Ana səhifə

Çankaya IV cgazetesiNİn okurlarina armağanidir. Yeni devir ankara'da İlk Günler


Yüklə 0.59 Mb.
səhifə9/11
tarix24.06.2016
ölçüsü0.59 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11
Partinin bir iki yüz bin lirasını bir yabancı bankaya yatırarak hissedar olmak teklifinde bulunduğumuz vakit:

-Türkler bankacılık edemezler. Paranızı bize bırakırsanız, faizini veririz, diyorlardı.

Bir vatan kurtarmak, fakat bir banka kuramamak. Bir fabrika işletememek... Zaferin verdiği üstünlük duygusu ile bu iddiaların doğurduğu aşağılık duygusu çarpışıyordu. 1923'ün şevkli iradesi on dokuzuncu asır iktisat öğrencilerinin şüpheci ve bozguncu telkinlerini nihayet yendi. Bilmediğimiz şeyleri yapmaya koyulduk. Ankara köy mü idi? Şehir olacaktı. Demir yolu Erzurum'a kadar ulaşmalı mı idi? Ulaşacaktı.

Aldanmak, avlanmak, yaptığımızı bozmak veya kullanmamak hepsi hesapta idi.

Her şey yapılmalı ve yapanların sahibi bu millet olmalı idi. Türk'ün parası varsa Türk, Türk'ün parası yoksa devlet yapacaktı. Geçmişten korkuyorduk. Kapitülâsyonlar kâbusu henüz dün akşamki uykularımızda idi.

Devletçilik yeni Türkiye'de milliyetçilik demekti.

Birkaç kondüktörle ateşçilerden ve yaban yerlerde istasyon memurlarından başka içine Türk sokmayan Alman, İngiliz, Fransız demir yollarını hem satın almak, hem tamamlamak, hem de yüzde yüz Türk kadro ile işletmek... İmtiyazlı yabancı şirketleri tasfiye etmek ve hepsini yüzde yüz Türk kadro ile işletmek... Ve bu geri Asya memleketini ileri Avrupa memleketi hâline getirecek her şeyi, her şeyi temelinden kurmak...

Meclis kürsüsünde bir de ''üç beyaz'' parolası revaç bulmuştu: Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak... Ah bir buna muvaffak olsaydık...

1923 kafası ve iradesi imkânsızlığa meydan okumuştur. Doğru eğri, eksik tamam, fakat ''Türkün yapamayacağı'' sabit fikrini yenmiştir.

1923 iradesinin ve kafasının eline geçmişten yalnız tarihî anıtlar miras kalmıştı. Tarihî anıtlar dışında ne varsa, iktisat, teknik, ticaret, ziraat teşebbüslerinden doğma ne görünürse, hemen hiç biri Türk değildi. Şimdi tarihî anıtlar dışında olan ve görünen şeyler nesillerce artmıştır ve hepsi ''millî''dir.

Türk tarihi 1923 iradesinin ve kafasının mucizesini unutamaz.

Teferruat istenildiği kadar tartışılabilir. 1923 kafasının ve iradesinin bir büyük eseri de, bugün bütün bu işleri tenkit etmek, daha iyi tedbirler arayıp bulmak kabiliyetlerini kazanmış olmamızdır. Meşrutiyet'te Direklerarası'nda bir pabuççu dükkânının açılmasını Türklerde iktisadî teşebbüsçülüğün müjdesi gibi sayan bizler, bugün, 1923 kafasının ve iradesinin kurmuş olduğu demir ve çelik endüstrisini İsveçliler kadar verimleştirmek imkânlarını arayabilen bir seviyeye çıkmışızdır.

***

Milletvekilliğimin ilk yılında, bir öğle üstü, Yakup Kadri ile beraber Meclise gelmiştik. Dış bahçe kapısı ile iç kapı merdiveni arasında birkaç milletvekili bize bir kanun teklifi imzalatmak istediler. Okuduk. Teklif aşağı yukarı şu idi: ''Hidemat-ı vataniyesine mükâfeten Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine 1 milyon lira ibda edilmiştir.''

İmzalayanlardan bazıları belki de iyi niyetliydiler. Muzaffer komutanlarını para ile mükâfatlandırmak İngilizlerin de âdeti değil miydi? Sonra Mustafa Kemal devrimler yapacak ve devrimler düzenini memlekette kökleştirmek ve korumak için büyük bir partiyi teşkilâtlandıracaktı. Bunun için para lâzımdı.

Beynimizden vurulmuşa döndük. Sanki zafer ve onun bütün şanları ve şerefleri satılığa çıkarılmıştı. Kuvay-ı Milliye devrinin İngiliz entelijansı adına -hareketin başından ayrılmak şartiyle- Mustafa Kemal'e büyük bir para ve İtalya'da bir villa vadedilmişti. Bu da öyle bir şeydi. Gazi Mustafa Kemal'i devrim tarihinin ilk günlerinde suikastların en alçakçası ile öldürmek demekti.

Gazi'nin haberi olup olmadığını düşünmeden reislik odasında kendisini bulduk. Hamdullah Suphi heyecanlı sözleri ile hepimizin ıstıraplarını anlatmaya çalıştı. Gazi:

-Hiç haberim yok... Küstahlık etmişler, teklifi bana buldurunuz, dedi. Getirtti ve yırttı.

Derin bir gönül rahatı duyduk.

Fakat İttihat ve Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına hasret çeken veya Kuvay-ı Milliyenin çetecilik günlerinde vurgun ve yağma zevki tatmış olanlar, Gazi'nin yanında ve Mecliste idi. Birçoklarının devrim umurlarında bile olmadığını biliyorduk. Milletvekilliği de, boğaz tokluğu geçime yeter yetmez maaşlı bir görevdi. İşleri yalnız idealist tarafından görenler yeni bir Batı Türkiyesinin ve bu Türkiye içinde yeni bir topluluğun kuruluş savaşlarına katılmanın şevki yanında her şeyi unutuyorlardı. Bu heyecanı duymayanların hatırladıkları tek şey nüfuzlarını satmaktan ibaretti. Para kazanmak için tek sermayeleri de nüfuzları idi.

Gazi, varlıksız her aile çocuğu gibi, hayli sıkıntılı bir öğrenci ve subay hayatı geçirmişti. Aylığı hiçbir zaman masrafına yetmezdi. Biraz rahat bir hayatta büyük komuta rütbelerinde kavuşabilmiştir. Bununla beraber fikirlerini ve politikasını ne satmış, ne de kiralamıştı. Acaba etrafındakilerin kendi itibarını sarsacağına şüphe olmayan nüfuz ticaretlerini önleyebilecek miydi?

Yeni devrin ilk skandallarından biri, Ermeni kaçırma hâdisesidir. İstanbul gazeteleri, mallarını yeniden ele geçirmek için iki Ermeni zengininin gizlice İstanbul'a sokulduğunu yazmışlar ve bu kaçakçılığı yapan ''İş Komitesi''nde Gazi'nin arkadaşlarından birkaçını ortak göstermişlerdi. Bu iki Ermeninin İstanbul'a gelmiş olduğu, fakat mesele ortaya çıkınca tekrar savuşturuldukları doğru idi. Kimlerin suçlu olduğu ise anlaşılamamıştı.

Bir gün ''Akşam'' gazetesinde otururken, bana bir yeni çıgara kâğıdı kuşağı getirdiler. Çıgara kâğıdının adı: Gazi Mustafa Kemal Paşa! İmtiyaz sahibinin adı: Recep Zühdü... Recep Zühdü, Gazi'nin en yakınlarından idi. Kuşağı aldım, Çankaya'ya götürdüm. Rahmetli lider, önledi idi.

Bir aralık vaktiyle orduda politikacılık eden ve Gazi'nin hiç sevmediği bir eski subay Ankara sokaklarında görünmüştü. Gazi:

- Ne işi var bu adamın Ankara'da? diye şüpheye düşmüştü.

Komisyonculuk için dolaştığı söylenmesi üzerine, bazıları:

- Davanın bütün zahmetlerini biz çekeceğiz, parasını onlar mı kazanacaklar? diye söylenmişlerdi.

Eğer devlette bir iş görülecekse ve bu işten bir komisyon alınacaksa, Gazi'nin yakınları ve tanıdıkları dururken, bu kazanç neden kendisinin de rejimin de düşmanı olanlara kaptırılmalı idi?

İlk aferizm fesadı Ankara'da iş takip etmeğe gelenleri haraca kesmekle başlamıştır. Adam ya zayıf bakanlara sözlerini geçiren nüfuzlularla ortak olacaktı, yahut kazancından olacaktı. Türk olmayanlar bir Ankaralı maske edinmek zorunda idiler. Birkaç misal süratle şu fikrin yayılmasına sebep olmuştur: Ankara'da ancak nüfuzlu milletvekilleri vasıtası ile iş çıkarılabilir.

Bir gün Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde oturuyordum. Çankaya'daki evimi kiralayan Çek Sefiri beni görmeğe geldi. Biraz hoşbeşten sonra dedi ki:

- Bizim İskoda firmasını biliyorsunuz. Bu firmanın Türkiye mümessili Sabur Sami Bey'dir. Bize söylediklerine göre, kendisinin siyasî nüfuzu olmadığı için firmanın işlerini yürütemeyecektir. Onun yerine siyasî nüfuz sahibi bir kimsenin bulunmasını bana yazdılar. Aklıma siz geldiniz. Gazi'nin arkadaşısınız. Gazetesinin başındasınız. Lütfen bu mümessilliği kabul etmez misiniz?

Hepsinin asılsız olduğunu ve Türkiye'de bu firmanın işlerini daha iyi görecek bir temsilci bulunamayacağını dilim döndüğü kadar anlatmağa çalışmıştım.

Bir gün Millî Savunmanın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisi aynı milletvekili olduğu görülmüştü.

İş Bankasının bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgının başlangıcı olmuştur.

İş Bankasını kuranlar ve bilhassa onun umum müdürü, dürüst kimselerdi. Fakat bankayı yürütebilmek, tutabilmek ve işletebilmek, uzun müddet devlet otoritesini kullanmağa bağlı kalmıştır. Kolay kazanç elde etmeğe çalışanlar, yerli yabancı, Ankara'da nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtası ile bankayı kendi teşebbüsleri içine sürüklemekte idi. Birkaç defa bankayı pek ağır ziyanlardan kurtarmak için, onu çıkmaz işlere sokmuş olanları kazandırarak kurtarmak lâzım gelmiştir.

Bu kurtarılanlardan biri, ki on parasız bir subay emeklisi olarak ilk Meclise katılmıştı, bir demir yolu mukavelesinden tam 1 milyon yirmi sekiz bin lira komisyon almıştı. Bu komisyonun ehemmiyetli bir kısmı İş Bankasındaki hesaplarını kapatmağa ancak yetebilmişti.

Devlet bu uzun mühletli sözleşme yüzünden milyonlarca lira ziyana gireceğini anlamış ve onu sonradan feshedebilmek için bin bir sıkıntıya uğramıştı.

Ortaya bir teşebbüs atarak İş Bankasının sermayesini tehlikeye koyabilmek, para kazanmanın en kestirme yollarından biri sayılıyordu. Rejimden hava parası vurmak hırsı nüfuz satıcılarını o kadar bürümüştü ki, bir gün, Atatürk'ün kızıp yanına sokmadığı bir şahısla nüfuzlu dostlarından biri arasında şöyle bir pazarlık yapılmıştı: Dostu bir kolayını bulup o şahsı sofraya davet ettirecek ve sofrada bir kolayına getirip Atatürk'ün elipi öptürerek affettirecekti. Busenin ücreti on bin lira idi. Meseleyi duyan bir arkadaşım tarizli müdahalesiyle bu kârlı işi son dakikasında akim kalmıştı.

Şöyle bir sistem kurulmak isteniyordu: Devletin yapacağını banka yapmalı idi. Şüphesiz arada bankanın yabancı iş ve yerli nüfuz komisyoncuları asıl hisseyi paylaşacaklardı. Reassürans hikâyesi bunun tipik bir misalidir.

Galiba dünyanın hiçbir yerinde reassürans işi imtiyaz altında değildir. Bu fikri İstanbul sigorta kumpanyalarından birinin Levanten müdürü icat etti. Atatürk'ün kalp rahatsızlığından şüphe edilerek perhize girdiği zamanlarda idi. Arkadaşları iki cepheye bölünmüşlerdi. Böyle bir inhisarcılığa mâni olmak isteyenler, bütün delillerini kullanmakta idiler. Hükûmette de banka nüfuzculuğuna karşı mukavemet belirmişti. İmtiyaz davası bütün bir mevsim geri kaldı. Fakat nihayet teşebbüse önayak olanlar muvaffak oldular. Hiç unutmam, Hâkimiyet-i Milliye gazetesindeki odamda oturuyordum. Başyazarlardan ve banka idare meclisi reisi Siirt Milletvekili Mahmut, yanımdaki odada çalışırdı. Arada kapı yoktu. Beraber konuşurken İstanbullu sigorta müdürünün geldiğini haber verdiler. Pek neşeli müdür, Mahmut'un masası üstüne üç zarf bıraktı:

-Bu zat-i âlinizin. Bu ... Beyefendinin, bu da ... Beyefendinin, dedi.

Bu zarflar hisse senedi dolu idi. Bahsettiğim sigorta müdürü, elde ettiği başarıdan sonra, servet ve sâmanını toplayarak Fransa'ya gitti. ''Cote d'Azure''de yerleşti.

Geçen gün İstanbullu bir tüccardan duydum. Reassürans imtiyazı yüzünden yalnız bu tüccar şimdiye kadar 50.000 lira fazla sigorta parası ödemiştir.

İş Bankasının ilk sermayesi de Hindistan'dan Mustafa Kemal'e gönderilen paranın geri kalanı idi. Bu para, millete ve devlete gönderilmişti. Mustafa Kemal el sürmemeli idi. Gerçi o sermaye hesabı daima aynı tutulmuş, parti işleri için kullanılmış ve partiye bırakılmıştır. Ama Mustafa Kemal yanındakilere bir örnek olmalı idi.

Başvekil ve arkadaşları aferizme karşı mücadele ediyorlardı. Başvekil:

- Bir iş ki, kimse yapmaz, devlet yapar, bunu anlıyorum. Bir iş ki, hususî bir teşebbüs yapar, bunu da anlıyorum. Fakat devletin nüfuzunu kullanarak şahıslar veya bankalar yapar, bunu anlamıyorum. Ben devletçilik denen şeyi anlarım, fakat dolapçılığı anlamam, diyordu.

Başvekil Millî Savunmaya bir tezkere yazarak ve tezkerede Atatürk'ün pek yakın bir arkadaşının ismini zikrederek, bu zatın karıştığı eksiltme ve arttırmaların bozulmasını emretmişti. Bir gün de Meclis koridorunda yüksek sesle:

- Hazineyi soydurmayacağım, hazineyi soydurmayacağım... diye haykırdığını görmüş, sinirlerini iyice oynattığından şüphe etmiştik.

Hava paracıları hükûmetin bu dayatışına, iktisat politikasının nazarî sakatlığı mahiyetini vermek için Çankaya'yı telkin altında bırakmağa uğraşıyorlardı. Bir akşam, biraz yukarıda bir milyon lira komisyon aldığından bahsettiğim Milletvekili tenkitler yürütmeğe koyulmuştu. Atatürk işi alaya alarak:

- Fransızca söylersen dinlerim, demişti.

Hatibin dış seyahatlerinde kulaktan kapma birkaç kelimesinden başka Fransızcası yoktu. Biraz içmiş olduğundan cesaretle ayağa kaltı ve: "Mon économie autre économie İsmet Paşa..." diye tutturdu idi.

Bir gün, daha sonra Yavuz - havuz skandalında hüküm giyenlerden bir milletvekili ile trende konuşuyordum. O da 1923 fıkarasından idi:

- Seni bir açık otomobilde gördüm. Kapalısını sattın mı? diye sordum.

- Hayır... dedi, bir de açık aldım. Biliyor musun, iki otomobil almak daha ekonomik...

Bu sözle ne demek istediğini hâlâ anlamamışımdır.

Bir gün de, mütarekede küçük bir alacağı için tanıdığını denize atmakla tehdit eden bir küçük maaşlının Florya'daki evi önünde otomobili, denizde de kotrası duruyordu. Arkadaşımla:

- Bunun torunu da olmuş... diye eğlenmiştik.

Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı için Çankaya'daki yeni evi yaptırmakta idi. Ben kestördüm. Yazları Ankara'da üç arkadaş nöbet tutardık. İhaleler de kestörlükten yapılırdı. Sıra bende idi. Köşkün en devamlı adamlarından biri geldi:

- Sıhhî tesisleri...'e ihale et. Bizim ortağımızdır, dedi.

- Nasıl yapabilirim bunu? İhaleye katılanların zarfları kapalı... Hangisinde ucuz teklif çıkarsa ona vermeğe mecburuz.

- Sana yolunu öğretirler, dedi.

Öğretecek olan da daire müdürü imiş. İhale en ucuz teklife yapılmıştır. Fakat aynı zatın bu eve dair Atatürk'e telkinleri yüzünden kestörler hayli ıstırap çekmişlerdi.

İş bahsinde bu kadar titiz görünen Başvekilin de yakın etrafı nüfuz ticaretinden zengin olmuşlardır. Ayazpaşa mezarlığını birinin mülkü hâline sokup bizzat İnönü'ye bu mezarlıktan arsa hissesi sağlamışlardı.

***

Size burada Cevdet tarihinin, Üçüncü Selim'in tahttan indirilmesini hikâye eden 8 inci cildinden birkaç fıkra okumak istiyorum: ''...Ricalden ve kibardan niceleri gücenip birer tarafa çekildiler. Bu sırada bazı eyyam adamları dahi şahsî menfaatlerine bakarak müdahane yollarına döküldüler. İstanbul'ca görülmedik tarz ve surette büyük ve müzeyyen konak ve yalılar inşası ile ziyade sefahet ve ihtişama düştüler. Geceleri mukataat mültezimleri ve memleketeynin kapı kethüdaları gibi rüşvet vasıtası olan kimselerle yahut aşağı takımdan kâselislerle hembezm olup kâh evlerinde, kâh kayıklarla mehtaba çıkıp deniz üzerinde bazende (oynayıcı) ve hanende ve sazendelerle ıyş ve işret meclisleri kurdular. Nizam-ı Cedid işini mal toplamağa vesile edip pek çok israfa düştüler. Hatta İbrahim kethüda bir gün birine bir at verip:

''Tavlada altmış atım kaldı, bundan sonra babam mezardan çıkıp da bir at istese vermem, dediği Asım tarihinde zikredilmiştir.

İşte Nizam-ı Cedidi terviç eden ricalin hâli bu veçhile olup, kendileri servet toplamakla meşgul olup her birinin etrafı dahi aynı yolda olmakla Nizam-ı Cedid işi güya halktan birçok paralar toplayıp da zamanın nüfuzlularına bol bol harcayarak sefahet etmek için imiş gibi bir surete girdi. Halkın alışmadığı Nizamat-ı Cedidenin icrasında ise fedakârane hareket etmek ve şahsî menfaatleri terk edip, saire hüsn-i misal göstermek lâzım gelip yoksa başta bulunanlar ihtişam ve sefahete daldıkları hâlde Ocaklı dahi mekel edinmiş oldukları ulûfelerin ellerinden gitmemesi için Nizam-ı Cedid aleyhinde bulunmaları tabiî idi.''

Kuruluş devrinin nüfuz ticareti halk efkârı üzerinde süratle aynı tepkiyi yaptı. Hükûmette ve partide tehlikeyi görenler, ellerinden geldiği kadar mukavemet göstermekte idiler. Türkiye'yi kalkındırmak için durmadan vergileri arttırıyorduk. Biraz geçim temin etmeğe başlayan aylıkları yeniden kesiyorduk. Bütün millî kalkınma yükü, milletin sırtında idi. Böyle zamanlarda politikayı iş ve kazançtan, tıpkı dünyayı dinden, orduyu siyasetten ayırır gibi, o kadar katî ayırmak lâzımdı. Atatürk, realist bir politikacı olduğu için yanında bulundurmayı faydalı saydıklarını feda etmemekle beraber, hükûmette ve partide fazilet mücadelesi verenlerin gayretlerini hoş görüyordu. Fakat kazanççılar bu mücadeleye kızıyorlar, kimini, meselâ ''Kadro'' gazetesinde şeker meselesini tenkit edenleri Bolşeviklikle, hükûmeti de serbest teşebbüse nefes aldırmamakla suçluyorlardı.

Kazanççılığın bir tepkisi de hükûmeti, her işte bir nüfuz ticareti görmek vehmine sürüklemek olmuştur.

Serbest Fırka hareketinin uyanışında aferistler takımının büyük rolü olmuştur. Fethi Okyar namuskâr bir efendi idi. O, liberal iktisat ve politika anlayışı ile hem Atatürk, hem de İsmet Paşa'dan ayrılıyordu. Fakat aferistler için liberalizm demek, devletin yapacaklarını kendileri yapmak demekti. Bunlar iktisat devletçisi olduğu için değil, kendi kazançlarını önlemeğe uğraştığı için İsmet Paşa ve arkadaşlarının aleyhinde idiler.

Mukavemetçilerin çok olması ve hükûmete aferistlerden mümkün olduğu kadar az adam sokulması, kuruluş devrinin büyük bir taliidir. Hükûmeti de bulaştırmak isteyen aferizm salgını, Yavuz-havuz davası ile tasfiye edilmiştir. Bu dava, aferistler için pek ağır bir darbe idi. Fakat onları perde arkasında fesat yürütmekten men etmemiştir.

Bu hatıralara dedikodu ve şahsiyet bulaştırmamak için elimden geldiği kadar dikkat ediyorum. Bütün isimler ortaya atılsa ve bunlara benzer birçok vakalar daha sayılıp dökülse ne çıkar? Bir mahkeme savcısına gerekçe edebiyatı hazırlamıyorum.

Doğrusunu isterseniz, bugünkü demokrasiyi uyarmak ve uyanık tutmak için bu bahse dokundum. 1950'den sonra aynı aferizm salgını daha büyük bir hırs ile tepmiştir. Otuz yıldan beri kurulan milyarlık sermayeli bankalar, iktisadî teşekküller, işletmelerde partizan bir kontrol inhisarı kurulmuştur. 1923 ve sonrasında on binler ve yüz binlerle oynanmakta idi. Bugün on milyonlarla oynanmaktadır.

Ne eski rejimde, ne de bugün gizli nüfuz ticaretlerinin ve şahsî yolsuzlukların tamamiyle önlenebileceği gibi bir hayale kapılmıyorum. Hiçbir demokrasi bunda muvaffak olamamıştır. Asıl mesele nüfuz ticaretinin bir sistem hâline gelmesinde, âdeta imtiyazlı politikacıların meşru bir hakkı gibi tanınmasındadır.

Eski rejim on beş yıl mücadele etti. En sonunda nüfuz ticareti önlenmişti. Milletvekilleri en basit serbest meslek haklarını bile kullanmayacakları kadar kazanç ve politika birbirinden ayrılmıştı. Milletvekilleri ve parti politikacıları idare meclislerinden uzaklaştırılmıştı. İş Bankası tam ticarî bir mahiyet almıştı.

1950'den sonra hepsinin tersi yüzüne dönmüştür. Benim fikrimce eğer 1923'ten sonraki mukavemetçiler cephesi kurulmasaydı, inkılâp rejimi on yılı bulmaz batardı. Bugün belirdiğini gördüğümüz gidiş daha da kötüdür: Büyük nimetler paylaşması, partizanları bir iktidar inhisarcılığının bütün şiddetlerine doğru sürüklemektedir.

Geçmişi, bugüne bunun için hatırlattım.
Bir Deneme
Liberalizm, 1924'te Fethi Okyar'ın Başvekilliği ile iktidara gelmişti. Bu ikinci deneme beş ay kadar sürmüştür.

Atatürk denemelerden korkmayan, ara sıra ''Meclisi havalandırmayı'' bilen bir lider idi. Pek yakında İsmet Paşa'ya döneceğini bilerek Fethi Okyar'ı Başvekil yapmıştır.

Devrimin o tehlikeli kuruluş günlerinde Okyar'ın siyasî liberalizmi Şeyh Sait isyanına kadar sürdü. Ahval fenalaştıkça, kendisine hiçbir önleyici tedbir aldırmak mümkün olmuyordu:

- Candarma var, polis var, kanun var, bunlar yeter... diyordu.

İç tehlike büyüdükçe, İsmet Paşa devrinin herkesi rahatsız eder görünen sıkılık zahmeti unutuluyor, bütün gönüllerde: ''Ya devrim? Ya rejim?'' kaygısı uyanıyordu.

Bir akşam Atatürk'e davetli idik. Birkaç oyun masası kurulmuştu. Hanımlı efendili vakit geçiriyorduk. Ben ve Yakup, Atatürk'ün masasında idik. Fethi Bey ve İsmet Paşa ayrı ayrı masalarda briç oynuyorlardı.

Bir aralık yaver, Atatürk'e bir şifre getirdi. Şeyh Sait İsyanına ait son bir rapor olduğunu anladık. Bir cephe düşer gibi, şark düşüyordu. İsyana katılan katılana idi. Atatürk raporu okudu, dudaklarını bir acı kıstı, sonra yavere usulca:

- Al bunu Fethi'ye götür...

Bize de:

- Çocuklar dikkat ediniz, dedi.

Fethi Bey rahatsız edilmesinden sıkılmış görünerek, bir an oyunu bırakıp yavere:

- Ne var? diye sordu.

Yaver raporu verince de şöyle bir göz atıp:

- Sonra bakarız, diyerek iade etti.

Atatürk yaveri çağırdı, yine yavaş sesle:

- İsmet'e götür... dedi.

İsmet Paşa'nın hükûmette hiçbir vazifesi yoktu. Oyunu bıraktı, rapora bir baktı, sonra iskemlesini geriye çekerek bir cigara yaktı, uzun uzun okudu, birkaç nefes cigara daha çekti, tekrar okudu ve pek düşünceli bir hâlde kâğıdı ağır ağır kıvırdı, yavere verdi, düşüncesi bir müddet daha devam etti. Atatürk:

- İşte farklar! dedi.

Bu fıkrayı Fethi Bey'i küçültmek için anlatmıyorum. Fethi Bey eğilmez bükülmez bir liberaldi. İnkılâp ve medeniyet hamlelerinde Atatürk'ü anlıyordu. Bir Garp medeniyetçisi idi. Fakat inkılâpçılık denen disiplin sistemini anlamıyordu. Sıkı yönetim ve fevkalâde tedbir gibi şeylerin yeniden bu disipline yol açabileceğini düşünüyor, bunu istemiyordu. Fethi Bey, bir inkılâp devrinin adamı değildi.

Fethi Bey düştü, yerine İsmit Paşa geldi ve ''Takrir-i Sükûn'' Kanunu çıktı.

***

Atatürk ikinci havalandırma ihtiyacını 1930'da hissetmiştir. Sofrası şikâyetlerle dolup taşıyordu. Yeni inşa devrinin maddî külfetleri memlekete ağır geliyor, şahsî menfaatleri önleyen hükûmetçi sistem nüfuz kazanççılarını isyan ettiriyordu.

Atatürk, Paris Büyükelçisi Fethi Bey'in bir tatil dönüşünde, bütün bu şikâyetçileri onun etrafında toplamaya, İsmet Paşa politikası ile gizli ve el altından değil, açık mücadele ettirmeye karar verdi. Benim bildiğime göre ilk tasarlama, bunun parti içinde bir hizip olması idi. İsmet Paşa buna şiddetle karşı koymuştu:

-Bir hükûmet, sabahleyin Meclise geldiği zaman, ekseriyet var mıdır, yoksa o gece bir dalgalanma ile kaybolmuş mudur, gibi bir şart içinde çalışamaz. Bir hizip değil, bir muhalefet partisi olmalıdır, diyordu.

Devrimci Atatürk, irtica henüz olanca hıncı ile dipdiri iken, bir muhalefet partisinin kurulmasına neden izin verdi? Bu suale hiç kimse doğru cevap veremez. Çünkü hiç kimse açıkça fikrini söylememiştir.

Bazıları derler ki İsmet Paşa'nın politikasını beğenmezmiş de onu frenlemek için böyle yapmış. O zamanı hatırlayanlar bilir ve tarih de pek kolay öğrenecektir ki kuruluş devri idaresi, ''baş başa'' bir idare idi. Hükûmet politikasını frenlemek için Atatürk'ün bir başkasına ihtiyacı yoktu. Zati böyle bir ihtiyaç zaafı, onun büyük gurur ve nefis güveni hassaları ile uzlaşamaz.

Bazıları derler ki, Fethi Okyar'ın da katılmakta olduğu sağ temayüllü politikayı, açık münakaşalar içinde iflâs ettirmek için öyle yapmış. Bu ihtimal de, Serbest Fırka kuruculuğuna ayırdığı arkadaşları ile kendi arasındaki münasebetlerin hususiyetlerine uymaz.

Akla en yakın gelen teşhis, bence, şudur: Bu rejim nihayet normalleşecekti. Tek partili bir Meclis rejimi bir gün sona erecekti. Acaba rejimi normalleştirme eseri, Atatürk sağ ve bütün otoritesi ile ayakta iken, kendisi tarafından temin edilemez miydi? Böyle bir denemede Atatürk'ün muhalefet partisini Fethi Okyar kadar inanmadığı şahsiyetlere emanet etmesi şüphesiz tehlikeli olurdu. Fethi Okyar, Atatürk'ün onu hiçbir zaman feda etmeyecek bir arkadaşı idi. Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisinin lideri olarak kalmalı, fakat Serbest Fırka da onun yüksek hakemliğini tanımalı idi. Asıl mühimi, Serbest Fırka devrim nizamına, Cumhuriyet Halk Partisi kadar bağlı kalmalı idi. Devrim nizamı dışındaki türlü meseleler, iktisat, maliye, ziraat ve ticaret işleri, iki parti arasındaki münakaşaları besleyebilirdi.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət