Ana səhifə

Çankaya IV cgazetesiNİn okurlarina armağanidir. Yeni devir ankara'da İlk Günler


Yüklə 0.59 Mb.
səhifə10/11
tarix24.06.2016
ölçüsü0.59 Mb.
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Bulgaristan'dan İstanbul'a dönerek Yalova'ya gitmiştim. Atatürk Serbest Fırkadan bahsedince fikrimi saklamadım. Erken olduğunu söyledim ve yeni partinin etrafını inkılâp düşmanlarının saracağına şüphem olmadığını anlattım.

Yeni muhalefet gazeteleri alıp vermekte idiler. Gazete hücumlarını idare edenler arasında ''yalnız'' ta ilk gününden beri devrim rejimine karşı koyanlar göze çarpıyordu. Muhalefet bir sürüm vasıtası hâline de geldiği için, Cumhuriyet Halk Partisinin müdafaacısı kalmamıştı. Serbest Fırkaya geçmemiş olanlar da, halk efkârındaki kaynayışa bakarak, ihtiyatlı bir dil kullanmakta idiler.

Atatürk Yalova'ya gelen milletvekilleri arasından gözü kestiklerine:

- Siz de yeni fırkaya geçmek istemez misiniz? diyor ve yeni parti Meclis Grubunun sayı edinmesine çalışıyordu. Benim bulunduğum gece, Şair Mehmet Emin Bey sofra davetlileri arasında idi. Atatürk pek saygılı bir lisanla ona da aynı teklifte bulundu ve Emin Bey kabul etti. Atatürk'ün hemşiresi dedi ki:

- Paşam siz de bizim fırkaya hep beyefendi gibi zevatı veriyorsunuz. (Beni göstererek) Bir de bu muharriri versenize...

Atatürk:

- Yooo... dedi, ne kadar gazete ve gazeteci varsa hepsi sizin tarafta! Onu bize bırakınız.

Fakat benim bazı tenkitlerimi de hoş görmedi. Her vakit serbestçe konuşmaklığıma izin verirken, o akşam bir iki defa ileri gitmekliğimin doğru olmadığını ima etti.

Ertesi sabah yaveri gördüm, ''İki fırkalı sofraya alışmamışım, gaf yapacağı benziyorum, onun için bu akşam Ankara'ya gideceğim,'' dedim.

Görüşmek üzere Küçük Köşkte İsmet Paşa'ya uğradım. O da pek asi ve itirazcı geçinen bazı arkadaşlarını yeni fırkaya geçmek için teşvik ediyormuş. O sabah rahmetli Vâsıf'a:

- Sen ne zaman bizden ayrılacaksın? diye sormuş.

Vâsıf asî ve itirazcı, fakat samimî devrimci idi. Hiç anlamamazlıktan gelmiş. Bana şikâyet etti idi.

İsmet Paşa ayrılırken bana:

- İşler inkişaf edecek. Seyrini takip edecek, ''Hâkimiyet-i Milliye'' tarafsız kalmalıdır. Yeni fırka aleyhine hiçbir şey yazmayacaksın, dedi.

Ağustos sıcağında Ankara'ya geldim. Tatile gitmeyen ve hâdiseyi Ankara'da kalarak, takip etmeyi tercih eden birçok milletvekilleri Mecliste idi. Benim Yalova'dan geldiğimi duyunca etrafıma toplandılar. Hepsinin merakı aynı idi:

- Acaba Atatürk İsmet Paşa'yı mı, Fethi Bey'i mi tutacak?

Şöyle bir şey sezinir gibi oldum: Eğer Atatürk'ün İsmet Paşa'dan vazgeçtiği kanaatine varsalar, birçokları yeni fırkaya akıp gidecekti. Şahıslar benim umurumda değildi. İnkılâp prensiplerini sımsıkı tutanların iktidarını istiyordum. Medeniyet meselesinden öbür tarafı beni alâkalandırmazdı.

Rahmetli Recep Peker o tarihte Nafıa Vekili idi. Onu görüp dertleşmeye gittim. Atatürk'ün o kadar yakını iken o da:

- Yahu, Atatürk'ün gerçek niyetini anlayabildin mi? diye sordu.

Akşam üstü gazeteye gittim. ''Politika'' sütununu açarak, Serbest Fırka gazetecileri ve sözcüleri ile münakaşaya giriştim. Atatürk'ün kendi fırkasında böyle bir polemiğin başladığı görülmekle devrim cephesinin kuvvetleneceğini, birtakım tereddütlerin kalkacağını umuyordum. Fakat acaba Atatürk ve Başvekil ne diyeceklerdi?

Üç dört gün Yalova'dan hiçbir ses gelmedi. Gittikçe genişleyen bir tecavüz cephesine karşı, parti gazetesinin mücadelesini tabiî bulmuş olmalı idiler. Bir hayli fıkralarını sonra da ''Eski Saat'' kitabıma almış olduğum ''Politika'' sütunu yazıları birçok dostların hoşlarına gitti.

Serbest Fırka kurucuları pek nazlı idiler. Halk arasında alabildiklerine insafsız davranırken, ikide bir Atatürk'e gelir, şart koşarlardı. Bu defa da benim Hâkimiyet-i Milliye'de mücadeleyi kesmekliğimi istemişler. Atatürk'e kendi cephesi adamlarından birinin kuvvetinden şikâyet etmek büyük bir hata idi. Bundan başka muhalefet, pek az zamanda, her türlü irticaı seferber etmişti. İlk günlerde sadece bir tenkit ve murakebe görevi yapmak için yeni fırkayı kurmuş olanlar, memleketin her köşesinden bu umumî alâkayı görünce hemen bir seçimde Meclisi ele geçirmeyi gözlerine kestirdiler. Gerçekte henüz inkılâp yarası taze idi. Eski müesseseleri diriltebilecek olanlar liderleri ve müritleri ile ayakta idiler. Şartlar 1950'de olduğundan çok daha tehlikeli olduğuna şüphe yoktu.

Serbest Fırka kurucularının umut ve hevesleri ile birlikte, hareket sömürücülerinin cüretleri de arttı. Daha büstleri olmadığı için İsmet Paşa'nın resimlerini yırtmak gündelik hâdiseler sırasına geçti. Bunda muvaffak olunca hedeflerini değiştirdiler ve Atatürk'e açık tecavüzlere giriştiler.

Hepsi bahane, hedef, devrimin kendisi idi. Fethi Bey ve arkadaşları, liderlik nüfuzu ile gelecek duruma hâkim olabileceklerini zannediyorlardı. Aldanıyorlardı.

Din, pek tabiî olarak, hareket sömürücülerinin başlıca silâhı hâline gelmişti. Atatürk, vaktiyle hocalık ettiği için kendisine pek güvendiği ve Fethi Bey'e arkadaş olarak verdiği; milletvekili, bu silâhı eski talebesine ve yeni velinimetine karşı kullanmakta en ileri gidenler arasında idi.

Ufku çepçevre kaplayan karabulut, sararmış ekinli kuru toprağa en iyi rahmetlerin müjdesini verdi. Ve ondan su yerine taş yağdı.

Atatürk halk çoğunluğunun devrim aleyhine elde edilebileceğini bilmiyor değildi. Onun 1930 muhalefetinden beklediği vazife, devrim nizamına bağlı kalarak ve devrim düşmanlarının işbirliğini reddederek, hür bir murakebe hayatı tesis etmekti. Bu bir feragat işi idi.

Bir gün İsmat Paşa'yı Çankaya Köşküne çağırdı:

- Ne var, ne yok? diye sordu.

Başvekil her şeyin tabiî seyrini takip etmekte olduğunu söyledi: ''Muhalefetle mücadelemizi yapıyoruz,'' dedi.

Atatürk:

- Hayır. Muhalefet bana ve inkılâba karşı bir hareket hâlini almıştır. Bunu bırakamam, dedi.

Muhalefetin son şartı, Atatürk'ün fırkalar üstünde kalması idi. Bir defa partisi yıkıldıktan sonra, ondan kurtulmak güç olmayacak yahut büyük bir iç savaş tehlikesi baş gösterecekti. Atatürk:

- Ben bîtaraf değil, bir tarafım, diyordu.

Yani inkılâpçı idi. Onun tarafsızlığı, ikinci fırka da birincisi kadar inkılâp nizamına bağlılık karakterini korduğu pek kısa bir zaman sürmüştü.

En çok genç harislere şaşıyordum. İkbal pahasına, bilhassa kendilerinin olmak lâzım gelen inkılâp davasını, irticaa peşkeş çekmekte tereddüt etmiyorlardı.

Bugünkü demokraside ne kadar alçaklık yapılmışsa, hepsi 1930'da da yapılmıştı. Şu fark ile ki, 1930'da inkılâp kolayca yıkılabilirdi. 1950'de bütün eski müesseseler yirmi yıl daha çökmüşler ve yeni müesseseler yirmi yıl daha yaşlanmışlar ve köklenmişlerdi.

Nihayet Serbest Fırka feshedilerek büyük tehlike durdu.

Keşke bu tehlike hiç uyanmayarak, büyük hareket, dürüst tenkit ve murakebe hareketi devam edebilseydi...

Çünkü basın hürriyeti ve siyasî serbestlik ortadan kalkınca, başka istismarcılar işe koyulacaklardı. Rejimin hayatı Atatürk'ün ömrü ile sıkı sıkıya bağlanmış olduğu için, ikide bir suikast masalları çıkarılarak Atatürk'ün etrafındaki çember gittikçe daralacak büyük halk adamı halktan gittikçe uzaklaştırılacaktı.

Hastalığı da başlamak üzere idi.

Rahmetli Fethi Bey'in, eskiden beri o kadar çok sevdiği Atatürk'e en büyük yardım fırsatını kaçırmış olmasına hepimiz ne kadar esef etsek yeri vardır. Birkaç sene sonra İsmet Paşa:

- Ne zaman olsa, rejimi tabiîleştirmek için bir sarsıntı geçirecek değil miyiz? Serbest Fırka devam etseydi, çoktan bu sarsıntı buhranını atlatmış olurduk, diyordu.
Dil ve Tarih
Devrimler içinde size dil ve tarih hareketine dair kısaca bazı bildiklerimi anlatmak isterim.

Mustafa Kemal de, kendinden önceki ve sonraki kuşaklar gibi, Türklüğün geçmiş medeniyetlerde yeri olmadığını ileri sürmekte Frenk edebiyatı ile birleşen tarih kitaplarını okuyarak ve Türkçenin bir ilim ve edebiyat dili olamayacağına inandırılarak yetişmiştir. Osmanlı tarihi, Osmanlı hanedanından önceki Türklüğe barbar gözü ile bakar. Türklüğe, ancak, Arap-İslâm dünyası içinde şahsiyetini kaybettiği kadar değer verir. Osmanlı edebiyatı, Türkçenin Arap ve Fars dillerinin kelime ve kaide egemenliği altında yaşayabileceği davasını tutar. Türkler medeniyet bakımından tarihsiz, ilim ve edebiyat bakımından dilsizdirler.

On dokuzuncu ve yirminci asır Türkçüleri, Osmanlı inkârcılığına karşı isyan etmişlerdi. Eski Türklüğün ilme ve medeniyete hizmetleri üzerine yine bazı Batı bilginlerinin kılavuzluğu ile, yazılar yazmışlar ve Türkçenin bağımsız bir dil olacağı davasını ortaya atmışlardı. İlk zamanları Osmanlı fikir adamları âleminde büyük bir akis bırakmayan bu iddialar, 1908 Meşrutiyetinden sonra, Türkçülerle beraber tam bir hareket karakteri almıştı. Atatürk'ün hareketi takip etmeye vakti olduğunu sanmıyorum. Hiç ardı arası kesilmeyen politika krizleri ve harpler yüzünden, bu vakit bulamamayı kendisine bağışlamak da lâzım gelir.

Alfabe işi, Atatürk için, başlangıçta sadece bir yazı işi idi. Fakat yeni yazının bizim kuşak edebiyatçılarında daha ilk dünya harbi öncesinden beri gelişen Türkçecilik akımını uyandırmamasına imkân yoktu. Osmanlıca, yeni yazı içinde yaşayamazdı. Osmanlıcanın temeli, ilim dilinde Arap iştikaklarıdır. Edebiyatta bilhassa Farsça şekillerdir. Yeni yazıda Arap kelimesi bütün şahsiyetini kaybetmekte ve kolaylığı Türkçe ve Türkçeleşmiş kelimelerde duyulmakta idi.

Yeni yazı 1928 Kasımında kabul edildikten sonra Alfabe Komisyonu Dil Komisyonuna çevrilmiştir. Ben de komisyonda idim. Bu komisyon kurulduktan sonra, rahmetli Celâl Sahir, Ahmet Rasim ve İbrahim Necmi bir imlâ lügati hazırladılar.

Dil meselesi ilk önce Başvekil İsmet Paşa'nın bir parolası ile doğmuştur. İsmet Paşa:

- Larousse'un bir Türkçesini yapınız, diyordu.

Başvekilin iddiası sade idi: İki ciltlik Larousse lügatinin kelimeleri Türkçede karşılanmalıdır.

Eski Fransızca - Türkçe lügatlerdeki karşılıklardan haylısı kelime değil, tariflerdir. O kadar zengin sandığımız Osmanlıca, Batı ilim ve kültür dilleri arasında değildi. Batı dilleri ile tam bir karşılaştırılma tecrübesi geçirmemişti.

Larousse tercümesine başlanınca, Osmanlıcanın fakirliği hemen meydana çıktı. Birçok kelimeye ihtiyaç vardı: Bunlar ya eski metinlerde bulunacak, yahut yeniden yapılacaktı. Kelime arayışlarında ve yapışlarında Arapçaya bağlı kalmak kimsenin hatırına gelmediği için ''yeni''yi Türkçede arıyorduk. Komisyon üyelerinin bir kısmı Türkçe kelimeleri toplamak vazifesini üzerlerine aldılar.

Larousse tercümesi pek yavaş yürümekte idi. Komisyon üç dört yıl içinde bir alfabe kitabı ile, yeni imlâyı öğretmek için bir küçük gramer, bir de imlâ lügatinden başka eser vermemiştir.

Atatürk Türkçülerin bu münasebetle öz dil zenginlikleri hakkındaki iddialarına, bulunan yeni kelimelere ilgileniyordu. Wells'in tarihi de onu Türkçülerin tarih anlayışına ısındırmıştı.

Türklerin bize öğrettiklerinden başka türlü bir tarihi olduğu ve Türkçenin bağımsız bir ilim ve edebiyat dili olabileceği kanısı, Türklük gururu ile göğsü durmadan kabarıp inen Atatürk'e büyük bir şevk verdi. Biraz zorlama da olsa, Türkler onulmaz aşağılık duygusundan, yani bir medeniyet tarihleri ve bir ilim ve edebiyat dilleri olmadığı tevekkülünden kurtulmalı, hatta bu aşağılık duygusunu, medeniyete ve ilme hizmet eden başlıca milletlerden olmak üstünlüğü duygusu ile değiştirmeli idiler. Böyle bir duygu değiştirmede Arapça kadar zengin ve sağlam temelli bir dilleri olduğuna inanmaları da şart idi.

Atatürk, eski yazılarında ve büyük ''Nutuk''unda görüleceği üzere, Osmanlıcı inşa terbiyesi görmüştür. Yazı dili, Edebiyat-ı Cedide'den daha geri, Namık Kemal mektebine yakındır. 1912'den beri Türkçeciliğe doğru değişmekte olanların zevki ile, Atatürk'ün 1930'daki dil zevki arasında büyük bir fark olması tabiî idi.

Biz Türkçüler eski sadeleştirmecilerden bir hayli ileride idik. Sadeleştirmeciler Osmanlıcayı reddetmemişlerdir. ''Câlib-i nazar-ı dikkat'' yerine ''nazar-ı dikkati celbeden'' sözü bir sadeleşme örneği idi. Sadeleşme, eski koyu inşayı mümkün olduğu kadar aydınlatmaktan ibaretti. Muallim Naci Osmanlıca yazmakla beraber, bazan, bir sadeleştirme devri eserlerinin muvaffak olmuşları arasındadır.

Sadeleşme hareketi pek eskidir. İkinci Murad meşhur ''Kâbusname''yi pek sevmiş. Fakat okuduğu tercümelerden hiçbirinin açık olmadığından Mercümek Ahmed'e şikâyet etmiş:

- Bir kimse olsa ki kitabı açık tercüme etse. Tâki mefhumundan gönüller hazzalsa, demiş.

Mercümek Ahmed eseri yeniden Türkçeye çevirmiş. Bu 400 sayfalık tercüme, Türkçenin başlıca anıtlarından biridir. Bugün bir Türk çocuğu, üstünden asırlar geçen bu kitabı, daha dünkü Fecr-i âti nesrinden bir kat daha kolaylıkla okur. Sizinle kitabın sonundaki parçalardan birkaç satır okuyalım. Halife, bir gün, Cafer adında bir âlimle birlikte Şat Irmağında gezmeğe çıkar; ''Vakti hoş ve gönlü açıktır.'' Şimdi şu Türkçeye bakınız: ''...Halifenin diline yürüdü ki Allahü-vâhidün-ve-ene-vâhid, yani niteki Tanrı birdir, ben dahi hilâfette birim. Cafer eyitti, yanıldın ey müminler beyi. Sen ikisin: Can ve ten. İkidensin: Ata, ana. İkidesin: Gece, gündüz. İkiye varacaksın: Uçmak, tamu.'' (1)

Bir de 1908 mekteplerinde okunan bir tarih kitabından aldığım şu parçaya bakınız: Ol şeb-i hayır - ki bir sabah-ı felâhın miftah-ı zafer-küşası idi. Şehriyar-ı Gazi Hazretleri cebîn taarru-u iftikarı zemin-i teşeffu-u istinsardan kaldırmayıp...'' Bu nesir rahmetli Ata Bey'in ''İktitaf'' kitabına da seçilmiştir.

Şimdi Yunus'un üzerinden gene asırlar geçen iki şiir parçasını okuyalım:
Derviş bağrı baş gerek

Gözü dolu yaş gerek

Koyundan yavaş gerek

Sen derviş olamazsın.
Dövene elsiz gerek

Sövene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek

Sen derviş olamazsın.
Bunun da karşısına Fikret'ten, Cenab'dan, Haşim'den kıt'alar koyup mukayese ediniz. Kendi kendime: ''Ah Türk nesri Mercümek Ahmed'den, Türk şiiri Yunus'tan yürüseydi...'' diye ne derin gönül acısı ile dalıp gitmişimdir.

Bazı milletlerin tarihinde, uzun müddet, konuşma dilinden tamamiyle ayrı bir yazı dili ilim ve edebiyata hâkim olmuştur. Türkçede böyle değildir: İki yazı dili şiirde ve nesirde yan yana yaşamıştır. Bunlardan birinde esas, konuşma dilidir: Yabancı kelime ve şekiller bu dile klişe olarak girer. Böyle bir katışıklıktan hiçbir dil de kendini kurtaramamıştır. Cennet ve cehennem kelimelerinin Türkçesi olamazdı. Çünkü Türklerde ikisinin de mefhumu yoktu. Bu kelimeleri ilk önce iki Asya dilinden, Müslüman olunca da Arapçadan almışlardı.

İkinci yazı dilinde esas, ilimde bilhassa Arapça, edebiyatta Farsçadır. Bu yazı, medresenindir. Ve onunla inşakâri bir mektup yazmak için bile on sekiz yıl dirsek çürütmek lâzım gelir.

Bir papaz öldürmekle bir kale üstüne yürümek arasında, yazmak bakımından ne fark olabilir? Bakınız Peçevî birincisini nasıl yazar: ''...Tepeden çıkardılar. Ve andan baş aşağı Tuna tarafına attılar ve yine ölüsün (ölüsünü) görmeğe geldiler. Henüz canı vardı. Bir harbe ile sançdılar. Başından tutup ol kadar çaldılar ki başı pâre pâre oldu. Kanı ol taşa yapıştı. Nice yıllar Tuna suyunda kaldı. Ol kan yıkanmadı. Yedi yıl sonra papaslar gelüp bu ibreti gördüler ve kanı taştan kazıdılar.''

Tam on bir sayfa sonra Peçevî'nin bir başka hikâyeyi anlatışını okuyalım: ''Bir püşte-i refîa üzerinde bir kale-i adîm-ül bedel ve asîr-ül amel'dir ki... hususâ içinde bir deyr-i acîb-üssiyer ki, der-ü dîvarı rühâm-ı rengin ile...''

Bu yazıdaki yabancı kelimelerin tepe gibi, yüksek gibi, güç gibi, kilise ve manastır gibi, kapı gibi, mermer gibi Türkçelerini o zaman da şimdi de hep kullanırız.

Geniş halk yığınlarına yayılmak istiyen edebiyat, konuşma dilini benimsemiştir. Tekke dili halk dili idi. Bu dil derindir ve birçok tasavvuf deyimleri ile zengindir de! Fakat klâsik edebiyatın da ve bizim neslin okuduğu resmî edebiyat kitaplarının da dışında bırakılmıştır.

İkinci Sultan Mahmut bir Tuna gezintisinden döndüğü vakit yanında bulunanlardan biri bir seyahatname yazar. Sultan Mahmut: ''Bunu herkesin anlaması için yazdınızsa içinde 'Gerdûne' gibi halkça bilinmeyen kelimelerin ne lüzumu var?'' diye tenkit eder.

Birçok dillerde devrimci hareketler, azlar tarafından anlaşılanı çoklar tarafından anlaşılma sadeliğine eriştirmek ihtiyacından doğmuştur. Halkçılığın ilk davası, dili halk anlayışına yaklaştırmak, yani konuşma dilini esas tutmaktır. Halkçı Ali Suavi, bu davayı en iyi kavrayanlardan biri idi.

Edebiyat-ı Cedide, sanat tarihimize edebiyat anlayışında bir ilerleme getirdiği kadar, dil bakımından bir gerileme olmuştu. Sadeleştirme akımı bu yüzden 1908 Meşrutiyeti Tükçülüğüne kadar bir yana atılmıştır. Sadeleştirmeciler ''Avam'' sayılmıştır. Meşrutiyetten sonraki Fecr-i ati mektebi de Edebiyat-ı Cedide'nin bir devamı idi. İlim dili ta başlangıçtan beri harekete zaten yabancı kalmıştı. Her yerde olduğu gibi, bizde de sadeleşme veya Türkçeleşme, ne derseniz deyiniz, dil davasını halletmekte edebiyat, kılavuzluk etmeli idi.

Selânik'te çıkan ''Genç Kalemler'' dergisi dil meselesine yeni bir canlılık verdi. Bu mecmua Türkçeleşmenin başlıca bir iki esasını da ortaya atmıştı: ''Bir dil, yabancı bir dilden kelime alabilir. Kaide alamaz. Konuşma dilinde Türkçesi olan kelimenin, Arapça veya Farsçasını kullanmamalıyız!''

''Genç Kalemler'' yabancı kaidelerle kurulup da kullanma diline yerleşen bir takım şekillerin ''klişe'' olarak kalabileceği fikrini de tutuyordu. ''İlim'' Türkçenin malı olacaktı. ''Âlim'' sözü de klişe olarak dilde kalabilirdi. Fakat ''ulema'' dememeli, ''âlimler'' demeli idik. Arap ve Fars terkiplerini ve tasriflerini artık bırakacaktık. ''Nazar-ı dikkat'' gibi kullanma diline girmiş olanları klişe sayacaktık.

''Genç Kalemler''in sanat ve edebiyat tarafı cazibeli değildi. Hele Türkçenin Osmanlıcaya üstün olduğunu anlatmak için Tevfik Fikret'in aruzla yazılmış bir şiirini, hece vezni ile sadeleştirmek gibi zevke aykırı ve ancak davanın aksini isbat edici örnekler, bütün hareketi gülünç kılıyordu.

''Türk Yurdu'' ve daha sonra ''Yeni Mecmua'', Türkçeciliği yeni edebiyat nesillerinin davası hâline getirdi. Süleyman Nazif gibi koyu inşacılar, Türkçülere karşı cephe aldılar. Türkçüler, diyoruz, şimdi bu kelimeyi ne kadar kolay kullanıyoruz. O zaman ilk kıyamet ''ci'' edatının ''Türk'' kelimesine eklenmesi ile kopmuştu:

- Türkçü ne demek? Dilimizde zerzevatçı vardır. Yoksa Türkçüler, Türk satanlar mı demektir? diyorlardı. Mizah gazetelerinde herkesi Türkçeye güldürmek için ortaya atılan misallerden biri ne idi, bilir misiniz?'Tayyare'' yerine ''uçak'' kelimesi!

Türkçeden yeni bir kelime yapmağa, hele ilim terimleri yapmağa kalkışmak cinayet sayılıyordu. Türkçe fiillerden ancak argo ve müstehcen lügatleri üreyebiliyordu.

Ziya Gökalp gibi Türkçüler dahi ilim dilinin Arapça kalacağı fikrinde idiler. Ziya Gökalp'in büyük yeniliği, meselâ, ''réalite'' karşılığı olarak o güne kadar hiç duyulmamış ''şe'niyet'' kelimesini yapmak ve bunu ''şe'niyetci'' ve ''şe'niyetcilik'' diye tarif etmekti. ''Gerçek'' kelimesini ilme mal etmeğe cesaret edemiyordu. Belki buna inanmıyordu da! ''Mefkûre'' Ziya Gökalp'in bir uydurmasıdır. Bu uydurma kelime ''mefkûreci ve mefkûrecilik'' diye tasrif edilmekle Türkçeleşiyordu.

Abdullah Cevdet ilim terimlerinde Lâtincenin kaynak olarak alınması fikrinde idi. Fakat o da tasrifte Arapçıdır. ''Psikoloji"nin karşılığı Ziya Gökalp'te ''ruhiyat'', Abdullah Cevdet'te ''Psikoloçya''dır. Ziya Gökalp ''ruhiyatçı'', Abdullah Cevdet ''psikoloçyâî'' der.

Bu bir dalgalanma ve bulanmadır. Türkçe yeni bir kadere doğru, çığrından çıkmıştır. Ve harekette, bu türlü başlangıçların bütün buhranları görülmektedir. En koyu inşaya doğru çeken sağcılara karşı, özleştirme ütopisine kapılmış solcular vardır. Başka dil inkılâplarında ne olmuşsa, bizde de olacaktı. Bunun çaresi yoktu. Bir hakikat varsa, o da Osmanlıcanın artık can çekişmekte olduğu idi.

Dil, herkesin kullandığı bir şeydir. Dilde yenilik herkesi rahatsız ve tedirgin eder. Zevkler isyan eder. Alışkanlıklar dayatır. Kanaatlar bir türlü uzlaşamaz. Bu hâl, işleri yüzünden görenlere ''anarşi'' korkusu verir. Dilde başlayan esaslı değişme hareketlerinin nesillerce sürmesi tabiî olduğu fikrini kimse benimsemek istemez. Yazanlar ''kalmamak'' kaygısı içindedirler. Okuyanlar bugün anladıklarını yarın anlamamaktan öfkelidirler. Fakat bu alınyazısıdır, yürür. Ve hiçbir kuvvet, ileriye doğru bir dil gelişmesini geriye çeviremez.

Gerçekte dil devrimi; sadeleştirme ihtiyacı duyulduğu zaman başlamıştır ve Türkçe ek ve köklerle ilk yeni abstrait kelime yapıldığı zaman da bitmiştir. Ondan sonrası ileriye, dura gerileye bir ''oluş'' devridir. Bu devrin biz de içindeyiz. Çocuklarımız da ömürlerini onun içinde bitireceklerdir. ''akl-ı selim'' yerine ''sağduyu'' denmiş midir, denmemiş midir? İlim ve edebiyat bu denişi benimsemiş midir, benimsememiş midir? Mesele, prensip bakımından halledilmiştir.

***

Osmanlıcadan hiç ayrılmamak, meselâ rahmetli Halil Nihat gibi Şûrayı Devlet yerine ''Devlet Şûrası'' denmeyi bile dili çirkinleştirmek sayanlar bir yana bırakılırsa, hareketin içinde üç cereyan belirdi: Basit sadeleştirmeciler. Yani dilde sadeleşmeyi kabul etmekle beraber Türkçeleşmeğe doğru her türlü zorlamayı reddedenler. Türkçeleştirmeciler. Ben bunlar arasında idim. Konuşma ve kullanma diline yerleşen yabancı kelimelere dokunmamalı idik. Türkçeden yeni kelimeler üretirken, kendi eklerimizi, köklerimizi ve şivemizi esas tutmalı idik. Ölü bir kök, yeniden dirilemez, bir kelimenin ölü manası da öyle! Fakat bir kelimenin ölü manası ile terim yapılabileceğini kabul ediyorduk. Meselâ ''koğmak'' kelimesinin Türkçede eski manası ''takip etmek''tir. Bundan faydalanarak ''takibat'' yerine pek güzel ''koğuşturma'' karşılığını yaratabilirdik. Terimlerden aynı zamanda konuşma ve kullanma diline geçmiş olanlara dokunmamalı idik. ''Vicdan'' gibi kelimeler bunlar arasında idi. Solumuzda iki ifrat vardı: Bir kısmı, yeni kelimeler yapmak için bütün Türk lehçelerinin eklerinden ve köklerinden faydalanmak ve ''sel, sal'' gibi, meselâ nisbet eki saydıkları, eski ekleri diriltmek istiyenler. Bunlar için ''geniş''deki ''gen'' eski bir ektir. ''Sel, sal'' gibi ''l'' eski bir nisbet eki olduğuna göre umumî yerine ''genel'' diyebilirdik. Biz: "A, efendim, gramerde Türk nisbet şekillerini anlatsak, ve müstesnalar arasında 'mumî' gibi birkaç kelimeyi sıralasak ne kaybederiz,'' diye münakaşa eder dururduk. Onlara göre ''genel yazgan'' Türkçe idi. Bize göre umum kâtip! Türk köyünde mal, can, ırz, çift ve bizzat köy kelimeleri yabancı iken, bucak köşelerine kadar yerleşen ''kâtip'' kelimesi ile oynayarak hem vakitten olmak, hem itibardan düşmeğe bir sebep var mıydı?

İkinci ifrat, ''mangal'' kelimesi bile Arapça olduğu için ona da bir Türkçe aramağa kalkışan özleştirmeciler idi.

Bir Rusya seyahatinden döndüğümde, 1932'de Dolmabahçe'de Birinci Dil Kurultayı toplanmak üzere idi. İlk gittiğim sofra, bu Kurultayda görev alanlarla dolu idi. Atatürk, beni yanına oturttu:

- Hüseyin Cahit Bey'in tezini biliyor musun? dedi.

- Hayır efendim...

- Öyle ise önce onu okuyunuz, diye emir verdi.

Birinci Dil Kurultayı için Edebiyat-ı Cedide azasının sağ kalanlarından da tez istemişler. Halit Ziya ve başkaları fikirlerini söylemekten çekinmişler. Hüseyin Cahit, ki bir sadeleştirmeci idi, düşündüklerini yazıp yollamış. Fakat ''Eğer Atatürk bu Kurultayda belli bir maksat elde etmek istiyor da benim yazdıklarım güçlük çıkarma mahiyetinde ise yırtınız, atınız,'' ricasında bulunmuş. Yırtıp atmamışlar da Atatürk'ün yanında okumuşlar. Hüseyin Cahit pek ileri geri düşünmeden yazar. Eski Servet-i fünun sahibi rahmetli Ahmet İhsan, ki dilden bir şey anladığı olmadıktan başka, Türk edebiyat tarihinde mecmuasına unutulmaz bir yer verenler arasında Hüseyin Cahit vardır, okunan yazının bir cümlesinden:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət