Ana səhifə

Stephen King Kara Kule Cilt4 Büyücü ve Cam Küre Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır


Yüklə 2.97 Mb.
səhifə15/62
tarix26.06.2016
ölçüsü2.97 Mb.
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   62

"Düşüyordum. Sen şimdi burada mısın, Will? Yani resmi olarak."

Yabancı onun ne demek istediğini hemen anladı. "Hayır." Herhalde sözün nereye varacağını da tahmin ediyordu. Bir bakıma yeterince zekiydi. "Baronluk'a bugün öğleden sonra geldik ve içimizden birinin ilk konuştuğu kentli de sensin... Tabii Richard'la Arthur da birileriyle karşılaştılarsa o başka. Ben uyuyamadım. O yüzden olayları biraz düşünmek için atla dolaşmaya çıktım. Şu tarafa kamp kurduk." Sağı işaret etti. "Denize doğru inen o uzun bayıra."

"Ah, evet, oraya uçurum deriz." Susan, belki de Will'le arkadaşları yakında kanunen benim olacak topraklarda kamp kurdular, dedi kendi kendine. Bu fikir komik, heyecan verici ve biraz da şaşırtıcıydı.

"Yarın atlarımızla kente gidecek ve Lordumuz Belediye Başkanı Hart Thorin'e saygılarımızı sunacağız. New Canaan'dan ayrılmadan önce bize onun biraz aptal olduğunu söylediler."

Susan tek kaşını kaldırdı. "Size gerçekten öyle mi söylediler?"

Will, "Evet," dedi. "Çenesi düşük, sert içkiye meraklı biriymiş. Hele genç kızlara daha da düşkünmüş. Sence bu doğru mu?"

Kız gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Bence buna kendin karar vermelisin."

"Her neyse... Thorin'in kâtibi Saygıdeğer Kimba Rimer'le de görüşeceğiz. Anladığım kadarıyla o aklıbaşında biriymiş. Çıkarlarını kollamasını iyi biliyormuş."

Susan, "Thorin sizi Belediye Konağı'na akşam yemeğine davet eder," dedi. "Belki yarın gece değil. Ama öbür gece mutlaka."

"Hambry'de resmi bir ziyafet." Will gülümsüyor ve hâlâ Aceleci'nin burnunu okşuyordu. "Ah bu bekleyişin vereceği ıstıraba nasıl dayanacağım?"

"Dilin fazla sivri. Alayı bırak. Arkadaşım olmak istiyorsan beni dinle. Bu önemli."

Delikanlı gülümsemekten vazgeçti. Ve Susan bir iki dakika önce de olduğu gibi onun birkaç yıl sonra nasıl bir erkeğe dönüşeceğini görür gibi oldu. O sert hatlı yüz, dikkatli bakışlar, zalim ifadeli ağız. Bu bir bakıma korkutucu bir yüzdü. Korkutucu bir gelecek. Ama kız yine de gözlerini yabancıdan ayıramıyordu. Şu biçimsiz şapkanın altında saçları nasıl acaba, diye merak etti.

"Sen ve arkadaşların Thorin'in ziyafetine geldiğinizde beni görebilirsiniz. Ama, Will, o zaman benimle ilk defa karşılaşıyormuş gibi davranmalısınız. Ben Bay Dearborn'u göreceğim, sen de Bayan Delgado'yu. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

"A'dan Z'ye kadar." Will düşünceli bir tavırla kızı süzüyordu. "Sen ziyafette hizmet mi edeceksin? Ama baban Baronluk'un baş seyisi olduğuna göre..."

"Benim ne yaptığımı, ne yapmadığımı bırak şimdi. Şen sadece bana söz ver. 'Deniz Kıyısı'nda karşılaşırsak birbirimizi ilk kez görüyormuş gibi davranacağız."

"Söz veriyorum. Ama..."

"Başka soru sorma. Ayrılmamız gereken yere yaklaştık. Ve seni uyarmak İstiyorum. Belki güzel atına binmeme izin vermenin bir karşılığı olabilir bu. Thorin ve Rimer'le yemek yerseniz sofradaki kente yeni gelenler yalnızca siz olmayacaksınız. Herhalde üç kişi daha olacak. Thorin'in evini özel olarak korumaları için tuttuğu adamlar."

"Onlar şerif yardımcıları değiller mi?"

"Hayır. Thorin'den başka kimseden emir almıyorlar... Belki Rimer'i de dinliyorlardır. Adları Jonas, Depape ve Reynolds. Bana fazla sert çocuklarmış gibi geliyorlar. Hoş, Jonas'ın çocukluk günleri çok geride kalmış. Herhalde çocukluk çağı geçirdiğini bile hatırlamıyor."

"Elebaşları Jonas mı?"

"Evet. Topal o. Omzuna kadar düşen saçları genç kızlarınki kadar güzel. Ama sesi günlerini ocağın başında uyuklayarak geçiren bir ihtiyarınki gibi... Bana sorarsan, gruptakilerin en tehlikelisi. O üç adam siz çocukların başaramayacağı kadar haytalık etmişler sanırım."

Susan kendi kendine, bunu ona neden söyledim, diye sordu. Bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyordu. Belki de delikanlıya minnet duyduğu için. Will gecenin bu geç saatinde karşılaşmalarını gizleyeceğine söz vermişti. Babasını kızdırmış olsun olmasın verdiği sözü tutacak bir gence benziyordu.

"O adamlara dikkat ederim. Ve uyarın için de sağol." Şimdi uzun az meyilli bir yokuşu tırmanıyorlardı. Yukarda Yaşlı Anne amansızca parlıyordu. Delikanlı dalgın dalgın, "Korumalar..." diye mırıldandı. "Küçük, sakin Hambry'de korumalar. Zaman bir garip, Susan. Gerçekten çok garip."

"Evet." Susan da Jonas, Depape ve Reynolds'un kente neden geldiklerini merak etmiş ama akla yakın bir neden bulamamıştı. Bu Rimer'in işi miydi? Onun mu başının altından çıkmıştı? Olabilirdi. Koruma tutmak Thorin'in aklına gelmezdi pek. Yüksek Şerifin şimdiye kadar yaptıklarından hoşnuttu. Ama yine de... neden?

Tepeye ulaştılar. Aşağıda birbirine yakın binalar olduğu görülüyordu. Hambry köyü. Evlerden sadece birkaçında ışık vardı. En fazla ışık Yolcuların Dinlenme Yeri'ndeydi. Sıcak rüzgâr kızın kulağına piyanoda çalınan "Hey Jude" şarkısını getiriyordu. Piyanoya şarkıyı neşeyle mahveden yirmi kadar sarhoşun sesi karışıyordu.. Ama Susan'ın Will'i uyardığı üç adam herhalde şarkıya katılmıyorlardı. Onlar şimdi tezgâhın önünde duruyor ve yassı gözleriyle salonu inceliyorlardı. O üçü şarkı söyleyecek tipler değillerdi. Üçünün de sağ ellerinde dövmeyle yapılmış birer tabut vardı. Baş ve işaret parmaklarının arasındaki yumuşak ete yapılmıştı dövmeler. Susan bunu Will'e söyleyecekti. Ama sonra delikanlının o dövmeleri nasıl olsa yakında göreceğini düşündü. Onun yerine yokuşun aşağısını, bir zincirin ucundan yola doğru sarkan kara bir şekli işaret etti. "Onu görüyor musun?"

"Evet." Delikanlı derin derin, biraz da komik bir tavırla içini çekti. "O her şeyden çok korktuğum nesne mi? Bayan Beech'in posta kutusu?"

"Evet. Ve orada birbirimizden ayrılmamız gerekiyor."

"Madem öyle olması gerektiğini söylüyorsun, pekâlâ. Ama keşke..." Aynı anda yazın bazen olduğu gibi rüzgârın yönü değişti. Batıdan şiddetle esiyordu şimdi. Denizin tuzlu kokusu hemen kayboldu. Şarkı söyleyen sarhoşların sesleri de duyulmaz oldu. Bunun yerini çok daha tehlikeli bir ses aldı. Her zaman Susan'ın sırtının ürpermesine neden olan ahenksiz bir ses. Fazla yaşamayacak bir erkeğin döndürdüğü bir sirenin sesi gibi bir şey.

Gözleri irileşen Will bir adım geriledi. Susan onun yine ellerini kemerine götürdüğünü gördü. Orada olmayan bir şeyleri almaya çalışıyordu sanki.

"Tanrı adına! Nedir bu?"

Susan usulca, "O bir 'incecik'," dedi. "Eyebolt Kanyonu'nda. Bu sesi hiç duymadın mı?"

"İncecik'ten söz edildiğini duydum. Ama sesini şimdiye kadar hiç işitmedim. Tanrılar! Buna nasıl dayanıyorsunuz? Sanki canlıymış gibi mırıldanıyor!"

Susan konuya bu açıdan hiç bakmamıştı. Ama şimdi sesi Will'in kulaklarıyla dinlerken delikanlıya hak verdi. Sanki gecenin hasta bir yanı sese kavuşmuştu ve şarkı söylemeye çalışıyordu.

Kız ürperdi. Aceleci onun dizlerinin baskısını artırdığını hissederek yavaşça burnundan soludu. Sonra da kıza bakmak için başını döndürdü.

Susan, "Yılın bu mevsiminde incecik'in sesi bu kadar iyi duyulmaz," dedi. "Sonbaharda erkekler onu susturmak için yakarlar."

"Anlayamadım..."

Kim anlıyordu ki? Artık kim neyi kavrıyordu? Tanrılar! Citgo'da hâlâ çalışan tulumbaları bile durduramıyorlardı. Oysa onların yarısı mezbahaya sokulan domuzların çığlıklarına benzeyen sesler çıkarıyordu. Son zamanlarda bazı şeyler hâlâ çalışabildiği için minnet duyuyordun sadece.

Susan, "Yazın sürücüler ve kovboylar fırsat buldukları zaman Eyebolt'un ağzına çalı çırpı yığıyorlar," diye açıkladı. "Kuru dallar uygun. Ama yaşlar daha da iyi. Çünkü gerekli olan duman. Ne kadar yoğun olursa o kadar iyi. Eyebolt dört tarafı kapalı bir uçurum. Çok kısa. Yamaçları da çok dik. Bu daha çok, yan yatmış bir bacaya benziyor. Anlıyor musun?"

"Evet."

"Törelere göre en uygun zaman Hasat sabahı. Panayır, ziyafet ve ateşten sonraki gün."



"Kışın ilk günü."

"Evet. Ama bu yörede kış o kadar çabuk gelmez. Her neyse, törelere göre böyle. Bazen rüzgâr şiddetli estiği ve ses de fazla yüksek olduğu için dallar daha erken tutuşturulur. Aslında bu ses sürüleri rahatsız ediyor. İncecik'in sesi iyice duyulduğu zaman ineklerin sütü azalıyor. Ve insanlar da kolay kolay uyuyamıyorlar."

"Buna inanırım." Will hâlâ kuzeye doğru bakıyordu. Rüzgâr birdenbire şiddetlenerek şapkasını uçurdu. Delikanlının sırtına düşen şapkasının işlenmemiş deriden kayışı boynuna takıldı. Ortaya çıkan saçları biraz uzun ve bir karganın kanatları gibi simsiyahtı. Susan parmaklarını bu saçların arasına sokmak için ani, açgözlü bir istek duydu. Parmakları onların dokusunu ona açıklamalıydı. Will'in saçları sert telli miydi? Yumuşak mıydı? İpek gibi miydi? Ve nasıl kokuyordu bu saçlar? Bu düşünce yüzünden kızın göğsüne bir sıcaklık yayıldı. Will kafasından geçenleri okumuş gibi ona doğru döndü. Susan kızardı. Sonra yabancının bunu göremeyeceğini düşünerek sevindi.

"O incecik ne zamandan beri orada?"

Susan, "Ben doğmadan önce başlamış," dedi. "Ama babam doğmadan önce değil. İncecik belirmeden önce yerin, deprem olmuş gibi sarsıldığını söyledi babam. Bazıları buna depremin neden olduğunu öne sürüyorlar. Bazılarıysa batıl inançlara bağlı saçma sapan bir iddia olduğunu. Kendimi bildim bileli incecik oradaydı... Duman bir süre sesini kesiyor. Bal ya da eşek arısı kovanları da dumandan etkilenir ya... Ama sonra ses tekrar duyuluyor. Uçurumun ağzına yığılan çalı çırpı sürülerin o tarafa gitmelerini de engelliyor. Bazen incecik'in sesi hayvanları çekiyor. Nedenini tanrılar bilir. Bir inek ya da koyun çalı çırpı yakıldıktan ama gelecek yıl için hazırlıklar tamamlanmadan önce o tarafa giderse... bir daha geri gelmiyor. O incecik neyse, bir hayli aç."

Susan pançoyu yana itti. Sağ ayağını kaşa dokunmadan eyerinin üzerinden aşırdı ve Aceleci'den kayarak atladı. Bütün bunları bir tek zarif hareketle başardı. Elbiseden çok, pantolonla yapılacak bir hareketti. Susan delikanlının gözlerinin irileşmesinden onun bazı yerlerini gördüğünü anladı. Ama önemli miydi? Attan çabucak inerek gösteriş yapmak istediği zaman başvurduğu gözde numarasıydı.

Will, "Çok güzel!" diye bağırdı.

Susan bu iltifatın daha masumca yanına cevap verdi. "Bunu babamdan öğrendim." Ama dizginleri delikanlıya uzatırken gülümsemesi iltifatı her anlamda kabul edeceğini açıklıyordu.

"Susan? Sen incecik'i hiç gördün mü?"

"Evet. Bir... iki kere. Yukardan."

"Neye benziyor?"

Susan hemen, "Çok çirkin," diye. cevap verdi. Ona sorsalardı o geceye kadar rastladığı en çirkin şeyin Rhea'nın yakından gördüğü gülümsemesi ve cadının durmadan hareket eden soğuk parmaklarına katlanmak zorunda kalması olduğunu söylerdi. "İncecik ağır ağır yanan turba ateşine benziyor. Biraz da yeşil yosunla dolu bir bataklığa. İncecik'ten sisler yükseliyor. Bazen sıska, uzun kollara benziyorlar. Uçlarında eller olan kollara."

"İncecik genişliyor mu?"

"Evet. Öyle söylüyorlar. Her incecik'in genişlediğinden söz ediyorlar. Ama senin ve benim ömrümüzün sonuna kadar Eyebolt Kanyonu'ndan kaçamayacak." .

Susan başını kaldırarak gökyüzüne baktı. Onlar konuşurken takımyıldızların gökyüzünde kaymış olduklarını gördü. Ona bu delikanlıyla bütün gece konuşabilirmiş gibi geliyordu. İncecik'ten, Citgo'dan, sinir bozucu halasından ya da akla gelecek her şeyden söz edebilirlerdi. Bu düşünce kızı şaşırttı. Tanrı aşkına,.bu neden şimdi başıma geldi? Üç yıl Hambry'li çocukları yanımdan uzaklaştırdım. Ve neden şimdi beni garip bir biçimde ilgilendiren bu delikanlıyla karşılaştım? Neden yaşam bu kadar adaletsiz?

Babasının sesiyle duyduğu daha önceki düşüncesini hatırladı. Bu ka'ysa rüzgâr gibi gelecek. Ve planlarını ona karşı koyamayacak. Bir ambarın siklona dayanamaması gibi.

Ama hayır. Ve hayır. Ve hayır. Susan o müthiş iradesiyle bu fikre karşı koydu. Bu bir ambar değil, onun hayatıydı.

Uzanıp Bayan Beech'in paslı tenekeden posta kutusuna dokundu. Sanki bu dünyada dengesini bulmaya çalışıyordu. Belki küçük umutlarının ve hayallerinin fazla bir değeri yoktu. Ama babası ona kendini yapabileceğini söylediği şeylere göre ölçmesini söylemişti. Ve babasının öğrettiklerini, duygularının karmakarışık olduğu bir anda karşılaştığı yakışıklı bir genç yüzünden bir kenara itmeyecekti.

Kız, "Ben senden burada ayrılacağım," dedi. "Ya arkadaşlarına katıl ya da atla dolaş." Sesindeki ciddilik onu biraz üzdü. Çünkü bu olgun bir insanın hüznüydü. "Ama bana verdiğin sözü unutma, Will. Beni Deniz Kıyısı'nda... yani Belediye Başkanı'nın konağında gördüğün zaman sanki ilk defa karşılaşıyormuşuz gibi davran. Arkadaşım olmak istiyorsan bunu yap."

Will, "Evet," der gibi başını salladı. Susan kendi ciddiyetinin delikanlının yüzüne yansımış olduğunu gördü. Belki kederi de yansımıştı. "Ben hiçbir kıza benimle birlikte atla gezmeye çıkmasını teklif etmedim. Onu ziyaret etmeme razı olup olmayacağını da sormadım. Patrick'in kızı Susan, bunları senden isterdim. Şansımı artırmak için sana çiçek de getirirdim. Ama galiba bunun bir yararı yok."

Susan başını salladı. "Öyle, yararı yok."

"Birine evlenme sözü mü verdin? Biliyorum bunu sormam küstahlık ama kötü bir niyetim yok."

"Olmadığından eminim. Ama bu sorunu cevaplamamayı tercih edeceğim. Sana da söylediğim gibi şu ara durumum çok nazik. Ayrıca çok geç oldu. Burada ayrılıyoruz, Will. Ama bir dakika dur..."

Kız giysisinin cebini karıştırdı ve yaprağa sarılı yarım bir pastayı çıkardı. Diğer yarısını Cöos'a tırmanırken yemişti... Sanki yaşamının diğer yarısı geride kalmıştı. Akşam yemeğinden geride kalan bu küçük parçayı Aceleci'ye uzattı. At pastayı kokladı. Sonra onu yedi ve burnunu kızın avucuna sürdü. Susan hayvanın kadife gibi burnu avucunu gıdıkladığı için gülümsedi. "Evet, sen iyi atsın. Gerçekten."

Başını kaldırarak yolun ortasında duran Will Dearborn'a baktı. Delikanlı tozlu botlarını yere sürüyor ve kızı umutsuzca süzüyordu. Şimdi yüzündeki o haşin ifade kaybolmuştu. Artık suratındaki ifade yaşına uygundu. Hatta daha küçük duruyordu. "Dostça karşılaştık değil mi?" diye sordu.

Susan bir adım attı ve daha ne yaptığını düşünemeden ellerini delikanlının omuzlarına koydu. Parmaklarının ucunda yükselip yabancıyı dudaklarından öptü. Kısa bir öpücüktü ama kardeşçe bir yanı yoktu.

"Evet. Öyle, Will. Dostça bir karşılaşma oldu." Ancak Will aynı hareketi tekrarlamaları için ona yaklaşmaya kalktığı zaman kız delikanlıyı usulca ama kesin bir tavırla göğsünden itti. (Will bu hareketi düşünmeden yapmıştı. Bir çiçeğin güneşe dönmesi kadar doğaldı.)

"Hayır. Ben sadece sana teşekkür etmek istedim. Ve tek bir teşekkür de bir beyefendi için yeterli olmalıdır. Yoluna huzur içinde devam et, Will."

Delikanlı rüyadaymış gibi atın dizginlerini aldı. Bir an ne olduklarını bilmiyormuş gibi baktı dizginlere. Sonra yine kıza döndü. Susan onun öpücüğünün uyandırdığı duygulardan kurtulmaya, kafasını toplamaya çalıştığını anladı. Bu yüzden Will'den daha da hoşlandı. Ve delikanlıyı öptüğü için daha memnun oldu.

Will eyere atladı. "Sen de öyle. İlk defa karşılaşacağımız anı sabırsızlıkla bekleyeceğim."

Susan'a gülümsedi. Kız bu tebessümdeki özlemi ve arzuyu farketti. Delikanlı sonra atın dizginini çekerek onu döndürdü. Geldikleri yoldan geri döneceği anlaşılıyordu. Belki de tekrar petrol alanına bakacaktı. Susan olduğu yerde, Bayan Beech'in posta kutusunun yanında bekledi. Will'in dönmesini ve ona el sallamasını istiyordu. Böylece genç adamın yüzünü tekrar görebilecekti. Will'in bunu yapacağından emindi... Ama öyle olmadı. Ancak daha sonra, tam Susan dönüp yamaçtan kente ineceği sırada Will gerçekten döndü. Elini kaldırarak parmaklarını oynattı. Karanlıkta bir pervaneye benziyordu eli.

Susan da elini sallayarak ona karşılık verdi. Sonra yoluna devam etti. Hem mutluydu, hem de mutsuz. Ama -ve bu çok önemliydi- artık cadının elleri yüzünden kendini kirlenmiş gibi hissetmiyordu. Will'in dudaklarına dokunduğu an Rhea'nın elinin izleri sanki cildinden silinmişti. Belki bu basit bir sihirdi ama kızın hoşuna gitti.

Susan hafifçe gülümseyerek yürümesini sürdürdü. Yıldızlara bakıyordu. Karanlıkta sokağa çıktığı zaman gökyüzüne bu kadar sık bakmazdı.
4. Ay Battıktan Çok Sonra
Delikanlı uçurum denen yerde hemen hemen iki saat huzursuzca gidip geldi. Aceleci'yi tırıstan daha hızla gitmesi için zorlamıyordu. Oysa iğdiş edilmiş iri küheylanı kanı biraz serinleyinceye kadar yıldızların altında koşturmak istiyordu.

Dikkatini kendine verirsen kanın o zaman gerçekten serinler, diye düşünüyordu. Hatta bu işi kendin yapmak zorunda da kalmazsın "Dünyada hak ettikleri şeyi bulanlar sadece ahmaklardır." Bu eski atasözü yaşamının en büyük öğretmeni olan çarpık bacaklı, yüzü yaralı adamı anımsattı ona. Delikanlı gülümsedi.

Sonunda atını yamaçtan ince dereye doğru sürdü. Suyu iki kilometre kadar izledi. (Sık sık at sürüleriyle karşılaştı. Hayvanlar Aceleci'ye uykulu uykulu hayretle baktılar.) Delikanlı bir söğüt korusuna girdi. Korunun ortasındaki açıklıkta bir at usulca kişnedi. Aceleci de ona karşılık verdi. Bir toynağını yere vurarak başını aşağı yukarı salladı.

Delikanlı söğütlerin arasından geçerken başını eğdi. Birdenbire insanla ilgisi olmayan beyaz, dar bir suratla karşılaştı. Yüzün üst kısmı hemen hemen bebekleri olmayan siyah gözlerden oluşuyordu.

Çocuk tabancalarını almak için ellerini hemen kemerine attı. Bu gece bunu üçüncü defa yapıyordu. Ve üç sefer de silahlarının belinde olmadığını hatırlamıştı. Ama bu önemli değildi. Delikanlı dala sicimle asılmış olan şeyi tanımıştı. Bu, ekinkargası kafasıydı.

Bir ara Arthur Heath adını almış olan genç kurukafayı eyerinden çıkarmış ve Will'e şaka yapmak için ağacın dalına asmıştı. (Arthur, kurukafadan, "Yaşlı bir büyükbaba kadar çirkin," diye söz ediyordu. "Ama beslemek bedava." Will, "O ve şakaları!" diye homurdanarak eliyle sicime vurdu. İp kopunca kurukafa karanlıkta uçtu.

Gölgelerin arasından bir ses, "Ayıp, Roland, ayıp!" dedi. Bu seste sitem vardı ama sahibinin neredeyse güleceği belliydi... Her zaman olduğu gibi. Cuthbert, Roland'ın en eski arkadaşıydı, ilk dişlerinin izleri aynı oyuncakların üzerinde kalmıştı. Ama Roland bir bakıma Cuthbert'i hiçbir zaman anlayamamıştı. Yalnızca onun neşesini değil. Gerilerde kalmış bir gün saray aşçısı Hax vatan haini olduğu için Darağacı Tepesi'nde asılacağı zaman Cuthbert dehşet ve pişmanlıkla kıvranmıştı. Roland'a orada kalamayacağını, adamın asılmasını seyredemeyeceğini söylemişti... Ama sonunda her ikisini de yapmıştı. Çünkü budalaca şakaları da, yüzeyde kalan duyguları da Cuthbert Allgood'la ilgili gerçeği açıklamıyordu.

Roland korunun ortasındaki çukur açıklığa girerken kara bir gölge saklandığı ağacın arkasından çıktı. Açıklığın ortalarına doğru daha belirginleşti. Uzun boylu, dar kalçalı bir delikanlıydı. Ayağında kot pantolonu vardı. Belinden yukarsı ve ayakları çıplaktı. Bir elinde koskocaman antika bir tabancayı tutuyordu. Bu silaha silindirinin büyüklüğü yüzünden "bira fıçısı" adı takılmıştı.

Cuthbert, "Ayıp," diye tekrarladı. Sanki bu kelime hoşuna,gidiyordu. Aslında "ayıp" sözcüğünün artık kullanılmayan çok eski biçimini tekrarlıyordu. Mejis gibi unutulmuş ücra yerlerde bile bu sözcüğü kullanan yoktu. "Nöbetçiye böyle davranılır mı? O zavallı ince suratlı çocuğu bir vuruşta en yakındaki sıradağlara doğru yolladın!"

"Tabancam belimde olsaydı onu parça parça eder ve bu bölgenin yarı ahalisini de uyandırırdım."

Cuthbert uysalca, "Etrafta belinde tabancayla dolaşmayacağını biliyordum," dedi. "Dikkati çekecek kadar çirkinsin, Steven'in oğlu Roland. Ama on beş gibi ihtiyarlara özgü bir yaşa yaklaşırken bile ahmakça davranmıyorsun"

"Yolculukta kullandığımız adları değiştirmemeye karar vermiştik. Aramızda bile bu adları kullanacaktık."

Cuthbert ayağını uzatarak çıplak topuğunu çimenlere bastırdı. Kollarını uzatıp bileklerini iyice bükerek başını eğdi. Saraya girmeyi meslek edinen birinin taklidini ustalıkla yapıyordu. Ayrıca bataklıkta duran bir balıkçıya da şaşılacak kadar benziyordu. Roland istememesine rağmen güldü. Sonra ateşi olup olmadığını anlamak için sol bileğinin içini alnına dayadı. Tanrılar da biliyorlardı ya, kafasının içi ateş gibiydi. Ama alnı serindi.

Ellerini aşağıya sarkıtan ve gözlerini de alçakgönüllü bir tavırla yere diken, Cuthbert, "Senden özür diliyorum, silahşor," dedi.

Roland'ın yüzündeki tebessüm siliniverdi. "Beni bir daha böyle çağırma, Cuthbert. Lütfen. Ne burada, ne de başka yerde. Eğer bana değer veriyorsan."

Cuthbert şakacı tavırlarını hemen bir tarafa bırakarak atının sırtında oturan Roland'a hızla yaklaştı. Bu kez gerçekten üzülmüştü.

"Roland... Will... affedersin."

Roland onun omzuna vurdu. "Şimdilik bir zararı olmadı. Ama bu andan itibaren bunu hiç unutma. Mejis belki dünyanın bir ucunda... Ama yine de bu dünyada. Alain nerede?"

"Dick'i mi kastediyorsun? Onun nerede olduğunu sanıyorsun?" Cuthbert açıklığın ilersini işaret etti. Orada kara bir yığın ya horluyordu ya da boğularak ölmek üzereydi.

Cuthbert, "Bizimki deprem sırasında bile uyur," dedi.

"Ama sen benim geldiğimi duydun ve uyandın."

"Evet." Cuthbert gözlerini arkadaşının yüzüne dikmiş, Roland'ı endişelendiren bir dikkat ve ısrarla inceliyordu. "Başına bir şey mi geldi? Bir tuhaf halin var."

"Öyle mi?"

"Evet. Heyecanlı gibisin. Hatta keyifli de."

Roland, Cuthbert'e Susan'dan söz edeceksem şimdi tam zamanı, diye düşündü. Ama konuyu iyice incelemeden hemen arkadaşına açılmamaya karar verdi. (Kararların çoğunu ve kuşkusuz en iyilerini böyle fazla düşünmeden verirdi.) Susan'la Belediye Başkanı'nın konağında karşılaştıkları zaman Cuthbert'le Alain onların birbirlerini ilk kez gördüklerini sanacaklardı. Bunun ne zararı vardı?

"Yeterince hava aldım." Roland attan inerek eyerin kayışlarını çözmek için eğildi. "Ayrıca bazı ilginç şeyler de gördüm."

"Ah! Konuş, kalbimin en sevgili kiracısı!"

"Bence yarına kadar beklemem daha doğru olur. Senin şu ayı kış. uykusundan uyandığı zaman hikâyeyi bir tek defa anlatmak yeterli olur. Ayrıca yorgunum. Ama seninle bir tek şeyi paylaşacağım. Bu bölgede fazla at var. Atlarıyla ün yapmış olan bir baronluk için bile çok fazla."

Cuthbert bir şey soramadan Roland eyeri Aceleci'nin sırtından alıp sazla örülmüş üç küçük kafesin yanına bıraktı. Bu kafesler bir atın sırtına kolaylıkla yüklenebilmeleri için birbirlerine işlenmemiş deriden şeritlerle bağlanmıştı. İçlerinde boyunları beyaz halkalı üç güvercin uykulu uykulu, "Huu," çekiyorlardı. İçlerinden biri başını kanadının altından çıkararak Roland'a bir göz attı. Sonra başını tekrar kanadının altına soktu.

Roland, "Bu çocuklar iyi mi?" diye sordu.

"İyiler. Samanların arasında birbirlerini mutlu mutlu gagalıyorlar. Herhalde kendilerini tatilde sanıyorlar. Sen demin ne demek istedin?"

Roland, "Yarın," dedi. Cuthbert onun başka bir şey söylemeyeceğini anlamıştı. Sadece başını salladı. Sonra da "nöbetçim" dediği kuş kafasını bulmaya gitti.

Yirmi dakika sonra Aceleci'nin üzerindekiler alınmış ve hayvan kaşağılanmıştı. Şimdi Güderi ve Zamklı Çocuk'la birlikte otluyordu. (Cuthbert atına normal insanlar gibi uygun bir ad takmıyordu.) Roland yatağına sırtüstü uzandı. Gözlerini gökyüzündeki son yıldızlara dikti. Cuthbert, Aceleci'nin nal seslerini duyduğu zaman hemen uyanmıştı. Şimdi de yine çabucak uykuya dalmıştı. Ama Roland'ın hiç uykusu yoktu.

Şimdi bir ay öncesini düşünüyordu. Fahişenin odasını. Babası karyolaya ilişmiş, onun giyinmesini seyrediyordu. Steven'in sözleri Roland'ın kafasında bir gong sesi gibi yankılanıyordu. Ben bunu iki yıldan beri biliyordum. Delikanlıya bu yankılanma ömrünün sonuna kadar sürecekmiş gibi geliyordu.

Ama babasının söyleyecek başka sözleri de vardı. Pek çok sözü. Manen hakkında. Roland'ın annesi konusunda. Belki de kadın o kadar suçlu değildi. Roland'ın babası vatansever olduklarını iddia eden soygunculardan söz etti. John Farson'dan da. Adam gerçekten Cressia'ya gitmişti. Ama sonra oradan ayrılmıştı. Her zamanki gibi ortadan kaybolmuştu. Şiddetle rüzgâra kapılan duman gibi. John Farson oradan ayrılmadan önce o ve adamları Baronluk'un merkezi Indrie'yi yakıp kül etmişlerdi. Yüzlerce insanı öldürmüşlerdi. Bu nedenle Cressia'nın daha sonra Birlik'ten ayrılarak İyi Adam'ın tarafına geçmesine şaşmamak gerekiyordu. Baronluk Valisi, Indrie Belediye Başkanı ve Yüksek Şerifin kesilmiş kafaları yazın başlarında John Farson'un ziyareti sona erdiği zaman kentin sur kapısını süslemişti. Steven Deschain, "Bu ikna edici bir politika," dedi.

1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   62


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət