Ana səhifə

Lokman / 19. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir


Yüklə 187.5 Kb.
səhifə4/5
tarix27.06.2016
ölçüsü187.5 Kb.
1   2   3   4   5

TEFSİR…


يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتّى تَسْتَاْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلى اَهْلِهَا ذلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Nur / 27. Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız.

Resulullah'a Ensar'dan bir kadın gelip "Ya Resulullah, ben evimde öyle bir halde bulunurum ki, o halimle hiç kimsenin beni görmesini istemem. Fakat ailemden bir kimsenin, üzerime gelip giriverdiği de eksik olmaz" demişti bunun üzerine bu âyet indirildi.

Kendi evlerinizden başka evlere, odalarınızdan başka odalara sahiplerine geldiğinizi farkettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyiniz. Başkalarının mülküne izinsiz girmek gasb gibi olacağından hukuken ve hükmen haram olduğu gibi kendi mülkü olan, dinen girmeye hakkı bulunan ev içerisinde de olsa, gerek kendinden başkasına ait olan odalara habersiz ve selamsız girivermek de terbiye yönünden ve dini yönden yasak kılınmıştır. Burada geldiğini farkettirmeyi, izin istemek, diye tefsir edenler olduğu gibi, durumu araştırma ile selamlama, yani izin istemeden önce durumun girmeye uygun olup olmadığını bilmeye çalışmak veya insan bulunup bulunmadığını öğrenmek istemek mânâlarıyla tefsir edenler de olmuştur. Gözüken burada farkettirmek, vahşice mukabili olmasıdır ki, baskın yapar gibi birdenbire vahşicesine girivermeyip insanlığa yaraşır ve duruma uygun bir yakınlık ortaya koymak, demek olur.

Ebu Eyyub'dan rivayet edilmiştir ki, "Ya Resulullah! İstiynâs nedir?" dedik. Buyurdu ki: "Öksürerek tekbir ve tesbih ile ev halkını haberdar etmektir. Teslim de, esselâmüaleyküm demektir." Şu halde istiynâs, açıkça izin isteme ile yumuşak bir şekilde haber verme ve farkettirmeden daha geneldir. "İstiyzân" denilmeyip "İstiynâs" denilmesi de bundan dolayı olsa gerektir. Şu halde mülkü olmayan ve hiçbir yönden girme hakkı bulunmayan evlere girmek için herhalde izin istemek şarttır.

Yoksa bir hücum ve baskın olur. Ve ev sahibinin ona karşı her türlü müdafaya hakkı bulunur. Girme hakkı bulunmakla beraber başkasının oturduğu odaya girmekte ise mutlak farkettirme, şart ve fakat farkettirmenin izin isteme şeklinde olması sünnet veya edeb olmakla beraber farz denilemez. Bundan dolayı, bir hakim tarafından bir suçlu veya sanık kimsenin evine girmek gerektiği zaman da izin istemek denilemezse de ırza bir saldırı durumuna düşülmemek için gelindiğinin hissettirilmesi gerekir.

Netice olarak, meskenler, oturma yerleri tecavüzden ve her türlü edepsizlikten korunmalıdır. Hiç kimsenin evinde güven ve huzuru bozulmamalı ve oralara edep ve usulü ile girilmelidir ki, bu da istiynas (farkettirme) ve selam iledir.

İzin isteyip almanın nasıl olacağı hakkında rivayet olunur ki, birisi Resulullah'dan izin isteyip vülüc edeyim mi? yani, sokulayım mı? demişti. Peygamber (s.a.v) de Revza isimli bir kadına "Kalk şuna öğret, izin isteme işini güzel yapmıyor, söyle: yani gireyim mi? desin" buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş; bunun üzerine "gir!" buyurulmuş,

Resulullah'tan bazı şeyler sormuş, cevap almış, sonunda "İlimde senin bilmediğin var mı?...demiş. Peygamber (s.a.v) de "Allah Teâlâ bana bir çok hayır verdi, bununla birlikte hiç şüphe yok ilimde öylesi vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez" buyurmuş ve "Kıyamet'in zamanının ilmi muhakkak ki Allah nezdindedir." (Lokman, 31/34) âyetinin sonuna kadar okumuştur.

Cahiliye halkı, birinin evine vardıklarında mahremiyete saygı gözetmedikleri gibi, dünya ve ahiret selametini içinde bulunduran selam duasını bilmezler de "sabahınız hayat olsun" veya "hayr olsun" "akşamınız hayat olsun" gibi belirli bir şekilde selam ile sağlık verirlerdi. Gerçi bu da kötü bir şey değildir. Fakat böyle selamların, yalnız dünyanın bir sabah ve akşamıyla kayıtlı, toplumsal gayret ve iyi temennileri bir günden ileri gitmeyen güdük bir medeniyetin âdeti olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ, istiynâsı, yani girerken farkettirmeyi şart kıldığı gibi müminlere hududsuz bir selamet duygusu vaad ve telkin eden selamı öğretmekle lafzı kısa ve özlü, mânâsı geniş ve herkes için talep edilen bir gaye olacak en güzel bir toplumsal prensip ortaya koymuştur. Şu halde bunu önleyerek diğer iyi temennilerle yetinmek bir cahiliyet eseri olacağından hoş değildir, mekruhtur.

Bir de istiyzân, yani izin isteme kaç defa olmalıdır. Resulullah'tan rivayet edildiğine göre, istiyzân üçtür. Birincisinde kulak verirler, ikincisinde hazırlanırlar. Üçüncüsünde izin verirler veya reddederler. Bu üç izin isteme birbiri ardına acele ettirilmeyip aralarında biraz bekleme ile yapılmalı ve üçüncüsünde cevap verilmezse dönmelidir. Şiddetle kapı çalmak, ev sahibine bağırmak ise haramdır. Zira korkutmayı ve tecavüzü zannettirir, yürek oynatır. Bu konuda indirilen "(Resulüm)! Sana odaların arkasından bağıranların çokları aklı ermez kişilerdir" (Hucurat, 49/4) âyeti yeterli bir kınamadır. Hem de izin isterken yüzünü kapıya karşı tutup durmamalı, sağa veya sola dönmelidir. Resulullah böyle yapardı.

Bir defasında Ebu Said el-Hudri (r.a) kapıya yönelik olarak izin istemişti de Peygamber (s.a.v) "Kapıya yönelerek izin isteme" buyurdu. Bu istîynâs, yani farkettirerek ve selam vermeden girmemek sizin için hayırdır. Bir töhmete düşmekten emin kılar güvenlik ve huzuru destekler, iffet ve temizliği artırır, gerektir ki tezekkür edersiniz, düşünür, anlar, unutmazsınız. Rivayet edilir ki, Nebiyy-i Ekrem (s.a.v)'e bir adam "Annemden de izin isteyecek miyim?" dedi "evet" buyurdu. "Onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeyim?" dedi, Peygamber (s.a.v) "Ananı çıplak görmeyi arzu eder misin" buyurdu, "Hayır" dedi. "Öyleyse izin iste" buyurdu.4


NÜKTELER…


EDEB

Sehl bin Abdullah Tüsteri Hazretleri’nin Basra’da bulunduğu günlerde parmağını bir bezle sardığını gördüler. Sebebini soranlara, parmağının ağrıdığını söylüyordu.

Soranlardan birinin yolu Mısır’a düşünce, orada Zünnun-i Mirsi Hazretlerini ziyaretine gitti. Onun da parmağının aynı şekilde sarılı olduğunu gördü. Hayretle ona da sebebini sordu.

-“Uzun zamandır parmağım ağrıyor” diyordu. Bu cevabı duyunca adam, Sehl’in parmağını niçin sardığını anladı. Hocasına riayet düşüncesiyle parmağını sarmıştı.

Bir müddet sonra Tüsteri Hazretleri, duvara yaslanmış, bağdaş kurmuş bir şekilde gördüler. Yer yer ayaklarını da uzatıyor ve talebelerine: “İstediğiniz her şeyi sorabilirsiniz” diyordu.

Herkes çok şakındı. Hocalarına ne olmuştu acaba?... Zira daha önce onu hiçbir böyle görmemişlerdi. Dayanamayıp:

-Efendim, bir şey mi oldu? Daha önce böyle davranmazdınız?

-Bir insanın hocası hayatta olduğu müddetçe kendisine edeb yaraşır, buyurdu.

Talebeleri, o gün Zünnun-i Mirsi Hazretlerinin vefat ettiğini öğrendiler.5

KENDİNİ ALDATMAK

İki arkadaş, “balığın dişisi, erkeğinden nasıl ayırt edilir” diye merak etmişler. Balıkçıya sormuşlar:

-Yumurtasından belli olur, demiş.

-Yumurtası yoksa?

-Kılçıklarından.

-Pişmemişse?

-İşte onu bilemem, demiş balıkçı.

-Nasıl öğreniriz? Diye ısrar etmişler.

-Köşedeki boyalı konağın aşçısı bilir.

Aşçıyı bulup sormuşlar. Aşçı:

-Bunu bizim konağın sahibi bilir, demiş.

-Aslında o da bilmez de, onun dediği dediktir.6



EDEB Mİ, İLİM Mİ?

Abdurrahman bin Kasım’dan:

-“İmam Malik Hazretlerinin tam 20 sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin 18 senesini edeb, 2 senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.”7

TERBİYENİ KİMDEN ALDIN?

İsa (a.s.)’a sormuşlar:

- Terbiyeni kimden aldın?

Cevaplamış:

- Allah beni cahille terbiye etti. Zira cahilin cehaletini gördüm, ondan uzak durdum…8

EDEP PERDESİNİ AÇMAMAK

Yüzünden edep, namus ve kanaat perdesini aç­ma.. Bunun aksini yaptığın an halka rüsvay olur­sun.

Halkın yardımını kalbinden çıkar; onlara gü­venme... Kudreti, kuvveti Allah'tan gör!..

Hakkı ve hakikati gör; her halinde manevî meş­galen olursa benliğin ölür, şahsi arzuların söner. Şahsiyetçilik davasından kurtulur, herkesin iyiliği­ni gözetmeye başlarsın.. Dünya gözünden silinir; yalnız âhiret, cennet sevgisi ve cehennem korkusu ile işlerini yapmaz olursun. Ruhunda sonsuz bir huzur duyar; Hakk'ın iradesini görürsün.. Kalbin Hak ve hikmetle dolar. Zulmet kaybolur, nura bo­ğulursun..

Daima Hakkı gözet, ki kalbinde yalnız Allah sevgisi yaşasın. Başkasına giriş hakkı kalmaz olur. Bu durumda ilahî vahdetin kapısı olan kalp basi­retinin bekçisi olursun. Elinde tevhid, azamet, ce­berut kılıcı olur; her gördüğün aşağılık duyguları ruhundan kovar ve lüzumsuz şeyleri kökünden yok edersin.

Nefsin de sana baş kaldıramaz. Hele kötü arzu timsali olan heva; şahsiyetçiliği temsil eden irade ve arzu sana hiçbir zaman dünya ve âhiret işlerin­de yol gösteremez.

Kalbinde bir hak Ölçü vardır. İşittiğin her söz, gördüğün her hareketi hak ölçülere vurursun; da­ha ileri giderek Hakkın rızası önünde boyun eğer, bütün varlığınla ona teslim olursun. Bu halinde Allah'ın kulu ve emrine bağlı kalır, halka uymaz ve onların arzularına gidemezsin. Bir zaman böy­le gider..

Zaman olur, benliğin tamamen ölür. Bir hayali varlık gibi gezersin. Allah-ü Teâlâ bütün kuvvetiy­le seni muhafaza eder. Azamet ve sultanlığı naza­rına sokar, hakikat ve tevhid askeri ile etrafım çe­virir. Her adım atışında gayri ihtiyarı dikkatli ol­maya başlarsın.. Çünkü ilahî bekçiler seninledir. Nefis, şeytan, heva, irade, boş ümit, yalancı çağrı ve daha tabiatın nice kötülük ve şaşkınlıkları sana yol bulamaz. Ama herhalde kader kendini göste­rir.

Halk sana gelir; nur almak için. Halk sana uyar; doğruyu bulmak için... Halk seni ister, maddî ve manevî bataklıklardan kurtulmak için. Sen, halka yol gösteren dinin inceliklerini öğre­ten örnek bir insan olursun. Sende çeşitli keramet­ler görülür, ama onlara aldanmadan Allah'a ibadet edersin. Hak yolunda mücadele ederek, çeşitli güçlüklere göğüs gererek Allah'a kullukta; yani ibadetle sabredersin.. Onun yardımı ile her kötü­lükten mahfuz ve örnek bir insan olarak kalırsın.

Halkın meyli seni aldatmaz. Onların sevgi gös­terisi seni yoldan çıkaramaz. Onların seni büyüt­meleri, elini eteğini öpmeye koşmaları kendini ol­duğundan fazla göstermeye yaramaz. Sen, onlar­dan lüzumundan istifade etmeyi de bilirsin.. Hak ölçüler dahilinde ihtiyacın kadar alır, ötekini terkedersin. *

Allah-ü Teâlâ, o sultan hakkında şöyle buyur­du:

- "Biz Yusuf'u o yere sultan yaptık/' Yine buyurdu:

- "O dilediğini yapar oldu. Biz rahmetimizi is­tediğimize kondururuz, iyi kişilerin mükâfatını eksiltmeyiz."

İşte bu cümleler Hz. Yusuf'un melekî sıfatını an­latır. Onun nefis tarafını anlatırken de şöyle buyrulur:

- "Biz böylece ondan bütün kötülükleri çevir­dik; çünkü O, bizim ihlas sahibi kullar muzdandır."

Hz. Yusuf'un marifet tarafı da şöyle dile geli­yor:.

- "Bunlar, -Rüya tabiri ve hadislerin tevili- Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Allah'a inanma­yan cemaati kafi olarak terkettim; onlar, âhiret gü­nüne de inanmıyorlardı."

Bu hitaplar bir gün sana da gelir; o zaman bü­yük bir dost sayılırsın. Büyük nasibini almış olur­sun. Sonsuz ilim, sonsuz kudret seni kaplamış olur. Saltanatın her yere şamil; emrin her yerde ge­çerli.. Nefsin senin için faydalı olur. Allah'ın izni ile her şeye sözün geçtiği gibi nefsine de sözünü dinletirsin. *

Dünya ve ukba işlerinin sahibi Allah'tır. Cen­net, onun elindedir.

Nazarlarımız onun kuvveti, kudreti yüzüne çevrili. O, bizim zengin, cömert Mevlâ'mızdır. Her şeyi bol ve ziyadesiyle verir...isteklerin son durağı orasıdır. O'ndan öteye yol yoktur. El açacak ve yalvaracak kimse bulunamaz.

Bu anlatılanlar bir sırdır... Ve sözde kalır... Haki­katine Allah eriştirir. Çünkü O, Rahim'dir..9

YANLIŞI NASIL DÜZELTTİLER?

Peygamber Efendimizin mübarek torunları Hasan ile Hüseyin cami avlusunda durmuş, şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.

Hasan bir ara kardeşi Hüseyin'e:

— Bak, dedi, dirseklerini iyice yıkamadı.

Evet görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.

— Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa ab­dest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.

— Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklannda da aynı ihmâli yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Hadi gidip kendisine söyle­yelim.

Hüseyin:


— Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın

bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:

— Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:

— Efendim, dedi, sizden bir ricamız var.

— Söyleyin bakalım çocuklar.

— Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.

Adam memnun memnun güldü:

— Tabiî, dedi. Başlayın bakalım:

İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu.

Kendi abdestmi düşündü. Hasan ile Hüseyin gibi dik­kat göstermediğini anladı.

Abdestleri bitince saçlarını okşadı:

— Yanlış sizde değil çocuklar bende, dedi. Kusurlu be­nim, Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe dü­zelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gi­bi abdest alacağım. İşte başlıyorum.

Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı.

Sevgili çocuklar. Demek ki, birşeyin doğrusunu bil­mek yeterli değildir. O doğruyu başkalarını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır.

Peygamber Efendimizin torunları Hasan ile Hüseyin gibi...10

HEDİYE KULLANMADA İSLÂM EDEBİ

Büyüklerden biri, bal alıp satarmış. Böylece manevî durumunu halkın nazarında gizler, kendini bal alıp sat­makla meşgul biri şeklinde gösterirmiş.

Bir gün, müşterilerinden tüccar bir şahıs huzuruna gelmiş. Sohbet sırasında şöyle bir iltifatta bulunmuş:

— Bazen rahatsızlanıyorum. Karnımda bir sancı olu­yor. Bir-iki kaşık bal yersem rahatsızlığım gidiyor, huzur buluyorum. Geçenlerde yine bir rahatsızlık oldu. Sizden aldığım baldan iki kaşık yedim, hamd ü senalar olsun hemen iyi oldum.

Bal satan muhterem zat, bu iltifata şöyle bir nükteyle cevap vermiş:

— Bir şeyhin müridlerinden biri, şeyhine güzel bir teş­bih hediye etmiş, kullanmasını arzu ettiğini ifâde etmek­ten de geri kalmamış. Şeyh Efendi ise, teşbihi çekmecesi­ne atmış, kaybolmasını önlemeyi düşünmüş. Fakat her ne zaman müridi ziyaretine gelmek isterse, çekmeceden teşbihi çıkarır, kullanmaya başlarmış.

Bunu gören bir başka müridi:

Efendi Hazretleri, demiş, siz de mi gösteriş yapıyor­sunuz? Teşbih sahibi gelirken hemen çekmeceden teşbi­hi çıkarıp yanında kullanmaya başlıyorsunuz?

Şeyh Efendi şöyle cevap vermiş:

— Benim yaptığım gösteriş değildir. İslâm edebidir. Zi­ra hediye sahibinin yanında hediyesini kullanmak onu sevindirir, memnun eder. İslâm edebinde bu böyledir.

Bal satan zat, böylece, kendi yanında sattığı balın sıh­hate vesile olduğunu söyleyen alıcı zatın da, bir İslâm edebini yerine getirmiş olduğunu, zarif bir nükteyle na­zara vermiş.11

1   2   3   4   5


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət