Ana səhifə

Fikih usûLÜ eserlerindeki fikhî kiyas örnekleriNİn bu eserlerde çERÇevesi ÇİZİLEN fikhî kiyas anlayişindan hareketle değerlendiRİlmesi


Yüklə 289.5 Kb.
səhifə1/4
tarix27.06.2016
ölçüsü289.5 Kb.
  1   2   3   4

FIKIH USÛLÜ ESERLERİNDEKİ FIKHÎ KIYAS ÖRNEKLERİNİN BU ESERLERDE ÇERÇEVESİ ÇİZİLEN FIKHÎ KIYAS ANLAYIŞINDAN HAREKETLE DEĞERLENDİRİLMESİ


Dr. Fatih ORUM

ÖZET

Fıkıh eserlerinde kendisine en fazla atıfta bulunulan metodlardan biri belki de ilki olan fıkhî kıyasa dair usûl eserlerinde verilen örneklerin yüzyıllarca belli birkaç örnekten öteye geçememesi dikkat çekicidir. Öte yandan bu örneklerin usûl eserlerinde çerçevesi çizilen fıkhî kıyas anlayışıyla ne derece örtüşüp örtüşmediğinin yani teori-pratik uygunluğunun tahlil edilmesi de çok önemlidir. Bu makalede usûl eserlerinde en çok zikredilen üç fıkhî kıyas örneği yine bu eserlerde çerçevesi çizilen kıyas anlayışından hareketle test edilecektir. Ayrıca seçilen üç örnek kapsamındaki konular Kuran’dan hareketle çözüme kavuşturulmaya çalışılacaktır.



Anahtar Kelimeler: Kıyas, hamr, ribâ, velâyet.

SUMMARY

EVALUATION OF EXAMPLES OF QIYAS (ANALOGY) IN THE BOOKS OF USUL AL-FIQH (PRINCIPLES OF THE ISLAMIC JURISPRUDENCE) IN POINT OF UNDERSTANDING OF QIYAS IN THIS BOOKS

It is striking that, for centuries, at the books of usul-al fıqh, it has been limited to a few examples relating to qıyas (analogy) that it is one of the methods, perhaps one of the first, refered in the books of fiqh. Moreover, it is very important to be analyzed that to what extent whether these examples overlap to understanding of analogy or not. In this article, three examples that the most mentioned at the books of usul-al fıqh will be tested. Also, the matters relating to these examples will be solved in the point of the Quran.



Key Words: Analogy, wine, interest, guardianship.

GİRİŞ

Mecazen delil dense de1, fıkıh usûlünde kıyasın bir yöntem olduğuna dair vurgu dikkat çeker.2 Pek çok kıyas tanımı bu düşüncenin izlerini taşır.3 Hükmü koyanın Allah olduğundan hareketle4, kıyasın hükmü isbat değil ızhar etme vasfının sıkça dile getirilmesi5 de bu düşünceyle örtüşmektedir. Ancak usûl ve fürû eserlerinde geçen kıyas örneklerinin neredeyse tamamının müstenbat illete dayanıyor olması, fıkhî kıyasın sadece, zaten varolan hükmü ortaya çıkarma işlevi olan bir yöntemden ibaret olduğunu söylemeyi mümkün kılmamaktadır. Çünkü bu yönüyle fıkhî kıyas, yöntem olmanın ötesinde bilgi açısından bir iddia da taşımaktadır.

Tâlî ve bağımlı olduğu dile getirilmekle birlikte6, kıyasa genelde edille-i şer’ıyye içerisinde Kitab, Sünnet ve icmâdan sonra dördüncü sırada yer verilir.7 Ancak kıyasa yüklenen farklı anlam ve işlevler ile fıkhî çözümleri temellendirme gayretleri sebebiyle olsa gerek, özellikle haber-i vâhid ve sahâbe kavlinin kabul kriterleri bağlamında, kıyasın bu klasik hiyerarşideki konumunda aşağı ve yukarı yönde oynamalar görülür.8 Hatta usûlde, kıyasın tahsis delili bağlamında âyet-kıyas çatışması dahi tartışılmıştır.9 Fıkıh usûlünde, çözümü aranan konuda sırasıyla ilk üç delilde hüküm bulun(a)maması durumunda kendisine başvurulacağının söylenmesi10, bu hiyerarşi içerisinde kıyasın müstakil bir delil olarak algılandığı anlamına da gelir.

Mefhûmü’l-muvâfakanın ve mansûs illetin, kıyas kapsamında sayılıp sayılmayacağı ve bu durumun ilhakı gerektirip gerektirmeyeceği tartışılmış11, özellikle Hanefîler, lafzın delâlet şekillerini kıyas dışında tutmaya özen göstermişlerdir.12 Lafzın delâlet çeşitleri, mansûs illet ile yapılan kıyas ve diğer aklî çıkarımların fıkhî kıyas kapsamına alınıp alınmayacağına dair telakkileri, usulcülerin kıyas tanımlarını etkilemiştir.13 Lafzî ihtilafın yanı sıra, bu tür tartışmaların temelinde, kat’îlik-zannîlik kaygısı, kıyasın meşrûiyetine zemin oluşturma gayretleri ve kıyasın kapsamına dair farklı telakkiler olduğu düşünülebilir.

Bilgi değeri açısından fıkhî kıyasın zannî olduğu kabul edilir.14 Çünkü hükmü aranan konuda herhangi bir nassın olup olmadığından, nassın ta’lîle uygun olup olmamasına, hangi aslın, çözümü aranan konuya uygun olduğundan, bu aslın illetinin ne olduğuna ve bu illetin fer’de de bulunup bulunmadığına kadar pek çok hususa müctehid karar vermektedir. Bunun için usulcüler zann-ı gâlibin temellendirilmesine büyük önem vermişlerdir. Bu bağlamda kıyas, şahitliğe dayanarak hüküm vermeye ve haber-i vâhidin bilgi değerine benzetilmekte, kıblenin tayini, şahidin âdil olup olmadığının tespiti ve hac cinayetinde keffâret olarak kesilecek hayvanın denkliğinin belirlenmesiyle ilgili âyetlere ve bu âyetlerde kullanılan misl ve ma’rûf gibi kelimelere atıfta bulunulmaktadır.15 Ancak bu gayretin, insanın elinden geleni yapmasının yeterli olması ilkesiyle ilgili konuların dolaylı ve zorlama yorumlarla kıyasla ilişkilendirilmesi şeklinde gerçekleştirilmek istendiği söylenebilir.

Tarihi gelişim süreci ve özellikle illete dair yaklaşımların yanı sıra, yöntem olup olmadığı, kapsamına nelerin girip girmediği, bilgi değeri ve kelâmî bakış açılarıyla da ilgili olarak hüküm anlayışı hususundaki telakkiler, kıyasın tanımı konusundaki belirsizlikte etkili olmuştur.16 Benzer sebeplerden olsa gerek, nispi bir belirsizlik, kıyas taraftarları ile muhaliflerinin kimler olduğu hususunda da görülür.17 Bu durum, usûl eserlerinde, meşrûiyetine dair oluştuğu iddia edilen icmâın18 hangi kıyas hakkında olduğuna dair haklı bir itirazı gündeme getirir. Kıyasın rukünlerine ait şartların şekillenmesinde de kelâmî temayüller ve kıyasa katîlik kazandırmak için aklî kıyasa benzetme gayretlerinin yanı sıra mezheb içi fıkhî çözümleri temellendirme gayretleri etkili olmuştur.19

Fıkhî kıyasın Rasûlullah, Sahâbe, Tâbiûn ve takipçileri dönemindeki varlığına dair usûl eserlerinde geçen örneklerin20, gerek sıhhat gerek fıkhî kıyasa doğrudan delil olma keyfiyeti güçlü gözükmemektedir. Bu tür örnekleri, zaten lafzın delâletine giren konuların beyan edilmesinin yanı sıra, insan zihninin tabii faaliyeti olan anlama, kavrama ve ikna amaçlı basit benzetmeler olarak görmek daha doğrudur. Benzer durum kıyasın meşrûiyetine dair delillendirme gayretleri için de geçerlidir.

Kıyasın rukünleri asl, fer’, illet ve aslın hükmüdür.21 Kıyasa dair şartlar bu rukünler üzerinden zikredilir. Çeşitlilik arzetse ve üzerinde ihtilaflar olsa da belli başlı şartlar şunlardır:



A - Asl ve Aslın Hükmü İle İlgili Şartlar:

1 – Aslın hükmü sabit olmalı ve bu durum devam ediyor olmalıdır. Çünkü aslın sabit olmadığı söylenirse bu asıldan yararlanılamaz.22 Mesela mensûh olan bir hüküm kıyas işlemine söz konusu olamaz.23

2 – Hüküm, sem’î-şer’î bir delille sabit olmalıdır. Çünkü aklî veya lügavî bir delille sabit olan hüküm, şer’î hüküm olamaz.24

3 – Asl, başka bir aslın fer’i olmamalı, asldaki hükmün sübûtu nas veya icmâ ile olmalıdır.25 Asldaki hükmün Kitap veya Sünnet ile sabit olması, yukarıda zikredilen, hükmün aklî değil sem’î bir yolla sabit olması şartıyla ilgilidir.26 Ayrıca bu şartın hüsn-kubh görüşüyle ilgisi olduğuna, hüsn-kubhun aklî olduğunu savunan Mu’tezile’nin, asldaki hükmün aklî delil ile de sabit olacağı görüşünde olduğuna dikkat çekilir.27 Bazı Şâfi’î ve bazı Hanbelîler’in dışında cumhur icmâı asl kabul eder.28 Mefhûm-ı muvâfaka ve muhâlefenin asl olup olamayacağını tartışmaya açıp, müsbet kanaat bildirdikten sonra Şevkânî (v. 1250/1834), icmâın asl olup olamayacağı hususunda, menfi ve müsbet görüş beyan edenler olduğunu söyler. Menfî görüş bildirenler, icmâın senedinin bilinme şartını ileri sürerler.29 Cumhurun, kıyasa konu olacak aslın, tüm ümmetin değil belli bir grubun icmâı ile sabit olmasını yeterli bulduğu söylenir.30 Kıyas yoluyla elde edilmiş bir hükmün asl olup olmayacağı usûlde tartışılmış, cumhur menfi, bazı Hanbelîler ise müspet görüş bildirmiştir.31

4 – Asldaki illeti isbat eden delil, fer’e şamil olmayıp asla mahsus olmalıdır.32 Şayet hüküm fer’e de şamilse fer’, fer’ olmaktan çıkar ve kıyasa gerek kalmaz. Çünkü bu durumda ilkinin diğerine asl olması, diğerinin ilkine asl olmasından evlâ değildir.33 Rasûlullah “Tüm sarhoşluk verenler haramdır” demiş ise, bu delil nebîzi de içine aldığı için, nebîzin haram olduğu hükmüne varmak için kıyasa gerek kalmaz.

5 – Aslın hükmü, hükmün fer’e ta’diyesine uygun bir illetle ta’lîle mümkün olmalı ve aslın hükmü ta’lîl sebebiyle değişmemelidir.34 Hanefîler aslın ta’lîlinin, ta’diyeden başka görevi olmamasını dile getirirken, Şâfi’îler böyle bir şartı gerekli görmez.35 Aslın hükmü, içerdiği vasıflar ve güttüğü gayelerle beraber ne eksik ne fazla fer’de de sabit olmalıdır36. Burada kastedilen, cevaz, fesad, hurmet ve helal olma gibi hükümler olup kat’îlik ve zannîlik açısından aynîlik değildir.37 Hanefîler, hata edenin ve mükrehin orucunun bozulmayacağına dair Şâfiîler’in verdikleri hükümleri, asl ve fer’ arasındaki farkı gözetmedikleri için eleştirirler.38



6 – Asl, kıyastan sapılarak sabit olmamalıdır.39 Gazzâlî (v. 505/1111) bunun dört türünden bahseder: a - Genel bir kuraldan istisna edilen ve –anlamı anlaşılmaksızın- hükme tahsis edilen şey. Bu şekilde sabit olan hükme başka şeyler kıyas edilemez. Çünkü bu hükmün, ilgili olduğu alanda sübutunun husus üzere olduğu bilinmektedir. Bu durumda kıyas yapılırsa, nas kanalıyla bilinen bu hususluk iptal edilmiş olur. Halbuki kıyas yoluyla nassı iptal etmek mümkün değildir. Gazzâlî bu tür için, Hz. Peygamber’in dokuz kadınla evlenmesi, mehirsiz olarak –hibe yoluyla- bir kadını nikahlaması, taksimden önce ganimetten bir şey seçip alması, Ebû Huzeyme’nin tek başına yaptığı şahitliği yeterli sayması, Ebû Burde’nin oğlak kurban etmesini yeterli görmesi gibi örnekler verir ve bu istisnai hükümlere kıyas yapılamayacağını söyler.40 Debûsî (v. 430/1039) ve Nesefî (v. 710/1310) gibi bazı usulcüler bu şartı, “asl, bir başka nas ile kendi hükmüne mahsus kılınmış olmamalıdır” şeklinde ifade eder. Mesela, Huzeyme’nin tek başına şahitliği yeterlidir ve bu, şahidin iki olmasını gerekli kılan bir başka âyetle sadece bu hükme mahsus kılınmıştır.41 Pezdevî (v. 482/1089), her iki ifadeyi de müstakil şartlar olarak ele alır. Yani o, hem aslın hükmünün kıyastan dönülerek sabit olmama ve hem de aslın, bir başka nas ile kendi hükmüne mahsus kılınmış olmaması olarak iki şarta yer verir.42 Gazzâlî’nin verdiği misalleri zikredip bu hususlarda illet arayıp kıyasa gitmenin mümkün olmadığını söyleyen Buhârî (v. 730/1330), bu tür hükümlerde de ta’diyeye cevaz verip mesela dokuz kadınla evlenilebileceği görüşünde olan bazı Râfizîler’den sözeder.43 b – Önceki kuraldan istisna edilen ve yapılan istisnaya bir anlam verilebilen durum. Bu şekildeki istisnaya, istisna edilen hüküm ile geride kalan hüküm arasında gidip gelen ve istisnanın illeti hususunda müstesnaya ortak olan her mesele kıyas edilebilir. Mesela, arâyâ akdi ihtiyaç sebebiyle istisna edilmiştir ve üzüm de bu akde kıyas edilebilir. Yine unutarak yeyip içen kişinin orucu bozulmaz ve bunun illeti anlaşılabilir. Dolayısıyla, namazda unutarak konuşan buna kıyas edilebilir.44 Hanefîler bu konuda farklı düşünür. Mesela Debûsî, mükrehin, hata edenin, namaz ve haccın buna kıyas edilemeyeceğini fakat yeme-içme ve cinsel ilişkinin aynı cins olması sebebiyle unutarak cimâ edenin orucunun bozulmayacağını söyler.45 Buhârî, Şâfi’îler’in konuyla ilgili görüşlerine de değinir. Onlara göre Ramazan ayında oruca devam etmek kıyastan udûl değil, “...Sonra orucu akşama kadar tamamlayın...”46 mealindeki âmm olan âyetin tahsisidir. Nastan tahsis olan ta’lîl edilebilir; dolayısıyla hata eden, ikraha uğrayan ve uykusunda ihtilam olan kimse, kasdın bulunmaması sebebiyle aynı hükme tabi olur.47 c – Anlamı akılla kavranamayan yeni başlanmış bağımsız kural. İlletin yokluğu yüzünden, buna başka şeyler kıyas edilemez. Bu kısım da mecazen kıyas dışı olarak adlandırılır. Mesela, rekatların adetlerinde, zekatların nisablarında, hudûd ve keffâretlerin miktarlarında ve zihinde hiçbir anlam canlandırmayan bütün ilk taabbüdî hükümlerde belirlenmiş şeyler böyledir. Bunların illeti idrak olunamadığı için başka şeyler bunlara kıyas edilemez. d – Başka bir örneği, benzeri bulunmayan ilk kurallar. Her ne kadar bu tür kuralların anlamı idrak edilse bile yine de bunlara kıyas yapılamaz. Çünkü nas veya icmâın içine aldığının dışında bunların bir benzeri yoktur. Burada kıyas yapılmasını engelleyen şey, buradaki illetin başka hiçbir yerde bulunmaması ve sanki bunun bir kâsır illet ile muallel olmasıdır. Mesela, mest üzerine mesh ve zarurette kalana meyte yeme ruhsatı, diyetin âkıle üzerine yüklenmesi, liân ve kasâmenin hükmü ve benzerleri böyledir.48

Celî kıyastan dönülerek hafî kıyasa göre hüküm verildiğinde yani istihsana gidildiğinde, istihsanen verilen hükmün yeni bir kıyas işleminde asl olup olamayacağı, bir başka asl ya da asıllara muârız olan asla kıyas yapılıp yapılamayacağı da bu şart bağlamında tartışılan konulardandır.49

B - Fer’ İle İlgili Şartlar

1 – Aslın illeti fer’de bulunmalıdır. Gazzâlî, bazılarının itirazına rağmen, illetin fer’de varlığının kesin olmaması durumunda da hükmün sahih olacağını söyler.50 Fer’deki illet aslın illetine eşit olmazsa kıyâs ma’a’l-fârık olur.51

2 – Fer’in sübut bakımından asldan önce olmaması gerekir.52 İhtilaflı olan bu şart, aslın hükmünün şartları içerisinde “aslın hükmünün fer’in hükmünden sonra sabit olmaması gerekir” şeklinde zikredilir.53 Gazzâlî, “Niyet hususunda abdestin teyemmüme kıyas edilmesi böyledir” der. Çünkü teyemmüm abdestten sonradır. Fakat delâlet yolu olması durumunda delilin medlülden sonraya kalabileceğini söyler.54 Bu şartın dikkate alınmaması gerektiğini söyleyenler, şer’î delillerin müessir değil alâmet ve emâreler olduğuna, kıyasın da diğer deliller gibi müsbit değil muzhir rolüne dikkat çekerler.55

3 – Fer’in hükmü aslın hükmünden cinslik, ziyade ve noksanlık bakımlarından farklı olmaması gerekir.56 Fer’in asl ile illet açısından da aynı birlikteliğe sahip olması gerekir. Nev’ ve cins dışında, yani mahiyet, noksanlık ve ziyade açısından farklılık olmamasını Râzî (v. 606/1209), Beydâvî (v. 691/1292), İsnevî (v. 772/1370), Mutî’î gibi usulcülerin dillendirdikleri söylenir.57 Nev’ açısından eşitlik için hamra kıyasla nebîze de haramlık hükmünün verilmesi, cins açısından eşitlik içinse, kasten katl için kısasın vücubuna, uzuvlardaki kısasın vücubunun kıyaslanması örnek verilir.58

4 – Fer’in hükmü nas ile belirlenmiş olmamalıdır.59 Bu durumda kıyasa gerek kalmaz. Şâfi’îler yapılan kıyas ile nas arasında teâruz olmadığında bunun nassı tekid etmesi sebebiyle bir sakıncasının olmadığını söylerler.60 Yoksa muârız bir nassa rağmen yapılan kıyas durumunda kıyâs fâsidü’l-i’tibâr söz konusu olur.61

5 – Fer’, kıyasın illetinin gerektirdiği ile çelişen bir başka râcih şeyle tezata düşmemelidir. Bu şartı, kıyasın tahsisini kabul edenler ileri sürerler.62

C– İllet İle İlgili Şartlar

1 – İllet zâhir ve munzabıt bir vasıf olmalıdır Mesela, “sarhoş edicilik” şarabın haram olması için açık bir vasıftır. Oysa “karşılıklı rıza” alım-satım için illet olmaya uygun değildir.63

2 – İlletle hüküm arasında, yapılan ta’lîlin şer’an ve aklen makbul ve kulların dini-dünyevi maslahatlarını gerçekleştirecek türden münâsebet olmalıdır.64 İllet nas ve icmâ ile tespit edilemiyorsa, hükmün konmasına sebep olan vasfın tespiti istinbât yoluyla yapılır. İllet olmaya münâsib vasfın ne olduğu, vasıfta aranan şartlar, bu vasıfla hüküm arasındaki ilişkinin keyfiyeti tartışılmıştır. Nassın bütün vasıflarının illet olamayacağı, ya da bir delil olmaksızın her hangi bir vasıfla ta’lîl yapılamayacağı konusunda ittifak olduğundan bahsedilir.65

Debûsî, bir engel olmadıkça hükümle birlikte bulunan her vasıfla amelin vacip olduğunu söyleyen Haşviyye’nin görüşünü kabul etmez. O, bir vasıfla amel etmek için, vasfın hükümle birlikte bulunması, hükmün bulunmadığı yerde vasfın da bulunmamasını ve hükmün vasfa bağlanmış olması gerektiğini ya da vasfın sadece deveran etmesinin yeterli olduğuna dair görüşleri de kabul etmez. İlletin yokluğunda hükmün yokluğunun sıhhate delâlet etmediği gibi, illetin yokluğunda hükmün varlığının da fesada delâlet etmeyeceğini, bunun vasıf konusunda delil olmadığını söyledikten sonra, bir vasfın önce illet olmaya salih olduğuna, sonra adaletine ve onu defeden bir şeyin bulunmadığına dair delil gerektiğini belirtir.66

Müessir kelimesinin Hanefîler’in illet anlayışında önemli bir yeri vardır. Onlar, örneği olmaksızın ilkten bir vasfı illet olarak koymayı yeni bir şeriat koymak olarak algıladıkları için vasfın uygunluğu yanında bu vasfın tür veya cinsinin diğer şer’î hükümlerde muteber tutulmasını yani müessir olmasını şart koşar67, tesirle de illetin nas veya icmâ ile sabit olmasını kastederler.68 Bu muteberlik sarih veya gayr-i sarih olsa da genel kaidelere muhalif olmamalıdır.69 Müessir vasfın her zaman münâsib olması aranmaz. Erkeklik uzvuna dokunmakla abdestin bozulacağını bildiren hadiste, illet müessirdir, çünkü nasla sabittir. Münâsebetinin bilinmemesi vasfı müessir olmaktan çıkarmaz.70 Te’sîr kuvvet açısından, a – câmi’ vasfın, bizzat hükmün kendisinde, b – câmi’ vasfın kendisinin, hükmün cinsinde, c – câmi’ vasfın cinsinin, hükmün kendisinde, d – câmi’ vasfın cinsinin, hükmün cinsinde müessir olması şeklinde sınıflandırılır.71 İlkine müessir sonrakilere mülâim üst başlığı da kullanılır72.

İlletin istinbat ile tespitinde münâsib vasfın ihâle ile tespitini öneren ikinci grubu oluşturan kelamcı usulcülerin çoğunluğu münâsebeti, “Kullar için bir yarar sağlamak ya da onlardan bir zararı gidermek”, münâsib vasfı da “Uyarınca hüküm düzenlendiğinde bu hükmün meşrûiyet amacı olmaya uygun olan celb-i menfaat veya def-i mefsedet türünden bir sonucun gerçekleşeceği zahir ve munzabıt vasıf” şeklinde tanımlarlar.73 Hanefîler böylesi bir münâsebeti zannî ve bâtınî olması sebebiyle reddederler.74 Bu usulcülerin terminolojisinde münâsebet, muhîl ve maslahat terimleri önem taşır ve her biri diğerinin yerine kullanılır.75

İlletin istinbat ile tespitinin sebr-taksim ve münâsebet olarak ikiye ayrıldığını söyleyen Gazzâlî’ye göre münâsib, “Hükmün ona izafe edildiğinde makul bir izafetin çıktığı maslahat türünden şey” dir. Mesela, “Şarap, teklifin menâtı olan aklı izale ettiği için haram kılınmıştır” dendiğinde, aklı giderici olmak haram kılınmaya münâsibtir. Oysa, “Şarap köpük attığı” ya da “Fıçıda muhafaza edildği için” haram kılınmıştır denildiğinde bu münâsib değildir. Gazzâlî münâsebeti müessir, mülâim ve garîb olarak üçe ayırır. Velâyetin küçüklük ile ta’lîl edilmesi müessire örnektir. Buradaki te’sîr nas veya icmâ ile sabit olmuştur ve te’sîr ortaya çıktıktan sonra münâsebete ihtiyaç kalmaz. Mülâim münâsebette, cinsin, hükmün cinsinde tesiri vardır. Hayızlıdan namazın kazâsının düşmesi meşakkatin tekerrürü ile mualleldir. Burada tekerrür etme meşakkatinin başka yerde etkisi ortaya çıkmamıştır. Garîb ise yukarıdaki iki türün özelliklerinin kendisinde bulunmadığı münâsebettir. Yani başka şer’î hükümlerde benzeri bulunmayan bir münâsebet türüdür. Mirasa hemen konmak isteyen ve mûrisini katleden vârisin mirastan mahrum bırakılmasına kıyasla, ölüm hastalığındaki koca tarafından üç talakla boşanan kadın vâris olur, çünkü kocanın miras kaçırma kasdı bulunmaktadır, zıddıyla muamele olunur.76 Gazzâlî, Debûsî’nin müessir münâsebet için verdiği örneklerin içinde mülâim münasebeti de içeren örnekler olduğunu söyler.77

3 – İllet müteaddî olmalıdır. Yani illet kâsır olmayıp, illetin mevcut olduğu asla, diğer meseleler de kıyas edilebilmelidir. Kâsır illetle ta’lîl sahih olurken kıyas olmaz denilir.78 Şâfi’îler’e göre altın ve gümüşte ribâ yasağının illeti bunların semen (para) olmalarıdır ve bu illet onlardan başkasında bulunmayıp onlara has bir vasıftır. Hanefîler teaddî özelliği bulunmadığı gerekçesiyle bu illeti reddederler.79 Esasen, kâsır illet ile ta’lîli, illetin mansûs ve icmâ ile sabit olması durumunda hemen herkes kabul eder. Fakat illetin müstenbat olması durumunda kâsır illet ile ta’lîl konusunda ihtilaf bulunur. Şâfiî, illetin ta’diye etmesi durumunda kıyastan sözedileceğini, ta’diye etmemesi durumunda ise, hükmün illetinin beyanının söz konusu olacağını söyler.80 Teaddî etmese de kâsır illetle ta’lîlin bir takım yararlarından bahsedilir. Böylece kişi hükmün illetini anlar ve kalbi tatmin olur. Hükmün teaddî etmediği, hâs bir hüküm olduğu bilinmiş olur. Yine hükmün kâsır ve müteaddî olmak üzere iki illetinin bulunması halinde müteaddî olanı defetmeyi sağlar.81

4 – Ittırâd/Tard şartı. İttırâd şartını ileri sürenlere göre, illetin bulunduğu her yerde hüküm de bulunmalıdır. Buna te’sîr şartı da denilir.82 Bu şartı ileri sürenlere göre illetin tahsise uğramaması gerekir. Çünkü illetin tahsisi, illetin varlığına rağmen hükmün bulunmaması anlamına gelir. Usulcülerin bir kısmı bu şartı mansûs ve müstenbat illet ayırımı yaparak ele alırlar. Mesela Sem’ânî (v. 489/1096), mansûs illette tahsisi kabul edip müstenbat illette kabul etmezken83, Debûsî her iki illette de tahsisi kabul eder. Debûsî, vasfın varlığına rağmen, hükmün yokluğunun fesad sebebi olmayacağını kabul eder. Debûsî, tard ehlinin tahsisi nakz olarak adlandırdığını, bu adlandırmanın lügat, şeriat, icmâ ve fıkıh açısından hatalı olduğunu söyler.84 Öte yandan Serahsî (v. 483/1090), illetin tahsisini kelâmî bir takım endişelerle kabul etmez ve bu düşüncenin Mu’tezilî düşüncenin uzantısı olduğunu, böyle bir kabulün daha pek çok kelâmî konuda kabulleri beraberinde getireceğini söyler. O, istihsanın bile, illetin tahsisi olarak görülmesine karşıdır.85

5 – İn’ikâs/Aks Şartı. Bu şartı koşanlara göre illet yoksa hüküm de yoktur. Sarhoş edicilik illeti hangi içecekte yoksa, o içecek hakkında haramlık hükmü söz konusu olmamalıdır. İn’ikâsı şart olarak kabul etmeyen Sem’ânî, bu şartı bazı Şâfiîler ile bazı Mutezilîler’in ileri sürdüklerinden bahseder ve bu şartın temelinde, şer’î illeti aklî illete benzetme düşüncesinin olduğunu söyler.86

6 – İlletin tek olması şartı. Şer’î illet ile aklî illet arasında ayniyet görüp, şer’î ileti de aklî illet gibi müessir/mûcib kabul eden usulcüler şer’î bir hükmün birden çok illetinin olmasına cevaz vermemiş, buna mukabil şer’î illeti mahiyet itibariyle aklî illetten ayırıp, şer’î illete emâre, alâmet ve muarrif özelliği atfedenler şer’î hükmün birden çok illetle ta’lîline cevaz vermişlerdir.87 Şer’î bir hükmün birden çok illetle ta’lîlini aklen mümkün görenler olduğu gibi Âmidî (v. 631/1233) ve İbn Sübkî (v. 771/1370)’nin de aralarında bulunduğu bazı Şâfiî ve Mu’tezilî usulcüler aklen mümkün görmezler. Aklen mümkün görenlerden bir kısmı, bunun şer’an vaki olmadığını, diğer bir kısmı da şer’an vaki olduğunu söylerler. Şer’an vaki olduğu görüşünde olanların bir kısmı, birden çok illetle ta’lîlin gerek mansûs gerek müstenbat tüm illetlerde olduğunu söylerken diğerleri bunu sadece mansûs illetle kayıtlar.88 Tek bir illetle birden fazla hükmün ta’lîli de tartışılmış, illetin bâis olduğu görüşünde olan Âmidî ve İbnü’l-Hâcib (v. 646/1249) gibi usulcüler bunun caiz ve vâki olduğunu söylemiştir. Hırsızlık vasfına kat’ ve sürgün, zina vasfına celde ve sürgün hükümleri bağlanmıştır.89

7 – İllet, kendisinden istinbat olunan aslın hükmünü iptal etmemelidir. Bu, illetin iptali demektir. “Taâm taâmla misli misline” hadisinin umumuna göre, az da olsa çok da olsa ribâ cereyan eder. Hanefîler taamın alım-satımını keyl ile ta’lîl ederler. Bu ta’lîl, tartılamayacak kadar az olanı dışarıda tutar ki bu da hadisin kapsamındaki hükmün iptaline yol açar. Dolayısıyla keyl ile ta’lîl batıl olur.90

8 – Müstenbat illet, aslın hükmüne, nassın gerektirmediği bir ziyade getirmemelidir.91

9 – İlletin sübutu, aslın hükmünün sübutundan sonra olmamalıdır. Böyle olursa kıyas bâtıl olur. Mesela, akıl hastalığına yakalanan yetişkine kıyasla, bu hastalığa yakalanan küçüğe babanın velâyetinin sabit olacağına dair bir ta’lîl doğru değildir. Çünkü babanın küçük üzerinde velâyeti, hastalıktan önce vardı.92

10 – Nas ve icmâ kıyastan kuvvetli olduğundan ta’lîl bunlara muhalif olamaz. "Kadın kendi malı üzerinde yetkisine kıyasla nikâhına da yetkilidir" şeklindeki kıyas, “Velisinin izni olmadan yapılan nikâh batıldır” hadisine muhaliftir.93

11 – İlletin fer’de de bulunduğu kesin olmalıdır. Bu şartı kabul etmeyenlere göre, illetin fer’de de bulunduğuna dair müctehidin gâlib zannı yeterlidir.94

12 – İlletin delili, ne umumu ne hususu ile fer’in hükmünden elde edilemez. Bu durumda, işi uzatmamak için kıyasa lüzüm kalmaz. Tu’m illeti sebebiyle, muzun tefâdülen alım-satımının haram olmasına, buğdaya kıyasla ulaşmaya gerek yoktur. Çünkü “Taâm taâmla misli misline” hadisinin umumunda bu vardır.95

Kıyasın unsurlarından asl, fer’, aslın hükmü ve illet için ileri sürülen şartlardan biri veya birden çoğunun ihlal edilmesi, yapılan kıyasın fâsid olduğuna dair itirazlara yol açmaktadır. Asl için, şer’î hüküm olması, aslın hükmünün nas veya icmâ ile bilinmesi, aslın ta’lîle elverişli olması, aslın mensûh olmaması gibi şartlar ileri sürüldüğünde bu şartların ihlali kıyasın fesad sebebi olmaktadır. Fakihlerin birbirlerinin yapmış oldukları kıyaslarda itiraz noktalarını, kendilerine göre ileri sürdükleri şartların ihlal edilmesi teşkil etmektedir. Mesela Serahsî, mümâna’a adı altında, vasıfta, vasfın hükme uygunluğunda, hükümde ve hükmün vasfa izafetinde itiraz yollarının olabileceğini söyler.96 Tardı şart koşanlar, illetin bulunduğu yerde hükmün olmamasını bir şart ihlali sayarlar. Mesela, Hanefîler’e göre, bir tahâret olması sebebiyle abdestte niyet gerekmez. Oysa tard ehline göre, teyemmüm de bir tahârettir ama onda niyet gerekir.97 Savâ Paşa (v. 1901), “def’i kıyas” adı altında müctehidlerin birbirlerine karşı men, muâraza, nakzı icmâlî ve nakzı tafsîlî olmak üzere dört tür itiraz ileri sürdüklerinden bahseder.98 Ömer Nasuhi Bilmen (v. 1391/1971) de kıyasa itiraz yolları olarak, nakz, mümâneat, fesadı vaz’, fesadı itibar, fark, muâraza ve mucebi illete kail olmamak türünden yedi tür zikreder.99

İbn Hazm (v. 456/1064), her ne kadar kıyası kabul etmese de, katılmadığı görüşlere itiraz ederken o hükümleri kıyas taraftarlarının ileri sürdükleri kıyas şartlarını hatırlatarak reddetme yoluna gider. Mesela, abdestte niyetin gerekli olduğunu savunanlar, bunu necâsetin izalesine kıyas etmekte, nasıl ki necâsetin yokedilmesinde niyet gerekli değilse bunda da gerekli değildir demektedirler. İbn Hazm bu görüşte olanların kıyaslarını değerlendirirken, “Her ne kadar tümüyle kıyas batıl olsa da, bir an için kıyası kabul etsek de böylesi bir kıyas yine geçersizdir; çünkü şayet bir kıyas yapılacaksa necasetin izalesine değil, teyemmüme yapılmalı, zira bazı durumlarda siz teyemmüme kıyas yaptınız” demektedir.100 Yine bir başka yerde, kıyası kabul edenlerin, illetin câmi olması gerektiğini söylemelerine rağmen câmi olmayan müteferrik bir illetle kıyasa gittiklerinden sözetmektedir.101 Öte yandan genel olarak bir delilin nakz ve muârazadan salim olması gereğinin de vurgulandığı görülür.102 Mesela illetin şartları bağlamında illetin nakz ve muârazadan salim olmasından behsedilir.103 Fıkıh eserlerindeki kıyâs fâsidü’l-i’tibâr ve kıyâs ma’a’l-fârık gerekçesiyle fakihler arasındaki tartışmalar da kıyasın şartlarının ihlaliyle alakalıdır.

Fıkıh usulu eserlerinde yoğun bir hacim işgal eden kıyas teorisine mukabil aynı eserlerde fıkhi kıyasa verilen örneklerin yüzyıllarca bildik birkaç örnekten öteye geçememesi oldukça dikkat çekicidir. Biz bu makalede yukarıda genel olarak değindiğimiz fıkhî kıyasın usul eserlerinde en meşhur üç örneğini, usul eserlerinde çerçevesi çizilen kıyas anlayışından hareketle ele alıp değerlendirmek istiyoruz.


  1   2   3   4


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət