Ana səhifə

Klasik Makro İktisat Okulu Ortaya Çıkışı


Yüklə 1.06 Mb.
tarix26.06.2016
ölçüsü1.06 Mb.
Klasik Makro İktisat Okulu

Ortaya Çıkışı;

Klasik okul, makro düşünce okullarının ilki olarak kabul edilir. Klasik iktisat, 1776–1929 döneminde dünyada hakim iktisat öğretisi konumundadır. Okulun önde gelen isimleri ve özdeşleştikleri eserler ve öğretiye yaptıkları önemli katkılar şu şekilde sıralanabilir;



Adam Smith, (1723-1790) ; Ulusların Zenginliğinin Sebep ve Sonuçları(1776), kısa adıyla Ulusların Zenginliği, Katkıları; mutlak üstünlükler teorisi, emek-değer teorisi, işbölümü ve uzmanlaşma, kullanım değeri-değişim değeri, doğal fiyat-piyasa fiyatı, doğal düzen.

David Ricardo, (1772-1823); Ekonomi Politikasının Prensipleri ve Vergilemenin İlkeleri (1871) Katkıları; klasik rant teorisi, karşılaştırmalı üstünlükler teorisi, Ricardocu denklik (eşdeğerlik) hipotezi,

T. Robert Malthus, (1766-1834); Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme (1798) Katkıları; Nüfus Kanunu, Tasarruf-Yatırım Eşitsizliği, Say Kanununun Reddi, nüfus kontrolü

J .Babtiste Say, (1767-1832); Politik İktisat Üzerine İncelemeler (İki Cilt), (1803), Katkıları; Say Kanunu, emek-değer teorisinin reddi; sermaye ve toprağın da üretime katılması, müteşebbisin üretim fonksiyonuna eklenmesi

John Stuart Mill, (1806-1873); Ekonomi İlkeleri (Üniversitelerde Ders Kitabı)(1848) Katkıları; Dış ticarette karşılıklı talep kanunu

Makro düşünce okullarının kendilerinden önceki düşüncelere tepkiden doğduğu bilinen bir gerçektir. Klasik düşünce okulu da merkantilist görüşlere tepkiden doğmuştur. Merkantilist görüş, 16. ve 17. y.yıllarda imparatorlukların dağılıp ulus devletlerin ortaya çıktığı dönemde Avrupa’da yaklaşık 300 yıl hüküm sürmüştür. Bu düşünce, ulusların zenginliğini sahip olduğu değerli madenlerle (altın-gümüş) ölçmüş, değerli maden stoklarının artırılabilmesi için devletin iktisadi hayata aktif müdahale etmesi gerektiğini savunmuş, ülkenin gelişmesi için finansal faktörleri reel faktörlerin önünde tutmuş ve parayı toplam talebi etkileyen bir unsur olarak görmüşlerdir.

Sanayi devrimi sonrası gelişen klasik düşünce bu görüşlere şiddetle karşı çıkmıştır. Ekonomik hayatın düzenlenmesinde devlete ihtiyaç olmadığı, piyasa mekanizmasının fiyat mekanizması yardımıyla kusursuz işleyerek bu düzeni sağlayabileceğini öne sürmüştür. J.B. Say tarafından ileri sürülen ve say Yasası olarak bilinen “Her arz kendi talebini yaratır” sözüyle toplam arzın önemli olduğunu, paranın ve dolayısıyla finansal faktörlerin iktisadi faaliyetlerde etkili olamayacağını savunmuşlardır.

Klasik iktisat aynı zamanda büyüme iktisadı olarak ta adlandırılır. Zira klasik iktisatçılar, günümüzün gelişmiş ülkelerinin sanayi devrimi sonrası göstermiş olduğu büyüme-kalkınma sürecini bizzat yaşamış ve büyüme-kalkınma ve makro konularda teoriler geliştirmişlerdir. 1870’li yıllara gelindiğinde makro konular gözden düşmeye başlamıştır. Bu yıllarda W.S. Jevons, C. Menger, L. Walras, ve A. Marshall gibi iktisatçılar makro konular yerine mikro konularda araştırma yapmaya ve eserler vermeye başlamışlardır. İktisadın mikro alanıyla ilgilenen bu akım neo-klasik iktisatçılar olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca, A. Marshall’ın değer konusunda yapmış olduğu “marjinal analiz” yaklaşımı döneme damgasını vurmuş ve bundan dolayı akım “marjinalist okul” olarak ta adlandırılmıştır. Yine bu okulun; Cambridge, Lozan ve Avusturya okulları şeklinde üç ayrı koldan oluştuğu da bilinmektedir.



Klasik Okulun Varsayımları

Klasik okulun görüşlerinin şekillenmesinde önemli yer tutan varsayımlarını şu şekilde özetlemek mümkündür;



a. Genel anlamdaki varsayımlar;

  • İktisadi birimler homo-economicus bir yapıya sahiptirler. Yani rasyonel davranış biçimi sergilerler. Bireyler “fayda maksimizasyonu”, firmalar ise “kar maksimizasyonu” ilkesine göre hareket ederler.

  • Ekonomik analizlerde uzun dönem dikkate alınır. Kısa dönemli istikrarsızlıklar yerine uzun dönemli büyüme-kalkınma konuları ön planda tutulmuştur.

  • Makro ekonomik istikrarın sağlanmasında arz yönlü politikalar talep yönlü politikalara göre daha etkilidir. Yani arz yönlü bir okuldur.

  • Bütün piyasalarda tam rekabet şartları geçerlidir. Görünmez el olarak adlandırılan fiyat mekanizması piyasaların mükemmel işlemesini sağlar. Eksik rekabet piyasalarının varlığı kabul edilmez.

  • Ekonomik istikrarsızlıkların kaynağı devlet müdahaleleridir. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine karşıdırlar.

b. İşgücü piyasasına ilişkin varsayımlar;

  • İşgücü arzı, reel ücretin artan bir fonksiyonu iken, işgücü talebi reel ücretin azalan yönlü bir fonksiyonudur.

  • İşgücü ücretleri, işgücü arzı ve talebi tarafından belirlenir. Reel ücretler tam esnek bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı işgücü piyasası sürekli temizlenir. Yani, işgücü arzı işgücü talebini aştığında reel ücretler düşer, işgücü talebi işgücü arzını aştığında ise yükselir ve piyasa dengesi otomatik olarak sağlanır.

  • Ekonomi daima tam istihdamdadır. Bunu sağlayan da reel ücretlerin esnek olmasıdır. Ücretler, en son işsiz kişi istihdam edilinceye kadar düşer. Tam istihdamdan sapma olması yani eksik istihdam durumu geçicidir. Otomatik işleyen piyasa mekanizması tekrar tam istihdamı sağlar.

  • Ekonomide sadece iradi işsizlik (yani isteğe bağlı) söz konusudur.

c. Para piyasasına ilişkin varsayımlar;

  • Para sadece günlük alışverişlerde kullanılmak üzere yani “işlem amaçlı” olarak talep edilir. İhtiyat ve spakülatif güdülerle para talep edilmez. Bu nedenle de para talebinin faiz esnekliği sıfır’dır.

  • Para ve mal piyasaları birbirinden ayrılmıştır. Bu varsayım “klasik dikotomi” olarak adlandırılır. Buna göre, para piyasasında meydana gelen bir değişim mal piyasasını etkileyemez.

  • Klasik dikotomi ilkesinin bir sonucu olarak, para yansızdır yani nötr özelliğe sahiptir. Örneğin; para miktarının artırılması ile, istihdam ve gelir düzeyi (mal piyasası yada reel sektör) artırılamaz.

  • Reel faiz oranları, tasarruflar (fon arz edenler) ve yatırımlar (fon talep edenler) tarafından belirlenir. Ayrıca reel faiz oranları, reel ücrette olduğu gibi tam esnek özellik gösterirler.

  • Tasarruflar faizle doğru orantılı iken yatırımlarla ters orantılı ilişki içindedir.

  • Aynı zamanda faiz tüketimden vazgeçmenin bedelidir. Yani faizler artarsa tüketim azalır, tasarruf artar.

  • Yatırımların faiz esnekliği yüksektir.

  • Paranın dolanım hızı sabittir.

  • Rasyonel davranma özelliğine sahip iktisadi birimler gerek fayda gerekse kar maksimizasyonu güdülerine göre hareket ederken nominal değil reel değişkenleri dikkate alırlar. Bundan dolayı üreticilerin ve tüketicilerin “para yanılgısı” ya da “para aldanması” olgusu ile karşılaşması söz konusu değildir.

  • Ekonomik istikrarın sağlanmasında para politikasının etkin, maliye politikasının ise etkisiz olduğu kabul edilir.

d. Mal piyasasına ilişkin varsayımlar;

  • Say kanunu geçerlidir. Yani “her arz kendi talebini yaratır”

  • Mal piyasasında oluşan mal fiyatları, reel ücret ve reel faiz oranlarında olduğu gibi tam esnek özelliğe sahiptir. Mal piyasalarında da sürekli temizlenme söz konusudur.

  • İktisadi birimler piyasalar hakkında tam bilgiye sahiptirler.

  • Ekonomik büyümenin belirleyicisi (motoru) tasarruflardır.

  • Tasarruf ve yatırım aynı kişiler tarafından yapılır. Dolayısıyla planlanan yatırımların planlanan tasarruflara eşit olduğu kabul edilir.

e. Diğer konulara ilişkin varsayımlar

  • Denk ve küçük bütçe politikasını savunurlar

  • Tarafsız maliye anlayışı hakimdir.

  • Kamu harcamaları vergilerle finanse edilmelidir. Borçlanma ancak olağanüstü durumlarda olmalıdır.

  • Dış ticarette korumacılığa karşıdırlar. Serbest dış ticareti savunurlar. Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler anlayışı hakimdir.

Klasik Okul ve İşgücü Piyasası

Klasik düşüncede ekonominin arz yönü daima ön planda tutulmuştur. Bu nedenle analizlere genelde üretim-istihdam ve işgücü cephesinden başlanır. İşgücü piyasasının aktörleri (işçiler ve firmalar) piyasalar hakkında tam bilgiye sahip olup rasyonel davranırlar. Yani, işçiler ne miktarda emek arz edip faydalarını maksimize edeceklerine, firmalar da ne miktarda emek talep edip karlarını maksimize edeceklerine özgürce karar verirler.

Analize öncelikle üretimin belirleyicilerini ortaya koyarak başlamak gerekir. Zira klasik düşüncede para yansız olup, üretim ve istihdam üzerinde herhangi bir etkiye sahip değildir. Üretimin belirleyicileri, üretim fonksiyonundan yararlanılmak suretiyle açıklanabilir.

Üretim Fonksiyonu

Üretim fonksiyonu, kullanılan girdi miktarı ile elde edilen çıktı arasındaki ilişkiyi gösterir. Kısa dönemi esas alan bir üretin fonksiyonu;

Y = f ( K, L ) A şeklinde ifade edilebilir.

Burada; Y = reel üretimi, K = sermayeyi, L = işgücünü, A= işgücü verimliliğini ya da teknolojik düzeyi ifade etmektedir.

Kısa dönemde sermaye sabit, işgücü değişken konumdadır. Yani üretim miktarını belirleyen unsur istihdam edilen işgücü miktarıdır. İstihdam edilen işgücü miktarı arttıkça üretim de artar. Ancak, işgücü için azalan verimler kanunu geçerlidir. Yani, istihdam edilen her ilave işgücünün üretime katkısı bir öncekinden daha az olmaktadır. Bunun nedeni, sermaye sabit düzeyde olduğundan her ilave işgücü daha az sermaye ile (makine-ekipmanla) çalışmaktadır. Bu durumda işgücü kullanımı eşit miktarlarda artırılmaya devam edildikçe üretimdeki artış giderek azalır.

Kısa dönem üretim fonksiyonunu ifade eden Grafik 1’de, her ilave işgücünün üretime katkısı fonksiyonun eğimi (ΔY/ΔL) ile ifade edilmiştir. Her ilave işgücünün üretime katkısı aynı zamanda işgücünün marjinal ürünü yada marjinal verimi (MPL) olarak adlandırılır.





Grafik 1; Kısa Dönem Üretim fonksiyonu ve İşgücünün Marjinal Verimi

İşgücü Talebi

Klasik modelde işgücü talep eğrisi üretim fonksiyonundan elde edilir. Kar maksimizasyonu ilkesiyle rasyonel davranış sergileyen firma ne kadar işgücü talep edecektir? Her ilave işgücünün üretime katkısı işgücünün marjinal verimi olarak adlandırılmıştı. İşgücüne ödenen reel ücret ise işgücünün marjinal maliyeti olarak adlandırılır.

Grafik 2’den de görüleceği üzere firma kural olarak firma, işgücünün marjinal verimi, marjinal maliyetinden büyük olduğu sürece (AL1 >YL1) işçi istihdamına devam eder. Çünkü halen AY kadar kar etmektedir. Marjinal verim, marjinal maliyete eşit olduğunda (BL0 = BL0) işçi talebini durdurur. Zira bu durumda karını maksimize eden işgücü talep düzeyine ulaşmıştır. Bu noktadan sonra işgücü talebine devam ederse, marjinal verim, marjinal maliyetten küçük olacağı için (CL2 < ZL2) firma, ZC kadar zarar eder.



Grafik 2; İşgücü Talebi

Grafikten de görüleceği üzere firmanın optimum işgücü talep düzeyi, işgücünün marjinal veriminin, reel ücrete eşit olduğu ( MPL= W/P), L0 istihdam düzeyidir. Emeğin marjinal veriminin, azalan verimler kanunundan dolayı negatif eğimli olduğu dikkate alınırsa işgücü talebi reel ücretin azalan bir fonksiyonu olarak yazılabilir. Bunun anlamı, işgücü talebi ile reel ücret arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Reel ücret düşerse işgücü talebi artar, yükselirse işgücü talebi azalır.



Reel Ücret (W/P) İşgücü Talebi (Ld)

İşgücü Talebi; Ld = f (W / P) Reel Ücret (W/P) İşgücü Talebi (Ld)



İşgücü Arzı

İşgücü, günlük sahip olduğu 24 saatlik zamanını çalışmak ve dinlenmek arasında bölüştürür. Fayda maksimizasyonu ilkesiyle hareket eden işgücü bölüştürme kararını verirken reel ücretlerdeki değişimi takip eder. Reel ücret arttığında, elde ettiği ücret ve satın alma gücü artacağından daha fazla çalışmak ister, tersi söz konusu olduğunda da çalışma isteği azalır. Bu durumda işgücü arzının reel ücretin doğru yönlü bir fonksiyonu olduğu söylenebilir. Yani reel ücret artarsa işgücü arzı artar, reel ücret azalırsa işgücü arzı da düşer. Reel ücret (W/P)1 olduğunda işgücü arzı L1 iken, reel ücret (W/P)2’ye yükseldiğinde işgücü arzı da L2’ye yükselir.



Reel Ücret (W/P) İşgücü Arzı (Ls)

İşgücü Arzı; Ls = f (W / P) Reel Ücret (W/P) İşgücü Arzı (Ls )





Grafik 3; İşgücü Arzı

Burada açıklanması gereken bir husus daha vardır. Reel ücret arttığında işgücü arzı üzerinde iki türlü etki meydana getirir. Bunlar; “ikame etkisi” ve “gelir etkisi” dir.



İkame etkisi; reel ücretler arttığında, işgücünün dinlenme amaçlı olarak ayıracağı boş zamanın da maliyeti artar. Zamanı boş geçirmekle uğranılacak gelir kaybı artacağından işgücü, boş zaman yerine çalışmayı tercih eder. İşgücünün reel ücret artışı karşısında daha fazla çalışmak istemesi, yani işgücü arzının artması “ikame etkisi” olarak adlandırılır.

Gelir etkisi; reel ücretler arttığında, işgücünün geliri ve satın alma gücü artar. Eskisine oranla kendini gelir anlamında daha iyi durumda hisseden işgücü çalışma zamanını azaltıp boş zamanını ise artırabilir. İşgücü arzının azalmasına sebep olan bu olgu ise “gelir etkisi” olarak adlandırılır.

Reel ücret artışları sonucunda işgücü arzının artıp artmayacağı ikame ve gelir etkilerinin birbiriyle karşılaştırılmaları sonucunda ortaya çıkacak “net etki” ye bağlıdır. Eğer, işgücü arzının artmasına sebep olan ikame etkisi, işgücü arzının azalmasına neden olan gelir etkisinden büyükse, sonuç olarak işgücü arzı artar, işgücü arz eğrisi pozitif eğimli bir doğru olur. Tersi durum olursa yani, gelir etkisi ikame etkisinden büyükse işgücü arzı azalır. Bu durumda oluşacak işgücü arz eğrisi ise “ tersine dönen işgücü arz eğrisi” olarak adlandırılır. Klasik makro düşüncede, ikame etkisinin gelir etkisinden büyük olduğu kabul edilir ve işgücü arzı pozitif eğimli bir doğru olarak alınır.

İkame Etkisi > Gelir Etkisi İşgücü Arzı Artar Pozitif Eğimli İşgücü Arz Eğrisi

Gelir Etkisi > İkame Etkisi İşgücü Arzı Azalır Tersine Dönen İşgücü Arz Eğrisi



İşgücü Piyasasında Denge ve Tam İstihdam Üretim Düzeyi

İşgücü arz eğrisi, reel ücretin artan bir fonksiyonu olup pozitif eğime sahiptir. İşgücü talep eğrisi ise, reel ücretin alan bir fonksiyonu olup negatif eğime sahiptir.





Grafik 4; İşgücü Piyasasında Denge ve Tam İstihdam Üretim Düzeyi

İşgücü piyasasında denge, işgücü arz ve talep eğrilerinin kesiştiği noktada (D noktası) sağlanır. D noktası aynı zamanda tam istihdam üretim düzeyinin de (YFE) belirleyicisidir.

Piyasada D noktasının dışında bir noktada denge sağlanması söz konusu değildir. Zira, reel ücret (W/P)1 düzeyinde iken işgücü talebi L1 seviyesindedir ve AB kadar işgücü arzı fazlası vardır. Arz fazlası işgücü arasında rekabete neden olacak ve ücretleri düşmeye zorlayacaktır. Diğer taraftan, reel ücret (W/P)2 düzeyinde iken işgücü talebi L2 seviyesindedir ve XY kadar işgücü talebi fazlası vardır. Talep fazlası işveren arasında rekabete neden olacak ve ücretleri artış yönünde baskı altına alacaktır. Neticede D noktasında denge sağlanacaktır. Bu denge noktasında, çalışmak isteyen herkes iş bulabilecek, iradi işsizlik dışında işsizlik olmayacaktır. Benzer şekilde işverenler de bu reel ücret düzeyinde talep ettikleri miktarda işgücünü hazır halde bulabileceklerdir.

Klasik Okul ve Mal Piyasası

Klasik teoride mal piyasasının analizini yaparken, Say Yasası’nı ve Klasik Faiz Teorisi’ni birlikte düşünmek gerekir. Mal piyasasında denge, toplam gelirle toplam harcamaların eşitliğini ifade eder. Bu eşitliği sağlayan mekanizma ise J.B. say tarafından ileri sürülen ve Say Yasası olarak bilinen “her arz kendi talebini yaratır” şeklindeki yaklaşımdır. Bu yaklaşım ekonomideki toplam üretim, toplam gelir ve toplam harcama özdeşliğine dayanır. Bu süreçte işgücü üretime katılma karşılığında üretime eşit büyüklükte bir gelir elde eder ve bu gelirini söz konusu üretimi satın almak amacıyla harcar. Dolayısıyla ekonomide toplam arza eşit büyüklükte talep yaratılmış ve denge sağlanmış olur.

J.B. Say’in bu düşüncesi ilk olarak klasik iktisatçılardan D. Ricardo ve J.S. Mill tarafından desteklenmiştir. Bu iktisatçılar, Say tarafından takas ekonomileri dikkate alınarak geliştirilen teorinin para ekonomilerine de kolaylıkla uygulanabileceğini öne sürmüşlerdir.

Say yasası, elde edilen gelirin tamamının hemen harcamaya dönüştüğü varsayımına dayanmaktadır. Gelirin tamamı harcanmayıp bir kısmı tasarruf edilirse bu durumda ne olur? Yani ekonomide bir sızıntı olursa talep yetersizliği ortaya çıkmaz mı? (harcanmaya dönüşmeyen tasarrufların sızıntı olarak adlandırıldığını ve değerlendirildiğine dikkat ediniz) Klasikler bu durumda klasik faiz teorisini devreye sokarlar. Zira klasiklere göre faiz, tasarrufları firmalara aktaran ve tekrar harcamaya dönüştüren bir fonksiyon icra eder.



Klasik Faiz Teorisi; Tasarruf - Yatırım Eşitliği

Klasik teoride faiz, birey için bugünkü tüketimden vazgeçmenin bedeli olarak kabul edilir. Kişi elde ettiği faiz geliriyle gelecekte daha fazla tüketim imkanına kavuşur. Bu nedenle faiz oranı arttığında kişi daha fazla tasarrufta bulunur. Yani klasik teoride tasarruf, faizin artan oranlı bir fonksiyonudur.

Diğer taraftan kar amacı güden firmalar, sermayenin marjinal verimliliği faiz oranından yüksek olduğu müddetçe yatırım yaparlar. Öz sermayelerinin yetersiz olması durumunda fon piyasası kanalıyla bireylerin yapmış oldukları tasarrufları kullanırlar ve karşılığında faiz öderler. Faiz oranlarının yükselmesi yatırımların maliyetini artırır ve firmaların karlılıklarının düşmesine sebebiyet verir. Bu nedenle faiz oranı ile yatırımlar arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Yani klasik teoride yatırımlar faiz oranının azalan yönlü bir fonksiyonudur.

Klasik teoride tasarruf-yatırım eşitliği faiz oranı sayesinde sağlanır. Grafik 5’ten de görüleceği üzere D1 denge noktasında; i faiz oranında tasarruf-yatırım eşitliği sağlanmıştır. Bunun dışındaki faiz oranı düzeylerinde tasarruf-yatırım dengesinin sağlanması söz konusu değildir. Örneğin; i1 faiz oranı düzeyinde OS1 kadar fon arzı (tasarruf) söz konusu iken OI1 kadar fon talebi (yatırım) mevcuttur. Piyasada oluşan MN kadar fon talebi fazlalığı faiz oranlarına yükselme yönünde baskı yapar. Bu baskı, tasarruf-yatırım eşitliğinin sağlandığı i faiz oranı düzeyine kadar devam eder.





Grafik 5 ; Klasik Teoride Mal Piyasasında Denge ; Tasarruf-Yatırım Eşitliği

Klasik Okul ve Para Piyasası

Klasik iktisatçılara göre para, alışverişlerde kullanılan bir ödeme yada değişim aracıdır. Bireylerin gelir elde etme ve harcama zamanları farklılık arz ettiğinden klasiklere göre para sadece “işlem” güdüsüyle talep edilir. Diğer güdülerle (ihtiyat ve özellikle spekülatif amaçlı) talep edilmediğinden dolayı para talebinin faiz esnekliği sıfırdır. Yani para, faiz oranlarına karşı duyarlı olmadığından, üretim ve istihdam üzerinde etkili olamaz. Klasikler bu durumu, para ve mal piyasalarının birbirinden ayrı olduğunu ifade eden “klasik dikotomi” kavramıyla açıklamışlardır. Ayrıca klasiklere göre bu durum, paranın yansız yada nötr olması anlamına da gelmektedir. Yani para arzında meydana gelen değişmeler üretim ve istihdam gibi reel değişkenleri etkilemez, sadece parasal değişken konumunda olan fiyatlar genel seviyesini etkiler.

Klasik teoride para arzı ile fiyatlar genel seviyesini ilişkilendiren görüş “paranın miktar teorisi” olarak bilinmektedir. Literatürde teorinin iki farklı versiyonu yer almaktadır;


  1. Mübadele Yaklaşımı; Irwing Fisher

  2. Nakit Dengesi yada Cambridge Yaklaşımı; Alfred Marshall ve Cecil Pigou

1.Mübadele Yaklaşımı

Amerikalı iktisatçı I. Fisher (1867-1947) tarafından ortaya konulan bu yaklaşımda kullanılan özdeşlik mübadele yada değişim denklemi olarak bilinir. Bu özdeşliğe göre, bir ekonomide belli bir dönemde yapılan mübadelelerin parasal değeri, para arzı ile paranın dolanım hızının çarpımına eşittir.

M= para arzı V= paranın dolanım hızı

P= fiyatlar genel seviyesi T= ekonomide yapılan mübadele sayısı

olmak üzere özdeşlik şu şekilde ifade edilmektedir.

M.V = P.T (1)

Paranın dolanım hızı (V), paranın mübadele işlemlerinde ortalama kaç kez kullanıldığını gösterir. Örneğin; bir yılda 1000 işlem gerçekleştirilmiş ve para arzı da 250 ise V= T/M gereği paranın dolanım hızı 4 olur. Yani para 1 yılda ortalama olarak 4 kez mübadele işleminde kullanılmış demektir. Bu şekilde hesaplanan dolanım hızı “paranın işlem dolanım hızı” olarak adlandırılır.

Eşitlikte toplam mübadele sayısı (T) yerine, sadece reel milli gelir (Y) hesabına giren işlemler dikkate alınırsa eşitlik şu şekilde yazılır.

M.V = P.Y (2)

Bu durumda hesaplanan paranın dolanım hızı (V), sadece milli gelir hesabına giren değişimleri ihtiva ettiği için “paranın gelir dolanım hızı” olarak adlandırılır. Klasik teoride paranın dolanım hızının ( işlem yada gelir fark etmez) sabit olduğu varsayılmıştır.

(2) numaralı denklemde eşitliğin sağ tarafı (PY); fiyatlar genel seviyesi ile üretim miktarının çarpımından oluşmakta yani toplam arzı ifade etmektedir. Sol tarafı ise (MV); para arzı ile paranın gelir dolanım hızının çarpımından oluşmakta yani toplam talebi ifade etmektedir. Bu durumda Fisher’in mübadele denkleminin aynı zamanda toplam arz-toplam talep eşitliğini de ortaya koyduğu söylenebilir.

Eşitliğin sağ tarafında yer alan üretim miktarı(Y), klasik iktisatçılarca tam istihdam düzeyinde sabit kabul edilmektedir. V ve Y sabit kabul edildiğine göre mübadele denklemi P’ye göre yeniden yazılırsa miktar teorisinin özüne inilmiş olunur;



Fisher’in miktar teorisiyle ortaya konulan tespit şudur; Para arzında meydana gelen değişimler doğrudan doğruya ve sadece fiyatlar genel düzeyini etkiler. Örneğin; para arzı %10 artarsa fiyatlar genel düzeyi de %10 artar.



2.Cambridge Yaklaşımı

Amerika’da Fisher’in mübadele denklemini ortaya koyduğu dönemde İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde başta Alfred Marshall olmak üzere bir grup iktisatçı da aynı konudaki görüşlerini farklı bir yorumla ortaya koymuşlardır.

Fisher ve Cambridge iktisatçıları arasındaki temel görüş ayrılığı para talebinin gerekçesi üzerinde olmuştur. Fisher’e göre para talebi sadece işlem amaçlı olarak yapılmaktadır. Cambridge iktisatçıları ise, paranın sadece işlem amaçlı olarak değil aynı zamanda değer saklama (servet biriktirme) aracı olarak ta talep edilebileceğine dikkat çekmişlerdir. Bu anlamda Cambridge denklemi bir para talebi denklemidir ve şu şekilde ifade edilmiştir.

Md= bireylerin ellerinde nakit olarak tutmak istediği toplam para miktarı

k= bireylerin ellerinde nakit olarak tutmak istedikleri paranın % ile ifadesi

(nakit talebi / nominal gelir) (Diğer bir ifadeyle para talebinin gelire duyarlılığı)

PY= nominal gelir yada hasılat olmak üzere

Md = k. PY

Burada bireylerin nakit talebinin % ile ifadesi olan k katsayısı, Fisher denklemi ile Cambridge denklemini örtüştürme fonksiyonunu da icra etmektedir. Fisher denkleminde paranın dolaşım hızını temsil eden V katsayısı ile k katsayısı arasında şu ters ilişki bulunmaktadır;

k= 1/V yada V = 1/k

Fisher denkleminde V sabit olduğundan Cambridge denkleminde de k katsayısının sabit ve istikrarlı olduğu kabul edilmektedir.

Cambridge denklemi C. Pigou tarafından farklı bir yorumla ortaya konulmuştur. Pigou, reel gelir (Y) yerine servet (w) kavramını kullanmış ve formülü şu şekle dönüştürmüştür.

Md = k. Pw

Burada w; ekonomideki reel serveti, Pw ise servetin parasal değerini ifade etmektedir.



Klasik Modelde Para Politikasının Etkinliği

Klasik modelin varsayımları gereği ekonomi daima tam istihdamdadır. Para yansızdır ve klasik dikotomi gereği piyasalar birbirinden ayrılmıştır. Fiyat ve ücretlerin esnek olmasından dolayı da piyasalar sürekli temizdir. Yani piyasa dengesinin bozulması durumunda dıştan müdahale olmaksızın denge, esnekliklerden dolayı yeniden kendiliğinden dengeye gelir.

Bu varsayımların genel bir sonucu olarak klasiklere göre; ekonomik istikrarın sağlanması için herhangi bir ekonomi politikasının uygulanmasına ihtiyaç yoktur. Diğer bir ifadeyle para ve maliye politikaları gereksizdir.

Para politikası uygulaması ile üretim ve istihdam düzeyinin değiştirilmesi mümkün değildir. Miktar teorisi gereği para arzındaki değişimler sadece fiyatlar genel düzeyini aynı yönde ve aynı oranda değiştirir. Ekonomi tam istihdam düzeyinde iken uygulanacak genişletici yöndeki para politikasının etkisizliği IS-LM modeli yardımıyla şu şekilde açıklanabilir.

Klasik düşüncede para sadece işlem güdüsüyle talep edilir. Spekülatif amaçlı para talebi söz konusu olmadığı için para talebi faize karşı duyarlı değildir. Yani para talebinin faiz esnekliği sıfırdır. Bu nedenle LM eğrisi faiz eksenine paraleldir.


  1. Grafik ..’da ekonomi LM0 ve IS0 eğrilerinin kesiştiği A noktasında tam istihdam üretim düzeyinde dengede olup, denge faiz oranı r0 düzeyindedir.

  2. Merkez Bankasının genişletici para politikası uyguladığını ve para razını artırdığını varsayalım. Bu durumda LM0 eğrisi sağa kayarak LM1 konumuna gelir. Yeni denge noktası B, yeni gelir düzeyi de Y1 olur. Para arzı arttığı için faiz oranları r0’dan r1’e düşer. Fiyatlar genel seviyesi ise henüz değişmemiş olup P0 düzeyindedir.



Grafik ; Klasik Modelde Para Politikasının Etkisizliği

  1. Para arzının artışı belli bir süre sonra toplam talebi artıracak, ekonomi tam istihdamda olduğu için fiyatlar genel seviyesi artacak ve P0’dan P1’e yükselecektir.

  2. Fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi reel para arzının azalmasına sebep olacak (MS0/P) ve LM1 eğrisi tekrar sola kayarak LM2 konumuna gelecektir. Faiz oranları da tekrar r0 düzeyine yükselecek ve ekonomi başlangıç a noktası dengesine geri dönecektir.

Sonuç olarak para arzının artırılması üretim ve istihdamda herhangi bir değişikliğe yol açmamış, sadece fiyatlar genel seviyesini yükseltmiştir. Bu nedenle klasik teoride para politikası uygulamasının etkisiz olduğu söylenebilir.

Klasik Modelde Maliye Politikasının Etkisizliği

Klasik düşüncede ekonomik istikrarın sağlanmasında para politikasında olduğu gibi maliye politikasına da ihtiyaç olmadığını ileri sürmüşlerdir. Hatta para politikasına küçük bir rol vermelerine rağmen maliye politikasına tamamen karşı çıkmışlardır. Klasiklerde maliye politikasının etkisizliği IS-LM modeline göre şu şekilde açıklanmıştır.





Grafik ; Klasik Modelde Maliye Politikasının Etkisizliği

Başlangıçta ekonomi A noktasında, r0 faiz oranı ve YFE gelir düzeyinde dengededir. Hükümetin genişletici maliye politikası uyguladığını ve kamu harcamalarını artırdığını varsayalım. Bu durumda IS0 eğrisi sağa kayar ve IS1 konumuna gelir. Kamu harcamalarındaki bu artış, ekonomi tam istihdamda olduğu için fiyatlar genel seviyesini yükseltir.

Kamu harcamalarındaki artışın finansmanı (para arzı sabit) halka tahvil satışı yani borçlanma yoluyla gerçekleştirilecektir. Devletin borçlanmaya gitmesi yani fon talep etmesi, -fon arzı sabitken- faiz oranlarının r0’dan r1’e yükselmesine neden olur.

Faiz oranlarının yükselmesi bir taraftan bireylerin daha az tüketim harcaması yapmasına diğer taraftan da müteşebbislerin daha az yatırım harcaması yapmasına neden olur. Yani, faiz oranlarının yükselmesi nedeniyle dışlama etkisi ortaya çıkar. Bu durumda ekonomideki toplam harcama düzeyi değişmemiş olur. Çünkü; özel sektörün kullanabileceği fonlar kamuya transfer edilmiş ve sadece toplam harcamanın bileşimi devlet lehine değişmiştir.

Sonuçta, ekonomi tam istihdamda iken uygulanan genişletici maliye politikası fiyatlar genel düzeyini ve faiz oranlarını yükseltmiş, üretim ve gelir üzerinde bir etki yapmamıştır. Bu nedenle klasik teoride maliye politikası da etkisiz olarak kabul edilmektedir.

Klasik Modelde Kamu Harcamaları ve Bütçe Açığı İlişkisi

Klasik düşüncede maliye politikası uygulamalarına yer verilmemesinin bazı gerekçeleri vardır. Öncelikle, Klasik düşüncede devletin ekonomideki payı oldukça sınırlı tutulmuştur. Maliye politikası uygulamaları kamu bütçesinin artması ve dolayısıyla devletin büyümesi anlamına gelir. İkincisi, maliye politikası üretim ve istihdam üzerinde bir etki yapamadığı gibi diğer taraftan bütçe açığının meydana gelmesine sebebiyet verir. Örneğin; Kamu harcamalarındaki artışın vergi gelirlerinden fazla olması durumunda bütçe açığı oluşur. Bütçe açığının kapatılması için; para basımına gidilmesi, halktan borçlanma yapılması ya da vergilerin artırılması uygulamalarından biri tercih edilecektir. Klasiklere göre hangisi tercih edilirse edilsin ortaya çıkacak sonuç diğerlerinden farklı olmaz.

Kamu harcamalarındaki artışın halka tahvil satışıyla yani borçlanma ile karşılandığını varsayalım. Bu durumda özel sektör harcamaları kamu harcamaları kadar azalacak (dışlama etkisi), toplam harcama düzeyinde herhangi bir değişiklik olmayacak sadece harcamalar içinde kamunun nispi payı artmış olacaktır.

Kamu harcamalarındaki artış sonucunda ortaya çıkan bütçe açığının borçlanma ile finanse edilmesi durumu grafikte gösterilmiştir. Başlangıçta ekonomi D0 noktasında dengededir.



Grafik; Kamu Harcamaları ve Bütçe Açığı

Bu denge düzeyinde faiz oranı r0 seviyesindedir. Aynı zamanda bütçe denkliği de söz konusu olup fon arzı fon talebine (S0=I0) eşittir. Hükümetin genişletici maliye politikası uyguladığını ve kamu harcamalarını ∆G kadar artırdığını varsayalım. Bu durumda yatırım eğrisi (fon talebi) sağa kayacak ve I+∆G konumuna gelecektir. Söz konusu kamu harcamalarının (G), vergilerden (T) büyük olması durumunda (G-T) büyüklüğünde bütçe açığı ortaya çıkacaktır. Bu açık literatürde “birincil açık” olarak adlandırılmaktadır. Açığın ortaya çıkış süreci ve sonuçları şu şekilde ortaya konulabilir;



  1. r0 faiz oranı seviyesinde bütçe denkliği söz konusu iken fon talebi sadece yatırım (I) amaçlı olarak yapılmaktadır. Artan kamu harcamalarının(∆G) finansmanının borçlanma yoluyla karşılanması durumunda yeni fon talebi, (I+∆G) büyüklüğünde olacaktır.

  2. Devlet kanalı fon talebindeki artış nedeniyle faiz oranları r0 düzeyinden r1 düzeyine yükselecektir. Faiz oranlarının yükselmesi sonucunda fon arzı S0’dan S1’e yükselirken fon talebi I0’dan I1’e düşecektir.

  3. Fon arzının artması, faiz oranı yükseldiğinde bireylerin daha az tüketip daha fazla tasarruf etmesi ile gerçekleşir. Şekilden de görüleceği üzere bireylerin tüketim harcamaları BD1 kadar azalmıştır. Diğer taraftan faiz oranlarının yükselmesi özel sektörün fon talebinin ve dolayısıyla yatırımlarının (AB) kadar azalmasına (dışlama etkisi) neden olacaktır.

  4. Neticede, tüketim ve yatırım harcamalarında meydana gelen azalma sonucunda ortaya çıkan AD1 büyüklüğündeki fon fazlası bütçe açığının kapatılmasında kullanılacaktır.

Sonuç olarak genişletici maliye politikası uygulanması ile toplam harcama düzeyinde herhangi bir artış meydana gelmeyecek sadece devletin toplam harcamalar içindeki payı artmış olacaktır. Ancak bu artış faiz oranlarının yükselmesine sebebiyet verecektir.

Diğer taraftan artan kamu harcamalarının vergilerle finanse edilmesi yolunun tercih edilmesi durumunda da ortaya çıkacak sonuçlar yukarıda açıklanan borçlanma sonuçları ile aynı olacaktır. Bu sonuçlar doğrultusunda klasik düşüncede maliye politikasına ilişkin olarak denk bütçe ve sınırlı devlet anlayışı ilkelerinin kabul gördüğü söylenebilir.



Neo-klasik İktisat Okulu

Ortaya Çıkışı

Klasik iktisat okulunun yada klasik iktisatçıların isim babası Karl Marx’tır. Marx, klasik iktisatçıları birçok konuda eleştirirken klasik iktisat kavramını da ilk kez o kullanmıştır. Marx’a göre, klasik iktisat 1776-1870 döneminde varlığını sürdürmüş, son klasik iktisatçının J.Stuart Mill (1806-1873)olduğu, onun ölümüyle de yeni bir dönemin başladığı varsayılmıştır.

Gerçekten de klasik iktisat ortaya çıktıktan sonra bazı konularda eleştiriler almış, bazı öngörüleri gerçekleşmemiş ve bu bağlamda son dönemlerde analiz konularında değişiklikler olmuş, büyüme temelli makro konular yerine birey temelli mikro konular ön plana çıkmıştır. Bu bağlamda 1870-1929 döneminde gelişen okul neo-klasik iktisat olarak adlandırılmıştır.

Literatürde makro okullar ayırımı yapılırken genelde klasik ne neo-klasik iktisat birlikte ele alınmakta ve fikirleri aynı potada eritilip tek okul gibi kabul edilmektedirler. Bunun temel nedeni, Keynes’in kendinden önceki iktisadi görüşleri ve iktisatçıları tek çatı altında toplayarak klasik iktisat/iktisatçılar olarak adlandırmasıdır. Makro okulların bu şekildeki ayırımı kabul edilmekle birlikte klasik ve neo-klasikler arasında bazı görüş ayrılıklarının olduğu da unutulmamalıdır.



Neo-klasik İktisatçılar

Klasik iktisatçıların neredeyse tamamı İngiliz iken, neo-klasikler Avrupa’da çeşitli ülkelerden ve ABD’lidirler. Günümüzde de etkinliğini sürdüren neo-klasik iktisadın kendi içindeki ayırımı oldukça karmaşıktır. Hatta bazı kaynaklarda neredeyse bütün batılı iktisatçılar neo-klasik iktisatçı olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada ise temel yaklaşımlar dikkate alınacaktır.

Neo-klasik iktisat, 1870’lerde birbirinden bağımsız olarak üç iktisatçı tarafından (üç farklı ülkede) geliştirilmiştir. Bunlar; W.Stanley Jevons (İngiltere), C. Menger (Avusturya) ve Leon Walras (İsviçre) şeklindedir. Bu öncülerin yanı sıra, neo-klasik olarak kabul edilen diğer iktisatçılar, yukarıda adı geçen ülkelerdeki okul adlandırmaları ve iktisatçıların yaptığı katkılar şu şekilde ifade edilebilir.

Cambridge Okulu (İngiltere);

W.Stanley Jevons;

Alfred Marshall ; Üretimim kısa ve uzun dönem ayırımı, kısmi denge analizi

A.Cecil Piqou ; Piqou etkisi

C.Clark

Lozan Okulu (Matematik Okul) (İsviçre)

Leon Walras; genel denge analiz

V.Pareto ; Pareto Optimumu

A.Cournot;



Diğer önemli neo-klasik iktisatçılar;

F. Edgeworth; ( Edgeworth Diyagramı)

H. Gossen; Gossen kanunları, Azalan marjinal fayda ilkesi

I. Fisher , Fisher denklemi

E. Chamberlin, K. Wicksell, J. Schumpeter


Neo-klasik Okulun Temel Varsayımları / Görüşleri

Klasik iktisatçılar sanayi devriminden sonra zamanın büyüme-kalkınma ve makro sorunlarıyla ilgilenmişlerdir. Neo-klasikler ise analizlerini mikro iktisada kaydırmışlardır. Günümüzde mikro iktisat alanında okutulan kitapların temeli neo-klasiklere dayanır.

Neo-klasikler, klasiklerin bazı temel varsayımlarını kabul etmişlerdir. Bunlar;


  • Tam rekabet piyasalarının varlığı

  • Tam istihdam

  • Say Yasası şeklinde sıralanabilir.

Ancak neo-klasiklerin, klasik iktisattan ayrıldığı bazı temel noktalar da vardır. Bunlardan en önemlileri şu şekilde sıralanabilir;

1. Neo-klasikler, göre tam rekabet piyasasını benimsemekle birlikte bu piyasadan sapmalar olabileceğini ifade etmişlerdir. Ayrıca neo-klasikler, klasiklerden farklı olarak piyasanın arz yönü ile değil daha çok talep yönü ile ilgilenmişlerdir.

2. Klasiklerde daha çok toplumun yada sınıfların davranışları analiz edilirken neo-klasiklerde birey ön plana çıkmıştır.

3. klasiklerde bir malın değeri ona harcanan zaman (emek-değer teorisi) ile açıklanırken neo-klasiklerde bir malın değerini belirleyen şey ondan sağlanan fayda’dır. Yani değerin kaynağı fayda’dır.

4. Neo-klasikler tabiri caizse “marjinal” devrimi yapmışlardır. Literatüre marjinal fayda, marjinal maliyet kavramlarını kazandırmışlardır.

5. Bireyler rasyonel davranırlar. Rasyonelliğin kaynağı marjinal fayda ilkesidir. Tüketiciler, tüketimden elde ettikleri marjinal fayda, marjinal maliyete eşit oluncaya kadar tüketimlerini sürdürürler.

6. Klasikler daha çok gelir, gelirin bölüşümü yada kullanımı üzerinde durmuşlardır. Neo-klasiklere göre ise ekonomideki temel problem kaynakların kıt oluşudur. Bu nedenle neo-klasikler, kıt kaynakların farklı kullanım alanları arasında nasıl dağıtılacağı sorunu ile ilgilenmişlerdir.

7. Klasikler dinamik analiz yaparken (zaman bağlı), neo-klasikler statik analiz (anlık) tercih etmişlerdir.

8. Neo-klasikler iktisadi olayların analizinde günümüzde de yaygın olarak kullanılan yoğun matematik yöntemlerin ilk uygulayıcılarıdırlar. Lozan okulunun diğer adı matematik okul’dur.

9.Neo-klasikler göre ekonomi daima dengededir. Bununla ilgili A. Marshall’ın kısmi denge analizi ve L. Walras’ın Genel Denge Analizleri mevcuttur. Walras’a göre üretici ve tüketiciden oluşan bir toplumda tüketiciler faktör arzları neticesinde bir gelir elde ederler. Elde ettkleri bu geliri üreticilerin ürettiği mal ve hizmetler için harcarlar.

10. Neo-klasikler mülkiyet haklarının korunmasına özel önem verirler.

11. neo-klasikler maliye politikasına karşı çıkarken, gerektiği durumlarda para politikası uygulanmasını savunurlar. Önceki bölümde oraya konan Fisher ve Cambridge para teorileri esasında neo-klasik teorilerdir.

12. Neo-klasikler denk bütçe politikasını savunurlar.

Neo-klasik düşüncenin tarihsel olarak 1929’da tamamlandığı kabul edilir. Ancak analitik olarak değerlendirildiğinde, kullanılan tekniklerin gittikçe güçlendiği ve günümüzde de uygulandıkları söylenebilir.



Not; Keynes’ten sonra literatüre giren “neo-klasik sentez” ile “neo-klasik okul” kavramları farklı şeylerdir. Birbirine karıştırmayınız.



Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət