Ana səhifə

Tarihsel kapitalizmden güncel kapitalizme küreselleşme *Ersan ersoy


Yüklə 175.5 Kb.
səhifə1/2
tarix27.06.2016
ölçüsü175.5 Kb.
  1   2

Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları; 2008 Ersan ERSOY


TARİHSEL KAPİTALİZMDEN GÜNCEL KAPİTALİZME

KÜRESELLEŞME
*Ersan ERSOY
*İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü – MALATA

__________________________________________________________________________________________________________________________________________________
ÖZET
Kapitalizmin sürekli genişleme ve yayılma arzusu, küreselleşmeye önemli bir ivme kazandırmaktadır. Geç-miş dönemlerde görülen kaba kapitalizm, bu gün yerini ince stratejilerle işlenmiş güncel bir kapitalist anlayı-şa ve yapıya bırakmıştır. Günümüzde kapitalizmin daha farklı biçimlerde ve daha etkili olarak varlığını devam ettirdiği görülmektedir. Güncel kapitalizmin ortaya koymuş olduğu tüketim, kültürde ve geleneksel değerlerde önemli değişmelere sebep olmaktadır. Bu çalışmada kapitalizmin evrimsel çizgisi göz önünde bu-lundurularak, günümüz toplum yapısı üzerine olan etkileri ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Kapitalizm, Küreselleşme, Kültür Endüstrisi, Tüketim

__________________________________________________________________________________________________________________________________________________
GLOBALISATION: FROM HISTORICAL CAPITALISM TO ACTUAL CAPITALISM

ABSTRACT
The prolonged appetite of capitalism for expansion and propagation has given rise to an important acceleration in globalisation. The vulgar capitalism seen in the past seems to have given its place to an actual capitalist understanding and mentality which has been rehabilitated by delicate strategies in due course. Today it is more than obvious that capitalism continue to exist in various forms more efficiently compared with the past. The consumption caused by capitalism has come up with some important changes in cultural and traditional values. Given its evolutionary course of development, we have dealt, in this study, with its effects on the structure of our current society.
Keywords: Capitalism, Globalization, Cultural Industry, Consumption

__________________________________________________________________________________________________________________________________________________
1. GİRİŞ


Bir olgu olarak küreselleşmenin geçmişini, toplumların ilk olarak oluşmaya başladığı, kültürel iletişim ve etkileşim süreçlerinin gerçekleştiği za-mana kadar götürebiliriz. Mazisindeki bu derinliğe mukabil, insanlık tarihinin ilerleyen zaman koridor-larında, özellikle 16.yy’da modernleşme süreçleri ile birlikte yürüyerek mayalanma dönemi geçiren ve 19.yy’da kendisini belirgin bir şekilde ortaya koyan “kapitalizm” olgusu, esasında küreselleşme açısın-dan önemli bir dönüm noktasıdır.
Günümüzde küreselleşmenin mahiyetini, sı-nırlarını belirleyen, ona yön ve biçim kazandıran esas unsur, batı kaynaklı olan kapitalizmdir. Kapita-lizm, Batıda “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsin-ler” mantığı ile orta çağ sonrası aydınlanma, mo-dernleşme ve sanayileşme süreçleri ile birlikte orta-ya çıkan, daha sonraları ise hem iç, hem de diğer ülkelere yönelik dış sömürü hareketleri ile büyük ilerleme gösteren, görünürde serbest ama esasında tamamıyla akılcı bir kurgu ile bilinçli olarak örgüt-lenen piyasa sisteminin adıdır. Bu çerçevede kapita-lizm sermaye birikimine, çalışma birimlerinin en yüksek verimini ortaya koyacak rasyonel bir iş ör-gütlenmesini içeren üretime, tüketime ve piyasa faktörlerine dayanır.
Gerçekten de kapitalist zihniyet beraberinde rasyonel düşünceyi de getirmiştir. Ancak rasyonel düşüncenin doğuşu kapitalizmden binlerce yıl önce-ye dayanır. Kapitalizmin yaptığı rasyonel düşünceye yeni bir atılım gücü vermek ve onu belli bir doğrul-tuya yöneltmek olmuştur (Meriç, 1997a:42). Kalp ve gönül ile olan bağlantısı, zaten daha önceleri koparılmış bir aklın öncülüğünde, sosyal ve iktisadi hayat, yeniden oluşturulmuştur. Bu doğrultuda, akıl-cı bir şekilde örgütlenen kapitalist piyasa sistemi, manevi ve ölçülemeyen değerleri bile, “kâr” ama-cıyla metalaştırarak, insani ilişkilerin doğasını de-ğiştirmiştir. Buradaki sahnede görünen en parlak değerler ise ölçüsüz ve şuursuz bir kâr, bireycilik, bencillik ve çıkarcılık gibi sosyal bağları ve yapıyı kemiren olumsuz kıymet hükümleri olmuştur.
Kapitalizmin temelinde, dünya geneline hâ-kim olmak ve onu bağımlılık ilişkileri dahilinde adeta tek pazar haline getirmek arzusu ve stratejisi vardır. Bu da kapitalizmin küreselleşme ile kesişme noktasıdır ki; artık burada kuvvetli bir birliktelik sergilenir ve küreselleşme, kapitalizmin sırtından bütün dünyaya tesir eder. Kapitalizm ölçeğini bü-yüttüğü ve sınırlarını genişlettiği yerlerde küresel bir bağımlılık gerçekleşir. Bağımlılık sömürünün ger-çekleşmesi için önemli ve yeterli bir şarttır. Bu çer-çevede uluslar arası piyasa siteminin ağına takılan toplumlar ve ülkeler, çırpındıkça daha da kuşatıl-makta, mahkûm olmakta, sömürülmekte ve kader-lerini küresel güçlerin ellerine teslim etmektedirler.
Geçmişten günümüze küreselleşme süreci içerisinde her zaman kazananlar ve kaybedenler ol-muştur, ancak hiçbir dönemde bu kadar insaniyetten ve insani değerlerden uzak, tek taraflı ve küresel iktidar sahiplerinin lehine işleyen bir sömürü düzeni olmamıştır. Bu özellikleri itibariyle günümüzde tü-ketim toplumu içerisinde ve popüler kültürün illüz-yonist çizgisinde örgütlenen küresel güncel kapita-lizm, gayrı insani, gayrı ahlaki, gayrı manevi, gayrı hissi, gayrı ciddi, gayrı.. bir şekilde işlemesiyle, yaşadığımız dünyanın rengini değiştirmekte ve onu karanlık koridorların içerisine hapsetmektedir.
2. KAPİTALİZMİN DOĞUŞU HAK-KINDAKİ MÜLAHAZALAR
Wallerstein, kapitalizm kelimesinin kapital’ den türediğini belirtmektedir. Bu sebeple de serma-yenin kapitalizmde kilit bir faktör olduğunu kabul eder. Buradan hareketle “kapitalizmi birikmiş zen-ginlik” olarak tanımlamaktadır. Fakat burada belir-tilmesi gereken husus, Wallerstein’ın tarihsel kapita-lizme yüklediği mana farklılığıdır. Zira kendisine göre tarihsel kapitalizmde sadece para biçiminde tüketim malların stoku, makineler, ya da maddi şeyler üzerinde izin verilen hak talepleri değildir. Tarihsel kapitalizm, emeğin tüketimine dayanmakta, sermayenin kendini büyütmek için, sistem içerisinde yeni yollar ve kanallar bulmasını, metalaşmayı da içermektedir. Kısaca Wallerstein, kapitalizmin tarih-sel gelişmesinin her şeyi metalaştırma yönündeki bir çabayı getirdiğini belirtmektedir (Wallerstein, 2002: 11-13). Wallerstein’ın da ifade ettiği bu süreçte, insanın yaptığı eser, adeta insana hakim olmaktadır. Bütün insan münasebetlerini eşyanın arkasında görmek ise yabancılaşmanın ilki ve en korkuncudur (Meriç, 1993:208). Yaşadığımız çağın en önemli toplumsal ve insani problemi de budur.
Tarihsel kapitalizmin doğuşu uzunca bir za-man dilimi içerisinde çeşitli toplumsal gelişmeler ni-hayetinde gerçekleşmiştir. Batı toplumlarında, feo-dal sistemde geçimlik düzeydeki ekonomiden, kâr amaçlı mübadele ekonomisine geçiş, yüz yılları al-mıştır. Dönüşümde temel dinamik, 10.yy da kısa ve uzun vadedeki ticaretin, savaşlar sonucunda canlan-masına dayanır. Ticaretin yayılması eski veya yeni şehir merkezlerinin büyümesine ve mesleki uzman-laşmanın daha da yüksek seviyelere ulaşmasına sebep olmuştur. Bütün bunların yanında 11.yy’dan 14.yy’la kadar belki de iki katına çıkmış olan nüfus-taki artış, kapitalist sektörün gelişmesine büyük etki yapmıştır. Böylece bu durumda daha fazla kişi, daha fazla yiyeceğe ve ürüne ihtiyaç duyduğu bir ortam meydana gelmiştir (Landes, 1995:8-19). İlk dalga-lanmadan sonra artan nüfusla birlikte, 1315–1317 yıllarında Avrupa’da korkunç bir şekilde kıtlık ve açlık yaşanmaya başlamıştır. Arkasından gelen 1337’deki yüz yıl savaşları ile birlikte Avrupa, sar-sıcı bir şekilde ekonomik bir tükenişi yaşamıştır (Gimpel, 1997:1-17). Bu dönemin genel bir manza-rasını Gimpel, Flandre’da yaşanan kıtlıkların tarih-çesini tutanlardan Saint Martin Başrahibinin ifadelerine dayanarak şöyle tasvir etmektedir;
Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarladaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi, çoğu yerlerde yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı. İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok insan ölü-yordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu…
İrlanda da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk kilise avluların-daki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler… Polonya ve Sibirya gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve yamyamlığın hala gündemde olduğu söyleniyor. Anne-babalar çocuk-larını, çocuklar anne-babalarını öldürdüler ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan kapışıldı.” (Gimpel, 1997,200-2001).
Bunu takip eden yıllarda 1348-1344’de sal-gın olan veba, büyük bir ekonomik ve sosyal buh-ranın yaşanmasına sebep olmuştur. Halkın üçte birini kaybeden Avrupalı, şiddetli bir emek sıkıntısı çekmiş ve ticaret endüstrisi kötüye gitmiştir. Bu dönemde kıtlık, savaş ve veba ile nüfusunun önemli bir bölümünü kaybeden Avrupa’da, hayatta kalanlar ayrıcalıklı hale gelmiş, miraslar ve geniş, verimli topraklar az sayıda insanın elinde kalmıştır (Brau-del, 1993:17-18). Belli belirsiz ve düzensiz olan bu ilk dalganın veba ile kırılmasından sonra, yeni ve düzenli bir büyüme dalgası başlar ki o da yeni dün-yaya doğru bölgesel yayılmacılık ve sömürü hare-ketleridir. 15.yy’lı ifade eden bu iyileşme dönemin-de iktisadi ve siyasi müesseseler düzenleniyor, mer-kezi monarşiler kuruluyor, gemi yapımında önemli ilerlemeler gerçekleşiyor, ticaret canlanmaya başlı-yordu. Ulaşım maliyetlerinin düşmesi ile birlikte yeni bir tüccar sınıfı da doğmaya başlıyordu (Ro-zenberg, 1999:54-55). Bu süreçte, coğrafi keşifler ile yeni ticaret yollarının bulunması, kara ve deniz ulaşımında meydana gelen ilerlemeler, Avrupa’nın dış dünyaya açılmasına yol açmış ve daha sonra Amerikanın işgali gerçekleştirilmiştir.16.yy’da işgal edilen yerlerde, özellikle de Amerika ve Afrika’dan, altın ve gümüş transferi yapılmıştır. Bollaşan altın ve paranın sirkülâsyonu ve transferi ile birlikte para-nın değeri de düşmüştür. Bu dönemde işçilerin üc-retlerinin aynı kalması, onların alım gücünü düşür-müş ve tüccar sınıfının daha çok kazanmasını sağlamıştır. Diğer taraftan baharat, ipek, pamuk gibi hammaddeler de doğudan temin edilmiştir (Landes, 1995:8-59). Bütün bu serüvende, bir yandan ham-madde ihtiyacı ile dünyadaki diğer bölgelere bağım-lı olan ve bağımlılığı neticesinde küresel bir sömürü gerçekleştiren tüccar ve sanayici kişiler, diğer yan-dan da kendi toplumlarının insanlarını kendilerine bağımlı bir hale getirmiş ve sömürmüşlerdir.
Batı dünyasında bahsettiğimiz bu süreç ile şekillenmeye başlayan kapitalizmin, doğuşuna yö-nelik en önemli atıflar, Weber’e dayandırılmaktadır. Weber’e göre kapitalizmin doğuşu, Batının değerler kompleksi içerisinde yer alan, Protestanlık inancı-nın, rasyonel bir riyazet çerçevesinde, meslek haya-tına uygulanması sayesinde gerçekleşmiştir (Weber, 1985). Bu mezhebin, meslek ahlakı haline dönüştü-rülen, çalışmayı ve dünya nimetlerinden faydalan-mayı teşvik eden değerleri, bireyi azim, sebat ve disiplinli olma doğrultusunda yönlendirerek, elinde-ki kaynakları ve imkânları, en uygun ve akılcı bir şekilde değerlendirme yoluna sevk ettiği öne sürül-mektedir (Giddens, 1992:24-24).
Batı toplumlarında terakkinin son safhası olan sanayileşmeyi ve kapitalizmi doğuran yegâne faktör olarak kabul edilen Protestanlık değerleri (Braudel, 1991:14) konuyu izah etmekte eksik kal-maktadır. Sabri Ülgener, Weber’in tek taraflı olan bu yaklaşımına karşı çıkar ve onu hatalı bulur. Ken-disine göre bu hatanın temelinde, bir metot yanlış-lığı vardır ve bizim çok da yabancısı olmadığımız bir şekilde; tarihi kültürel unsurların üzerinde diğer faktörlerin etkisini görmezden gelerek, onların içya-pılarında tutarlı olan unsurları, ideal tipler olarak takdim etmek isteği bulunmaktadır. Weber’in, ha-masi bir tavırla idealize ettiği yapıyı ve insan tipini, gerçeğin dışına taşırarak, büyük bir ustalıkla mevcut yapıya uygulaması, onun en önemli eksik yönüdür. Zira Weber’in uyarlamadaki bu ustalığı, başka dinler söz konusu olunca ileri götürmediği ve yarım bıraktığı görülmektedir. Bu noktadaki diğer dinlere ve İslamiyet’e müracaat ise onların öz varlığı ile tanımak değil, daima zıt bir istikamette batıyı daha iyi tanıyabilmek, sınırlı maksada bağlanmaktan kaynaklanır (Ülgener, 1981:50).
Konuyla alakalı Weber’in bu maksatlı meto-dolojik hatasının yanında, onu esas alarak kapitaliz-mi açıklayanların maksatlı amaçları, aslında kapita-lizmi, yarattığı vahşetinden soyutlamak ve onu ma-sumlaştırmaktır. Hıristiyan dünyasının destancısı Weber’in, Protestan ahlakını öne sürmesi, esasında kapitalizmin olumsuz taraflarını kapamaya çalışma gayretlerinden başka bir şey değildir. Meriç’e göre “İnsanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bu ahlak, kapitalizmin cinayetleri ve adilikleri üzeri-ne örtülen bir şal” (Meriç, 1997b:185-186) hükmün-dedir. Gerçektende Hz. İsa’nın getirmiş olduğu diğerkâm ahlakı ve inancı ile kapitalist zihniyetin ortaya koymuş olduğu her türlü sömürüye dayalı olan anlayışın, bağdaşması mümkün değildir. Bu tür açıklamalar ve fikirler, esasında insani özelliklerden feragat etmiş vahşi kapitalizmin, masumiyet kılıfına sokulması gayretlerinden başka bir şey değildir.
Ayrıntılı olarak incelendiğinde, Weber’in çö-zümlemelerinde Protestanlık, burada mevcut ve işleyen trende ahlaki desteği sağlayan bir yapı olarak ileri sürülür. Yani o aslında bir eklemleme çabasının mahsulüdür. Zira dönem tahlilini içeren, Almanya ile ilgili bir pasajda, Protestanların Kapita-list değil, kapitalistlerin Protestan oldukları ifade edilmektedir (Löwy, 1999:72-73). David Landes’e göre de kuzey Avrupa’nın ticari başarısını Protes-tanlık üzerine kuran bu tez eksiktir. Çünkü Protes-tanlık otomatik olarak kapitalizme yol açmadı, onun esas önemi, Katoliklerin hayli katı kurumlarının ve ayinlerinin empoze ettiği engelleri ortadan kaldır-mak oldu. Bu yönüyle kapitalistleşmeye başlamış bir toplumda yeni değerlerin yayılması kolay olmuştur. Tutumlu olmak, çok çalışmak ve birikim üzerine Protestan vurgunun hiç bir içsel, teolojik nedeni yoktu; fakat bu vurgu, kapitalist endüstrinin gelişmekte olduğu bir toplumda dinin doğal sonu-cuydu (Landes, 1995:13-53).
Modernliğin kapsamlı bir eleştirisini yapan Alain Touran da, Weber’in öne sürdüğü bu sava karşı çıkar ve bu savın iki önemli soruyu cevap-lamakta yetersiz kaldığını belirtir. Bunlardan birin-cisi tarihseldir. Kapitalizmin doğuşu Protestan olan ülkelerde değil öncelikle Katolik ülkeler olan İtalya ve Flandre’da doğmuştur. Yine en katı Calvinciliğin yaşandığı ülkelerde iktisadi gelişmelerin yaşanma-ması, savın çelişkisidir. Zira Calvinci İskoçya, uzun süre Anglikan İngiltere’sinin gerisinde kalmış, ku-zey ülkeler uzun süre az gelişmişliği yaşamış, Ams-terdam ise kapitalist dünyanın doruğuna çıkmıştır. İkinci soru ise acaba belirli bir iktisadi davranışın ortaya çıkmasını sağlayan iman mıdır? Ancak reform tarafından dönüştürülen dünya içerisinde çilecilik ile yüklü bir dinsel ruhun “dünya malına ilgi duymama” düsturuyla, nasıl olurda ticarete ve kâra adanan bir hayat ile bağdaşabildiği (Touraine, 2000:40-41) önemli çelişki noktalarıdır.
Mevcut sürecin başlangıcı ve buna yönelik tartışmalar bir kenara koyacak olursak, kapitalizmin dayandığı bazı temeller söz konusudur. Kapitalizm aslında uluslar arası kaynak ve fırsatları kullanmakla ve onları sömürmekle hayatta kalır. Bu noktada dün-ya geneline yayılan büyük tekellere dayanmaktadır (Braudel, 1991:100-101). Kapitalizmin bu şekilde küresel olması, hammadde akışının dünyanın dört bir etrafından gelip ve dünyanın dört bucağına git-mesini ifade eder. Bunların haricinde kapitalizm, geri beslemeyi destekleyebilmek ve sistemin işleye-bilmesini sağlamak için, maddi hayat ve piyasa ekonomisinden oluşan ikili bir yapılanma üzerinde durur. Bu ortam içerisinde kapitalistin ilk özelliği egoizme saplanmış olmasıdır. Ama bu durum kapi-talist ideologlara göre insanlığın menfaatinedir. Ka-pitalizmde iki çeşit değer vardır. Bunlar:1- Bir eşya-nın belli bir ihtiyacı karşılamasından doğan değer (kullanım değeri) 2- Mübadele değeri. Kapitalist için üretimde mübadele değeri daha önemlidir. As-lında değeri doğuran insan emeğidir, ancak bu unutulur, fiyat tamamen mücerret bir değer olarak gösterilir (Meriç, 1993:207). Kapitalizmin değerler levhasında, görüldüğü üzere maddi karşılığı ve faydası olan bir şeyin değeri vardır. Yani insan çıka-rı ve yararı olan şeye değer vermelidir. Çıkarcı ve faydacı bir zihniyetle örülmüş sosyal ilişkiler siste-minde insan, karşısındaki nesne veya kişileri ancak kendisine sağlayacağı fayda ölçüsünde değerli olarak görür.
Tarihsel kapitalizm, ortaya koyduğu sömürü ve üzerindeki alın teri, gözyaşları ve kan lekesiyle birlikte, sanayileşmenin ilk yıllarından başlamak üzere batının iktisadi yönden kuvvetlenmesine ve gelişmesine sebep olmuştur. Bu kapsamda iktisadi gelişme, beraberinde teknolojik ve bilimsel gelişmeleri de getirmiştir. Dünya üzerindeki sanayiye dayalı kaynakların tükenmesi, teknolojinin imkânları kullanılarak yeni kaynak ve sömürü arayışları, kapitalizmin seyrinde de yeni bir sayfayı aralamıştır. Bu süreçte, kapitalizm kendini yenilemiş, güncelleştirmiş; bir yandan küreselleşme içerisinde teknolojik imkânlardan da faydalanarak kendini güçlendirmiş ve genişletmiş, diğer yandan kültürü ve insani değerleri, sanayiye katarak piyasa için yeni kaynak sahaları açmıştır. Böylelikle güncel bir hal alan kapitalizm, günümüzde kendisine insanı ve kültürü konu olarak almasıyla, insancıl bir karakterdeymiş gibi gözükürken, esasında aldatmaları, pırıltılı barbarlığı, oyalayıcılığı, içi boş parlaklığı, israfı ve yeni bir tüketim köleliği getirmesiyle birlikte, en büyük hançeri insana ve insani değerlere saplamıştır. Güncel kapitalizmi ortaya çıkaran en önemli yapı ise kültür endüstrisi olmuştur.
3. KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ VE GÜN-CEL KAPİTALİZMİN ÖZELLİKLERİ
Sanayileşme sonrası toplumlarda teknoloji ve kitle iletişim araçlarında meydana gelen gelişmelere paralel olarak, kitlelere belirli amaç ve düşünceler doğrultusunda yön ve biçim vermek daha kolay bir hal kazanmıştır. Kapitalist sistemin ve zihniyetin amaçları için, hayatın her alanında, kâr maksimizasyonunu elde etme ve kitleleri belirli düşünce ve davranış biçimi içerisine sokma hedefi; bu yapıyı elinde bulunduranları yeni, farklı arayışlar, yöntemler ve motifler üretme çabası içerisine sokmuştur. Bu süreçte kültür ekonomiye konu edilmiş,(Robertson, 1998:103) kitleler için üretim artık kültür simsarları tarafından belirlenir olmuştur. İşte kitle iletişim araçları ve tüketim toplumu kurallarının, kol kola verdiği böyle bir ortamda, kültür endüstrisi doğmuştur. Doğan bu endüstri ise oluşturulan malları ve değerleri inşa etmekle kalmıyor, aynı zamanda pazarlamasını ve dağıtımını da gerçekleştiriyor.
Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkmasından sonra kültürün kendisinin de bir endüstri haline geldiği savına dayanan Frankfurt Okulu temsilcileri, “Adorno, Horkhaimer, Marcuse” popüler ve kitle kültürü yerine, kültür endüstrisi kavramını kullanmışlardır. Dünün liberal kapitalizmi bugün yerini örgütlü kapitalizme bırakmıştır. Frankfurt Okulu, kitle kültürünü anti demokratik olduğu için, popüler kültürü ideolojik olduğu için beğenmemektedir (Özbek, 1991:85). Kitle kültürüne popülerin ticari tanımına dayanarak karamsar ve olumsuz bir tavır alan eleştirel yaklaşımlar, kitle kültürünün insanları güdüp yönetme niteliğini öne sürmektedirler.
Kültür endüstrisi tarafından kitlelere dönüştürülen, edilgen durumdaki insanların belirli yönlerdeki manüpilasyonları, onlarda değerlerin çöküşüne ve kültürel zevk kalitesinin düşüşüne sebep olmuştur. Burada insanların kültürel ihtiyaçları tatmin etmek için değil faydalanmak ve sömürmek için oluşturulmaktadır (Swingewood, 1996:145-148). Neyin daha çok arzu edileceği ve tüketileceği ise birey tarafından değil, endüstri içerisindeki iş örgütlerince belirlenmektedir (Atiker, 1998:65). Gerçekten de günümüz toplumlarında, insanların sosyal çevrelerini yorumlamak ve onlara tepki göstermek için kullandıkları imgeler, simgeler ve söz dağarcıklarının büyük bir bölümünde, kültür endüstrilerine bağımlı olduğu görülmektedir (Murdock, 1997:74). İletişimin anlatma, anlama ve yorumlama özellikleri dikkate alındığında, insanların düşünce, inanç ve değerlerinin ne kadar kültür endüstrisine bağlı olduğu ve bunun da nasıl iyi kullanıldığı görülecektir.
Kültür endüstrisinin işlediği bir süreçte, her hangi bir ürün, ne denli fazla tüketiciye ulaşırsa, kültür fabrikası içerisinde süreçler tarafından her hangi bir ürün ne denli, daha fazla yeniden üretilebilirse, bu ürünün ekonomik geri dönüşü de o denli büyük olur. O yüzden ürün toplumsal farklılıkları reddedip, insanların ortak paydalarına hitap etmek zorundadır. Yine kültür endüstrilerinin ekonomik ihtiyaçları var olan toplumsal düzenin disipline sokucu ve ideolojik ihtiyaçları ile eşit düzeydedir, dolayısıyla da bütün kültürel metalar merkezleştirici, disipline edici, hegemonyacı, kitleleştirici, metalaştırıcı özelliklere sahiptirler. Ancak özgül bir meta, popüler kültürün bir parçası olacaksa, direnişçi ya da sıyrılmacı kullanımlar ya da okumalar için fırsatlar sunması, bu fırsatların da kabul görmesi gerekmektedir (Fiske, 1999:40-45). Örneğin popüler bir giyim tarzı olan blue jean’de, yapılan değişikler ile birlikte yırtık, zincirli veya yamalı gibi yeni biçimlerinin ortaya çıktığı görülebilmektedir.
Kültür endüstrisinin oluşturduğu bu ortamda, tüketim bir ahlak olarak kabul edilmektedir (Harman, 2000:157). Her türlü tüketim faaliyeti aslında bir kültürel üretim faaliyetidir. Estetik olarak tüketilen bu ürünler (Jameson, 2000:41) ile birlikte hemen anlam üretilir. Çünkü satış sonunda metanın, dağıtım ekonomisindeki rolü sona erer, ama bu kez de kültür ekonomisinde çalışmaya koyulur. Metanın patronlar için çalışması bittiğinde, kapitalizmin stratejilerinden koparak, gündelik hayat kültürünün bir parçası haline gelir. Fiske’e göre geç dönem kapitalist tüketim toplumundaki, her kes bir tüketicidir. Tüketim ister maddi-işlevsel (yiyecek, giyinme, ulaşım) isterse de gösterge bilimsel-kültürel (medya, eğitim, dil) olsun, hayat kaynaklarını ele geçirmenin tek yoludur. İşte hayatın her alanında tüketilen nesneler, günümüz toplumunda bir anlamı beraberinde taşımaktadır. Örneğin araba sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda konuşma hareketi, yemek pişirme yemek hazırlama hareketi değil aynı zamanda bir iletişim kurma yoludur. Bu özellikleri itibariyle Fiske, geç dönem kapitalizmin bütün metalarının aslında “kendileriyle konuşulacak birer eşya”(Fiske, 1999: 48-49) olduğunu belirtmektedir. Wallerstein da bu süreçte yaşanan metalaşmanın, kapitalizmin tarihsel çizgisiyle yakından alakalı olduğunu ve sadece tüketim değil, üretim süreçlerini de kapsadığını belirtmektedir (Wallerstein, 2002:12-13). Ayrıca metalaşan bu piyasadaki değer akışı ise merkezden çevreye doğru bir rotada ilerlemektedir.
Kültür endüstrisi içerisinde, kendine özgü bir yapısıyla işleyen piyasa, önemli bir yere sahiptir. “Piyasa çerçevesinde, anlamlar ve anlamlı yapılar uzmanlar tarafından üretilir ve maddi tüketim için mübadeleye sokulur. Bu süreç, üreticiler ve tüketiciler arasında bakışımsız, az yada çok merkezileştiren ilişkiler kurar. Piyasa aynı zamanda yayılmacı yapısına daha çok kültürü bir bütün olarak katma çabası içindedir. Birbirleriyle rekabet halindeki aracı piyasa kurumları, yeni talepler yaratmak için sürekli yenilik yapma yoluna giderler.”(Hannerz, 1998:145) Piyasa içerisinde ise hacimleri gittikçe büyüyen ve adeta birer devletçik olan uluslar arası büyük şirketler hâkimdir. Bu şirketler bazen çok uluslu ortaklıklara girişerek, uluslar üstü bir karakter de taşıyabilmektedir.
Ancak, Chomsky’e göre bu şirketlerin çoğalıp yayılmasıyla oluşan, piyasanın canlanması veya piyasanın zaferi denilen şey aslında totalitarizmin ta kendisidir. Merkezden kumanda edilmekte olan bu şirketlerin, idarecilerin, kanun koyan ve yargılayan birimlerin bir arada olduğu totaliter kuruluşlar olmalarının yanında, propaganda ve zihinlerin kontrol edilmesi konusunda derin bir iç bağlantıya sahiptirler (Chomsky, 2001:114). Gerçekten de serbest piyasa içerisinde yer alan ve gittikçe de büyüyerek küresel ağ içersisinde önemli bir yaygınlık kazanan büyük şirketlerin demokrasiyi tehdit edici bir özelliği vardır. Zira bunlar ülke içerisindeki etkileri ve ekonomik gücü ile “küçük hükümetçikler” olarak değerlendirilmektedirler. Dahl buna “poliarşi” adını vermektedir (Dahl, 1993: 278).
Gelişen süreçte piyasalarda yeni bir takım yapılanmalar ve yeni stratejiler ortaya çıkmaktadır. Piyasalarda, ulusaldan ziyade küresel sermaye birikimlerini denetleyen, uluslar üstü sermayeyi, dünya üzerindeki hatırı sayılır üretim araçlarının sahibi uluslar üstü şirket ve özel finans kurumlarını temsil eden yeni bir “Uluslar Üstü Sermaye Sınıfı” (USS) ortaya çıkmıştır. Küreselleşmeyi hem bir hayat, hem de bir yönetim biçimi olarak gören bu sınıfın insan tipini Jhon Mickelthwait ve Adrian Wooldridge, “kozmokrat” olarak tanımlamakta-dırlar. Küresel egemen sınıf olarak belirttikleri bu kozmokratların, ünlü okullardan mezun, dijital vatandaş denecek kadar teknolojiyle özdeş, New York-Londra uçağının “Busines Class’ ında (Ekonomi Patronları) sık sık görünen kişiler şeklinde tarifleri yapılmaktadır (Mickelthwait, 2000:60-61).
İşleyen bu küresel süreçte piyasalardaki kapitalizm, aşama aşama uluslar üstü bir şekil aldığı görülmektedir. İlk aşamada, her şeyden önce üretim süreci küresel olarak tasarlanmakta ve ulusal üretim yapılarının, uluslar üstü entegrasyonu sağlan-maktadır. İkinci aşama ve değişiklik, uluslar arası sınıf oluşumundan, uluslar üstü sınıf oluşumuna geçiştir. Önceki dönemlerde sınıflar ve guruplar arasındaki ilişkiler ulus devletler dolayısıyla gerçekleştirilirken, yeni uluslar üstü süreçte ulus devlet, kapitalizmin örgütlenme temeli olmaktan çıkmış, kazanan ve kaybeden yeni bir küresel sınıf bölünmesi yaşanmıştır. Başka bir aşama ve strateji, dünyanın coğrafi temelde, Kuzey-Güney, Merkez-Çevre ve Birinci-Üçüncü Dünya biçimindeki ayrılmalarının gittikçe azaltılmasıdır. Diğer bir aşama da uluslar üstü sermaye sınıfının, karşısındaki sınıfların etkisini kaybettirecek derecede güçlen-dirilmesidir (Kozanoğlu, 2002: 56-57).
Günümüzde bu çerçevede faaliyet gösteren uluslar arası şirketlerin, farklı özellikleri vardır. Eski çok uluslu şirketler değişik ülkelerde, ürünlerini o ülke piyasalarına göre ayarlayarak çalışıyor iken, günümüz küresel şirketleri, bütün dünya tek bir pazarmış gibi hareket etmektedirler. Yine bu şirketler başsız ve devletsiz olma stratejisini benimseyerek, bütün dünya tüketicilerine eşit uzaklıkta olmaya çalışmaktadırlar. Hatta bazen yerel kimliklerden de faydalanmakta, onları yerinden söküp alarak dünya piyasa sistemi içerisinde yeniden ambalajlamaktadırlar. Bu durum sözde dünya kültürü, farklılık ve özgünlüğe verilen yeni bir değer olabilir, fakat aynı zamanda önemli bir kâr unsuru olduğu da gözden kaçmamaktadır (Morley-Robbins, 1997: 153-157).
Gerçekten görüldüğü üzere bugün kapitalizm sömürüsünün farklı ve daha şiddetli bir versiyonu hüküm sürmektedir. Bu versiyonun en önemli özel-liği, insanların farkında olmadan sömürü sistemine katılmaları ve adeta bu ortamda sarhoş bir şekilde yarı baygın dolaşmalarıdır. Piyasadaki tüketim temposuna kapılarak büyülenen bireyler, malların ve eşyaların peşinden koşarak, ömürlerini harcamakta-dırlar. Bugün geçmişte yaşanan kapitalizmin doğur-duğu köleliğe karşın, günümüzde; kişiliğini ve kim-liğini ürünlerin imajı altında bırakarak yaşayan, bir üründen diğerine koşuşturan stratejileriyle popüler kültürün ve tüketim toplumu unsurlarına bağımlı olarak yaşayan insanların bir köleliği söz konusu-dur. İşte bu gün belirttiğimiz şekilde, yine efendilik ve kölelik olgusu sürmekte, sadece kavramların mahiyeti değişmektedir. Bu gün efendilik insandan eşyaya doğru kayarken, kölelikte tek bir efendiye değil de, eşyadan insana uzanan süreçte, kültür endüstrisinin cilalayıp makyajladığı, paketlediği, zamanın pek çok efendisine yönelik olmaktadır.
  1   2


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət