Ana səhifə

7/68 Kalem Sûresi


Yüklə 273 Kb.
səhifə3/3
tarix26.06.2016
ölçüsü273 Kb.
1   2   3

36.Neyiniz var, sizin nasıl hüküm veriyorsunuz?

Kur’an bize nasıl hüküm vereceğimizi öğretir:

وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ …

…İnsanlar arasında hüküm vereceğin zaman adalete uygun hüküm ver. (Nisâ 58)

Allah iyi ve kötüyü bilmeyi insana fıtraten yerleştirmiştir. Buna huduri bilgi diyoruz. Doğuştan var olan bilgi. Yanlış hüküm: Yani ahiret yok diyerek Müslimlerle mücrimleri bir potaya koymaktır. Çünkü Ahirete iman adalete imandır.

اَمْ لَكُمْ كِتَابٌ فٖيهِ تَدْرُسُونَ ﴿٣٧﴾



37.Yoksa bu konuda ders aldığınız size ait bir kitap mı var?

Leküm: Yani size ait bir kitap mı var.

Kitap: İki şeyi bir birine dikmek anlamına gelen “ketb” mastarından türetilmiştir. Harfleri bir birine tutarak anlamlı kelimeler oluşturma sonucunda elde edilen metnin tümüne denir.

Bu mânadan hareket edersek kitabın toplayıcı olma­sı, birlik beraberliği kurması ve tevhîd inancını tesis etmesi bakımından eği­timin merkezine alınmıştır. Ektebe "yaklaşmak, yakın olmak" anlamı­nı ifade etmektedir. Demek ki kitap insanı Allah'a, insanı insana, insanı ger­çeğe, insanı bilgiye, insanı medenî olmaya yaklaştırdığı için eğitimin merke­zine konmuştur. Kettebe "bir şeyi azaltmak, azalmak" mânasına gel­mektedir. Kitap insanın cehaletini, hamlığını, kabalığını azalttığı için eğiti­min merkezine konmuştur.


Kitap Kur’an da 5 anlamda kullanılmıştır.


  1. Kur’an’ın tümü veya süreleri için.

  2. Tevrat için.

  3. Tüm vahiylerin ve varlığın tabi olduğu levhi mahfuz için.

  4. İlahi yasalar için.

  5. Ahiret sicili için.(bkz İslamoğlu)


Derase: Kelimenin aslı izi kaldı mânasına gelir. Ders: öğrendiklerimizden arta kalan şeyler. Bir şeyin izi kaldı demek kendisi yok oldu demektir. İşte bu kalana ders diyoruz.
اِنَّ لَكُمْ فٖيهِ لَمَا تَخَيَّرُونَ ﴿٣٨﴾

38.Yani siz neyi beğenirseniz o sizindir(diyen bir kitap ).

Yani siz neye helal derseniz helal neye haram derseniz haramı mı? Burada müşrik aklı görüyoruz. İyiliğin ölçüsü sizmisiniz. Sizin hayır gördüğünüz sizinmi olacak. Tehayyer: Seçtiğiniz ya da hayır gördüğünüz mânasına gelir.


اَمْ لَكُمْ اَيْمَانٌ عَلَيْنَا بَالِغَةٌ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ اِنَّ لَكُمْ لَمَا تَحْكُمُونَ ﴿٣٩﴾

39.Yoksa elinizde Kıyamet (diriliş) gününe kadar geçerli olup sizi bağlayan bir yemin varda onun için mi bu hükme varıyorsunuz.

Yemin (sağ el) ise kasem konusunda müstear (ödünç kullanılan) bir isimdir. Çünkü bir şeyleri aralarında paylaşanlar yeminleri (sağ elleri) ile tokalaşırlar. Daha sonra bu iş yaygınlaşmış ve yemin (sağ el) “kasem” için isim olmuştur.(El Furûk fil-Lüğa)

Bâliğ: Sağlamlık ve sıhhatte doruk noktada bulunan her şey için kullanılır. Kişinin akil baliğ olması aklının sağlamlaşmasıdır. Belağat: sözün doruğa olaşmasıdır. Tebliğ: eksiksiz iletmektir. Âyetteki “beliğatun” bu mânada sonuna kadar etkili manasında olabilir.

Kamer Sûresi 5. âyette حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُ (Bu (haberler) zirveye ulaşmış bir hikmettir) buyrulur. Yani hikmetin son derecesidir. Fakat uyarılar fayda vermiyor. Buradan yola çıkarak şunu diyebiliriz, zirve noktasına ulaşmış yeminleriniz mi var.



Kıyamet: Kalkmak, dikilmek, doğrulmak ve dirilmek" anlamlarına gelir. Kıyamet, hem Allah'ın dünya için belirlemiş olduğu sürenin sonunda kâinat ve dünya düzeninin bozulması, her şeyin alt-üst edilerek yok olması ve dünya hayatının sona ermesi (es-sâ’at) hem de insanların hesap vermek için yeniden dirilerek kalkmaları (yevmu'l-kıyâme/kalkış günü) demektir. Kıyamet kelimesi Kur'an'da bizzat zikredilmekle beraber, aynı anlamı ifade eden yirmi dolaylarında isme de rastlamak mümkündür.

Bunlar içerisinde en çok kullanılanı "es-sâ’at" kelimesidir. Bu kelime bilindiği gibi hem kıyamet hem de daha genel anlamda "zaman" mânasına gelmektedir. Kıyamet anlamında geçtiği yerlerin sayısı kırktır. Kıyamet anlamını ifade eden kelimeler arasında ayrıca "el-vâkı’a" , "el-hâkka" , "el-Kâri’a" , "es-sâhha”, "el-ğâşiye", "et-tâmmetü'l-kübrâ" şeklindeki kullanımlara rastlamak mümkündür. Fakat kıyamet kelimesiyle asıl kast edilen yok oluş süreci değil yeniden diriliştir.(Kıyamet ile ilgili geniş açıklama için Kâri’a ve Kıyamet sûrelerine bakınız)


سَلْهُمْ اَيُّهُمْ بِذٰلِكَ زَعٖيمٌ ﴿٤٠﴾

40.Sor onlara buna hangisi kefil olacak.

Ze’ame: Bu kelimenin aslı iddia etmek demektir. Yalan ihtimali olan sözü nakletmek. Teğabun Sûresi 7. âyette bu mânada kullanılmıştır. “Zeamellezine keferu” derken “tekrar dirilmenin yalan bir iddia olduğunu söylerler” anlamındadır. Yalan söyleme ihtimali var diye lidere, kefile de “ze’im” denilmiştir. Yani “Sor onlara hangisi bu işin sorumluluğunu üstlenecek”.
اَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ فَلْيَاْتُوا بِشُرَكَائِهِمْ اِنْ كَانُوا صَادِقٖينَ ﴿٤١﴾

41.Yoksa onları destekleyen ortaklarımı var. Haydi, eğer doğru sözlü iseler o ortakları bulup getirsinler.

Şürekâ: Şerik kelimesinin çoğuludur. Ortak demektir. Şirket: iki malın bir birine karışmasıdır. Müşterek: ortak kullanım demektir. Bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade ederler. Aynı kökten gelen ‘eşreke’ fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise “müşrik” denir. (Şirk kelimesi için Furkân Sûresi 2.âyete bakınız)

Cahiliye döneminde sadece iş ortaklığı mânasını ihtiva eden bu kelime, Kur'an'ın nüzulünden sonra, Allah'a ortak koşmak mânasını da ihtiva eder olmuştur. Şirk ile küfür bir birine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha hususi olmasıdır. Bu anlamda her şirk, küfürdür, fakat her küfür şirk değildir. Çünkü şirk, Allah'a, zat, isim ve sıfatlarında ortak tanıma sonucu meydana gelir. Küfür ise, insanı inkâra götüren bir takım inançların kabulü ile gerçekleşir. Küfür sayılan inançlardan biri de Allah'a ortak koşmadır.



Sıdk: Sözlükte, yalanın (kizb’in) zıddı olan doğruluk demektir. Bu doğruluk, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olabilir. Sıdk/doğruluk, haber verilen ile saklanılan şey arasındaki uygunluktur. Bir başka deyişle, gönüldekinin dille söylenene uyması; kişinin içinin ve dışının aynı olmasıdır.

Nafile infak mânasında “sadaka” kelimesi de, sıdk kelimesinden türemiş ve doğrulukla ilgili bir kavramdır. İnsanın, sıdkını ortaya koyma, Allah'ın emanetini O'nun yolunda kullanma yolu olan infak için verilen mala ve paraya da sıdk kelimesinden türeyen "sadaka" denilir. İnsan, malının bir miktarını, verilmesi istenen ve gereken yerlere vermekle, Allah'ın "infak edin" emrini yeri getirdiğini ve dolayısıyla Allah'a inanıp hükümlerini tasdik ettiğini ortaya koymuş olur.

“Haydi, eğer doğru sözlü iseler o ortakları bulup getirsinler”.Yani onlara torpil geçecek birilerimi var. Bugün de cürüm işleyenler hep birlerine güvenerek yaparlar. Arkalarında onları kollayan birileri vardır. Sırtlarını bir yerlere dayarlar. Bu manada âyet derki: siz suç işleyeceksiniz ama o mahkemede birileri sizi kurtaracak mı? Eğer doğruysa çıksın ortaya da görelim. Bu meydan okumadan sonra o günün dehşetini anlatacak.
يَوْمَ يُكْشَفُ عَنْ سَاقٍ وَيُدْعَوْنَ اِلَى السُّجُودِ فَلَا يَسْتَطٖيعُونَ ﴿٤٢﴾

42.Ezici gücün ortaya çıktığı ve paçaların tutuştuğu o gün secdeye davet edilirler; ama güçleri yetmeyecektir.

Keşefe: Açıldı demektir. İnsanın üzerindeki elbisenin açılmasında bu kelime kullanılır.

Sêkın: Bu kelimenin aslı seveka’dır. Sevk aynı kökten gelir. Suk: çarşı demektir. Malın sevk edildiği (gönderildiği) yer olduğu için. Bacağa da “sekın” denmiş. Ayak bileğiyle baldır arasında olan incik dediğimiz yer. İnsanı sevk ettiği için veya vücudun ağırlığını taşıyan organ olmasından ve insanın yaptığı en zor, en ağır işleri onunla yapmasındandır.

Burada bacak açıldı yani iş kızıştı manasına, işin dehşeti anlatılıyor demişlerdir. Kelime mecaz manasında kullanılmış. Tıpkı eli sıkı, eli kapalı gibidir. Zira o adamın eli kesikte olsa, fakat cimriyse bu lafız kullanılır.

Diğer bir yoruma göre: Bir şeyin sak’ı, onu ayakta tutan aslı demektir. Buna göre söz konusu ibare, “durumun aslının ortaya çıkacağı gün” anlamına gelmektedir.

Ebu Übeyde de demiştir ki: Bu kelime, şiddet mânasını ifade etmede kullanılır. "Çemrendi" yani kol, etek ve paçasını sıvadı manasına denir. Bundan dolayı Arap kıtlık senesine "bu sene paçalarını sıvadı" der. "Sak" kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi de Zemahşerî de derki: alışılıp bilinen bir şiddetin dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir.

Dünyada Allahın emrini dinlemeyenler o gün secdeye davet edilirler. Ama güçleri yetmeyecek. Bugün etmeyenler yârin de edemeyecek.

Âyetlerin amacı, iman değerini takdir edememiş ve Allah’a teslim olmanın tadına erememiş inkârcı kişilerin ahiretteki kahroluşlarına dikkat çekerek insanı gafletten uyandırmak ve onu inkâra düşmekten korumaktır.


خَاشِعَةً اَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ وَقَدْ كَانُوا يُدْعَوْنَ اِلَى السُّجُودِ وَهُمْ سَالِمُونَ ﴿٤٣﴾

43.Bakışları gerçeğin dehşetinden yere düşmüş Kendilerini bir zillet kuşatmıştır. Zira onlar yapabilecekleri bir haldeyken secdeye çağrılmışlardı (da etmemişlerdi).

Zillet; Bu kelime, “alçaklık, horluk ve hakirlik” demektir. Zillet ve türevleri ise toplam 24 yerde kullanılır. Terhakuhum zilleh: Onları bir aşağılık kaplar ya da sarar mânasına gelir. Dünyada müstekbir davrananlar zilletin altında ezilecekler, aşağılanacaklar.
فَذَرْنٖى وَمَنْ يُكَذِّبُ بِهٰذَا الْحَدٖيثِ سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٤٤﴾

44.Artık bana bırak bu sözü yalanlayanları. Hiç bilmedikleri bir yerden azar azar bitireceğiz onları.

“Bana bırak”, doğrudan peygambere hitaptır. Madem benim sözümü yalanlıyor onunla ben hesaplaşacağım. Hakkından ben geleceğim.



Hadîs: Bu kelime fiil olarak “vaki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden meydana getirmek, icat etmek, pasını silip cilalatmak, büyük abdest bozmak” anlamına gelirken; haddese kalıbı da “haber vermek, hadis rivayet etmek, konuşmak”anlamına gelmektedir. Bu kelime nimetle beraber kullanılınca, “nimete şükretmek”, kalp ile kullanılınca “gönlünü Allah'a vermek” anlamına gelir. Hadîs kalıbı dilde daha çok “haber, söz” mânasına gelmektedir. Hz. Peygamber'in sözleri de hadis kelimesiyle ifade edilir.

Senestedricu: Derece derece anlamına gelmektedir. Çocuk yavaş yavaş yürümeye başladığı zaman, bir kimse kitabı sayfa sayfa dürdüğü zaman, birbiri peşine ölüp gittikleri zaman, bu kelimenin kökü olan derece kullanılmaktadır. Ölünün kefene sarılmasını ifade etmek için bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir.

İşte kâfirlere azap birden değil de yavaş, yavaş gelmesine, bir süre nimet içinde kalmasına istidrac deniliyor. Bu onlara aslında bir lütuf değil helak oluşlarının sebebidir.

Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin rızıkları hemen kesilip helak olmazlar. Hatta Allah onların bir kısmına nimetlerini bolca verir de şımarırlar. Neticede Allah’ın azabı bilmedikleri bir taraftan ansızın gelir ve helak olurlar. İşte bu duruma “istidrac” denilir.

"Bilmeyecekleri yerden" buyurulurken, gelecek olan cezayı tahmin edemeyecekleri, hangi noktalardan, hangi zaman ve şekilde geleceğini bilmeyecekleri kastedilmektedir. Veya “hiç beklemedikleri yerden”, mesela servetten maldan biteceklerdir. Yükseliyorlar zan edecekler ama aslında alçalacaktırlar. Kar ediyoruz derken zarar edeceklerdir.


وَاُمْلٖى لَهُمْ اِنَّ كَيْدٖى مَتٖينٌ ﴿٤٥﴾

45.Ama onlara zaman tanırım. Onların tuzaklarını başına geçiren düzenim pek sağlamdır.

Keyd: Aldatmak, kötülük etmek, hile yapmak, bir başkasına gizlice zarar vermeyi istemek anlamı taşımaktadır. (Bu konuda geniş bilgi için Fil Sûresine bakınız) İstidrac şeklen bir tuzak olduğu için keyd olarak adlandırılmış ve buradaki tuzaktan geçici nimetler kast edilmiş olabilir.

Allah'ın tuzak kurması ve tuzağa düşen kulları cezalandırması gibi bir durum, O'nun şanına yaraşmayacağı için asla söz konusu değildir. Yani, Allah tuzak kurmaz. Allah’ın, keyd’i zatına nispet etmesi ise, bu hileleri, tuzakları boşa çıkarma anlamındadır.

Belagat ilminde "müşâkele sanatı" denilen bu ifade tarzı dünya dillerinde de mevcuttur. Müşakele sanatı, "iki zıt şeyden birinin, diğerinin adıyla adlandırılması" veya "birinin söylediği sözü, diğerinin ilk söyleyenin kullandığı manaya zıt olarak kullanması" olarak tanımlanır. Mesela, Arapçada kullanılan, "Bize sakın bir cahillik etmeyin, biz de size cahillik ederiz!" şeklindeki tehdit ifadesinde, ikinci olarak zikredilen cahillik sözcüğü aslında "size ceza veririz, size kötülük ederiz" anlamına gelir. Türkçede de benzer ifadeler vardır. Mesela, "Sen beni üzersen ben de seni üzerim" ifadesindeki ikinci üzme, aslında "cezalandırmak" anlamındadır. Örneklerde de görüldüğü gibi, yapılan fiil (suç)  ile bu fiile verilecek karşılık (ceza)  bu tarz ifadelerde aynı sözcükle ifade edilmiş olmaktadır.

Kur’an'da bu üslubun kullanımına örnek olacak birçok âyet vardır: bkz Şu’arâ 40, Haşr 19,Secde 14…gibi.



Metîn, metanet: Sağlam güçlü mânasına gelir. Hablul metîn: sağlam ip mânasına gelmektedir.

Allah imha etmez imlal eder. Burada insanın kendi kendine kurduğu tuzaktan bahis edebiliriz. Arapça'da, "imlâ", mühlet vermek, mühleti uzatmak" demek olup, zıddı i’câl’dir. "Meliyy" de, uzun zaman mânasındadır.


اَمْ تَسْپَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ ﴿٤٦﴾

46.Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de, onlar altında ezilecekleri ağır bir borç yükünden mi kaçıyorlar.

Hiçbir peygamber yaptığı ilahî hizmetten dolayı kimseden karşılık ve ücret beklememiştir. Elçilerin ücret istememesi, yaptıkları işin karşılığını Allahtan beklemesi Kur’an’da peygamberlerin dilinden ortak parola olarak aktarılır. Elçilerin yaptıkları görev karşılığında herhangi bir ücret istememeleri, onların elçiliğinin gerçek bir kanıtıdır.

Liderlik hırsı, mal mülk özlemi, itibar beklentisi gibi konular, insanları başkalarına güven duyma konusunda tereddütte bırakır. Hatta insanların herhangi bir menfaat karşılığı olmaksızın iyilikte bulunmayacakları düşünülür. Peygamberler ise karşılığı Allah'tan beklerler; insanlardan hiçbir istekleri olmadığını da özellikle vurgularlar.

O halde dini tebliğ edenlerde imkânlar ve şartlar elverdiği nisbette ücret almaktan kaçınmalıdırlar. Zira böylesine hasbî hizmetin ruhlar ve vicdanlar üzerindeki olumlu tesiri çok daha büyük olur.



Mağrem: Bu kelime ğurm ve ğarâmet (diyet ödeme) anlamını ifade etmekle birlikte mutlak borç manasına da gelmektedir. Rağıb’ın açıklamasına göre Mağrem esasen suçsuz bir insanın malından vermesi gereken zarar karşılığı demektir. Bu yüzden kefil olmak gibi açık yahut yardımlaşma gibi zımnen bir söz verme ya da cebri bir sorumluluk neticesi meydana gelen zarara da Mağrem denilir. Türkçe'de buna karşılık olarak zarar ve cereme vermek tabiri kullanılır.

Meğramin muskalûn: Ağır borç. Yani onlardan öğle ağır bir borç istedinki, bunu vermemek için mi kaçıyorlar. Bu âyetin bir benzeri Tûr Sûresindedir.
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ ﴿٤٧﴾

47.Yoksa gabya dair bilgiler kendilerinin yanlarında da bunumu yazıyorlar.

Ğayb: Gayb, gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak anlamında "ğâbe" fiilinden mastar veya gizlenen, hazırda olmayan şey manasında isim veya sıfat olarak kullanılır. "Ğâbe anni: Benden gizlendi" demektir. Genel olarak duygulardan ve insan ilminden gizli olan her şey için kullanıla gelmiştir.

Bu kelime lügat mânasıyla İslam öncesi devirde de biliniyordu. Hatta meşhur Antara bir şiirinde "Âlemü'1-Ğayb" tabirini, "görülmez âlem" mânasında kullanmıştır. O şöyle der:

"Yarın için size ne takdir edildiği hakkında üzülmeyin. Zira bize gayb âleminden bir haberci gelmedi."

Kişinin gıyabında ayıplarından söz etmek anlamına gelen gıybet kelimesi de bu köktendir. Gaybın zıddı "şehâde"dir. Bilinen görünen demektir. Gaybın sınırlarını bu "şehâde" belirler. Rağıb El-İsfehani gaybı, "duyular çerçevesine girmeyen şey" tarzında açıklamıştır.



Ğayb’ın esası, mevcut olmamak değil; herhangi bir sebeple fark edilir olmamak, özellikle görünür olmamaktır. Ğayb, insanın gözü önünde sergilenmemiş bulunandır; olmayan değil. "Ğayb" ve "ğâib", başlangıçta duyularımızla anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir. "Ğayb" ile "ğaib" arasında fark vardır. "Ğâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Ğayb" ise, görülmez, fakat görür olandır. Demek ki, gaybın esası, mevcut olmamak değil; gözükmemektir.

Taberî, insanların henüz bilmedikleri, ancak olması müm­kün olan şeyleri de gayb olarak değerlendirmiş, bunların hiç ya­ratılmamış olması veya yaratılmış olsa bile insanların bunu bilme­mesinin gayb özelliğini ortadan kaldırmayacağını söylemiştir.

Hem ahirete inanmıyorlar hemde o konuda bilgi sahibi olduklarını mı iddia ediyorlar. Peygamberlerin dahi bilmediklerini bunlar mı biliyorlar. Baştaki kaleme de atıf olabilir. Bu manada kalem levhi mahfuzu yazan kalem olur. Yani gaybı yazan kalemler sizin elinizde mi?
فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تَكُنْ كَصَاحِبِ الْحُوتِ اِذْ نَادٰى وَهُوَ مَكْظُومٌ ﴿٤٨﴾

48.Rabbinin hükmüne sabır göster. (Sakın) balık sahibi gibi olma. Hani o kendine ah ederek yalvarıyordu.

Sabır: Sözlükte, darlıkta kendini tutma, kontrol etme demektir. Bir eylemsizlik hali değil, bilakis direnme mücadele etmektir.(bkz Müzzemmil 10) Buradaki Rabbinin hükmü; efendimizin peygamber seçilmesidir. Çünkü bu ilk sûrelerdendir.

Mekzûm: öfkeye boğulmuş halde diye çevriliyor. Bu kelimeni aslı nefesin çıktığı yer anlamına gelen el kezam kelimesinden türetilmiş. Nefesini tutarak içli içli manalarına geliyor.(Rağıb)

Hût: Bu kelime Kur’an'da Kehf Sûresi’nin 61. ve 63. âyetleri ile ve Sâffât Sûresi’nin 142.âyeti ve bu âyette tekil olarak, ‘Arâf Sûresi’nin 163. âyetinde çoğul olarak yer almıştır.

Hût kelimesi, dil bilimcilerinin bir kısmına göre "balık", bir kısmına göre de "büyük balık"demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.

Enbiya Sûresinde zennun diye burada ise sahibil Hut diye geçmektedir. Âyetteki “ balık sahibi”nden maksat, Hz Yunus’tur. Bu terkip, Hz. Yunus’un Araplarca bilinen lakabıdır. Hz Yunus, bir süre balığın karnında kaldığı için kendisine bu lakap verilmiştir. Hz Yunus, M.Ö. VIII. yüzyılın sonu ile VII. yüzyılın başlarında yaşamıştır. Irak bölgesinde yaşayan Asurlulara peygamber gönderilmiştir. O, tebliğ faaliyetini büyük ölçüde Musul tarafında bulunan Ninova kenti ve çevresinde yürütür, uzun süre kavmini ikna etmek için çalışır, kavmi yola gelmeyince de faaliyet gösterdiği yerleşim birimini kızarak terk eder ve dolu bir gemiye binerek bulunduğu yerden uzaklaşmak ister. Fakat bindiği geminin yükü fazla olduğundan gemi batma noktasına gelir. Yükünün hafifletilmesi için, yolculardan birinin suya atılması gerekli görülür. Kimin suya atılacağını tespit etmek amacıyla kura çekilir. Çekilen kura Hz Yunus’a isabet eder ve o denize atılır. Ve balık tarafından yutulur.

Hz. Yunus’un başına gelen bu hadisenin benzeri 1800 lü yılların sonunda İsveçte meydana gelmiştir. Hayat Ansiklopedisinde verilen bilgiye göre, balina avı yapan bir tekneden bir balıkçı denize düşer ve İspermeçet cinsi bir balina tarafından yutulur. 24 saat sonra avlanan bir balinanın temizlenmesi sırasında karnından arkadaşları sağ çıkar, ancak 14 gün sonra kendine gelebilir. Sağlığına kavuştuktan sonra da uzun süre yaşar.

Kur’an’ın iniş sırasına göre, ilk defa bir peygamber kıssasına kısaca yer verilir. Burada Allah resulü ve hepimiz için için ciddi bir uyarı vardır. “Yunus gibi olma”. Bu âyetler durumun ne kadar ağır olduğunu gösteriyor. Resulullah’a ilk hatırlatılan peygamber Hz Yunus oluyor. Hz Yunus görev yerini terk etmişti. Sonunda balığın karnında buldu kendini. Yunus gibi olmamak görev mahallinde kalmak demektir.

Kur’an, İslam toplumunun alt yapısını oluştururken muhataplarını şartlandırma yerine şuurlandırma yolunu izlemiştir. Çünkü o, İslami yapılanmanın temelini, şartlanmış bireylerin değil şuurlandırılmış şahsiyetlerin oluşturmasını ister. Şu halde kelle hesabı yapmak yerine, kalite ve niteliğe öncelik verilmeli; Müslüman şahsiyet yetiştirecek yapılanmalara gidilmelidir.

Bu gün Müslümanlar görevlerini hakkıyla yerine getirmediği için, görev mahallinde durmadıkları için böyle karanlık bir dünyadayız. Hz Yunus o karanlıkta hatasını fark etti. Ben kendime yazık ettim dedi. Tekrar görev yerine döndü. Bizde hatalarımız anlar, tövbe edersek bizden istenileni hakkıyla yaparsak bizide Ninovalılar gibi imanla karşılayacaklardır. Bizim içinde bulunduğumuz karanlığımız Hz Yunus’un karanlığından daha beterdir, bizim hastalıklarımız Eyyüb peygamberden daha çoktur. Rabbimiz bizlere şifa versin. Le ilahe ille ente subhaneke inni küntü minezzalimin. Bu Yunus peygamberin duasıydı. Bu içten yakarışıydı. Peygamberimizde bu sözü kendisine evrat edinmişti.


لَوْلَا اَنْ تَدَارَكَهُ نِعْمَةٌ مِنْ رَبِّهٖ لَنُبِذَ بِالْعَرَاءِ وَهُوَ مَذْمُومٌ ﴿٤٩﴾
49.Eğer Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı muhakkak aşağılanmış bir halde sahile atılacaktı.

Erâi: Çırıl çıplak araziye deniliyor. Mezmûm: Kınanmış yerilmiş demektir. Kişinin verdiği sözü yerine getirmemesinden dolayı yerilmesine bu kelime kullanılıyor. Veya âyetin mânası Kınanmış olarak bir kenara atılacaktı. Nebz: bir şeyin her hangi bir değeri olmadığından gözden çıkarılmasıdır. (bkz Hümeze 4)
فَاجْتَبٰیهُ رَبُّهُ فَجَعَلَهُ مِنَ الصَّالِحٖينَ ﴿٥٠﴾

50.Fakat Rabbi onu (yeniden) seçti ve kendilerini ve başkalarını düzeltmek için çaba gösterenlerin arasına kattı.

Bu durum ikinci kez peygamber seçilmesi olarak anlaşılabilir. Bu mânada ikinci kez seçilen tek peygamber Hz yunus’tur.



Salih kelimesinin kökü sulh’tur. Sulh ve salah, Arap dilinde; bozgun, nefret, kötülük, kavga, çekişme ve didişmenin zıddı demektir. Sulh ve salah’ın karşıtı, Arap dilinde fesattır.

Buna göre fâsid yükümlülüğün gerektirdiği hususları yerine getirmeyen; salih de: yükümlülüğün gerektirdiği hususları yerine getiren diye tanımlanmaktadır.

Kur'an, hem iman sahibini hem de bu iman sahibinin sergilediği amelleri, salih diye nitelemektedir. Yüzden fazla yerde, imanlı kişiden istenen amelin salih olması gerektiği belirtilmektedir. Salih amel de ıslah edici olup; hem kendisine hem başkasına faydası olan ameldir.
وَاِنْ يَكَادُ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌ ﴿٥١﴾

51. Bu nedenle, hakikati inkâra şartlanmış olanlar bu uyarı ve öğüdü her duyduklarında gözleriyle seni devirecek gibi olsalar ve “o kesinlikle mecnundur” deseler bile, (sabret.)

İn yekâdu: Eğer yapsalar. Veya neredeyse, az kalsın mânasına gelebilir. Z-l-k: Devirmek, ayağını kaydırmak mânalarına geliyor. Bu âyetteki itham gerçekleşmiş olacağı gibi geleceğe ilişkin ihbarda olabilir.(İslamoğlu) Âyet kısaca şunu der; Ellerinden gelse seni gözleriyle öldürecekler. Zikr: Bu âyette vahiydir. (Zikir bkz: Müzzemmil 8)

Bu âyete nazar ayeti de diyorlar. Nazardan korunmak için bu âyet okunuyor. Hemen belirtelim ki bu âyette anılan ibareyle kastedilen, Peygambere göz değmesi değil, inkârcıların öfke kriziyle yiyecekmiş gibi ona bakmaları ve onların peygambere karşı takındıkları öfkeli tavırlarıdır. Bunun için, âyetin göz değmesiyle doğrudan bir ilgisi yoktur.

Buradaki “nazar” daha çok peygambere tahammülsüzlüklerini gösteriyor. Ve nazarda imrenme vardır. Oysa müşrikler peygamberden nefret ediyorlar ve gözleriyle devirmek istiyorlar. Buna güçleri yetmeyince mecnun diyorlar. Bu günün dünyasında da Müslümanlara bakış aynen böyle. Kin ve öfkeyle bakıyorlar.

Bu âyet, doğrudan nazarla ilgili olmasa da gerek bu konuda zikredilen hadisler gerekse yaşanan olaylar, göz değmesinin bir gerçek olduğunu ortaya koyar. Gözün negatif manyetik etkileri vardır. Bu etkilerin kimi elektrik gibi dokunur çarpar, kimi de manyetize eder. Bunun hangisi olursa olsun hedefine ulaştığında göz değmesi denilen şey olur ve kıskanılan kişileri rahatsız eder.


وَمَا هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَ ﴿٥٢﴾

52.Çünkü bu bütün bir insanlığa yönelik ilahi bir öğütten ibarettir.

Hüve zamiri peygambere de gidebilir. O zaman peygamber ne meftun nede mecnun dur. O sadece âlemlere bir hatırlatıcıdır. Hüve vahye giderse bu insanlığa bir hatırlatmadır mânasına gelir.

Âlemin: Bu kelimeyle, özel olarak Arap kabileleri, genel olarak da bütün insanlar kastedilmiş; böylece Kur’an çağrısının ve peygamberliğin, evrensel olduğu mesajı verilmiştir. (Ayrıntı için Fâtiha Sûresine bakınız) Bu ibareyi tüm kâinat olarak anlamaya İbni Abbas itiraz eder. Derki; peygamber dağa taşa değil akıllı varlıklara gelmiştir.
1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət