ve Katade de katılmıştır.

  3. Kılıcın keskin tarafı demişler.

  4. Nun, “er-Rahman” ismini oluşturan harflerin sonuncusudur. Bununla Allah’a işaret edilmiştir.

  5. Ebcet hesabına göre 50 sayısına geliyor. Burada rakam kast edildiğini söyleyenlerde olmuştur.

Bu ayette nun denildikten sonra iki şeye yemin edilerek Hz Peygamberin mecnun olmadığı gerçeği dile getirilmiştir. Bizce nun ve kendisi ile yemin edilenler arasında bir bağlantı olması ve bu sayılanların Peygamberin mecnun olmadığını ispatlaması gerekir. Bu durumda en tutatlı yorum nun harfine hokka veya divit anlamı vermektir. Bunun açılımı şöyledir: “Hokka-divit kalem ve yazdıklarına yani yazı yazma araçlarının tümüne ve yazılan tüm hakikatlere yemin olsun ki, bütün bunlar delil olsun ki “peygamber vahiy aldığından dolayı cinlenmiş değildir”.



Vav: Biz bir şeye yemin ederken inandırmak için yaparız. Fakat Allah’ın etmiş olduğu yeminler inandırmak maksatlı değil o konuya dikkat çekmek içindir. (bkz Duhâ1)

Kalem yazı yazma aracıdır. Âyette kalem tekil geldiği halde yazılanlar akıl sahibi çoğul kişilerde kullanılan formda gelmiştir. Yani yazıyı yazan asıl kalem değil onun arkasında göze görünmeyen bir akıl ve anlayış sahibi olduğuna işaret eder. Şu âyeti de beraber hatırlayalım:


وَلَوْ اَنَّ مَا فِى الْاَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ اَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهٖ سَبْعَةُ اَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللّٰهِ

Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa yedi denizde ona mürekkep olsa yinede Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez… (Lokman 27)


Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki ayetinden şunların kast edildiğini söylemişler:


  1. Kur’an’a ve onu yazan kalemlere, vahiy kâtiplerine,

  2. Lehvi mahfuza ve yazıcı meleklere.

  3. Elimizdeki tüm kalemler ve yazılanlara.

  4. Müşriklerin yazmaları ve şiirlerine. Yani “siz bunları çok önemsiyorsunuz bunlar kanıt olsun” deniliyor.

İlk inen 5 âyette ve burada kaleme dikkat çekilmiş. Peygamberin vahyi kayıt altına alması bu mesajın gereğidir.


Bu âyetin sonunda yer alan yesturun kelimesi, yazmak, çizmek, yan yana dizmek gibi anlamlar taşıyan str kökünün muzari şeklidir. Bu kelimeyle, kalemin yazdığı vahiylere, kalemle dile getirilen bütün mâna ve hakikatlere işaret edilmiştir.

Bu kelime "şiir satırları, söylenenler, oluşmuş kanaatler ve efsaneler" anlamlarına da gelmektedir. Nitekim aynı fiilin türevlerinden biri olan esatîr kelimesi Kur'an'da onlarca kez yer almaktadır.


مَا اَنْتَ بِنِعْمَةِ رَبِّكَ بِمَجْنُونٍ ﴿٢﴾

2.Sen Rabbinin nimetiyle cinlenmiş değilsin.

Yani sendeki bu değişiklik cin ya da şeytanın musallat olması değil, Rabbinin vahiy nimetidir. Mecnunun bu âyetteki vurgusu, deli değil “cinlenmiş” demektir.

Bu kökten gelen kelimelerin bütün türevlerinde örtme mânası var­dır. Nitekim "cin" herkese görün­mez gizli bir çeşit varlık, "cin­net", aklın kaybolması, "cen" kararmak, görülen şeyin bakışlar­dan gizlenmesi demektir. Ayrıca "cennet" bir örtü mânasında, ze­mini görünmez, gayet girift, ağaç­larla örtülmüş bahçe ve bostana söylenmiştir. Anne karnındaki çocuğa cenîn denir. Anne karnı onu saklayıp örttüğü için böyle denmiştir. Cunne kalıbından kullanılınca, "aklın yok olması, delirmek” anlamına gelmektedir. Cahiliye insanı cinlerin insanı delirtecek güce sahip olduğunu düşünürlerdi.

Mekke müşrikleri, İslam’ın ilk yıllarında, Kur'an’a ve Peygambere karşı tepkilerini, bazı aşağılayıcı sözler sarf ederek ortaya koymuşlardır. İşte onların bu maksatla sarf ettikleri sözlerden biri de, peygamberi, “mecnun” olarak nitelemeleriydi. Bununla hem Peygamberi küçük düşürmek, hem de onu cinnin etkisinde kalmış olmakla itham etmek istiyorlardı. Ayrıca Araplar, şairlerin ve kâhinlerin, cinlerden ilham aldıkların inanırlardı. Bu inancın etkisiyle müşrikler, peygamberinin vahiy diye söylediği sözlerin, ona cinler tarafından telkin edildiğini sanıyorlardı.


Firavun da Hz. Musa'nın delilerden olduğunu söylemişti: (Şu'ara 26/27).

Hz. Nuh için de toplumun ileri gelenleri aynı şeyi demişti: (Mü'minun 23/25).


وَاِنَّ لَكَ لَاَجْرًا غَيْرَ مَمْنُونٍ ﴿٣﴾

3.Ve gerçekten senin için kesintisi olmayan bir mükâfat vardır.

Veya” Ve gerçekten senin için minnete bulaşmamış mükâfat var”.



Memnûn: Bu kelime "kesilmiş" anlamına geldiği gibi, "minnete bulanmış, minnet borcu altına girmiş" anlamlarına da gelir. Aynı kelime ğayr edatıyla kullanıldığında "kesilmemiş, kesintiye uğramamış" veya "minnete bulanmamış, minnet borcu bulunmayan" anlamlarını ifade eder. Yani Rabbimin verdiği nimetleri başa kalkmıyor.

Veya peygamberin dünyalık işlerinde minnete bulaşmamasıdır. Örneğin; Yahudiden veresiye yiyecek satın alırken ona zırhını rehin vermesi, ne ondan ne başkasından minnet altına girmemesidir. Başka bir örnekse hicret esnasında getirttiği deveye ancak parasını Medine’de vermek üzere anlaştıktan sonra biniyor.

Bu âyetten şunu anlıyoruz ki, peygamberimiz sahip olduğu mal, mülk, para, pul nedeniyle kimseye minnet borçlusu değildir. Elindekilere kimseden yardım, lütuf alarak sahip olmamış, her şeyi kendi elinin emeği, alnının teriyle kazanmıştır. Kısaca kimseye minnet borçlu değildir. Bundan dolayı yüzünün aklığıyla, alnının açıklığıyla herkesin karşısına çıkabilir, tebliğde bulunabilir. İşte, Abdullah oğlu Muhammed'in peygamber seçilişinin nedenlerinden biri de bu özelliğidir.
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ ﴿٤﴾

4.Çünkü sen muhteşem bir ahlak sahibisin.

El hulk: İnsan tabiatı, kişilik manasına gelir. Halk: yaratma ve hilkat: yaratılış kelimeleriyle akrabadır. Bu mânada hulk; insanın adet edindiği ve kaderiymiş gibi hiç bırakmadığı alışkanlık anlamındadır.

Bu âyette manayı kuvvetlendirici iki harf vardır. Bunlar inne ve le harfidir. Bu âyet ilk inen âyetler gurubunda yer alıyor. Ve sanki peygamberin şu sorusuna cevap veriyor. Ey Rabbim neden beni seçtin? (bkz İslamoğlu

Bu âyetteki “hulukın azîm” terkibi, “herkese örnek olacak üstün bir hayat tarzı ve güzel ahlakın zirvesi” anlamına gelir. Ayrıca bu terkip, “Kur'an ahlakı ve İslami yaşayış tarzı” şeklinde de yorumlanmıştır. Gerçekten de Peygamber’in ahlakı, Kur'an ahlakı idi. Çünkü Kur'an’daki ahlaki değerlerin hepsi onun hayatında yer almış; o, Kur'an’a göre yaşamın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Eşi Ayşe’nin, vefatından yıllar sonra Peygamber hakkında konuşurken, ”onun hayat tarzının (ahlakının) Kur'an olduğunu, siz hiç Kur’an okumuyor musunuz?” vurgulaması, değinilen durumu doğrulamaktadır.

Yine peygamberlikten öncede büyük bir ahlak sahibi olduğu vurgulanıyor. Denilir ki peygamberin için başka mucize olmasaydı yaşadığı hayat yeterdi. Bu hayattan birkaç kesit hatırlayalım;

Peygamberimiz, aile fertleri ile iyi geçinir, ev işlerinde yol gösterir ve onlara yardım ederdi. Bu konuda şöyle buyururdu: "En hayırlınız, ahlâkı güzel olanınız ve aile fertlerine en çok faydalı olanınızdır."

Arkadaşlarının arasında bulunduğu zamanlarda, dışarıdan gelen kimseler, oturduğu yer itibariyle O’nu ayırt edemezlerdi. Bir gün peygamberimizin ziyaretine gelen bir bedevî, Peygamberimizin huzurunda olmanın verdiği heyecanla, korkup titremeye başlamıştı. Bunun üzerine peygamberimiz, o kimseyi şöyle teskin etti: "Arkadaş kendine gel! Ben hükümdar değilim. Ben, Kureyş’den kadid lokmasıyla geçinen bir kadının oğluyum." Peygamberimiz özel işlerini kendisi görürdü. Arkadaşlarıyla beraber bir iş yapılacağı zaman, kendisi de onlarla birlikte çalışırdı.


فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ ﴿٥﴾

5.Bir gün gelecek sende göreceksin onlarda görecekler.

Bizler bu gün bu âyetin canlı şahitleriyiz. Bugün peygamber bir buçuk milyar müslümanın kalbinde yer etmiştir.


بِاَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ ﴿٦﴾

6.Hanginizin fitneye düştüğünü (sapıttığını)

Meftûn: Bu kelimenin aslı “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin saflığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. “Fitne” sözlükte, deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî ve manevi sıkıntı, üzüntü, bela ve felaketle imtihan etme gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesinin bunlardan başka, küfür, azgınlık, sapıklık, günah, ayrılık, iç ihtilâf ve kargaşa, kavga, delilik, azap, musibet, aklını çelmek, gönlünü çalmak, kandırma (iğvâ), kışkırtma, nifak, ihtilâf, baştan çıkarma, birbirine düşme, çekişme, zulüm, baskı, karışıklık ve kalbin bir şeye fazla meyletmesi gibi manaları da vardır.

İnsanın içine aşk ateşi düşürdüğü ve aklını çeldiği için kadına, kişinin aklını çelip ona azap kazandırdığı için şeytana, kişiye zarar verdiği için hırsıza, aynı kökten gelen “fettan” denmiştir. İnsanın gönlünü çelen, hırsını artırıp günaha sürükleyen altın ve gümüşe de ‘iki fettan’ denmiştir. Aynı kökten gelen meftun’da aklından zoru olmak anlamından hareketle, deli gibi tutulmak, âşık olmak, çok beğenmek anlamları kazanmıştır.

Bi eyyüküm derken yani birinin meftun olduğu kesin, yakında kimin olduğunu göreceksiniz.
اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبٖيلِهٖ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَدٖينَ ﴿٧﴾

7.Kuşku yok ki senin Rabbin kimin kendi yolundan saptığını kimin hidayete erdiğini çok iyi bilir.

Bu âyette geçen “sebil” kelimesi, sbl kökünün türemiş şeklidir. Bu kelime lügatte, “açık yol, bir şeye ulaşmayı sağlayan maddi manevi sebep” anlamlarına gelir. Ayrıca sebil kelimesi, “kesin delile dayanan, kendisinde kolaylık bulunan aydınlık, hak ve doğru yol” gibi anlamlar da taşır. İnsanı iyiye veya kötüye ulaştıran açık yola da “sebil” denir. “Allah’ın yolu” terkibi, İslami düşünüşün ve yaşayışın en belirleyici ifadesidir. Çünkü Kur'an’a göre gerçek ve doğru iman, bir bakıma Allah’ın yolunu seçmekten ibarettir.

Bundan sonra sûre farklı bir konuya giriyor; Peygambere insan tipleri çiziliyor. Bunlara boyun eğmemesi emrediliyor. Peygamberin muhteşem ahlakından bahis ettikten sonra müşriklerin ahlakından bahis edecektir.
فَلَا تُطِعِ الْمُكَذِّبٖينَ ﴿٨﴾

8.Artık yalancılara itaat etme (boyun eğme),

Kaynaklarda belirtildiğine göre bu âyetler, Mekke müşrikleri ve onların ileri gelenlerinden Velid b.Muğire yahut Ahnes b.Şerik hakkında nazil olmuştur. Hemen belirtelim ki bu âyetler, rivayetlerde adı geçen şahıslarla sınırlı değildir. Kur'an’ın çağrısına karşı çıkan ve ona savaş açan herkese şamildir. Çünkü değinilen nitelikteki kişiler, tarihin her döneminde karşılaşılabilecek tiplerdir.

Buradaki yalancılık salt yalan söylemenin ötesinde tıpkı Mâ’ûn Sûresindeki gibi dini yalanlayanlar kast ediliyor. Müşrikler ahireti ceza gününü yalanlıyorlardı. Ve yalan söylemekte bunlarda karakter olmuştu.

Kezibe kelimesi sadaka’nın zıttıdır. Yalanlama hem sözle hemde işle olur. Yine Kur’an’ da tekzip, doğru olanı yalan saymak mânasında kullanılır.(bkz Mâ’ûn 1)
وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ ﴿٩﴾

9.İsterler ki (severler ki) sen onlara yağcılık yapasın onlarda sana.

Veddû: Sevmek arzu ve temenni etmek gibi mânalarına gelen v d d kökünden gelir.

Dehn: Bu kelime de “yağ” mânasına gelir. Müdâhane: Yağcılık yapmak demektir. Bu mânaya göre âyet “senin yumuşamanı taviz vermeni isterler” anlamına gelir. Yani; Ey Resulüm onlara itaat edip arzularına yağ sürme.

Bu âyetler o gün özelde bu vasıfları taşıyan müşriklerde olsa hüküm umumidir. Ey peygamber yolunun yolcuları sizin islamın ilkelerinden ödün vermeniz inkârcıların hoşuna gider. Siz onların bu özlemlerine yağ sürmeyin.

Ayrıca bu âyet ilerde müşriklerden gelecek teklifleri ret etmesi anlatılıyor. Müşriklerin birinci teklifleri makam para kadın teklifiydi. Buna cevap amcasına söylediği “vallahi ya amca güneşi sağ elime verseler, ayıda sol elime verseler yinede bu yoldan vazgeçmem. Diğer teklif ise tümden vaz geçmesi değil taviz vermesiydi. “Bir yıl biz senin ilahına bir yıl sen bizim ilahlarımıza” ibadet edelim diye bir teklif gelmişti. Buna cevap olarak ta Kâfirûn Sûresi iniyor.
وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَهٖينٍ ﴿١٠﴾

10.Çokça yemin eden (söz veren) hiç bir aşağılığa itaat etme.

Hallâf: Tutmayacağını bile bile çokça söz veren yemin eden demektir. Yine hılf sözleşme yeminleşme demektir. Hılful fudul faziletlilerin sözleşmesi demektir. Mehîn: Bu kelime ise alçak ve aşağılık demektir.

Külle hallâf ibaresinden şunu da çıkarıyoruz ki o da burada sayılan tüm vasıfların tek bir kişiye ait olmadığıdır.


هَمَّازٍ مَشَّاءٍ بِنَمٖيمٍ ﴿١١﴾

11.Arkadan çekiştiren sinsice laf götürüp getirene,

Hemmâz: Bu kelime Hümeze Sûresindeki gibi “arkadan çekiştiren” demektir. Hümeze arkadan Lümeze yüzüne karşı çekiştiren demektir.(Ayrıntı için Hümeze Sûresine bakınız)

Nemîm: Bu kelime ise laf dolaştıran hafiyelik mânasına geliyor. Nemime’nin aslı fısıldamak, küçük hareket etmektir. Onun için sinsice dedik.
مَنَّاعٍ لِلْخَيْرِ مُعْتَدٍ اَثٖيمٍ ﴿١٢﴾

12.Hayr’a aralıksız engel olan, haddini aşmış günaha dalanlara,

Mennâ’in: Bağışın zıt anlamlısıdır. Engelleyen yardımı esirgeyen demektir. Ama mübalağa sığasıyla gelince bu işi çokça yaptığını gösterir.

Hayr: Hayır, iyilik mânasına geldiği gibi mal mânasına da gelir. Çünkü mal özünde hayırdır. Bu âyette hayr “mal-mülk” ya da "iman" mânasına gelebileceği gibi, her iki mâna için de kullanılmış olabilir.(bkz Âdiyât 8)

Mennâ'ün lil-hayr: Bu ifade kimseye mal-mülk vermeyen, iyilik yapmayan, üstelik başkalarının yapmasını da aşırı derecede engelleyen, insanları imandan şiddetle alıkoyan anlamına gelir.

Mu’ted: Hadi aşan tuğyan eden demektir. Esîm: Bu kelime ise “günahkâr” anlamına geliyor. İsm: işleyeni, kınanmaya müstahak  kılan günah demektir. Çoğulu âsâm’dir. İsm, sonunda üzerine ceza gerektiren günah demektir. Arap dilinde kullanımı, sevaptan alıkoyan ve geri bıraktıran iş, yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran eylem, karşılığın­da ceza gerektiren günah demektir. "Esime" yani fiil şeklinde kullanıldığında ise insanın günaha düşmesi demektir. Bazen "zenb" günah ile aynı anlamda kullanılmış ise de aralarında ince fark olduğu söylenebilir. Şöyle ki "zenb" kasıtlı ve kasıtsız günahlara delalet ederken, "ism" sadece belirli bir kasıt ve seçim neticesinde işlenilen günahlardır.
عُتُلٍّ بَعْدَ ذٰلِكَ زَنٖيمٍ ﴿١٣﴾

13.Kaba ve saygısız hem de sığıntı ve fazlalık olana,

Utul: Katı ve kaba demektir. Bir kimse bir adamı tutup sertçe çektiğinde ‘atetlur racul denir.



Zenîm: Sığıntı fazlalık ve o toplumdan olmayan yabancı mânalarına gelir. Zenîm zeneme’den türetilmiş. İbni Abbas derki Kur’an’daki bir mânayı anlamayınca Arap şiirlerine bakın. Örneğin şair derki ”fe ente zenîmun nita fi eli Haşim (sen Haşim oğullarına yamanmış bir fazlalıksın)

Yani o topluma nispet edilen fakat onlardan olmayan kimsedir. Koyunların kulağına takılan sarkıntıya da bu kelime kullanılmıştır. Başka bir ifade ile asalak denir.

Burada kast edilen kişinin Velid Bin Mugire olduğu söylenip hakkında şu olay aktarılır: Bir gün annesinin yakasını tutmuş ve bu ayetleri ona okumuş. Bu sayılanların hepsi bende var ama bu zina ürünü diyor o da doğrumu diye annesine soruyor. Annesi evet oğlum o da doğru, seni bir çobandan aldım diyor.

Bu rivayetlere fazla güvenemiyoruz çünkü bir kimsenin zina çocuğu olması o kimsenin suçu değildir. Böyle bir durumdan onun ana babası sorumludur. Başkalarının suçundan dolayı bir kimsenin itham edilmesi İslamî anlayışa göre doğru değildir.


اَنْ كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنٖينَ ﴿١٤﴾

14.Mal ve evlatları var diye (yoldan sapmış),

Başka bir mânayla; “Mal ve evlatları var diye onlara boyun eğme”.

Bütün bu ahlaksızlıkların nedeni onun güce tapmış olmasıdır diyebiliriz.
اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِ اٰيَاتُنَا قَالَ اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ ﴿١٥﴾

15.Ve kendisine âyetlerimiz okununca “eskilerin masalları” diyebildi.

Esâtîr: Satırlar demektir. Bu kelime "satere" kökün­den alınmış çoğul bir sığadır, teki­li "üstûr" ve "ustûre" veya "estir" veyahut "estare"dir. Yahut "sate­re" çoğulu, "sütûr", "sütûr"un ço­ğulu "estâr", "estâr"ın çoğulu da "esâtır"dir. Bunun kendi lafzından çoğulu olmayan "abâdid" ve­ya "şemâtit" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. “Esâtîru'l-evvelin” için modern bir çeviri yaparsak mitoloji denebilir.

Bu ifadeyi "ço­ğunluk" "mâ satterahu'l-evvelûne" yani öncekilerin yazdıkları şeyler diye tefsir etmiştir. Bazıları "esatir”in "turrehat" (hurafeler) olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu tefsir değil manadır. Esatir saç­ma sapan şeyler oldukları için de­ğil, öncekilerin faydasız sözle­ri/hikâyeleri olduğu için esâtîru'l-evvelin diye tefsir edilmiştir. (bkz Râzî)

Bu kavram nüzul sürecinde ilk burada geçiyor. Müfessirlerin birçoğu tarafından bu ifadeden maksadın “Kur’an kıssaları” olduğu yorumu yapılmıştır. Ancak bu ibare genellikle ahiretle ilgili pasajlarda yer alıyor. Bu gösterir ki müşrikler yeniden dirilişi, ahiret ile ilgili haberleri “eskilerin masalları” olarak görüyorlardı. Mu’minun Sûresinin 82–83.âyetleri buna delildir:

قَالُوا ءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَبْعُوثُونَ

لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَاٰبَاؤُنَا هٰـذَا مِنْ قَبْلُ اِنْ هٰـذَا اِلَّا اَسَاطٖيرُ الْاَوَّلٖينَ

Dediler ki “Biz öldükten, toza toprağa, kemiğe dönüştükten sonra, yeniden diriltileceğiz, öyle mi?

Doğrusu şu ki, bize de, bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad edilmişti; (fakat) bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” (Mu’minun 82–83)
سَنَسِمُهُ عَلَى الْخُرْطُومِ ﴿١٦﴾

16.Yakında onun burnuna (zillet) damgasını vuracağız.

Senesimuhu-Vesm: İz bırakma, damgalama, işaretleme mânalarına geliyor. Vesmi: ilkbahar yağmuruna denilmektedir. Çünkü yeryüzünde bir eser ve iz bırakmaktadır. Simet: hayvanların vücutlarına ateşle yapılan bir damgalamadır.

Hurtûm: Filin ya da domuzun burnuna denir. Müşrikin burnu hortuma benzetilmiş. Âyetteki hurtum kelimesi, kibirli insanın burnundan kinayedir. Bu deyimsel ifadeyle, inkârcıların burunlarının kırılacağı; onların zelil ve hakir duruma düşürülüp aşağılanacakları dile getirilmiştir.

Yüz insan bedenindeki en kıymetli organdır. Burunda yüzün en dikkat çeken organıdır. Bundan dolayı burnu izzet ve saygınlık mahalli saymışlar. Burnu sürtülme ifadesi de zelil kılmadır. Yüzdeki damga ayıp ve kusurdur. Hele bu burunda olursa artık gözden kaçmazdır. Başka bir manayla herkes bunu görüp bilecek.

O gün bu vasıfları taşıyan insanlar: Velid bin Mugire, Ahnes Bin Şerik, Esved Bin Vegus, Ebu Cehil gibi kişiler, bu gün ise başkalarıydı.
Bu vasıfları sırayla sayarsak:


  1. Hallâf: olur olmaz her şeye yemin eden. Yalan yere yemin eden. Tutmayacağını bile bile söz veren.

  2. Mehîn: alçak, aşağılık.

  3. Hemmâz: arkadan çekiştiren

  4. Nemîm: gizlice laf götürüp getiren

  5. Mennân lil hayr: iyiliğe engel olan

  6. Esîm: alabildiğine günahkâr

  7. Utul: kaba, ahlaksız

  8. Zenîm: asalak

Bu âyetlerdeki sıfatlar mübalağa kipi ile gelmiş. Bu da çokluk ifade eder. Yani bu vasıflar sahibinde karakter olmuştur. Bütün bunlar Mekke’deki ahlaki çöküşüde gösteriyor. İşte ahlakın böyle dibe vurduğu bir yerde ahlak abidesi bir insan peygamber seçiliyor.

Kur'an’da uyarı içeren ifadeler, genellikle, ilk muhatapların geleneklerinden alınmıştır. Bundan maksat, Kur'an’ın muhatap üzerindeki etkisini artırmak ve insan davranışlarının İslami ilkeler doğrultusunda şekillenmesini sağlamaktır. Demek ki Kur'an’ı, tarihi akışından ve toplumsal ufkundan soyutlamak mümkün değildir.
اِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اِذْ اَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحٖينَ ﴿١٧﴾

  1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət