Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə16/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   62

Bu bir tür şato oyununa benziyordu. İki ordu tepelerin arkasından çıkmış ve son çarpışma başlamıştı. Roland'ın babası öyle söylüyordu. Halk tarafından desteklenen bütün ihtilallerde olduğu gibi Orta-Dünya'daki Baronluklar'ın çoğu John Farson'un ciddi bir tehlike olduğunu kavrayamadan oyun sona erecekti... Ve adamın demokrasi düşüncesine ve "sınıf köleliği ve eski peri masalları" diye tanımladığı şeyi sona erdireceğine inananlarsa onun değişimi sağlayacak bir lider olduğunu düşüneceklerdi.

Roland'ın babası ve silahşorlardan oluşan ka-tet'i bu iki olasılığın üzerinde durmuyor, Farson'a önem vermiyorlardı. Adamı önemsiz biri saymaları delikanlıyı şaşırtıyordu. Aslına bakılırsa gruptakiler Birlik'i de önemsiz görüyorlardı.

Karyolada oturan Steven tek oğluna, yaşayabilen tek çocuğuna ciddi ciddi bakarak, "Seni buradan göndereceğim," dedi. "Artık Orta-Dünya'da gerçekten güvenli bir yer kalmadı. Bununla birlikte Temiz Deniz'in kıyısındaki Mejis Baronluğu son zamanlarda bulunabilecek en güvenli yer sayılır... Onun için Mejis'e gideceksin. Yanına arkadaşlarından en azından ikisini alacaksın. Herhalde onlardan biri Alain olacak. Ama lütfen yol arkadaşı olarak o durmadan gülen çocuğu seçme! Yanında durmadan havlayan bir köpek ondan daha çok işine yarar."

Roland başka zaman olsaydı dünyayı biraz olsun görebileceği için çok sevinirdi. Ama şimdi öfkeyle itiraz etti. İyi Adam'la son savaşa girilecekse, o da babasının yanında çarpışmak istiyordu. Sonuçta o artık bir silahşordu. Henüz çırak sayılırdı ama...

Babası kesin bir tavırla başını ağır ağır salladı. "Olmaz, Roland. Durumu anlamıyorsun. Ama anlayacaksın. Mümkün olduğu kadar."

Daha sonra baba oğul Orta-Dünya'nın son yaşayan kentinin yukarsındaki surlarda dolaştılar. Gilead sabah güneşinde yemyeşil ve görkemliydi. Bayrakları uçuşuyor, Eski Mahalle'de sokak satıcıları dolaşıyordu. Atlar süvarilere ayrılmış olan yollarda koşuyorlardı. Bu yollar her şeyin kalbi olan Saray'dan etrafa uzanıyordu. Babası Roland'a daha başka şeyler de anlattı. (Ama her şeyi değil.) Delikanlı birçoğunu anladı. (Ama her şeyi değil. Babası da onları anlamıyordu zaten.) Her ikisi de Kara Kule'den söz etmediler. Ama Kule artık Roland'ın kafasının içinde yaşıyordu. Bu olasılık uzaklardaki ufukta beliren bir fırtına bulutu gibiydi.

Bütün bu olanlar Kule'yle mi ilgiliydi? Yani Orta-Dünya'yı yönetme hayalleri kuran ve kendini önemli sayan bir soyguncunun bütün bunlarla bir ilgisi yok muydu? Ya da annesini büyüleyen o sihirbazla? Stein ve adamlarının Cressia'da bulmayı umdukları cam küreyle?.. Ama Kara Kule?

Roland bu soruyu babasına sormadı. Sormaya cesaret edemedi.

Roland şimdi yatağında dönerek gözlerini kapattı. Kapatır kapatmaz da karşısında o kızın yüzü belirdi. Susan'ın dudaklarının dokunuşunu hissetti. Teninin güzel kokusunu duydu. Birdenbire başının tepesinden kuyruk sokumuna kadar ateş gibi kesildi. Kuyruk sokumundan ayak parmaklarına kadar da buz gibi. Delikanlı sonra kız Aceleci'nin sırtından inerken gözüken bacaklarını hatırladı. (Susan'ın sıyrılan eteğinin altından iç çamaşırları da bir an gözükmüştü.) Ve o zaman vücudunun sıcak ve soğuk kısımları yer değiştirdi.

Memleketindeki o fahişe ona ilk seks dersini vermişti ama Roland'ı öpmeye yanaşmamıştı. Çocuk buna kalkıştığı zaman da başını çevirmişti. Roland'ın istediklerini yapmasına izin vermişti ama öpmeye hayır! Roland o sırada büyük bir düşkırıklığına uğramıştı. Ama şimdi buna seviniyordu.

Delikanlının yeni yetişen çocuklara özgü o huzursuz ama berrak kafası Susan'ın beline kadar inen saç örgüsünün, güldüğü zaman ağzının iki yanında beliren gamzelerin, tatlı sesinin ve eski dilde konuşmasının üzerinde durdu. Susan'ın onu öpmek için ayaklarının üzerinde yükselirken omuzlarını tutmasını düşündü. Hafif ama güçlü ellerini tekrar omuzlarımda hissetmek için her şeyimi veririm, dedi kendi kendine. Ve kızın dudaklarına değen dudakları. Bu, öpüşmeyi fazla bilmeyen bir ağızdı. Roland'a öyle geliyordu. Yine de Susan'ın bu konudaki bilgisi delikanlınınkinden biraz daha fazla sayılırdı.

Dikkatli ol, Roland. Bu kıza olan duygularının her şeyi altüst etme. sine izin verme. O zaten özgür değil. Bunu ima etti. Evli olduğunu sanmıyorum ama galiba birine söz vermiş.

Roland o sırada ilerde olacağı gibi acımasız bir insan değildi. Ama yine de o acımasızlık tohumlarını içinde taşıyordu. Bu küçük, tas gibi şeyler ilerde kökleri derinliklere uzanan birer ağaç halini alacaktı. Ve acı meyveler vereceklerdi. Ve şimdi bu tohumlardan ilki çatladı ve ustura kadar keskin ilk filizini verdi.

Verilen söz geri alınabilir. Yapılan şey düzeltilebilir. Hiçbir şey kesin değil. Ama... o kızı istiyorum.

Evet. Bildiği tek şey buydu. Babasının suratını nasıl tanıyorsa, bu gerçeği de o kadar iyi biliyordu. Kızı istiyordu. Fahişe çırılçıplak karyolasına uzandığı ve yarı aralık gözlerle ona baktığı zaman kadını istediği gibi değil. Hayır, bu açken yiyecek ve susamışken su istemesine benziyordu. Bir bakıma o diğer güçlü isteğine de benziyordu. Marten'in toza bulanmış cesedini annesine yaptıkları yüzünden Gilead'ın anayolunda atının arkasında sürükleme isteğine.

Kızı istiyordu. Susan adlı o kızı istiyordu.

Roland diğer tarafına dönerek gözlerini yumdu ve uykuya daldı. Uykusu derin değildi; yeniyetmelerin o ham şiirsel rüyalarından biri aydınlatıyordu. Bu rüyalarda cinsel çekimle romantik aşk birbirine karışıyor ve bir daha tekrarlanmayacak bir biçimde şiddetli yankılar yapıyordu. Susuzluk görüntüleriyle dolu bu rüyalarda Susan Delgado ellerini Roland'ın omzuna tekrar tekrar koyuyordu. Delikanlıyı öpüyordu tekrar tekrar. Ve ona, "İlk kez bana gel," diyordu. "İlk defa benimle ol. İlk defa beni gör. Beni çok iyi gör."

Roland'ın uyuyup rüya gördüğü yerden aşağı yukarı yedi buçuk kilometre ötede Susan yatağına uzanmış, penceresinden dışarı bakıyordu. Eski Yıldız yaklaşan şafak yüzünden sönükleşmekteydi. Susan'ın yattığı zaman olduğu gibi şimdi de hiç uykusu yoktu.

Eve döndüğünde Cord Hala'sı ocağın önündeki salıncaklı sandalyesinde oturuyordu. (Oysa başka gecelerde bundan bir saat önce gider yatardı.) Ocakta ateş yoktu. Yılın bu mevsiminde küller süprülüp temizlenmişti. Biçimsiz eski siyah elbiseli kadının kucağındaki danteller köpüklere benziyordu. Kadın Susan'a doğaüstü gibi gözüken bir hızla dantellerin kenarlarını bastırıyordu. Kapı açılıp Susan rüzgârla birlikte içeri girdiğinde Cord Hala başını kaldırıp yeğenine bakmadı.

"Bir saat önce dönmeni bekliyordum." Sonra ekledi. "Endişelendim." Ama sesinden pek böyle bir şey olmadığı anlaşılıyordu.

Susan sadece, "Ya?" dedi ve başka bir şey söylemedi. Başka bir gece olsaydı kulağıma yalanmış gibi gelen mazeretlerimi beceriksizce sıralardım, diye düşündü. Bütün yaşamı boyunca Cord Hala onu hep böyle etkilemişti. Ama bu sıradan bir gece değildi. Susan'ın bütün yaşamı boyunca hiç böyle bir gece olmamıştı. Kız Will Dearborn'u kafasından atamıyordu.

Cord Hala başını kaldırdı. Birbirine yakın, boncuk gibi gözlerinde merak ve dikkat vardı. İri burnu ince, bıçak gibiydi. Susan, Cöos'a gitmek için yola çıktığından beri bazı şeyler hiç değişmemişti. Susan halasının bakışlarıyla yüzünü ve vücudunu taradığını yine hissedebiliyordu. Telleri sivri küçük süpürgelere benziyordu bu bakışlar.

Cord Hala, "Neden bu kadar geciktin?" diye sordu. "Bir sorun mu çıktı?"

"Hiçbir sorun çıkmadı." Ama kız bir an cadının kapıda yanında durup gevşekçe sıktığı yumruğunun arasından saç örgüsünü nasıl kaydırdığını düşündü. Gitmek istemiş, Rhea'ya işlerinin bitip bitmediğini sormuştu.

Büyücü, "Belki küçük bir şey daha var," demişti... Ya da Susan'a öyle geliyordu. Ama bu küçük şey neydi? Kız bunu hatırlamıyordu. Acaba önemli miydi? Thorin'in çocuğunu taşımaya başlayıncaya kadar Rhea'yı görmeyecekti... Adamla Hasat gecesine kadar buluşamayacağına göre Cöon'a en erken kışın sonlarında gidecekti. Bir ömür demekti bu. Hemen hamile kalmadığı takdirde bu süre daha da uzayacaktı...

"Eve dönerken ağır ağır yürüdüm, hâlâ, hepsi o kadar."

Cord Hala, "O halde neden bu haldesin?" diye sordu. Kadın seyrek kaşlarını çatarken alnında dikey çizgiler belirdi.

Susan, "Ne var ki?" diye sordu. Önlüğünü çıkarıp bağlarını birbirine düğümledi ve mutfak kapısının hemen içindeki çengele astı.

"Yanakların kızarmış. Keyiflisin. Yeni sağılmış süte benziyorsun."

Susan az kalsın gülecekti. Erkekler konusunda pek bilgisi yoktu halasının. Kız yıldızlar ve gezegenler konusunda ne kadar bilgiliyse kadın da erkek konusunda o kadar bilgiliydi işte. Ama Cord Hala yine de işin can alacak noktasına parmağını basmıştı.

Kız, "Herhalde bunun nedeni gece havası," dedi. "Kayan bir yıldız gördüm, Cord Hala. Ve incecik'in sesini duydum. Bu gece sesi yüksek."

Halası ilgisizce, "Öyle mi?" diye mırıldandı. Sonra da kendisini ilgilendiren o konuya döndü. "Muayene edilirken sıkıldın mı?"

"Biraz."


"Ağladın mı?"

Susan, "Hayır," der gibi başını salladı.

"İyi. Ağlamamalısın. Bu her zaman daha iyidir. Duyduğuma göre kızların ağlaması cadının hoşuna gidiyormuş. Şimdi, Sue... ihtiyar sana bir şey verdi mi?"

"Evet." Susan elini cebine sokarak üzerinde "DÖRÜT" yazan kâğıdı çıkardı. Onu kadına uzattı. Halası yüzünde açgözlü bir ifadeyle kâğıdı kaptı. Kadın son ay Susan'a karşı çok yumuşak davranmıştı. Ama artık istediğini elde etmişti. (Susan da olaya iyice karışmış ve çok fazla şey vaat etmişti. Artık fikrini değiştiremezdi!) Cordelia rahatlamıştı. Ve şimdi eski halini almıştı. Susan'ın yanında yetiştiği o ekşi suratlı, kibirli, çoğu zaman kuşkucu kadın halini. Cordelia ağırkanlı, işleri oluruna bırakan ağabeysiyle hemen her hafta müthiş bir öfkeyle kavga etmişti. Bir bakıma Cord Hala'nın her zamanki halini alması Susan'ı rahatlatmıştı. Kadının her gün İyi Peri Cybilla rolünü oynaması kızın sinirlerini bozmuştu.

Cord Hala parmağını kâğıdın aşağısına sürdü. "Evet, evet, bu cadının işareti. Bazıları bunun Şeytan'ın toynağı anlamına geldiğini söylüyor. Ama bize vızgelir, öyle değil mi, Sue? Kadın iğrenç ve pis bir yaratık. Ama yine de iki kadının bu dünyada bir süre daha geçinmelerini sağladı. Bundan sonra onu sadece bir defa daha görmen gerekecek. Herhalde Yılın Sonu'nda. Hamileliğin ilerlediği zaman."

Susan, "Bu daha geç olacak," diye açıkladı. "Şeytan Ayı'nın on dördüne kadar Thorin'le buluşmayacağım. Hasat Panayırı ve ateşten sonrasına kadar."

Cord Hala'nın hem gözleri irileşti, hem de ağzı bir karış açık kaldı. "Bunu o mu söyledi?"

Susan kendisinden beklenmeyecek bir aksilikle, beni yalancılıkla mı suçluyorsun, hala, diye düşündü. Aslında huy bakımından babasına çekmişti.

"Evet."

"Ama neden? Niçin o kadar uzun bir süre beklenecek?" Cord Hala'nın çok sarsıldığı belliydi. Düşkırıklığına uğradığı da. Kadın bu işten o ana kadar sadece sekiz gümüş ve dört altın kazanmıştı. Paraları bir sincap gibi gizli yeri neredeyse oraya saklamıştı. (Susan, Cordelia'nın her fırsatta fakirlikten yakınmasına rağmen o gizli yerde bir hayli parası olduğundan şüpheleniyordu.) Thorin'in Cordelia'ya verdiği paranın iki katı borcu vardı... Bunu kızla buluştuğu gece ödeyecekti. Aynı miktarı Rhea, Susan'ın hamile ve çocuğun da dürüst olduğunu kanıtladığı zaman verecekti. Bir arada bir hayli paraydı bu. Böyle küçük bir yer ve onlar gibi önemsiz insanlar için önemli bir meblağ sayılırdı. Ama şimdi paranın ödeme tarihi iyice ertelenmişti...



Sonra Susan yattığı zaman affedilmesi için dua ettiği o günahı işledi. (Ama pek de hevesle değil.) Cord Hala'nın yüzünde beliren o ifade kızın çok hoşuna gitti. İstediğini elde edemeyen, düşkırıklığına uğrayan bir insanın ifadesiydi bu. Tam cimri birine yakışacak bir şey.

Kadın, "Niçin o kadar uzun bir süre?" diye tekrarladı.

"Cöos'a gidip bunu cadıya sorabilirsin sanırım."

Cordelia Delgado zaten ince olan dudaklarını birbirine bastırdı. Dudakları dümdüz bir çizgi oldu. "Bana küstahlık mı ediyorsun, küçük hanım? Küstahça mı davranıyorsun?"

"Hayır. Kimseye küstahça davranamayacak kadar yorgunum. Yıkanmak, sonra da yatmak istiyorum. Cadının ellerinin hâlâ üzerimde dolaştıklarını hissediyorum."

"İyi ya. Öyle yap. Belki yarın sabah bu konuyu hanımlara daha Çok yakışan bir biçimde konuşuruz. Tabii gidip Thorin'i de görmemiz gerekecek." Rhea'nın Susan'a verdiği kâğıdı katladı. Hart Thorin'i ziyaret etme fikri hoşuna gitmişti. Kâğıdı elbisesinin cebine koyacak oldu

Susan, "Hayır," dedi. Sesi ondan umulmayacak kadar sert çıkmıştı. Hem de halasının elinin havada donmuş gibi kalmasına neden olacak kadar. Cordelia kıza baktı. Şaşırmış olduğu belliydi. Susan bu yüzden biraz utandı. Ama gözlerini halasından kaçırmadı. Elini uzattı. Eli hiç titremiyordu.

"Kâğıdı ben saklayacağım, hala."

Cord Hala, "Sana böyle konuşmanı kim söyledi?" dedi. Öfkesinden sesi iniltiye dönüşmüştü. Susan bir an Cord Hala'nın sesini incecik'inkine benzetti. Herhalde böyle düşünmek biraz günahtı. "Sana, annesiz kalmış bir kızı büyüten bir kadınla böyle konuşmanı kim söyledi? O kızın ölmüş olan zavallı babasının kızkardeşiyle böyle konuşmanı?"

"Bunu kimin söylediğini biliyorsun." Susan hâlâ elini uzatmış bekliyordu. "Onu ben saklayacağım. Ve kâğıdı Belediye Başkanı'na ben vereceğim. Rhea ondan sonra kâğıda olacaklara hiç aldırmadığını söyledi. Thorin isterse onunla poposunu silsin!' dedi."

Bu sözleri duyan Cordelia kıpkırmızı kesildi. Onun bu hali de Susan'a büyük bir zevk verdi. "Ama o zamana kadar kâğıt bende kalacak."

Cord Hala öfkeyle, "Şimdiye dek böyle bir şeyi hiç duymadım," diye söylendi... Ama kirli kâğıt parçasını Susan'a geri verdi. "Böyle önemli bir belgenin bacak kadar bir kıza teslim edilmesini mi istiyor?"

Susan, ama Thorin'le anlaşmaya gelince bacak kadar kız sayılmıyorum, öyle değil mi, dedi kendi kendine. Ona gidecek ve kemiklerinin çıtırdısını dinleyecek ve belki de çocuğunu dünyaya getireceğim. Tabii o zaman bir karış boyunda bir çocuk sayılmayacağım, öyle mi?

Kâğıdı cebine koyarken gözlerini ona dikti. Cord Hala'nın bakışlarındaki öfkeyi görmesini istemiyordu.

Kadın köpük köpük danteli eliyle iterek dikiş kutusuna attı. "Yukarı çık." Danteller şimdi karmakarışık duruyordu. Oysa hiç böyle olmazdı. "Yıkanırken özellikle ağzının temizlenmesine dikkat et. Ağzını, sana olan sevgisi yüzünden çok şeyden vazgeçen o kimseye karşı saygısı ve küstah davranmaması için iyice yıka."

Susan dilinin ucuna gelen binlerce cevabı yutarak sessizce odadan çıktı. Merdivenden çıkarken çoğu zaman olduğu gibi utanç ve öfkeyle titriyordu.

Ve işte şimdi burada, yatağındaydı. Yıldızlar sönükleşir, ilk parlak renkler gökyüzünü boyarken o hâlâ uyuyamamıştı. Gece olanlar kafasından inanılmayacak belirsiz şekiller halinde geçiyordu. İskambilleri karıştırıyor ama karşısına çıkan kartta hep Will Dearborn'un yüzü oluyordu. Kız bu yüzün bir an çok sertken birdenbire beklenmedik bir biçimde yumuşadığını düşündü. Bu yüz yakışıklı mıydı? Evet, Susan öyle düşünüyordu. Bunu biliyordu hatta.

"Hiçbir kızdan benimle ata binmesini istemedim. Ona kendisini ziyaret etmeme izin verip vermeyeceğini de sormadım. Bunu senden istedim, Patrick'in kızı Susan..."

Neden şimdi? Niçin onunla hiçbir yararı olmayacak bir anda karşılaştım?

Eğer bu ka'ysa bir rüzgâr gibi gelecek. Bir siklon gibi. Susan karyolada bir sağa döndü, bir sola. Galiba sabaha kadar uyuyamayacağım, diye düşündü. Belki uçuruma kadar yürüyüp güneşin doğuşunu seyretsem daha iyi olur.

Hem hasta, hem de iyiymiş gibiydi. Sabah kuşlarının ilk cıvıltılarını dinliyor, Will'in dudaklarının dokunuşunu düşünüyordu. İnce dokuluydu dudakları. Delikanlının ellerini koyduğu kaba dokumalı gömleğinin altından, cildinden yükselen kokuyu da hatırlıyordu.

Sanki yanıyordu kız. Bir meşale gibi. Kısa bir süre sonra güneş ufukta yükseldiği zaman Susan derin bir uykuya daldı. Hafifçe gülümsüyordu. Örgüsünü açtığı saçları yüzünün bir yanıyla yastığın üzerinde altın yığını gibi parlıyordu.

Şafaktan önceki saat Yolcuların Dinlenme Yeri'nin salonu diğer zamanlara göre sessiz sayılırdı. Çoğu gece ikiye kadar avizeyi ışıltılı bir mücevhere dönüştüren gaz lambası kısılmıştı. Şimdi titreşen küçük mavi benekler gibiydi. Yüksek tavanlı uzun oda gölgeler içindeydi. Hayaletlere yakışacak bir yerdi burası.

Bir köşeye ocağı yakmak için kullanılacak tahtalar yığılmıştı. O gece "Beni Seyret" oyunu sırasında çıkan kavgada kırılan iki iskemleden kalmıştı bunlar. (Kavgacılarsa şu anda Yüksek Şerifin sarhoşlar hücresinde ikâmet ediyorlardı.) Diğer köşede bolca kusmuktan oluşan bir gölcük pıhtılaşmaya başlamıştı. Salonun dibindeki sahnemsi yere eski bir piyano konmuş, önündeki banka demirağacından bir sopa dayanmıştı. Barkie'nin sopasıydı bu. Adam hem oranın koruması, hem de azılı biriydi. Barkie bankın altında horluyordu. Yara bere içindeki çıplak karnı çizgili kadife pantolonunun belinden ekmek hamuru gibi yükseliyordu. Adamın elinde bir tek iskambil kâğıdı vardı: kupa ikilisi.

Odanın batı ucunaysa kumar masaları dizilmişti. İki sarhoş bunlardan birine kafalarını dayamış horluyordu. Salyaları yeşil çuhaya akıyor, uzattığı elleri birbirine dokunuyordu. Arkasındaki duvarda, Eld'in Ulu Kralı Arthur'un bir resmi vardı. Beyaz bir küheylana binmişti kral. Altında Yüksek ve Aşağı Dil'in garip bir karışımıyla yazılmış bir tabela asılıydı. KÂĞIT OYUNUNDA SİZE VERİLEN EL KONUSUNDA TARTIŞMAYA KALKMAYIN. YAŞAM KONUSUNDA DA.

Oda boyunca uzanan tezgâhın arkasında, yukarda korkunç bir hayvanın doldurulmuş kafası vardı: Çatallı boynuzlarıyla iki kafalı, kötü bakışlı dört gözlü bir geyikti bu. Yolcuların Dinlenme Yeri'nin müdavimleri geyikten "Kolay Av" diye söz ederlerdi. Kimse bunun nedenini bilmiyordu. Şakacının biri hayvanın iki boynuzunun üzerine dişi domuzların memelerinden yapılan prezervatifleri dikkatle takmıştı. Tezgâhın hemen üzerinde ve Kolay Av'ın hoşnutsuzca bakışları altında hanın dansözleri ve kiralık kızlarından Koşucu Pettie yatıyordu... Aslında Pettie'nin gençlik günleri gerilerde kalmıştı. Yakında yukardaki küçücük odaya çıkacak gücü de bulamayacaktı. Kadın tombul bacaklarını iki yandan sarkıtmıştı. Pis etekleri karmakarışıktı. Pettie derin soluklar alarak horluyordu. Arada sırada da ayaklarını ve tombul parmaklarını oynatıyordu. Kadının horultusu dışında sadece dışarda esen yaz rüzgârının uğultusu ve tek tek çevrilen iskambil kâğıtlarının hafif, düzenli hışırtısı duyuluyordu.

Hambry Anayolu'na bakan, yarasa kanadı gibi iki yana açılan kapının yanında bir tek masa vardı. 'Konuklarla beraber olmak için' yukarıdaki dairesinden inen Coral Thorin'indi masa. Kadın Belediye Başkanı'nın kızkardeşi ve hanın da sahibiydi. Coral Thorin aşağıya ineceği zaman erken bir saati geçiyordu. Eski, çizik çizik tezgâhta viskiden çok biftek verildiğinde aşağıya iniyor, yukarıya da piyanist Sheb o berbat çalgısının başına geçerek tuşlara vurmaya başlayınca çıkıyordu. Belediye Başkanı Yolcuların Dinlenme Yeri'ne hiç gelmezdi. Herkes han ve meyhanenin en aşağı yarı hissesinin onun olduğunu biliyordu. Thorin ailesi hanın getirdiği paranın zevkini çıkarıyor, ama sadece barın gece yarısından sonraki hali hoşlarına gitmiyordu. O saatlerde yere serpilmiş olan talaş dökülen bira ve akan kanları içmeye başlıyordu. Yirmi yıl önce 'disipline girmeyen bir çocuk' diye tanınan Coral'ın sert bir yanı vardı. Kadın politikacı ağabeysinden gençti. Onun kadar sıska da değildi. İri gözlüydü ve kafası bir sansarınkine benzerdi, ama yine de güzel sayılırdı. Meyhanenin açık olduğu saatlerde kimse kadının masasına oturmazdı. Barkie bunu yapmaya kalkışana hemen engel olurdu. Ama artık meyhane kapanmıştı. Sarhoşlardan çoğu çıkıp gitmiş ya da yukardaki odalarda sızmışlardı. Sheb piyanonun gerisindeki köşeye kıvrılıp yatmış ve derin bir uykuya dalmıştı. Meyhaneyi temizleyen gerizekâlı çocuk saat ikide gitmişti. (Ya da her zamanki gibi alaylar, hakaretler ve havada uçan birkaç bira bardağı yüzünden kaçmıştı. Özellikle Roy Depape bu çocuktan hiç hoşlanmıyordu.) Zavallı dokuzda dönecek ve bu eski eğlence sarayını neşeli bir gece için hazırlayacaktı. Bayan Thorin'in masasında oturan adam o saate kadar burada yalnızdı.

Adam pasyans açıyordu. Kâğıtlar önünde diziliydi. Kırmızının üzerinde siyah, siyahın üzerinde kırmızı. Kartlar Saray Karesi'ni oluşturmaya başlıyordu. Destenin geri kalan kısmı adamın sol elindeydi. Jonas kartları birer birer açarken sağ elindeki dövme oynuyor, tabut soluk alıyormuş gibi gözüküyordu. Sarsıcı bir görüntüydü. Pasyans oyuncusu yaşını başını almış bir adamdı. Belediye Başkanı'nın kızkardeşi kadar zayıf sayılmazdı ama yine de inceydi. Uzun beyaz saçları sırtına dökülüyordu. Güneşten iyice yanmıştı. Beyaz bıyığı o kadar uzundu ki, tarazlanmış beyaz uçları hemen hemen çenesine kadar sarkıyordu. Çok insan "uydurma bir silahşorun bıyığı" diye düşündüğü halde kimse bu uydurma sözcüğünü Eldred Jonas'ın yüzüne karşı söyleyemiyordu. Adam beyaz ipek bir gömlek giymişti. Siyah kabzalı bir tabanca kalçasından sarkıyordu. İlk bakışta etrafı kırmızı iri gözlerinde keder olduğunu sanırdınız. Ama ikinci defa dikkatle baktığımız zaman adamın gözlerinin sulandığını anlardınız. Bu gözler duygu bakımından Kolay Av'ınkiler kadar ölüydü.

Jonas maça ası açtı. Ama bunu koyabileceği bir yer yoktu. Adam garip, ince bir sesle, "Püf," dedi. "Seni köpek!" Jonas'ın sesi aynı zamanda titriyordu. Ağlamak üzere olan bir adamın sesi gibi. Bu, Jonas'ın etrafı kızarmış ıslak gözlerine de uyuyordu. Adam kâğıtları topladı.

Onları karıştıramadan yukarda bir kapı usulca açılıp kapandı. Jonas iskambilleri bir tarafa bırakarak elini tabancasının kabzasına attı. Sonra yukarda galeriden geçen Reynolds'un botlarının çıkardığı sesi tanıdı. Tabancayı bırakarak onun yerine kemerinden tütün kesesini aldı. Reynolds'un her zaman kullandığı pelerinin etekleri gözüktü. Merdivenden inmeye başladı. Yüzünü yeni yıkamıştı. Kıvırcık kızıl saçları kulaklarına kadar iniyordu. Sevgili Bay Reynolds yakışıklılığıyla övünürdü. Ama neden olmasın? Çok çapkındı. Yaşı onun iki katı olan Jonas'tan çok daha fazla kadın görmüştü.

Reynolds merdivenden inerek tezgâha gitti. Bir an durup Pettie'nin şişman budunu sıktı. Sonra tütün ve iskambillerle oturan Jonas'ın yanına gitti.

"İyi akşamlar, Eldred."

"Günaydın, Clay." Jonas keseyi açarak bir sigara kâğıdı aldı, içine tütünleri serpti. Sesi titriyordu ama elleri güçlüydü. "Sigara ister misin?"

"Evet. Bir sigara hoşuma gider."

Reynolds bir iskemle alıp çevirdi. Sandalyeye ata biner gibi oturarak kavuşturduğu kollarını iskemlenin arkalığına dayadı. Jonas'ın ona verdiği sigarayı parmaklarının üzerinde yuvarladı. Silahşorlara özgü eski bir oyundu bu. Büyük Tabut Avcıları pek çok eski silahşor oyunu biliyorlardı.

"Roy nerede? Sayın Kontesin yanında mı?" Üç adam Hambry'den geleli bir aydan biraz daha uzun bir süre geçmişti. Ve bu sürede Roy Depape, Deborah adlı on beş yaşındaki bir fahişeye tutulmuştu. Çarpık bacaklı kız topuklarını yere vurarak yürüyor ve gözlerini kısarak uzaklara bakıyordu. Jonas da bu yüzden onun bir kovboy sülalesinden geldiğinden kuşkulanmıştı. Ama Deborah bazen pek azametli davranıyordu. Kızı "Sayın Kontes" diye çağırmaya Clay Reynolds başlamıştı. Bazen de "Majesteleri" diye. Sarhoşken de ondan "Roy'un Taçlı Kahpesi" diye söz ediyordu.

Reynolds, Jonas'a bakarak başını salladı. "Kız sanki onu sarhoş ediyor."

"Nasıl olsa kendine gelir. Küçük bir fahişe uğruna bizimle ilişkisini kesecek değil. Kız o kadar cahil ki, 'kedi' yazmasını bile bilmiyor. Bilmiyor ya. Bunu ona sordum."

Jonas bir sigara daha sardı. Keseden çıkardığı kükürtlü kibriti başparmağının tırnağına sürerek tutuşturdu. Önce Reynolds'un sigarasını yaktı, sonra da kendisininkini.

Küçük sarı bir sokak köpeği yarasa kanadı biçimi kapının altından içeri girdi. İki adam sigaralarını tüttürerek sessizce ona baktılar. Köpek salonda ilerledi. Önce köşedeki ekşimiş kusmukları kokladı. Sonra da onu yemeye başladı. O arada kuyruğunu sallayıp duruyordu.

Reynolds verilen kâğıtlar konusunda tartışma çıkarılmaması için müşterileri uyaran tabelayı başıyla işaret etti. "Bu köpek orada yazılanları anlıyor."

Jonas aynı fikirde olmadığını açıkladı. "Hiç de değil, hiç de değil. O sadece bir köpek. Kusmuk yiyen bir it. Yirmi dakika önce bir atın nal şakırtılarını duydum. Önce bu tarafa doğru geldi. Sonra da döndü. Kiraladığınız bekçilerden biri olabilir mi acaba?"

1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət