Ana səhifə

T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Yüklə 3.91 Mb.
səhifə17/56
tarix26.06.2016
ölçüsü3.91 Mb.
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   56

Ehl-i Bid’at:

“Ehl-i bid‘at” kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhepler ve gruplar anlamında kullanılır. Buna göre ehl-i bid‘at terimi, Ehl-i sünnet teriminin karşıtıdır. Ğâliyye, Bâtıniyye, Yezîdiyye gibi ehl-i bid’at olan mezheplerin bir kısmı, görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışına çıkmışlardır. Bir kısmı da Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmektedirler fakat görüşleri farklı diye tekfir edilmezler, görüşlerinin yanlış olduğu ifade edilir. Bunlar ehl-i kıbledirler ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciye, Mu‘tezile, Şîa gibi.

Ehl-i sünnet dışında kalan fırkalar, inanç konularında Resûl-i Ekrem ve ashap döneminde bulunmayan ve genel çizginin dışında kalan birtakım yeni görüşleri ortaya atıp tartışma başlattıkları için Ehl-i sünnet’e mensup çoğunluk tarafından "ehl-i bid‘at" ve "mübtedia" adıyla anılmışlardır. Ehl-i bid‘at’a, akaid konularında kendi beşerî düşünce ve meyillerine uydukları için "ehl-i ehvâ", birtakım sapık görüşlere saplanıp, dosdoğru yoldan ayrıldıkları için "fırak-ı dâlle" veya "ehl-i dalâl" de denilmiştir. Temel konularda dahi fikir birliği içinde olmayan, bazen birbirleriyle çelişen görüşler ileri süren bu mezhepleri, Mu‘tezile, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe ve Cebriyye olmak üzere genelde altı gruba ayırmak mümkündür.



  • Mu‘tezile:

Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin (ö. 110/728) ders halkasından ayrılan Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep Ehl-i Sünet tarafından bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve't-tevhîd" diye adlandırır.

Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenlerin başında Mu‘tezile'nin görüşleri gelir. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdıyye kolunda yaşamaktadır.

Mu‘tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bu prensipler şunlardır:

1. Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid)

2. Kulların ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın Allah'a gerekli olduğu (adl)

3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd)

4. Büyük günah işleyenin iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn)

5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün Müslümanlara farz olduğu (emr-i bi'l-ma‘rûf nehy-i ani'l-münker)



  • Hâriciyye:

Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h.37/m.657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâdıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâdîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.

  • Şîa:

Şîa, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan itikadî, fıkhî ve siyasî bir mezheptir. Sözlükte "taraftar, yardımcı" anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

Ancak, Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz. Ali'yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması şeklinde açıklamak yerine, bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının etkisinin bulunduğunu söylemek de yerinde bir tespit olur.

Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nispet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin yalnız Hüseyin oğulları’na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.

Ca‘fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etmiştir. İsmâilîler'in hicrî IV. yüzyılın başında Fâtımî Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlenmiş, daha sonra doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta‘liyye) şeklinde iki ana kola ayrılmıştır. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya'da rastlanmaktadır.

İmâmiyye, çağımızda dünya Müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder.

İmâmiyye, akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle paralellik arz eden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın (halifeliğin) bunlara ait olduğunu, Hz. Peygamber'in bunu açıkça belirttiğini ve bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler. Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı (mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de mezhebin temel ön kabullerindendir. İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan Müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.

Günümüzde; siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline varlığını devam ettiren Şîa, Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde devam eden iktidar mücadeleleri sonunda başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanmış ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit etmiştir. Geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline getiren Şia, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda Müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir edilmemiştir. Günümüzde Şiiler, mezhebin itikadî ve fıkhî görüşlerini güncelleştirerek ve geçmişte kalan husumetleri canlı tutarak itikâdî saydıkları bu görüşlerini, siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve kültürel tavır belirlemede önemli birer unsur olarak değerlendirilmektedirler.


  • Mürcie

Mürcie kelimesi, "tehir etmek, ümit vermek"anlamlarına gelen "irca" kökünden türetilmiş çoğul bir isimdir. İtikadî anlamda, günahın imana zarar vermediği tezini savunarak, büyük günah işleyene ümit veren ve onun hakkındaki nihai kararı Allah'a havale edip tehir eden akaid fırkasıdır.

Yaygın olan görüşe göre, Mürcie mezhebi, mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen) meselesinin tartışıldığı bir ortamda ortaya çıkmıştır. Ameli imanın ayrılmaz bir cüzü (parçası) olarak gören Haricilere göre, büyük günah işleyen kimse kâfir ve cehennemliktir. Biraz daha yumuşak olmakla beraber, Mutezile de Haricilerle hemen hemen aynı görüşü paylaşmaktadır. Bu tartışmaların yapıldığı sıralarda yeni bir görüş ortaya atıldı. İyi amelin kâfire fayda vermeyeceği gibi, günahın da mü'minin imanına zarar vermeyeceğini savunan bu görüşe göre, mürtekib-i kebîrenin durumunu Allah'a havale etmek (irca etmek) en doğru yoldur. Mürtekib-i kebîre hakkındaki bu görüş sahiplerine "tehir edenler, erteleyenler" anlamında "Mürcie" denmiştir.

Başlangıçta müsbet bir yaklaşımın ifadesi olarak ortaya çıkan irca görüşü, zaman geçtikçe Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşarak bid'at ve sapıklık haline gelmiştir. Mezhepler tarihinde "Mürcie" ismi ile daha çok bu grup anılmaktadır. Bunlar, yani sapık ve bid'atçi Mürcie, mürtekib-i kebîre hakkında benimsemiş oldukları mu'tedil kanaatle yetinmeyip, imanla beraber günahın hiçbir bir zarar vermeyeceğini kabule gitmişlerdir. Onların temel prensipleri şudur: Nasıl taat küfre fayda vermezse günah da imana zarar vermez. Bu prensipten hareket eden Mürcie, imanı sadece ikrar, tasdik, sevgi ve bilgiden ibaret sayarak kuru bir iman anlayışına sahip olmuştur. Mürcie'nin aşırı kollarından olan Ubeydiyye bağlılarına göre, şirkin dışında kalan bütün günahlar kesinlikle affedilir. Tevhid üzere ölen kimseye işlemiş olduğu günah ve kötülükler zarar vermez.

Mürcie, imanla amel arasını kesin hatlarla ayırıp kötü fiilin imana zarar vermeyeceğini; çünkü imanın sadece bilgi, sevgi ve saireden ibaret olduğunu iddia etmektedir. Bu görüş etrafında bu mezhebe bağlı kimselerden bazıları, imanın hakikatlerini ve taat amellerini küçümser noktaya gelebilmişlerdir. O kadar ki, bu mezhep içinde bozguncuların gittikçe artmış ve onlar bu mezhebi günahlarına bir vesile, bozgunculuklarına bir sebep ve kolaylık vasıtası saymışlardır.

Büyük günah işleyenin nihaî kaderi hakkındaki hükmü Allah'a havale etme şeklindeki irca görüşü, temelde Ehl-i Sünnetin anlayışına yakın bir görüştür. Ehl-i Sünnet alimlerinin önemli bir kısmına göre de, büyük günah işleyen kimse hakkındaki son karar ahirette belli olacaktır. Allah onu isterse affeder, isterse cezalandırır. Eğer bir mü'min büyük günah işlerse bu davranışıyla imandan çıkmış sayılmaz. O sadece günahkâr bir mü'min olur. Onun cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğu meselesi Allah'ın iradesine kalmıştır. Allah onu isterse affeder isterse cezalandırır. İşte, Ehli Sünnetin ircası budur. İmanı, "Allah'ı bilme ve Allah'ı ikrar ile Hz. Muhammed (s.a.s.)'i bilme ve onun Allah'tan getirdiği vahyi ikrar etme" şeklinde tanımlayan İmam Ebu Hanife de imana getirmiş olduğu bu tanım ve iman amel ilişkisi konusunda ortaya koymuş olduğu görüşlerden dolayı Mürcie arasında zikredilmiştir.

İmam Ebu Hanife’yi yaptığı iman tarifi sebebiyle Mürcie arasında zikretmek doğru değildir. Zaten bu isim İmam-ı Azam'a fikirlerine karşı olanlar tarafından, özellikle de Mutezile tarafından verilmiştir ve kendisi "mürciî" vasfını kesinlikle kabul etmemektedir. Mürcie taraftarları daha sonraları görüşlerinde aşırı gitmişler, "günah imana zarar vermez" fikrini savunmuşlardır. Oysa İmam-ı Azam böyle bir görüşe sahip değildir.

Mürcie, tam anlamıyla istikrar kazanmış bir mezhep olma hüviyetinde değildir. İrca görüşü, sadece bir mezhebe has olmayıp, çeşitli mezheplerce kullanılan bir görüştür. Bu anlamda, halis Mürcienin yanında, Sünnî Mürcie’den, Cebriyyenin, Kaderiyyenin ve Haricilerin Mürciesinden de sözedilmektedir.


  • Müşebbihe:

Allah'ı yaratıklarına benzeten fırkaya verilen isimdir. Cehm b. Safvan (öl. 128/746) Allah'ın sıfatlarını inkâr edip ta’tile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır. Bazı alimler Müşebbihe'yi iki kısma ayırır. Biri; Allah'ın zatını O'nun dışındakilere benzetenler, diğeri de, O'nun sıfatlarını, yayatılmışların sıfatlarına benzetenlerdir. Allah'ın zatını insanlara benzetenler, Şia'nın gulat fırkalarıdır. Zaten Müşebbihe fırkaları genelde gulat-ı şîa denilen aşırı şiîler arasında çıkmıştır.

Müşebbihe'nin bir çok fırkaları vardır. En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır. Müşebbihe denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır. Bu fırkanın ilk kurucusu Hişâm b. el-Hakem'dir. Daha sonra gelen Hişâm b. Sâlim el-Cevâlikî de aynı yolu izlemiştir.

Allah'ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler ise, Mutezile'den Basralı ekolden bazı kimselerdir ki bunlar, Allah'ın iradesinin insanların iradesi gibi olduğunu, Allah'ın konuşmasının da insanların konuşması gibi ve aynı nitelikleri taşıdığını söylemişlerdir.

Gerçek Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bir takım mütâlaalarla bazı fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır. Meselâ, Mutezile, Ehl-i Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır.

Yüce Allah, kendisine benzer hiç bir şeyin olamayacağını Kur'ân'da ifade etmektedir. Yaratıklarından hiç bir şey O'na benzemez. O da yaratıklarına benzemez. Allah'ın zatı yaratıklarına benzemediği gibi, sıfatları da yaratıklarına benzemez. Allah, hayat, ilim, kudret, semi', basar vs. gibi subûtî sıfatlarla muttasıftır. İnsanlarda da hayat, ilim, kudret, semi' ve basar gibi sıfatlar vardır. Ancak Allah'ın sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında sadece isimlendirme yönüyle bir benzerlik vardır. Mahiyet açısından bir benzerlik asla söz konusu değildir.


  • Cebriye:

Bir adı da Cehmiye olan bu ekolün ilk temsilcisi olarak Cehm b. Safvan (ö.m.745) gösterilir. Onun bu görüşü ilk üreten Ca'd b. Dirhem’den aldığı, onun da Şam'da bulunan bir Yahudiden öğrendiği ve Basra'da halk arasında yaydığı söylenmektedir. O ve takipçileri amellerde cebr (zorlama) ve ıztırar (mecburiyet) olduğunu söylemiş, istitâati (yapabilme gücünü) bütünüyle inkâr etmişlerdir. Bu görüşe göre, insan hür değildir, onda bir irade kudreti yoktur. İnsanın hareketleri, tıpkı cansızların hareketleri gibidir. Her şey Allah’ın mutlak iradesine bağlıdır.

Cebriye taraftarları bu fikirlerini iki temel kanıta dayandırırlar. Birincisi, Allah’ın birliği, ona ortak koşulmaması fikridir. Onlara göre, eğer kul kendi fiilini yaratırsa o zaman insanın da yaratıcı olması gerekir. Halbuki yaratıcılık yalnız Allah’a mahsustur. Kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır, demek Allah’a ortak koşmaktır. İkincisi, Allah’ın ilim sıfatıdır. Allah, mutlak bilgi sahibidir, her şeyi eksiksiz bilir. Bir insanın faaliyetlerini Allah önceden bildiğine ve O’nun ilminde değişme olmayacağına göre her şey onun bilgisine bağlı olarak zorunlu olarak oluyor demektir. İnsandan irade, istitâat ve fiilleri nefyeden bu mezhebe göre kader, insanın mahkûmu olduğu ilahî yazgıdır.

İlk dönemlerde meydana gelen iç savaşlar neticesinde ölen ve öldürülen Müslümanların durumları, büyük günah işleyenin âkıbeti gibi meselelere cevap aramak için, siyasi iktidarın da baskısı sonucu yılmış zihinler, ürettikleri bu çeşit fikirleri teyit için naslara (Kur’an ve sünnete) müracaat etmişler ve Allah’ın iradesi karşısında insan iradesinin hiçbir şey yapamayacağına deliller aramışlardır.

Cebr düşüncesinin Emeviler devrinin başında dillendirilmeye başlanmış, yine Emevîler devrinin sonunda bir mezhep halini almıştır. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek veya bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.



ll. ÜNİTE: AHLÂK

  1. Ahlâk Kavramı

Ahlâk Arapça'da "yaratılış, seciye, tabiat, huy" gibi mânalara gelen hulk veya huluk kelimesinin çoğuludur. Sözlüklerde çoğunlukla insanın fizikî yapısı için halk; manevî yapısı için hulk kelimelerinin kullanıldığı kaydedilir.

Başta hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hulk ve ahlâk terimleri genel anlamda iyi ve kötü huyları, fazilet ve reziletleri ifade etmek üzere kullanılmıştır. Özellikle iyi huylar ve faziletli davranışlar hüsnü'l-huluk, mehâsinü'1-ahlâk, mekârimü'l-ahlâk, el-ahlâku'l-hasene, el-ahlâku'l-hamîde terimleriyle, kötü huylar ve fena hareketler ise sûü'l-huluk, el-ahlâku's-seyyie, el-ahlâku'z-zemîme gibi terimlerle karşılanmıştır. Ayrıca ahlâk kavramı yanında, yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış ve görgü kurallarına, takdire değer davranış biçimlerine, bunlara dair öğüt verici hikmetli sözlere ve bu sözlerin derlendiği eserlere edep (ç. âdâb) denilmiştir.

Ahlâk kelimesi terim olarak şöyle tanımlanmıştır:

Ahlâk, insan nefsinde yerleşen öyle bir meleke (yeti / kompleks yapı)dır ki, bütün fiil ve davranışlar, hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan, bu meleke sâyesinde kolaylıkla ortaya çıkar.

Bu tanıma göre;



  • Ahlâk, yalnızca “iyi huylar ve kābiliyetler” manâsına gelmez. Kelimenin asıl anlamı ile “iyi ve kötü huylar”ın hepsine birden “ahlâk” denir.

  • Ahlâk, insanda gelip geçici bir hâl olmayıp, onun mânevî yapısında yerleşen, bir meleke (kompleks yapı) hâlini alan istidât ve kabiliyetler bütünüdür.

İslâm dini yüksek ahlakî değerleriyle, aşiret ruhu, asabiyet duygusu, rekabet ve küçümseme gibi dışa dönük geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin yerine, insanın nefsini dizginlemesi, tabiatını kontrol altına alması, kendini öfke ve şiddetten koruması anlamına gelen hilm ve şefkati koymuştur. Bu suretle insana, kendi dışındaki varlıklara çevirdiği (çevireceği) mücadele enerjisini kendi hevasının kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretmiştir.

Arap kabilelerinin hayat tarzları, örfleri, koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlâkın kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu. Hz. Peygamber ise, bir olan Allah'a itaat temeline dayalı bir ahlâkî ve dini birlik sağlama görevini üstlenmişti (Âl-i İmrân 3/103). İslam’ın öğretilerinde, kabile ve nesep üstünlüğü anlayışı reddediliyor, Allah'a saygı (takva), ferdî ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü kabul ediliyordu. Bu ölçüye uygun olarak, Allah'ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmak, beşerî ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirlik, karşılık beklemeden sevgi ve fedakârlık, samimiyet ve iyi niyet, kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok faziletler emrediliyordu.

İslâm ahlâkının kaynağı Kur'an ve onun ışığında oluşan sünnettir. Nitekim Hz. Âişe bir soru münasebetiyle Hz. Peygamberin ahlâkının Kur'an ahlâkı olduğunu belirtmiştir (Müslim, Müsafirin 139). Bu sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur'an ve Sünnetle başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş ve pratik hayata uygulanacak ilkelerin esasını belirlemiştir. Bunlar daha sonra fıkıhçılar, hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar, hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini oluşturmuştur. Kur'ân-ı Kerîm, ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını da herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve amelî kurallar getirmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ahlâk kelimesi yer almaz. İki yerde hulk kelimesi geçer (Şuarâ 26/ 137; Kalem 68/4). Bunlardan biri "âdet ve gelenek", diğeri "ahlâk" mânasında kullanılmıştır. Pek çok âyette yer alan amel kelimesinin alanı ise ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniştir. Bunun yanında birr, takva, hidâyet, sırât-ı müstakim, sıdk, amel-i sâlih, hayır, mâruf, ihsan, hasene ve istikamet kavramları iyi / güzel ahlâk anlamına dâhilken; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, israf, fısk, fücur, hatîe, zulüm kavramları kötü ahlâk anlamına dâhildir. Aynı kavramsal çerçeve, (ahlâk kavramı da dahil olarak) hadisler için de geçerlidir.

İnsanı mükellef ve sorumlu varlık olarak takdim eden Kur'ân-ı Kerîm, onun ahlâkî mahiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış (Tîn 95/4), ona kendi ruhundan üflemiştir (Hicr 15/ 29). Ancak insanın üstün ruhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur.

"Allah insan nefsine hem kötülük yapabilmeyi (fucûr), hem de kötülükten sakınabilmeyi (takvâ) ilham etmiştir. Dolayısıyla nefsini (günahtan) arındıran kurtuluşa erecek, onu kirletip günahlara boğan ise hüsrana uğrayacaktır".251

İslam, hem insanın ahlâkî mahiyeti hakkında bu dengeli yaklaşımı benimsemekte, hem de onun ahlâkî hüküm ve tercihlerine müfakat ve ceza öngörmektedir. Diğer taraftan insanın özü itibariyle temiz olduğu ve temiz fıtratını muhafaza etmekle emrolunduğu da dinin öğretilerindendir.



  1. Din-Ahlâk İlişkisi

Ahlâk, yalnızca İslâm dîninin geliştirip şekillendirdiği bir kurallar manzûmesi değildir. Her dînin, kendi temel öğretilerine göre geliştirip şekillendirdiği bir ahlâkî kurallar manzûmesi vardır. Toplumda, hangi dîne mensup olursa olsun, dinî hassasiyeti yüksek insanla, dînî hassâsiyeti olmayan insan arasında, ahlâkî nitelikler bakımından bâriz farklar görülmektedir. Bu durum aynı dinî inanışa sahip insanlar arasında da görülen bariz bir durumdur. Dindarlık seviyesi yüksek bir Müslüman’la, düşük bir Müslüman arasında ahlâkî davranış farklılıkları ortaya çıkabilmektedir.

Din, insani değerleri sıfırdan ortaya koyan bir sistem değil, insan yaratılışında mevcut bulunan değerleri onaylayan, destekleyen, teyit eden bir sistemdir. Aslında din, insana o değerlere bağlı kalarak yürüyebilme iradesi kazandırır. Dinle ahlak ilişkisi de burada başlar.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ahlakın yegâne kaynağı din değildir. Ancak şunu da biliyoruz ki her dindar, ahlaklı olmak zorundadır. Çünkü din, bize bu dünyada ahlaklı davranmayı emreder. Böyle olduğu için de ahlak eksenli din anlayışı önemlidir.

Ahlaki (etik) değerler toplumun ortak değerleridir. Kişilerin bireysel inisiyatifleriyle, sübjektif değerlendirmeleriyle zorlamalarıyla tanımlanabilecek kadar yalın ve köksüz değildir. İşte bu noktada din önemli bir katkı sağlamaktadır. Din, toplumun tarihten süzülüp gelen ve insan olmanın özüyle bağlantılı, ortak, ahlaki değerleri teyit ederek, onaylayarak ahlâkî olan eylemleri benimseyenlere ayrı bir güç kazandırır. Mesela Kur'an-ı Kerim'de ahde vefadan, adaletten, başkasının hakkına saygılı olmaktan, sevmekten, sevgiyle bir arada yaşamaktan söz edilir. “Düşmanınız da olsa adaletten ayrılmayın” buyrulur. Aynı durum hadisler için de söz konusudur. Efendimiz (s.a.v.)’in hayatında ahlaki değerleri ve o değerlerin davranışa dönüşme bilincini görürüz. Zaten kendisi "Ben dünyada güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim" buyurmuştur. Kur’an ve hadislerde ifade edilen insanlığın ortak ahlaki değerleri yeni ortaya konmuş değildir. İslam’ın ana kaynakları onlara sadece atıfta bulunuyor, onları onaylıyor, destekliyor ve güçlendiriyor. Çünkü ortak ahlaki değerlerin üretilmesinde ve yaşatılmasında dinin bu geniş bakış açısına toplumların ihtiyacı vardır.

Değerin davranışa dönüşmesi ve bu hususta bir irade eğilimi gösterilmesi açısından dinle ahlak arasında kopmaz bir bağın olduğunu görürüz. Çünkü din, bize davranışlarımızın kendi içimizde hesabını verebilmeyi öğretir. Hukuk, insanlara karşı şeffaflığı, hesap verilebilir olmayı öngör. Ama din hiç kimsenin olmadığı yerde bile şeffaflığı, kendimize karşı dürüstlüğü, kendimize karşı hesap verebilir olmayı öğütler. Bu hesap vermenin de sınırlı bir hesap verme olmadığını bize anlatır. Bu hesap vermenin sadece etrafımızdaki insanların bizi ayıplamasından, toplumda ismimizin deşifre edilmesinden, insanların bizi yargılayıp cezalandırmasından ibaret olmadığını, bunun da ötesinde daha büyük hesapların, daha büyük yargılamaların olduğunu anlatır. Zaten hukuk filozofları dünyadaki adaletin sübjektif bir adalet olduğundan söz ederler. Dünyada adil insan olmaz. Sadece adalet sever insan olur. Mutlak adalet Yüce Allah'a aittir. Böyle olunca hesap verebilir olmanın bir dünyevi sübjektif boyutu vardır, bir de uhrevi boyutu vardır. İşte dindarlık bize hesap verebilir olmanın iki boyutunu anlatır.

Değerlerin davranış bilincine dönüşmesi açısından dinin iyi anlaşılmasına, iyi anlatılmasına büyük ihtiyaç vardır. Dini böyle bir bakış açısıyla anlamak ve anlatmak gerekir. Elbette din seccade üzerinde kılınan namazdan ibaret değildir. Yüce Yaratan'a el açıp dua etmekten de ibaret değildir. Ama onların oluşturduğu bilinç halinin ahlaki davranışlarımıza büyük katkıları vardır.


1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   56


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət