Ana səhifə

Üzerine notlar


Yüklə 278.5 Kb.
səhifə3/3
tarix26.06.2016
ölçüsü278.5 Kb.
1   2   3

“...Kafirlerin vücutlarından fırlayan minicik parçalar, herhalde, etrafa fırtınada uçuşan toz-toprak gibi saçılmıştır. Eğer o sahneyi gözümüzle görebilseydik, muhakkak ki kalbimiz sevinç ve coşkuyla dolardı...

Oğlunun düğününde yaptığı konuşmada, Cole destroyerine yapılan saldırıya izafeten söylediklerinden (video bant: Ocak 2001)

3.3. Amaçları Neydi?
(1) Bin Laden, bu eylemi planlarken, ilk önce, “Büyük şeytan”ı cezalandırmayı; inançsız-materyalist küresel-kapitalist gücün simgesi İkiz Kuleleri yıkarak, ona unutamayacağı bir darbe vurmayı; ve Pentagon ile Kongre Binası’nı vurarak, Amerikanın askerî ve politik gücünün sembollerini ve dolayısıyla Amerikanın gururunu ve prestijini yaralamayı amaçlıyordu. Böylece “intikam” alacaktı.

(2) Bu “ilkel” ve “ilksel” amacının ötesinde, bin Laden’in rasyonel ve stratejik amaçlarının da olduğu kanısındayım. Saldırıdan yedi ay evvel, Newsweek dergisi muhabiri ile konuşan üst düzey bir yetkili, El Kaeda’nın tüm Orta-Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika’da örgütlenmiş olduğuna; ayrıca, ‘bu günlerde’ Filipinler ile Endonezya’da ve hatta Avrupa ve Kuzey Amerika’da da taraftar toplamaya ve terörist hücreler kurmaya çalışmakta olduğuna işaret ettikten sonra şunları söylemiştir: “Bin Laden’in perspektifi, yüzyıllık bir program içermektedir. Bu uzun vadeli programının ilk sekiz yılını geride bıraktı... (bu programın) ilk 10 yılında fazla bir yol almayı, herhalde, o da ummuyor. Ama Afganistandaki pozisyonunu, çoktan konsolide etmiş durumda. Çeçenistan’da Rusya’ya kan kaybettiren uzun bir savaşı etkin bir biçimde destekliyor. Ve şu sıralar Filipinler ve Endonezya’da ve hatta burada, Amerika’da örgütlenme çabasında...” (Newsweek 19 Şubat, 2001. s.21)


Bin Laden’in, 11 Eylül saldırısını planlamaktaki stratejik amaçlarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:


  1. Bu eylem başarıya ulaştığı takdirde ABD ekonomisinin önemli bir darbe yiyeceğini ve belki de bir depresyona gireceğini; bu depresyonun küresel pazarlara yayılması neticesinde, hem ABD’nin önemli servet ve güç kaybına uğrayacağını hem de global bir resesyon durumunda fakir ülkelerin daha çok acı çekeceğini ve daha zor durumda kalacağını; bunun ise, bu ülkelerdeki fakir halkın, zengin-Batı’ya ve özellikle ABD’ne karşı olan kinini arttırabileceğini hesap etmiş olabilir. Etmediyse de, başarılı eyleminin, beklemediği ve kendisini memnun edecek sonuçlarından biri bu olabilir.

  2. Bin Laden, eylemin böyle başarıya ulaşması durumunda, ABD’nin insiyaki olarak ve aceleyle Afganistan’ı vuracağını ve böyle bir tepkinin, İslam dünyasında infial yaratıp, ABD’ne karşı duyulan düşmanca hisleri körükleyeceğini hesaplamış olabilir.

  3. Saldırının ve saldırıya ABD’nin vereceği bu gibi bir insiyakî tepkinin yaratacağı dinamiklerin etkileşimi sonucunda, hükümetleri ABD ve Batı-yanlısı ama halkının büyük çoğunluğu Batı-karşıtı duygularla ve anti-Amerikan hislerle dolu Suudi-Arabistan, Mısır, Tunus, Bangladeş, Endonezya, Pakistan vb. gibi Müslüman ülkelerdeki rejimlerin destabilize olma ve “siyasi İslam” istikametinde veya en azından “anti-Amerikancı” bir doğrultuda gelişmeler gösterme olasılığının artacağını hesap etmiş olabilir.

  4. Daha “grand” bir strateji güderek, Zengin- Hıristiyan-Batı ile Fakir-Müslüman-Ülkeler arasında, Samuel Huntington’un değindiği olası “medeniyetler-çatışması”nın çıkabileceğini hayal ediyor olabilir.

  5. 3-12 ay aralıklarla tekrar edilecek büyük çapta “sarsıntı” ve kitlesel imha yaratan “başarılı” terörist saldırılar 11 Eylül eylemini takip ettiği takdirde, yukarıdaki bentlerde sözü edilen bu etkileşimlerin ve dinamiklerin, pekişeceğini ve derinleşeceğini ve kendi istediği istikamette oluşma olasılığının yükseleceğini düşünmüş olabilir. Bu takdirde Bin Laden ve ekibi, yeni terör eylemlerini planlıyor olabilirler. Nitekim batılı istihbarat çevreleri bu olasılıktan korkmakta ve tedbir almaya çalışmaktadır. Şubat ayında Senato İstihbarat Komisyonu önünde ifade veren CIA Başkanı, Amerikanın güvenliğine karşı şu andaki en ciddi ve en yakın tehdidi, El Kaeda örgütünün oluşturduğunu söylemiştir. Bundan sonraki saldırının kimyasal, biyolojik ve hatta silah kullanarak yapılacağı endişesi yaygındır. Şubat ayında Senato Komisyonuna brifing veren CIA Başkanı, şu sıralarda Amerikan güvenliğine karşı ‘en ciddi ve yakın’ tehdidi, El Kaeda’nın oluşturduğunu söylemiştir. Bundan sonraki saldırının kimyasal veya biyolojik silah kullanılarak yapılacağı endişesi yaygındır. Ama asıl korkulan, El Kaeda’nın, nükleer cihaz kullanma olasılığıdır. Kenya ve Tanzanya’daki Büyükelçiliklere yapılan bombalı saldırılarla ilgili süregiden davada, savcılık tanıklarından biri, Bin Laden grubunun bir süre evvel, uluslararası silah karaborsasından, Sudanlı operatörler aracılığıyla 1.5 milyon dolar değerinde “weapons-grade” uranyum (yani atom bombası yapımında kullanılmaya müsait derecede ‘zenginleştirilmiş” uranyum) satın almaya kalkıştıklarını ama bu girişimin dumura uğratıldığını söylemiştir. (Newsweek 19 Şubat 2001, s.23)

  6. Bin Laden, iktisattan ne kadar anlar bilemiyorum ama, yukarıda “a” bendinde değinilen ekonomik dinamikleri ve etkileşimleri bir kerte daha ileri götürüp şöyle de düşünülebilir: Eğer “e” bendinde yazılanlar gerçekleşecek olursa, resesyon bir yana, küresel bir depresyon kaçınılmaz olacaktır.... Söz konusu depresyon ne denli derin olursa, zararlarını bir dereceye kadar telafî etmeye çalışacak olan uluslararası şirketler ve “küresel-kapitalistler AGÜ-halklarını o denli daha çok sömürmeye” çalışacaklardır. Böyle bir durum oluştuğu derecede, genelde zengin Batıya, ve özellikle Amerika’ya karşı duyulan kin ve infial, fakir-Müslüman halk arasında o denli yaygınlaşacak ve başta Suudi Arabistan, Mısır, Cezayir Endonezya gibi ülkeler olmak üzere Batı-yanlısı hükümetlere sahip Müslüman ülkelerdeki rejimler sallanabilecektir. (Bu; “c” ve “d” bentleriyle eklemleşen bir etkileşimdir.)

  7. Merkez Bankaları ve dünya bankacılık sisteminin elinde tuttuğu dolar ankesleri dahil, ABD’nin 10 trilyonu bulan dış borcu vardır. Eğer ABD yeterince sarsılırsa, dünya piyasalarında ABD dolarının diğer paralar karşısında değer kaybedeceğine dair bir kanı oluşup yaygınlaşabilir. Bu olursa, tüm özel ve tüzel kişiler, (Amerikalı kapitalistler de dahil) dolardan kaçmaya çalışacaklardır. Böyle bir “dolardan kaçış” bir kere başladı mı, doların ne denli ve ne kadar hızlı değer kaybedebileceğini ve böyle bir dinamiğin en nihayet nerede durulacağını tahmin etmek zordur. Böyle bir dinamiğin gerçekleşmesi neticesinde, hem ABD ekonomisi (ve de ABD’nin süper-güç statüsü) temelden ve çok ciddi bir şekilde sarsılacak; hem de küresel kapitalist-sistem büyük bir darbe yiyecektir... Bin Laden böyle düşünmüş olabilir mi? 15 Ekim’de TV ekranlarına yansıyan demecinde, “ABD sanıldığı gibi güçlü değildir. Allah’ın yardımıyla kafirleri yeneceğiz ve Amerikanın gücünü kökten sarsacağız” derken, acaba, Usame bin Laden, böyle bir gelişimin oluşması umudunu mu besliyordu? Sanmıyorum ama olabilir de... Çünkü zeki bir insandır; ve cahil de değildir. Üstelik iş-dünyası içinden çıkıp gelmiş; vakt-i zamanında, gençken, milyonlarca dolarlık ciro yapan babadan-miras bir müteahhitlik şirketinde uzunca bir müddet --Sovyetler Afganistan’ı işgal edinceye kadar-- çalışmıştır. Dolayısıyla paradan, kapitalden ve büyük şirketlerin ve spekülatörlerin davranış biçiminden anlar.

  8. Bin Laden, belki de bütün bunlardan evvel, şu stratejik hedefi gözetiyordu: Bu saldırı ile inançsız-materyalist Amerika’yı dehşete düşürecekti. Büyük kentlerde ve “taptıkları para-putuna diktikleri o gökdelenler”de, bundan böyle, Amerikalılar, artık kendilerini güvende hissedemiyeceklerdi. Bu; sadece Amerikalılara değil, para putuna-tapar hale düşmüş tüm materyalist-inançsız Batılı kapitalistlere bir mesaj olacaktı.

Usame bin Laden’in, şuur-altında neler olabilir, bunu (kendisi dahil) kimse bilemez. Ama izin verirseniz bir spekülasyon yapayım. Bin Laden çok özellikli biridir. Onu, “Afganistan’ın ücra bir dağında bir mağarada saklanan bir ‘adamcağız’” diye nitelemek çok yanlıştır. Yukarıda işaret ettiğim bazı özelliklerinin yanı-sıra cesurdur ve karizma sahibidir. Bugün, çoğu fakir ve “baldırı-çıplak” on-milyonlarca (belki de yüz-ikiyüz milyon) Müslüman onu bir cengaver, bir mücahit-komutan ve bir kahraman olarak görüyor. Çünkü, herşeyden evvel, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında, zevk-ü-sefa içinde yaşayabilmek için gerekli her türlü imkana sahip olmasına rağmen, bütün bunları elinin tersiyle itip; Afganistan’ın dağlarında, vadilerinde ve mağaralarında Sovyet ordularına karşı on yıl bilfiil savaşmış; yaşamını tehlikeye atmıştır. Belki, “şimdiki manyakça fanatikliğinin o zamanki yansıması da buymuş... ” diyeceksiniz. Olabilir, ama Bin Laden; Afganistan ve civarındaki halkın saygısını ve beğenisini, başlangıçta, bu sayede kazanmıştır. Karizmasını da, işte bu “duruş” ve “davranışı”na borçludur desem de -- bu tam doğru olmaz. Gerçi karizma; bu tür “duruş ve davranış” nedeniyle pekişir. Ama aslında, karizmanın daha derin ve soyut bir kaynağı vardır: Hayranlığı ve övgüyü hak-eden “o tür duruş ve davranış”ın sergilenmesini sağlayan kişisel özellikler ve “ruh”... Kısacası, Bin Laden, bu boyutlarda, tarihteki tüm “büyük” şahsiyetlere özgü bazı az-bulunur niteliklere sahiptir.23


Peki, böyle bir şahsiyetin şuur-altında yatan ve dolayısıyla, tanım gereği, kendisinin bile tam farkında olmadığı, özel (yani, toplumsal değil kendi-şahsına mahsus) bazı amaçları da olabilir mi? Olabilir.... Belki, stratejisi muvaffak olduğu takdirde, uzun vadede (diyelim ki 10-20 sene zarfında) Suudi Arabistan’da bir devrim olacağını; Suudi sülalesinin devrileceğini ve Kutsal Topraklarda hakimiyeti ele geçirecek yepyeni ve “arı” bir İslamî rejimin lideri olarak, halkın, kendisini başa geçireceğini ummaktadır. Böyle bir emel, onun zihninde şuur-üstüne çıkmış da olabilir. Daha da ötesi, belki çok daha “büyük” ve “çağ-açıp/çağ-kapayan türden bir gelişimi” hayalinde kurguluyor olabilir : Global çapta bir İslamî devrim... Kendi anlayışına uygun bir siyasî-İslam hareketinin, sadece Suudi-Arabistan’da değil, daha uzun vadede (diyelim ki 30-40 yıl zarfında) İslam dünyasının bir kısmında galebe çalması... Sudan, Somali, Pakistan, Bangladeş, Irak, Mısır, Cezayir, Endonezya gibi ülkelerin, birbiri ardına dominolar gibi devrilip “Bin Ladenci” rejimlere yerlerini bırakmaları... Daha sonraları, başka Müslüman ülkelerin bunları takip etmesi... ve hatta ve hatta, daha uzun vadede, Halife olmak... Hilafet’in yeniden ihdası”... Müslüman medeniyetinin, Bin Laden Halifeliğiyle başlayacak yepyeni bir evreye , bir yükseliş devrine girmesi...ve de, çok daha uzun vadede, materyalist kapitalist sisteme küresel çapta son verip, Allah ve iman üzerine kurulu bambaşka bir sosyo-ekonomik düzenin küresel çapta egemenlik kurması... Acaba Bin Laden’in şuuraltında buraya kadar giden hayalleri de mi var?
Olmaz-olmaz demeyin, olabilir: hayallerin sınırı mı var? Hayallerin sınırı yoktur ama sınırsız hayallerin ancak çok küçük bir kısmının gerçekleşmesini gerektiren, icbar eden, zorunlu kılan antropolojik-evrimsel-bilinçsel-fiziksel faktörler vardır. “Gerçekten büyük” olan adamlar ile, “tarihte büyük isim yapmış şahsiyetler olmakla birlikte ‘gerçekten büyük adam’ kategorisine girmeye hak kazanamayanlar” arasındaki fark da burada yatar: “Gerçekten büyük” olanlar, hem büyük hayaller ve vizyonlar sahibidir; hem de bu hayaller, gerçekleşecek olan yani gerçekleşmesi neredeyse mukadder olan “hayallerdir”. Tarihte isim yapmış olmakla birlikte “gerçekten büyük” olamayan öbürleri ise, cesaret, kendini feda edebilme, korkusuzluk, karizma, başkalarını etki altına alma, hitabet vesaire gibi “tarihteki büyük şahsiyetlere özgü birçok arzulanır niteliği” benliğinde toplamış olmalarına rağmen, Atatürk’ün deyimiyle, bedbahttırlar. Bazen kendilerini, bazen de kendilerini takip eden tüm bir milleti yıkıma götürürler—Hitler ve Mussolini örneklerinde olduğu gibi... Usame Bin Laden de bunlardan biri olabilir. (Mesela ben yanılıyormuşum; ve herif öbür gruba dahilmiş! Öyleyse n’olacak?!!!)
Belki şu da olabilir: Usame Bin Laden yukarıda betimlediğim türden “grand” düşleri, şuurunun çeşitli derinlikteki kademelerinde hayal-meyal beslemekte; ama şuuraltının en derininde, kendisini, bilincinde olmadan, bambaşka bir kadere doğru hızla sürmektedir: “Martyrdom”.... (Ne yapayım Hıristiyancası daha iyi oturdu. Bu sözcüğü “şehitlik mertebesi” diye çevirir bizim tercümanlar... Ama “martyrdom” sıradan şehitlik ile aynı anlama gelmez. Martyrdom, “din ve iman veya benzeri çok soyut ve çok yüce bir amaç uğruna veya Allah adına ve/veya hatta Allah’ın emriyle”, “bilinci-yüce bir kişinin”, “başka seçimleri de olmasına rağmen”, bunları reddedip, bile-bile yaşamını feda etmesi anlamına gelir... yani Hıristiyanlardaki “aziz”lik ile “bizdeki “şehit”lik kavramlarının bir bileşkesini ifade eder... ) Belki de, diyorum, Usame bin Laden’in şuuraltı onu işte böyle bir sona yönlendiriyor. Ne var ki, öldürüldüğü takdirde gerçek bir“martyr” olamayacak: çünkü, “martyrdom”un yukarıda verdiğim tanımındaki üç temel nitelikten sadece birine sahip: “başka seçimleri de olmasına rağmen bunları reddedip...” O ise, herhalde, söz konusu üç niteliğin üçüne de sahip olduğunu sanıyor... (Veya bu; benim şahsî kuruntum!!!)
Sanırım, öldürülebileceğini; ve, o takdirde, kendisini kahraman bir mücahit olarak niteleyen on-milyonlarca Müslüman kardeşinin gözünde “şehit”lik mertebesine erişeceğini sık-sık düşünüyordur... Kimbilir?... Belki de hem yukarıda tasvir ettiğim türden bir dünyevî-güç ve iktidar hülyasının hırsını, hem de buna benzer soyut-manevi bir yönelimi bir arada yaşıyor; ve aralarında bir tenakuz, bir çelişki görmüyordur. Kimbilir, belki de, Bhagavat Gita’da24, Krişna’nın Arjuna’ya, söylediği sözleri okumuş ve kendini Arjuna ile özdeşleştirip, o sözleri benimsemiştir: “Öldürmekten korkma! Çünkü, biliyorsun ki, öldürdüklerinin özleri (ruhları) zaten ölümsüzdür. Onun için savaş! Çünkü bu savaşta senin için mağlubiyet olamaz. Çünkü, eğer kazanırsan, tüm iktidar, güç ve haşmet senin olacak ve dünyevi krallıklar ayaklarının altına serilecek, senin emrine girecektir. Yok eğer bu savaşta ölürsen, bana gelecek ve Nirvana’ya ereceksin! (yani,” cennete gideceksin!)” Kimbilir; belki Afganistan’da kaldığı yıllar boyunca, Usame Bin Laden, orada Bhagavat Gita’yı da okuyup, o kutsal efsanenin özünü, İslamî fanatisizmle birleştirivermişti. Ne de olsa, Afganistan Gita’nın kaynağına coğrafi olarak pek yakın. Kimbilir, belki Hindu geleneğinden gelip, Gita’yı okumuş ve anlamış; ama sonraları, Sovyet işgali sırasında Müslümanlığı seçmiş bir “mücahit” vermiştir, taa 1970’li yılların ortasında, Gita’yı Bin Laden’in eline...(Kaderin cilvesine bak !!)
(Fırça: Ben size demedim mi, bu kutsal metinler tehlikelidir. Gizli tutmaz, ve onun bunun eline verirseniz böyle olur işte!!! :-)

Bazı tarihçiler, bazı politik analistler bireylerin psik’lerinin (psyche) dünyayı ve olayları şekillendirmede ne denli önemli rol oynadıklarını görmezlikten gelirler, kabul etmek istemezler. Katı Marksist analistler, kökten-dinciler ve sair bağnaz beyinler, bu bağlamda özellikle dogmatik ve basit düşünürler; ve dolayısıyla sığ kalmaya ve “insanlık” denen veya “insan türü” olarak adlandırılan ve, anlaşıldığı kadarıyla, belirli bir kadere doğru gürül-gürül ve artan bir hızla akan ve giderek artan bir kitle ve giderek artan bir enerjiyle koşan bu “tür”ün egzistansiyel macerasının, en renkli, en merak-uyandırıcı, en beşerî, en yürek-dolu boyutlarını tamamen ıskalarlar. Oysa, insanlığın ve insan türünün, belki yüzlerce milenya (binyıl) boyunca sürecek uzun macerası boyunca takip ettiği yolları, o yollardaki kilometre taşlarını ve yollar boyunca ilerlerken, ancak ışığı saptırmadan ve renklendirmeden ve köreltmeden göze ileten pencerelerden bakınca görülebilecek manzaraları açık-seçik bir şekilde algılayıp anlamadan seyahat etmek ve buna rağmen kalkıp ukalalık etmek... Bu da bir budalalık. Ve bu tür budalalık, çağımızda, bazen şovenizm, bazen ırkçılık, bazen Marksizm ve bazen kökten-dincilik maskesini taktığı gibi, bazen de bilim maskesini takarak sanki daha sık masquerde ediyor gibi... Bu da, “budalalığın küreselleşmesi” dediğim şeyin başka bir boyutu olsa gerek....!



4. SONUÇ: ...Tanrılar bile...
Sonuç-monuç yok!... Eğer, “Sonuç” adı altında, anlamlı ve yeterli-boyutlara sahip, ama üç-beş paragrafa sığabilecek kadar kısa bir özet yazmak mümkün olsaydı, “o zaman, bunca kelimeye ne gerek vardı?” diye sormaz mıydınız? Sormanız gerekirdi.

Sonuç-monuç yok!... Sonucu yazabilecek derinliğe inebilseydim eğer, veya o denli yükseklere çıkıp gerisin geriye dünyaya dönebilseydim; herhalde, bildiklerimi kimseciklere anlatmaya kalkışmazdım. (Çünkü bugüne dek, bilinci çok derinleşmiş kişilerden, bildiklerini insanlara anlatmaya kalkışanlardan çoğu; yüzyıllar sonra ortaya çıkan sonuçları bir görebilseydiler, herhalde çok pişman olurlardı.) Eğer öyle bir derinliğe varabilecek olsaydım (fat chance that you would!), sanırım, bu nedenle hiç sesim çıkmaz; belki tek bir kelime bile yazmazdım. Sadece yaşar, yapacağımı yapar ve bana bahşedilen zaman dolunca, giderdim... (Lâfa bak! Sanki başka seçeneği varmış da...)


Sonuç-monuç yok!... Eğer illa ki sonuç istiyorsanız, şunu yapmanız gerekir: Bulabildiğiniz tüm büyük romancı ve filozafları ve kutsal-metinlerin en iyilerini (ve de “Alfa Fonksiyonları”, ve “Anti-Fukuyama –Tarihin Sonu mu yoksa Ekonomik ve Ekolojik Yepyeni Kısıtlarla Açılan Yeni bir Tarih Evresi mi?” isimli yazılarımı{ayıp ettik; reklamlara girdik!}) dikkatlice okuyun; sonra da hemen meditasyona oturun. O zaman, belki, duyduklarınızı ve okuyarak edindiğiniz tüm bilgileri ve de, daha önemlisi, yaşayarak öğrendiklerinizin hepsini, ama hepsini, bir araya ve aynı anda koyabilir beyniniz... O zaman, kendiniz; zaten, belki benden daha isabetli sonuçlara varırısınız. Aksi takdirde, bu makalenin irdelediği konuda sonucun ne olacağını, hepimiz, gelecek 10-20 yıl içinde yaşayarak göreceğiz! Bu makalede irdelemediğim konulara gelince... Bunların sayısı çok büyük... ve çoğunu da yaşayarak da öğrenemeyeceğiz, maalesef.... Neden mi? Neden olacak, çünkü yaşam çok kısa da, ondan! 25

--- Son ---



(Son, aslında son DN’in sonunda.)
...... ...boşuna uğraşıp dururlar!

Goethe

1 11 Eylül saldırılarının nasıl yapıldığını açıklayan; bu saldırılara ilişkin üretilmiş komplo teorilerini özetleyen ve bunları çürüten bir makalem İşletme Finans’ın Ekim sayısında yayınlanmıştı. O makaleye, konuya ilişkin bazı noktalara değinmeye yer ve zaman kalmadığını yazarak son vermiştim. Bu metin, söz konusu makalenin bir tür devamı olarak addedilebilir.


2 Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, İİBF. İktisat Bölümü Öğretim Üyesi

3 Arogan : Gücüne ve/veya üstünlüğüne güvenerek istediklerini yaptıracağına inanan bir kişi veya toplumun, bu inancına dayanarak takındığı kibirli tavır ve karşısındakinin duygu ve hassasiyetlerini düşünmeden davranma biçimini niteleyen sıfat.


4 İntihar komandoları toplamının aslında 19 değil 20 olduğunu tahmin ediyorum. Birine ne oldu bilmiyorum. Ya vazgeçti; son anda korkup, hava-alanına gelmedi. Ya da....?

5 Meral Tamer, Milliyet Gazetesi 12 Eylül 2001.

6 Net Worth: Bir şirketin ; özel veya tüzel kişinin net “ederi” . “Varlıkları”nın toplam değerinden toplam yükümlülükleri çıkarıldığında kalan “net değer”.

7 “çatışma” : illa ki silahlı çatışma anlamında değil...

8 “deniyeceğiz”: Bu gibi sözcükleri kasten böyle yazıyorum. “Deneyeceğiz” değil, “deniyeceğiz”; yapamayacağım” değil, “yapamıyacağım” vs. deriz. Atatürk, Latin alfabesini getirirken fonetik bir yazı-dili amaçlamıştı. Onun için okunduğu, söylendiği gibi yazmalıyız. Aksi taktirde, 500 yıl sonra Türkçe de, İngilizce gibi, fonetik olmayan bir yazı diline sahip olur.

9 “Simbiotik” (sıfat). “Simbiosis” (isim); karmaşık bir sistemde, çeşitli element ve/veya faktörlerin, aynı istikamette ve birbirlerini destekler biçimde etkilerde bulunması neticesinde belirli bir sonucun ortaya çıkması.

10 Aslında, “İsa’nın Allah’ın oğlu” şeklinde nitelendirilmesi elbette bir mecazdır ve hiçbir Hıristiyan “Allah’ın “fizikman ilişkiye girdiğine” inanmaz. Eğer, Freud’un “Süperego, Ego, İd” teslisi, Dr. Eric Berne’nin yaptığı gibi “Ebeveyn-Yetişkin-Çocuk” üçlüsü olarak yorumlanırsa, bu mecaza “çağdaş bilimsel bir anlam” da yüklenebilir. Şöyle ki: Süperego, (veya “Ebeveyn”) bireyin toplumdan ve ebeveynlerinden alıp içerdiği ahlak sistemini, yasak ve tabuları, “yap ve yapma” emirlerini içerir. (Teslis’te “Baba”)... “İd” veya “Çocuk” (Teslis’te “Oğul”) ise, beşerî arzu, istek ve zaafları temsil eder. “Yetişkin” bu ikisi arasında “Arabulucu Güç” rolü oynar. (Teslis’te “Kutsal Ruh”). Bu çağdaş teslis yorumunda, Hz. İsa’nın “süperegosu”, ebeveynler, çevre ve toplumdan alınıp içerilmiş değil de, “tanrısal bir süperego”dur. (Öyle bir süperego dostlar başına diyemem: Öyle bir süperego’nun karşısında “şişman” bir “çocuk” ve “zayıf” bir “yetişkin” varsa, insan kesin tımarhanelik olur! )

11 Irk, din, milliyet, etnisite.. bu dört temel “aidiyat” halâ insanları eskisi kadar güçlü bir şekilde bölebiliyor; ilkel, çirkin ve bağlayıcı güçlerini bireyler ve toplumlara empoze etmeyi sürdürebiliyordu. En liberal, ve bireysel özgürlükleri en çok önemsiyen, ve bu tür farklılıkları en çok tolere eden ülkelerde bile, bu aidiyatlar, aşılmaz bariyerler teşkil edebilmektedir. Örneğin ABD toplumu; Yahudi lobisinin efsanevî gücüne rağmen, henüz hiçbir Yahudi’yi başkan veya başkan yardımcısı seçmemiştir. Keza hiçbir zenciyi de o makamlara getirmemiştir. Doğuya doğru gidildikçe bu tür önyargılar ve toplumsal bariyerler çok daha sert ve aşılmaz nitelikler sergilemektedir, kanısındayım. Belki ileride, uzun vadede her-şey, değişir.


12 Frustrasyon (isim): Bir insanın, doğal hakkı olan arzu ve isteklerini doyurmak için elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen, bazı iç veya dış faktörlerin etkisiyle “engellenmesi” neticesinde, o insanın girdiği ruh hali. Kızgınlık, öfke, düş-kırıklığı, depresyon, umutsuzluk, üzüntü vesaire bu “ruh hali”nin yansımalarıdır. “Frustrasyon” bu “yansımaların” kaynağı olan “ruh-hali”nin kendisini ifade eder.

13 “Yeni Ahit” (The New Testament) : Hıristiyanların kutsal kitabı. Yahudi ve Hıristiyanların kutsal kitapları hakkında bizim kafamız karışıktır. “Bible”ı, Türkçeye, İncil” diye çevirir; ve “İncil”i Hıristiyanların kutsal kitabı diye biliriz. Oysa “Bible”, yani herhangi bir Hıristiyan kilisesinde bulabileceğiniz “kitap”, hem tümYahudi Peygamberlerinin kutsal metinlerini içeren “Eski-Ahit”i hem de Hıristiyanların “Yeni-Ahit”ini ihtiva eder. Bible’ın ilk %77’si, “Genesis” ile başlayıp Zekeriya ve Malachi’nin “kitapları” ile biten 30 küsur Yahudi kutsal-metininden müteşekkildir: Bu “kitap”ların tümüne birden “Eski-Ahit” (veya “Eski-Akit”) denir. Bible’ın son %23’ü de, “Yeni-Ahit” denilen, Hıristiyan kitabıdır. İsa Peygamberin öğretilerini aktaran Yohanna, Luka, Matta ve Markus “incilleri” ise “Yeni-Ahit”in yarısından azını kapsar (gerisi St. Paul’ün yazılarıdır). Söz konusu dört “incil” (gospel), Türklerin “İncil” dediği Bible’ın, yani Yahudi artı Hıristiyan metinlerinin tamamının (hacim olarak) ancak %9.6 sını kapsar. Bir şeyin tamamın için de, sadece %9’luk bir parçası için de aynı sözcüğü kullanmak, elbette kafa karıştırır!


14 1967 savaşında , Suriye-Mısır ve Ürdün orduları bunu beceremedi. Ama bu demek değildir ki, eğer İsrail devletini yok etmek için, Araplar ileride bir kere daha birleşirlerse, gene aynı beceriksizliği göstereceklerdir.

15 15-20 veya 30-35 yıl sonra öyle bir noktaya gelindiğinde, eğer alternatif enerji kaynakları yeterince geliştirilmemiş ve füzyon gibi radikal bir enerji üretim teknolojisi icat edilmemiş ise, ABD ve Batı, bir yandan petrole duydukları ihtiyacın dayatmasıyla diğer yandan o zamana dek şimdiye kıyasla güçlenmiş ve palazlanmış ve de şimdiye kıyasla daha çok “birlik” içindeki 2- 2.5 milyarlık bir Müslüman kitlesine karşı zaaf içinde olabilir; ve o durumda İsrail’i ve Yahudileri kaderleriyle baş-başa bırakma anlamına gelen bir politika güdebilir. Eğer tarih böyle bir gelişme patikası izleyecek olursa, neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum; çünkü İsrail’in elinde şimdiden nükleer silah vardır ve....


16 Yahudilerin ünlü “Ağlama Duvarı” bu mabetten yerüstünde, arta kalan tek kalıntıdır.

17 Radyo-astronomi ve ses-reprodüksiyonunda “signal-to-noise”oranından (yani, “sinyal / gürültü” oranından) söz edilir: Bize lazım olan, kullanışlı olan ve asıl gerek olan ses-dalgalarının yanı-sıra “gürültü” de vardır. Bu ; istenmeyen ve işlevsel olmayan bir şeydir. Burada da mecazen aynen öyle: Örneğin, Filistin sorunun aslında “maddi” olan, toprak paylaşımıyla ilgili olan çelişkilerini, “dinsel-inançsal” ve etnik-kültürel “gürültü” daha da çözümsüz bir hale sokuyor.



18 Neden? Bu iddiamın altında yatan somut gerçekler ve bilgiler nelerdir, bunu burada yinelemek sayfalar alır. Okuyucu bu konuda, Ekim sayısında çıkan makaleme bakmalıdır.


19 Çekoslovakya ile hem Fransa’nın hem İngiltere’nin karşılıklı savunma anlaşmaları vardı. Yani, Çekoslovakya’ya saldırıldığı takdirde, bu antlaşma gereği İngiltere ve Fransa’nın harp ilan etmesi gerekirdi. 1938 yazında (Savaşın çıktığı tarihten tam bir yıl evvel) İngiliz başbakanı Chamberlein Münich’te Hitler ile buluştu; konuştu ve Hitler’e büyük bir taviz verdi: Naziler Sudetenland’ı (Çekoslovakya’nın kuzey-batısında Almanca konuşanların çoğunlukta olduğu bölgeyi) artık alabilirdi; bunu gerçekleştirmek için Nazi ordularının Çekoslovakya’ya girmesi durumunda, İngiltere ve Fransa, Çekoslovakya ile imzalanmış savunma paktının gereklerine uymayacaklardı. Chamberlein, Münih dönüşünde Londra’da, mutlu bir eda ile, “Hitler ile anlaşmış olduğunu; dünya barışının bir yüzyıl için kurtarılmış olduğunu” ilan etti. Birkaç gün sonra Nazi orduları Sudetenland’a girdi ve oradan da Prag’a yürüdüler. Çekoslovakya’nın tümü, tek bir kurşun atılmadan Nazilerin eline geçmişti.

20 Nitekim AA-11 sefer sayılı uçağı Kuzey Kuleye çakan Mohammed Atta, biletini internet kanalıyla almıştı.

21 “circumstantial evidence” (Kriminoloji) : Şüphelinin suçlu olduğunu ispat eden parmak-izi, DNA analizi vb.gibi su geçirmez kanıtlar olmamasına rağmen, mahkemenin aleyhte karar vermesini sağlayabilecek kantite ve kalitede bir dizi “mufassal ve ikinci derecede” deliller.

22 “default” : “A yapmış olamaz. B,C, D.....Y’ de yapmış olamaz. Geriye bir tek “Z” kaldı. Öyleyse, O yapmıştır.” Böylece varılan sonuçtan söz-ederken iş, suç veya herneyse DEFAULT ile z’nin üzerinde kaldı denir.

23 Şaştınız di mi? Onca sayfa boyunca size “Amerikan-yanlısı bu adam,” dedirten şeyler yazdıktan sonra, Bin Laden’i övmem eminim garibinize gitmiştir. Gitmesin. Çünkü ben, ideolojiler ve önyargılarla renklenmiş camlardan bakarak; mantığı ve gerçekleri serebellum-ardı eden argümanlar sunarak ve ideolojik mensubiyet nedeniyle hakikatten sapma gösteren analizler yaparak, yazmam.

24 Bhagavat Gita: Ansiyan (çok eski) ve manzum bir kutsal Hindu efsanesi. Kurgusu şu: İki ordu karşı karşıya gelmiştir. Çok büyük bir savaş çıkmak üzeredir. Savaşın nedeni paylaşılamayan bir “krallık”tır (yani, Dünya). Bir tarafta, şuurları derinleşmiş ve kendilerini aşmış olan ve adalet duygusunu ayakta tutan “haklı”lar, diğer tarafta ise alt-benlerine (egolarına, alt-çakra arzularına, hırslarına) yenik düşmüş ve adalet duygusunu kaybetmiş “haksız”lar saf tutmuştur. Efsanenin kahramanı, Arjuna, çok ünlü ve güçlü bir “okçu”dur; bir kshatriya’dır (muharip kast’a mensuptur.) Bilinci; yüksek bir şuur düzeyine de varmış bir cengaverdir, ve hangi safta yer alması gerektiğini çok iyi bilmektedir. Ne var ki, insanları öldürmenin günah olduğuna da derinden inanıyordur. O yüzden, “kalbinin” ve “görevinin” sesi arasında hareketsiz kalmıştır. Felç olmuş gibidir. Savaş ise başlamak üzeredir. İşte o noktada, “Bedenin, Duyuların ve Maddi-Evrenin Tanrısı” Krişna belirir ve Arjuna ile diyaloga girer. Verdiği mesaj, biraz fazla vulgarize edilmiş olmakla beraber, özde, yukarıdaki metindeki gibidir.

25 Şu Usame ile görüşmek isterdim. Neden mi? Şundan: Büyük olasılıkla öldürülecek. Öldürüldüğü zaman, eğer Allah katında gerçektenmartyr” sayılacak olursa, Allah’la “yüz-yüze gelme imkanı bulur. (Benim öyle bir şansım kesinlikle yok) O zaman, Usame’dan Allah’a şunu sormasını isterdim: “Tüm bilgiye ve tüm kudrete sahipsin: Öyleyse şu kullarına neden böyle kısacık bir yaşam veriyorsun ki? Şöyle 500-600 yıl yaşasalar n’olur sanki?!”

O..oh!.... Gerek kalmadı: Yanıt geldi! Diyor ki: “Sen ne biçim ekonomistsin yaa?? İnsanlara, bırak 500-600’ü, 200-300 yıllık yaşam süresi bahşetseydim eğer, (i) Dünya nüfusu şimdi kaç olurdu? (ii) O taktirde, ekolojik ve çevresel koşullar ve kaynak/insan rasyosu ne halde olurdu? (iii) Öyleyse, o zaman insanların ortalama refah durumu ve hali nice olur, şimdilerdeki yüz-milyonlar yerine kaç milyarlar açlıktan ölüyor olurdu?(....) Siz her bir boyutta hele biraz daha ilerleyin ve şu ilkel sorunlarınızı bir çözün, ve de daha cömert olup dünyalığınızı daha yoksullarla paylaşmasını öğrenin...ondan sonra şikayet ettiğin konu hakkında elbet düşünürüz” ...dediler!!! Ne diyeyim, her zamanki gibi kendileri haklılar!....



1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət