Ana səhifə

Müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû'-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.(S: 147) 2-) İkinci Nokta


Yüklə 435.5 Kb.
səhifə6/7
tarix27.06.2016
ölçüsü435.5 Kb.
1   2   3   4   5   6   7

"RESAİL-İN-NUR ŞAKİRDLERİ, ÎMAN İLE KABRE GİRECEKLER, ÎMANSIZ VEFAT ETMEZLER."

Biz o vakit o rü’yaya çok sevindik. Demek o müjde bu müjde-i Kur'âniyenin bir müjdecisi imiş.(ST:100)

225-)Bizden bir ay uzakta bulunan Risalet-ün-Nur şâkirdleri, üstadımızın hastalığının aynı zamanında hastalığının vaziyetini rü’yada aynen gördükleri gibi, Sabri ve Hâfız Ali'nin taifeleri de aynı vakitte burada yâni Kastamonuda olduğu gibi hasta olan üstadımızın hesabına daha mühim bir tarzda çalışmışlar.(ST:169)

226-)Hediyeniz Kastamonuya geleceği ânında rü’yada gördüm ki: Bizlere bir ferman-ı şâhâne, mânevî bir cânibden geliyor, kemal-i hürmetle ellerinde tutup bize getiriyorlar. Biz baktık ki, o ferman-ı âli, Kur'an-ı Azîmüşşan olarak çıktı. O halde bu mâna kalbe geldi: Kur'an yüzünden Risalet-ün-Nurun şahs-ı mânevîsi ve biz şâkirdleri, bir terfi' ve terakki fermanını âlem-i gaybdan alacağız. Şimdi tâbiri ise, o fermanı temsil eden mâsumların kalemiyle mânevî tefsir-i Kur'ânîyi aldığımızdır.

227-)Bu rü'yânın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Emin'in gösterdikleri tâbir dahi hakdır, ehemmiyetlidir. Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i Nuriyeyi bir hiss-i kablelvuku' ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki, o gelmeden iki gün evvel Feyzi ve Emin'in fıkrasında beyan edilen rü’yayı gördüğüm gecenin gününde sabahtan akşama kadar ve ikinci gününde kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip otuz-kırk def'a tebessüm ile güldüm. Hem ben, hem Feyzi taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir def'a gülmiyen, bir günde otuz def'a gülmek bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki; o sürur, o sevinç mezkûr mânevi fermanı temsil eden mâsumların ve ümmîlerin kalemlerinin yazıları, nesl-i âtînin sahâif-i hayatlarına, âlem-i İslâmın sahife-i mukadderatına ve ehl-i îmanın istikbalinin defterlerine neşr-i envar edeceklerinin ve o mâsumların hâlis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a'mâlimizde hasenatlarını yazıp kaydetmesinin ve Risale-i Nur şâkirdlerinin istikbalinin mukadderatını mes'udâne idamesinin haberini veren o hediyeden, ve daha gelmeden geliyordu. Ben o azîm yekûndan hisseme düşen binden bir cüz'ünü ruhen hissetmiş idim ki, beni mesrurane heyecana getirmişti.(ST:173)

228-)Isparta'da bulunan kardeşlerimize

Lâtif bir rü’yanın Kadere ait bir mes'eleyi şuhud derecesinde bize kanaat verdiği gibi, o lâtif rü’yanın ikinci parçası bizlere mânevi bir müjde ve beşaret verdiği cihetle, siz kardeşlerimize beyan ediyoruz. Şöyle ki:

Üstadımız rü’yada görüyor ki: Ben (yâni Feyzi) ile beraber gezmeye çıkıyoruz. Giderken birden üstadımıza söylüyorum ki: "Burada ben, ayının tesbihini toplayacağım." Üstadımız da bakıyor ki, beyaz ipler gibi dolaşmış birşey görüyor. Bu acib güldürecek sözümden ve ayıya tesbih isnad etmek vaziyetimden çok şiddetli gülerek uyanmış. Uyandıktan sonra da gülmüş. Akşama kadar hiç görülmemiş bir tarzda yirmi-otuz def'a o hâdise-i nevmiyeyi gülerek benimle mülâtefe etti. Münasebeti olmayan bâzı şeylerle tâbire çalıştıksa da münasebet tutmadı. Sonra aynı ikinci günün aynı saatinde, bana benziyen bir dost (ki rü’yada Üstadıma benim suretimde görünmüş) Üstadımızın yanına geldi, dedi ki: "Ayının yağını toplayanlardan alıp, müezzin ve tesbih yapan bir adam tavsiyesiyle mühim bir adama her sabah hastalık için yutmasını nasıl görüyorsunuz?" Üstadımız da rü’yada güldüğü gibi aynı öyle gülmüş, birden rü’ya hâtırına gelip bu acib ve aynı aynına tâbiri kemal-i taaccüb ve hayretle karşılayıp ona demiş: "Sakın istimâl etmesin!"

229-)"Yirmisekizinci Mektub"un Birinci Risalesinin Altıncı Nüktesinde, rü’ya-yı sâdıka, Kader-i İlâhî herşey'i ihâta ettiğine bir hüccet-i kâtıa hükmünde üstadımızın binler tecrübe ile gördüğü gibi, aynen bu vâkıa dahi bizlere şuhud derecesinde kat'î isbat etti ki: "Hâdisât, vücuda gelmezden evvel mukadderdir, malûmdur, muayyendir, Kader-i İlâhînin mîzanlariyle geliyor" diye bu rükn-ü îmâniye bize gayet kat'i bir nümune oldu.

230-)Hem rü’yanın ikinci tabakasında Üstadımız diyor ki: "Ona ve Risale-i Nurun hey'etine bir ferman geliyor." Birden geldi. O kudsî ferman, Kur'an çıktı. Bunun tâbiri aynı günün aynı tecrübe saatinde Hizb-ül-Ekber-i Kur'ânî, ümid edilmediği o vakitte Asiye Hanımın hanesinde tezyin için gönderilen Hizb-ül-Ekber yüz senelik güzel bir kab içerisinde, o kabın üzerinde sırma ile padişahın mühim fermanlardaki turra-i şâhâne işlenmiş gördük. Üstadımız dedi ki: "Ferman geldi diye Kur'an çıktı, şimdi de Kur'an'ın Hizbül-Ekberi geldi." Üstünde ferman turrası bulunduğundan, Risale-in-Nurun hey'etine beşaretli ve medar-ı feyz ve terakki ve bir ferman-ı Rabbânî hükmüne geçeceğini Rahmet-i İlâhiyyeden bekleriz. Hem bu tâbirden az sonra sizlerin kıymetdar hediyelerinizi aldık ki, rü’yanın tam tâbiri çıktı. Orada bulunan umum kardeşlerimize selâm, arz-ı hürmet eder, dualarınızı isteriz.(ST:174)

231-)Böyle bir cevap ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde başa gelen hâdisatı bildirmemekte Cenab-ı Erhamürrâhimînin çok büyük bir rahmeti saklandığı ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız müphem ve mücmel bir surette ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek keşfiyatta ve rü’ya-yı sâdıkada bir kısım gaybî hakikatlarını ihsas eder ve o hakikatların hususî suretleri vukuundan sonra bilinir.(ST:200)

232-)Ve en lâtif bir emare de şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, pencereye vurdu. Biz uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur olduk, dedim: "Pencereyi aç, o ne diyecek?" Girdi, durdu.. tâ bu sabaha kadar; sonra o odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım; yarım dakikada döndüm, baktım, "kuddüs kuddüs" zikrini yapan bir kuş odamda gördüm, gülerek dedim: "Bu misafir ne için geldi?" Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum. Bir saat bana baktı; ekmek bıraktım, yemedi; yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim; o misafir de kayboldu. Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: "Ben bu gece gördüm ki, merhum Hâfız Ali'nin (R.H.) kardeşi yanımıza gelmiş." Ben de dedim: "Hâfız Ali ve Husrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek." Aynı günde iki saat sonra çocuk geldi, dedi: "Hâfız Mustafa geldi. Hem Risale-i Nurun serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarını da kısmen getirdi. Hem serçe kuşunun ve benim rü’yamın hem kuddüs kuşunun tâbirini isbat etti ki, tesadüf olmadığını gösterdi. Acaba emsâlsiz bir tarzda hem serçe kuşu acib bir surette, hem kuddüs kuşu garib bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve mâsum çocuğun rü’yası tam tamına çıkması, hem Risale-i Nurun Hâfız Ali gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki bir beşaret-i gaybiye olmasın? Evet, bu mes'ele küçük bir mes'ele değil, kâinat ve hayvanat ile dahi alâkadardır.(ST:209)

233-)Nurşîn'de bir müddet kaldıktan sonra Hîzan'a döndü. Sonra medrese hayatını terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rüya görür:

234-)Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet sırat köprüsünün başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve sırat köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberân-ı İzam hazarâtını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.

235-)Artık bu rüyadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için (Hâşiye: Tarihçe-i hayatında yazılmamış, o rü’yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur'anın tâlim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir. ) büyük bir şevk uyandırır. (T:32)

236-)Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylâni (K.S.) Hazretlerini rüyasında görür. Geylâni Hazretleri (K.S.) kendisine hitaben:

– Molla Said! Mîran aşireti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarik-i hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i mârufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.

237-)Molla Said, bu rü’yayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşiretine doğru Tillodan hareket eder, doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın nazar-ı dikkatini celbedince, aşiret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şüphesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Saide ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

– Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkedip namazını kılacaksın veyahud seni öldüreceğim! demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Saide ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:

– Sana söyledim ya.. onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Saidin kılıncına işaret ederek:

– Bu pis kılınçla mı?

Bediüzzaman:

– Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur. (T:40)

238-)Bir gece Molla Said, rüyasında Şeyh Mehmed Küfrevi Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:

– Molla Said; gel beni ziyaret et, gideceğim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini görünce, uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyhin hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır.

«w[¬8³~ö¬y²[«V«2ö¬yÁV7!ö­^«W²&«*ö«–x­Q¬%!«*ö¬y²[«7¬!ö@Å9¬!«:ö¬yÁV¬7ö@Å9¬!

Mahzun olarak geriye döner.(T:46)

239-)Üç gün evvel, aynen, nurlu hediyeniz Kastamonuya geleceği anda, rü’yada görüyordum ki:

Terfi-i makam ve rütbe için bizlere ferman-ı şâhâne, mânevî bir canibden geliyor. Kemal-i hürmetle ellerinde tutup bize getiriyorlar.

240-)Biz baktık ki o ferman-ı âlî, Kur'an-ı Azîmüşşan olarak çıktı. O halde, bu mânâ kalbe geldi : Demek, Kur'an yüzünden Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsi ve biz şâkirdleri bir terfi ve terakki fermanını âlem-i gaybdan alacağız. Şimdi tâbiri ise, o fermanı temsil eden mâsumların kalemiyle manevî tefsir-i Kur'an'ı aldığımızdır. Bu rü’yanın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel, Feyzi ile Emin'in gösterdikleri tâbir dahi haktır ve ehemmiyetlidir. Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nûraniyeyi bir hiss-i kablelvuku ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki; o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin'in fıkrasında beyan edilen, rü’yayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç bir sürur hissedip, mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip otuz-kırk defa tebessüm ile güldüm. Ben ve hem Feyzi, çok taaccüb ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyenin, bir günde otuz defa gülmesi, bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki, o sürur ve o sevinç; mezkûr mânevî fermanı temsil eden mâsumlar ve ümmîlerin kalemlerinin yazıları, nesl-i âtînin sahâif-i hayatlarına, Âlem-i İslâm'ın sahife-i mukadderatına ve ehl-i îmanın istikbalinin defterlerine neşr-i envâr edecek olan ve o mâsumların hâlis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a'mâlimize hasenatları yazılıp kaydedilmesinin ve Risale-i Nur Şâkirdlerinin mukadderatının mes'ûdane idamesinin haberini veren, o daha gelmeyen hediyeden geliyordu. Benim o azîm yekûndan hisseme düşen binden bir cüz'ü ruhen hissedilmiş, beni mesrûrane heyecana getirmişti. Evet, böyle yüzer mâsumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları, sâir kardeşlerimin defterlerine geçmesi misillü, benim gibi bir günahkârın sahife-i a'mâline dahi girmesi binler sürur ve sevinç verir.(T:297)

241-)Altıncısı: Kur'ân'ın altı ciheti nuranîdir; sıdk ve hakkaniyetini gösterir. Evet; altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i'caz lem'aları, önünde ve hedefinde saadet-i dareyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavî hakikatları, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itmi'nanları ve samimî incizapları ve teslimleri, Kur'ân'ın fevkalâde hârika metin ve hücum edilmez bir kal'a-i semaviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi.. altı makamdan dahi O'nun ayn-ı hak ve sâdık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden başta, bu kâinatta daimagüzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı; o Kur'ân'a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle O'nu tasdik ve imza ettiği gibi İslâmiyetin menbaı ve Kur'ân'ın tercümanı olan Zâtın (Aleyhissalâtü Vesselâm) herkesten ziyade O'na îtikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede bulunması ve sair kelâmları O'na yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyane, Kur'ân ile tereddütsüz ve itmi'nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen O tercümanın, bütün kuvvetiyle, Kur'ân'ın herbir hükmüne îmân edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur'ân semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-ı Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.(T:365)

242-)Bilmukabele, biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşâallah, Cenâb-ı Hak sizi büyük ihsanlara mazhar eyliyecek, diye bir işarettir. Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmanını kurtarmaktır, başkaların îmanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevâzu mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünki, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibi, ağır şerait içinde kahramancasına îmanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rü’yalarının bir tâbiri de, bu noktadan seni tebşir etmektir.(T:482)

243-)Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dûrbîniyle ve hiç olmazsa hayalin vera'-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir.(Mu:65)

244-)Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:

›¬*²G«.ö]¬4ö­‰²@«[²7!ö«—ö­Ä@«8³ž²!ö­v¬M«B²F«#ö«:ö¬y¬V²O«8ö¬a²E«#ö²w¬8ö­¿«Ÿ²'¬ž²!ö«]¬X[¬%@«X­<

245-)Yani: "Mumatala-i hak perdesi altında hulf-ül va'd benimle konuşuyor. Der: Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye's ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar." Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye'si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor.(Mu:89)

246-)Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rü’ya görür. Güzel rü’ya (Mevt, bir nevmdir) gören, hayatından lezzet alır.(Mü:36)

247-)Eski Said bir hiss-i kabl-el vuku' ile iki acib hâdiseyi hissetmiş, fakat rü’ya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikata bakmış. Hakikatın sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş.(Mü:104)

248-)İşte Nur'un zahiren, kemmiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatını hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zât haklı, hem Eski Said bir derece haklıdır. Çünki Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymetdar ve manen daha geniş olması; Eski Said'in o rü’ya-yı sadıka gibi olan hiss-i kabl-el vuku' ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.(Mü:105)
249-)İkinci harb-i umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde Osmanlı'daki tahribata nisbeten dardır. Osmanlı'daki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslâmiye manen o ikinci harb-i umumîden daha dehşetli olmasından Eski Said'in o sehvini tashih ediyor ve rü’ya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kabl-el vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o mu'teriz ehl-i velayeti zahiren haklı fakat hakikaten Eski Said'in o hissi daha haklı olduğunu isbatla, o veli zâtın itirazını tam reddediyor.(Mü:108)

«–:­h­Q²L«#ö«žö²w¬U´7«:ö°š@«[²&«!ö²u«"ö°ت!«x²8«!ö¬yÁV7!ö¬u[¬A«,ö]¬4ö­u«B²T­<ö²w«W¬7ö!x­7x­T«#ö«ž«:

!x­#@«8ö@«8ö°š@«[²&«!ö²v­ZÅ9«!ö«–:­h­Q²L«<ö²v­ZÅX¬U´7«:ö²™«!

250-)Şehid kendini hayy bilir.( Acib bir vakıa, şu manaya bana kat'î kanaat vermiştir.) Feda ettiği hayatı sekeratı tatmadığından gayr-ı münkatı' ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. Başka meyyite nisbeti şuna benzer ki: İki adam rü’yada lezaizin enva'ına câmi' bir bahçede geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir, ehemmiyet vermez. Diğeri ise yakaza bilir, hakikî mütelezziz olur.

Âlem-i rü’ya, âlem-i misalin zılli ve o da âlem-i berzahın zılli olduğundan, desatirleri mütemasildir.(STİ:9)

251-)Bu mes'eleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rü’yada Cenab-ı Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimizi gördüm. Bir medresede huzur-u saadette bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber bana Kur'andan ders vereceklerdi. Kur'anı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, Kur'ana ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi.

252-)Bilâhere bu rü’yayı, suleha-yı ümmetten bir zâta hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: "Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur'an-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir."(STİ:30)

Rü’yada bir hitabe

Meali ve hatırda kalan elfazı aynendir.

253-)335 senesi eylülünde, dehrin hâdisatı verdiği ye's ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rü’ya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rü’ya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

254-)Bir cum'a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:

–Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem, seni istiyor.

Gittim gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a'sarın meb'uslarından her asrın meb'usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab ettim, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:

–Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de re'yin var, fikrini beyan et!

Ayakta durup dedim:

–Sorun cevab vereyim.

Biri dedi:

–Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak, galibiyette ne olurdu?

Dedim:

–Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir.



255-)Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta'cil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (¬¶y«V¬%@«2) muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i (¬¶y«V¬%³~) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi:

–İzah et!

Dedim:


–Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafî, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik.

256-)Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.

Meclisten biri dedi:

–Neden Şeriat şu medeniyeti(*) reddeder?

(*): Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Dedim:


–Çünki beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.

257-)O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

258-)İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir.

259-)Nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir.

260-)Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev'e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir.

261-)Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!

Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tabi' olmaz.

262-)Bir asıldan tev'em olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a'sar ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine rağmen, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezcolunmaz, bel' olunmaz...

Dediler:

–Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?

Dedim:

–Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz'eder.



263-)İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

264-)Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir.

265-)Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

266-)Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese "Öl!", diğeri diyecek "Diril!". Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za'f - uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi - ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

267-)Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyor idi; zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, bâki kalmalı.

268-)Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler:

–Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır!..

Tekrar biri sordu:

–Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

Dedim:

–Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik., O da bizden müterakim zekâtını aldı.



Name=R0006; HotwordStyle=BookDefault;

269-)Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten humsu olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.

Yine biri dedi:

–Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?

Dedim:

–Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir (o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.



Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş kendimi buldum. Gece böyle geçti.(STİ:36)

1   2   3   4   5   6   7


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət