Ana səhifə

7/68 Kalem Sûresi


Yüklə 273 Kb.
səhifə2/3
tarix26.06.2016
ölçüsü273 Kb.
1   2   3

17.Şüphesiz onları (yukarda vasfı sayılanları) sınamıştık. Tıpkı malum bahçe sahiplerini sınadığımız gibi. Hani onlar ertesi sabah kesinlikle hasat yapacaklarına dair sözleşmiştiler.

Bu âyetten itibaren bahçe sahipleri kıssası anlatılacaktır. Kur’an’ının nüzul sırasında ilk anlatılan kıssa budur.

Kur’an, tarihin belli dönemlerinde meydana gelmiş olayları muhataplarına sunarken pek çok amaçlar güder. İşlenen konuyu örneklendirmek, inananların veya inkârcıların içinde bulundukları durumu tespit etmek, sergilenen davranışların geçmişte yaşanan benzerlerini hatırlatıp muhatabı uyarmak veya teselli etmek, değinilen amaçlardan sadece bir kaçıdır. Ama Kur’an’ın kıssa anlatmadaki amacı hiçbir zaman salt hikâyecilik ve tarihi bir olayı tam olarak anlatmak değildir. Bunun için Kur’an’ın tarihle ilgili pasajlarını okurken, anlatılan olaylardan kendi hissemize ne düştüğü konusunda yoğunlaşmamız, ondan öğüt ve ibret alıp yaşantımızı düzgün bir çizgide tutmaya çalışmamız gerekir.

İsim yer ve zaman bildirilmeyen kıssa ile ahlaki ders verilmektedir. Bu kıssayı özet halinde Yunus Sûresinin 24.âyetinde de buluyoruz. Tefsirlerde bir babadan evlatlarına kalan bir bahçe diye söz ederler.

Kaynaklarda, âyetlerde geçen bahçenin, Yemenlilere yahut Habeşlilere veya Sakifli cömert bir insana ait olduğu bildirilir. Bir rivayete göre, Taif’teki Sakif kabilesine mensup olan salih bir kişinin, Sana yakında ekin tarlaları ve hurmalığı vardı. Bu kişi, her yıl hasat zamanı, ürününden fakirlere sadaka verirdi. Kendisi ölünce, bahçe, oğullarının eline geçti. Oğulları: “Bizim çoluk çocuğumuz fazladır, gelirimiz azdır, babamız gibi fakirlere sadaka veremeyiz.” derler ve infakı terk ederler. Allah tarafından gelen bir afet, geceleyin bahçeyi vurur, bahçe de simsiyah olup kurur. İlk muhatapların bu bahçe hakkında bilgi sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

Belevnâ: Bu kelime belva-bela-ibtila ile aynı kökten geliyor. Allah’ın bela vermesi imtihan etmesidir. Belâ: Bu kelime, “imtihan ve deneme” demektir. Elbisenin eskidiğini ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Denenmek veya bir sınamaya uğramak insanı yıprattığından dolayı ‘belâ’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim'de daha çok denemek, sınamak, imtihan etmek anlamlarında kullanılmaktadır.

Başa gelen belâlar, musibetler birer deneme ve sınama olduğundan ve insanı çeşitli biçimlerde eskitip yıprattığından dolayı, başa gelen olaylara “belâ” denmiştir. Kur’an’da “belâ” kelimesi, türevleriyle birlikte 37 yerde geçmektedir. Sarm: Ayrılma anlamındadır. Hasad etme devşirme mânalarına gelir.


وَلَا يَسْتَثْنُونَ ﴿١٨﴾

18.İstisna yapmamışlardı.

Yani inşallah demediler. Arapçada inşallah demeye istisna deniyor. Tıpkı besmele, halvele, istiaze, tesbih, tahmid, tekbir gibi. Müslümanların düşünce ve konuşma dünyasının kodlarını veriyor. Maşaaallah, bi iznillah, sübhanallah, Allahu ekber, bunlar Müslüman konuşmasının kodlarıdır. Allah’lı düşünmek ve Allah’lı konuşmaktır. Konuşurken istisna yapmak demek, Allah’ın başkasını dilemesi durumunu müstesna tutmak demektir.

İnşallah demek Allah’ı hayata müdahil etmektir. İstisna yapmamak Allah yokmuş gibi konuşmaktır. Burada kıssanın ana mesajlarından biri verilmektedir.

Abdullah b. Abbas burada zikredilen bahçe sahiplerinin, kitap ehli insanlar olduklarını söylemiştir (Taberî).O zaman şöyle bir mâna çıkar. Allahı hayatın tümüne müdahil kılmayan Yahudi ve Hıristiyanlar gibi değil vasat ümmet olan İslam ümmeti gibi yapın.


فَطَافَ عَلَيْهَا طَائِفٌ مِنْ رَبِّكَ وَهُمْ نَائِمُونَ ﴿١٩﴾

19.Onlar uykudayken Rabbinden gelen (bela) orayı kuşattı.

Tafe: Aslı ta-ve-fe dir. Tavaf bir şeyin etrafında yürümek, dönmektir. İnsanın aklında dolaşan şeytansı dürtülere de “tâif” denmiş. A’râf Sûresinde de bu mânada kullanılışmıştır:

اِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ

Şeytanın esinlediği karanlık bir kuruntu uyanacak olsa… (A’râf 201)
Tufan, taif tayfa, tayfun kelimeleri de aynı kökten gelmektedir. Tufana etrafı kuşatan bir hadise olduğu için bu ad verilmiştir.

Ayrıca burada Rabbinden gelen denilmiş fakat ne olduğu bildirilmemiş. Bir tür ağaçları kurutup kanser salgını diyebiliriz. Birde belanın gece gelişi dikkat çekicidir.


فَاَصْبَحَتْ كَالصَّرٖيمِ ﴿٢٠﴾

20.Derken ertesi sabah yanmış küle döndü.

Esbahat: Yardımcı fiil olarak oldu mânasına gelir. Ama bunu zamanının sabah olduğunu bildirir.

Sârim: Tamamen kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir şey bitmeyen kumluk tepeye de denir. Birinci mânada olursa meyvesi değil kendisi kül gibi kap kara olmuştu mânası çıkar.
فَتَنَادَوْا مُصْبِحٖينَ ﴿٢١﴾

21.Derken sabaha yakın birbirlerine seslendiler.
اَنِ اغْدُوا عَلٰى حَرْثِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَارِمٖينَ ﴿٢٢﴾

22.”Ürünlerinizi toplayacaksanız erkenden arazinize gidin.”

Dikkat edersek “ilâ harsiküm” demiyorlar da “âlâ harsiküm” diyorlar. Yani “âlâ” ile olunca sanki böyle üstüne abanacaklar, kimseye kaptırmayacaklar. Geceden planlamışlar, sabahtan uygulamaya geçiyorlar.


فَانْطَلَقُوا وَهُمْ يَتَخَافَتُونَ ﴿٢٣﴾

23.Derken yola koyuldular. Aralarında fısıldaşıyorlardı,

Yetehâfetûn: Kısık sesle demektir. El haft gizli konuşmaktır. Yani “dikkat edin, fakirler duymasın” diyorlardı.
اَنْ لَا يَدْخُلَنَّهَا الْيَوْمَ عَلَيْكُمْ مِسْكٖينٌ ﴿٢٤﴾

24.”Bu gün hiçbir yoksul yanınıza yaklaşmasın”.

Şunu düşünmediler; Ürünlerimizde yoksulunda hakkı var. Onların hakkını bizim üzerimizden veriyor. Allah sana verdi sende fakirlerin hakkını ver. Allah sana cömert oldu sende cömert ol. Âyet bize paylaşmayı öğretiyor. Birde Allahın istediği şeyler kendi için değil yine bizim için kendimiz içindir. verinki artırım der. Zekât verdikçe artar. Yani zekâtı sadakayı yine sizin için ister. Allah hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Fakiri yanınıza yaklaştırmayın çünkü isteyecek diyorlar. Bu günün bahçe sahipleri, taht sahipleri de hor gördüğü Müslümanları kendi yanlarına, üst makamlara yanaştırmıyorlar, yakıştırmıyorlar. Gizlice konuşuyorlar. Planlar yapıyorlar. Aman ha buralara onlar geçmesin. Tornacının oğlundan cumhurbaşkanımı olur diyorlar.


وَغَدَوْا عَلٰى حَرْدٍ قَادِرٖينَ ﴿٢٥﴾

25.Sabah erkenden güçleri her şeye yeter havasında yola koyuldular.

Ğadev: Ertesi gün ya da ertesi sabah demektir. Hard: Bir şeye sonradan yönelme anlamına geliyor. Kelimenin temelinde yalnızlık anlamı vardır. Kevkebun harîdun: yalnız gezegen demektir. Hayyun haridun: uzak mahalle demektir. Bu âyet bize onların gerçekleşme ihtimali uzak bir işe niyetlendiklerini anlatmak istemektedir.

Alâ hardin kâdirin: Sanki olacak olayları engellemeye güçleri yeter gibi, kendilerinden emin bir vaziyette yola koyuldular. Yani fakirleri yanlarından kovarak onlara yapılacak yardıma da engel olabileceklerini düşünüyorlardı. Ama güçleri yetmeyecek. O gün yetmedi bu günde yetmeyecek.


فَلَمَّا رَاَوْهَا قَالُوا اِنَّا لَضَالُّونَ ﴿٢٦﴾

26.Derken bahçeyi o halde görünce, “Biz yolumuzu şaşırmışız her halde” dediler,

Dâllun: Dalalette olma sapıtma ve şaşırma mânalarına geliyor. (bkz Fâtiha 7) “Dalle” ormandaki tek ağaca deniyor. Burada salt mânada şaşırma mânasına gelir. (bkz Duhâ 7) Bahçeyi o halde gördüklerinde yanlış yere geldiklerini düşünüyorlar. Planlar tersine dönmüştür. Allah’ın senaryosu başkadır, böyle şaşırtır.

Bu âyetin bir yansıması Mekke müşriklerinin Bedir'e gitmesi esnasında ortaya çıkmıştır. Mekke’li müşrikler Bedir'e peygamberimizi ve arkadaşlarını öldürmeye yemin ederek gitmişlerdi. Kendilerine çok güveniyorlar, herhangi bir tersliğin olabileceğini asla hesaba katmıyorlardı. Yola çıkmadan önce Kâbe'yi tavaf etmişler, içkiler içip kazanacakları zaferi önceden kutlamışlardı. Fakat Yüce Allah tüm ümitlerini tersine çeviriverdi, hayalleri yıkıldı, perişan oldular. Bir kısmı da ibret alıp Müslüman oldu.


بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ ﴿٢٧﴾

27.(Sonra) ”Hayır biz mahrum edilmişiz” dediler,

Akılları başlarına gelince böyle dediler. Veremediler çünkü vermek el işi değil yürek işidir. Rükûa eğilen bel değil imandır. İman eğilmeyince bel bükülmez. Yani biz başkalarını mahrum edelim derken asıl biz mahrum edilmişiz. Biz bir hesap yaparken Allah’ında bir hesabı varmış.


قَالَ اَوْسَطُهُمْ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ لَوْلَا تُسَبِّحُونَ ﴿٢٨﴾

28.İçlerinden en dengeli olan” (Allah adına ) hareket etmeliyiz ” demedim mi diye çıkıştı.

Evsatuhum: Yaşça sayıca ortanca değil, diğerlerinin fikirlerine göre en dengeli olan ani mutedil olan demektir. Bakara Sûresinde “sizi vasat bir ümmet kıldık” derken, dengeli kıldık manasına gelir.

Tesbih: Allah adına hareket etmek yani Allah’ı aklından çıkarmamak demektir. Sebeha: cisimlerin havada suda hareket etmesidir (Ayrıntı için A’lâ Sûresine bakınız).

Burada mesaj şu: sen iyide olsan kötülerin arasında onlar gibi davranırsan akıbetinde aynı olur. Önceden uyarmıştı ama onlar gibi davrandı. Sonuç aynı oldu. Onunda bahçesi kül oldu. Sonunda hataları anladıkları için şu mesajı da alabiliriz. Kusurluda olsa bir cemaatiniz olsun ve bir uyaran varsa uyarıcıyı dikkate alın.


قَالُوا سُبْحَانَ رَبِّنَا اِنَّا كُنَّا ظَالِمٖينَ ﴿٢٩﴾

29.”Varlığın kendisi adına hareket ettiği Rabbimizin şanı ne yücedir. Biz (kendimize) haksızlık edenlerden olmuşuz.”dediler.

Sübhâne: Bu kelime "gufrân" gi­bi mastardır. Bu kelimenin (se-ba-ha) kelimesinden alındığı ve bunun da su­da derinlere inmek, suda yüzmek, uzaklara gitmek anlamında olduğu bilin­mektedir. Şu halde sübhân kelimesi, noksanlıklardan ve acz sıfatlarından uzak­laşmak, arınmışlık (aşkın) anlamına gelmektedir. Bu nedenle denilmiştir ki; sübhân kelimesi tenzih, teşbih ve takdis anlamında bir özel isimdir. Bu özel isim, sadece yüce Allah için kullanılır. Bu kelimeye genel olarak “seni tesbih ve tenzih ederiz, şanı ne yücedir” gibi anlamlar verilmiştir.

Diğer taraftan Sübhân kelimesine aynı zamanda: "Bütün varlıkla­rın tesbih (hareket ettiği) ettiği, bütün akılların, ruhların kendisine doğru yüzüp aktığı Allah" mânası da verilebilir. Her şey Allah'a doğru aktığı, hareket ettiği, yüzdüğü için Allah Sübhân"dır. Varlıklar ancak noksan sıfatlardan uzak olan bir varlığa doğru akarlar, hareket ederler, benliklerinden sıyrılıp O'na yönelirler.



Subhâne rabbine:Sebeha” fiilinden hareketle “artık senin adına hareket ederiz” mânasına da ulaşılabilir.(bkz A’lâ 1)

Zâlim: Nüzul sürecinde kelimenin ilk geçtiği yer burasıdır. Zulüm; “yersiz hareket etmek, yersiz yapmak” müteaddi (geçişli) fiil olarak kul­lanıldığı zaman, “hak yemek, doğru yoldan sapmak”  anlamına gelir. Aynı kökten türetilmiş fiiller, “karar­mak, karanlığa girmek, karartmak, hakkını yemek, zulüm çekmek, nurun gitmesi”  anlamlarını taşırlar. Zulüm kelimesi, “aleyhinde hareket et­mek, zulüm yapmak, işkence, eziyet etmek, bir şeyi asıl yerinin dışında bir yere koy­mak” anlamlarında kullanıldığı gibi, hak kelimesinin karşıtı olarak da kullanılır.

Bazı atasözlerinde zulüm kelimesi anla­mının gerçek açıklığı ile ifade edilmiştir:

“Koyunlarına kurdu çoban yapan zalimdir”. “Kazılması gerekmeyen yeri kazan zul­metmiştir”.

Kısaca, zulüm: bir şeyi kendisine ait olan yerin dışına koymaktır. Başka bir ifadeyle bir şeyi yerinden etmektir. Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşru olan yerinden başka bir yere koymaktır. Bunun zıttı olan adalet ise bir şeyi ait olduğu yere koymak demektir. Servette yerinde kullanılmasa zulüm olur. İnsan yaratıcının istediği gibi yaşamasa kendisine zulmetmiş olur.

Nitekim sulamayı şaşırıp zamanında yapmadığında “zalemtu's-sika”; kazılmaması gereken yeri kazdığında da “zalemtu'l-erde” dersin.
Üç çeşit zalim vardır:


  1. Allah’a karşı isyan eden kâfir veya Allah’a ortak koşan müşrikler: Allah’ın ayetleri kendisine hatırlatıldığı zaman kibirlenerek yüz çeviren inkârcılar zalimdirler. Bu insanın kendinin cennetteki yerinden etmesidir. Onun için Zulüm Kur’an’da şirk anlamında kullanılmıştır.

  2. Toplum ve kişi haklarına tecavüz edenler: Bu kamu haklarına saldırı ve kişinin -ister doğuştan ister sonradan elde ettiği- haklarını gasp etme, kişiye veya kamuya her türlü işkence, baskı ve hak ihlâli şeklinde ortaya çıkar. Hak ve adaleti dağıtma makamında olanlar, adaletten ayrılırlarsa; zalim olurlar. Zulmün kişiden kitleye, kitleden kişiye doğru gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Zulüm zulümdür. Bu tür bir zulüm adaleti, hakkı yerinden etmektir. Onun için zulüm topluma haksızlık etmektir.

  3. Kendi kendine zulmeden zalimler: Bu, kişinin Allah’a karşı hata işleyerek içine düştüğü günahkârlık, ya da bedenin veya ruhun hakkını vermeyerek, kendi bünyesindeki dengeyi bozmaktır. Bu tür zulüm insanın kendisine haksızlık etmesidir. Kendisine haksızlık eden; kendisini yüksek derecelerden edendir.

فَاَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ يَتَلَاوَمُونَ ﴿٣٠﴾



30.Ardından birbirlerine yönelerek eleştiri yaptılar.

Yetâlevemûn: Bu kelime “karşılıklı olarak birbirlerini kınamak” demektir. Bu kelime başka bir ayette şöyle geçer:

وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

Hayır hayır, (başka söze gerek yok) Ben yemin ediyorum kendini kınayıp duran nefse. (Kıyamet 2)

Birbirlerini kınamaktan ziyade kendilerini kınadılar. Öz eleştiri yaptılar.

قَالُوا يَا وَيْلَنَا اِنَّا كُنَّا طَاغٖينَ ﴿٣١﴾

31.”Yazıklar olsun bize, gerçekten biz haddi aşmışız.”

Veya “Eyvah, biz gerçekten haddi aşmışız”



Veyl: Bu kelime, "kınama, öfke ve tehdit" ifade eden bir kelime olup kelimenin aslı vey li-fülânın (vay falancaya) şeklindedir. Ne var ki, Araplar tarafından sıkça kullanılan vey kelimesi, zamanla kendisinden sonra gelen lam ile birleştirilerek veyl şeklinde kullanılmaya başlanmıştır.

Veyl, kötülüğün inmesi mânasına olup bazen bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânaca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânasında da esef etme mânasında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme manasına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu veya helak olsun" demektir.

Araplar, gördükleri ileri derecedeki çirkinlik için veyl, küçük görmek için veys, acımak için de veyh kelimelerini kullanırlar.(Râzî)



Tâğîn: Tağut ile aynı kökten olup “haddi aşan her şey” mânasına gelir. Su kanalından çıkıp taştığında “tağal me “denir. Künnâ tâğîn: Yani biz tuğyan etmişiz, haddimizi aşmışız diyorlar. Tuğyan olan yerde de tufan olur. Her tufan aynı olmaz. Kapitalist bir dünyanın tuğyanı küresel kriz şeklinde tufana dönebilir. Zımnen: Biz haddimizi bilmedik. Rabbimiz bize haddimizi bildirdi.

Râzî derki: bu onların suçlarını ne kadar büyük gördüklerini gösteriyor. Birde yapılan hatadan dönmek bir erdemdir. Hatada ısrar etmek şeytani bir tavırdır.


عَسٰى رَبُّنَا اَنْ يُبْدِلَنَا خَيْرًا مِنْهَا اِنَّا اِلٰى رَبِّنَا رَاغِبُونَ ﴿٣٢﴾

32.”Belki Rabbimiz onun yerine bize daha iyisini verir. Artık biz Rabbimizden dilemekteyiz.”

Bedel-Tebdil: Bu kelimeyle alakalı geniş bilgi Fâtır Sûresinin 43.âyetinde gelecektir. Daha hayırlısı cennette bir bahçedir. Rağbetimizde Rabbimize olmalıdır. Bu durumda şu âyeti de hatırlayalım:

وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ

Yalnızca rabbine rağbet et. (İnşirah 8)

O halde Rabbimizden isteyelim. Çünkü o sonsuz cömert sahibidir, malikül mülk tür, gerçek maliktir. Çünkü o verince eksilmez. Mülkünden mülküne verir. Bizde onun mülküyüz.


كَذٰلِكَ الْعَذَابُ وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿٣٣﴾

33.İşte azap böyledir. Hiç kuşkusuz ahiret azabı daha beterdir. Keşke bilmiş olsalardı.

Cehennem iki kere azaptır. Biri kendisi biride cennetten mahrum kalmaktır. Cennette iki türlü nimettir. Biri kendisi diğeri ise cehennemde olmamaktır. Dünyada iyilik yapmaktan mahrum kalmak ahirette cennetten mahrum kalmaktır. Cehennem iki türlü azap; Bir kendisi birde cennetten mahrum kalmaktır. Cennette iki türlü mükâfattır, bir kendisi birde cehennemden uzak olmaktır. (Azab: bkz Müzzemmil 13)

İşte azab böyledir. Dünyadaki azab böyle. Yani bir anda malınız mülkünüz elinizden alınıyor. Böyle bir durumda nasıl yıkılıyoruz. Ya ahiret azabı ah bunu bir bilseydik. Rabbimizde öyle diyor, ah bir bilseniz. Bunu kâinatın Rabbi söylüyor, keşke bilselerdi. Bahçe sahipleri hatalarından döndüler. Dünyadaki azap onlara yetti. Ya hatalarından dönmeyenlere ise ahirettede azap var. Ahiret azabı ise daha beterdir.

Kısaca bu kıssada şunlar söyleniyor: Ey Mekkeliler, ey yukarıda vasfı sayılanlar Allah bahçe sahipleri gibi size de mal mülk vermiş. O halde Allah’ın hakkını unutmayın. Allahsız düşünmeyin. Bahçe sahiplerinin başına gelenler siz Kureyşlere de gelebilir. Ey bu günün Müslümanları paranıza mevkiinize güvenipte şımarmayın. Bir sabah yok olabilir. Ey makam sahibi insanlar Allah’ın o makamda sizden istediğini yapın. Bir sabah o makamı bulamaya bilirsiniz. İnşallah demek her durum ve zeminde Allah’ı müdahil etmektir. Birde yanlışları uyardığınız halde yanlışlara ortak olmayın. Yoksa akıbetiniz aynı olur.

Allah bazen de küçük şeylerinizi alır ama yerine daha büyük birini vermek için. Allah kendisini hatırlatmak için bazen elimizdeki nimeti alır. Onun için kaybettiğiniz şeye bakmayın kazandığınıza bakın.

Başka bir hususta emril bil maruf farzdır. Aktif iyi olmasak iyiliğe yazık etmiş oluruz. Bize bunu hatırlatıyor.



Ahiret kelimesi de, son, sonraki veya sonuncu gibi anlamlara gelen ahr kökünün türemiş şeklidir. “Ahiret” kavramı, İslami terminolojide en geniş anlamıyla, “ölümden sonra gelen ve ebedi olan hayatı” ifade etmek için kullanılır. Bu yüzden, “dünya hayatının ardından gelen, ondan daha devamlı ve değerli olan hayata” ahiret denir. Saadet ve ebediyyet için mal yığıp yoksulları doyurmaktan ve infaktan kaçınmak, dünyada azap görmeye, ahirette de cehenneme girmeye neden olur. Ahiret azabı, dünya azabından daha büyüktür. Çünkü ahiret azabı, sadece mala değil canadır; geçici değil, süreklidir. Bir kez başa geldi mi artık uyanmanın faydası yoktur. Demek ki Yüce Allah’ın, dünyada nankör kimselere bela vermesinin hikmeti, bilmeye ve anlamaya yatkın olan insanları uyarıp onları daha büyük tehlikelerden ve azaptan korumaktır.
اِنَّ لِلْمُتَّقٖينَ عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتِ النَّعٖيمِ ﴿٣٤﴾

34.(Allah’a karşı) sorumluluk sahibi olanlar için, Rableri katında nimetleri bol cennetler vardır.

Takva: Bu kelime, “veka” fiilinden gelir. Bu fiilin mastarı olan 'vikaye, tevkıye, vikae' kelimeleri, sözlükte; bir şeyi korumak, himaye etmek, zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak demektir. Bu bir anlamda zararlı şey ile kendi arasına bir engel koymaktır. Vekâ fiilinin harfleri artırılmış kalıplarından ittikâ kelimesi ise, "korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak" demektir. Bu kelime de Kur’an'da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:(Haşr: 18–19) Hz. Ali ittika kelimesini kullandığı bir cümlede, “Savaş kızıştığı zaman Rasûlüllah’ı önümüze geçirerek korunurduk” diyor.

Takva ve ittikâ kelimelerinin ikisi de sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur’an'da hep sözlük anlamlarına yakın mânalarda kullanılmıştır. Bu kelimelerin türediği vekâ fiili ve türevleri Kur’an'da tam 274 yerde geçmektedir. Kur’an’da korkma (havf), dehşete düşürme (irhab), korkma ve saygı gösterme (haşyet), çekinme (hazer) kelimeleri de kullanılmıştır. Bu kelimelerin hepsi Kur’an’da kullanılan takva ve ittika kelimelerinin toplamının altıda biri kadardır.

Takvaya ve ittikaya da korkma, çekinme, sakınma mânasını verilirse İslam ve Kur’an, korku üzerine bina edilmiş bir din, bir kitap olur ki, bu Kur’an’ın bütünlüğüne, indiriliş hikmetine aykırı bir anlayıştır. Ayrıca, korku üzerine kurulmuş bir sistem devamlı yaşama imkânı bulamaz.

İttekullah”a lafzî tercüme ile, “Allahtan korunun” diye mâna veremedikleri için, bunu “Allahtan korkun”a çevirmişlerdir. Hâlbuki bu cümleye “Emirlerine yapışarak Allahın azabından korunun; Allah’a asi olmaktan korunun; Allah’a şirk koşmaktan korunun” mânaları verilebilir.

Takva, nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, nefsi günahlardan korumak demektir. Bu da, haramı terkle olur: Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir.

Takva sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir saygı, çekinme ve korunma güdüsünü bir ahlâk olarak yaşanan hayata aktarma özenidir. Takva, haşyet (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasındadır. Korku duygusu, takva sahibi bir insanda başka nitelikler kazanmış, yaratılıştaki ham halini kaybederek bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu ise takva sahibi insanın sadece Allah'a yönelen ve sadece O'na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takva sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüş, bu da o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır.

Kısaca; Takva, haşyet (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) mânasındadır. Bu, sevginin azalmasından endişe duymak, Allah'ın rızasının gideceğinden kaygılanmak, bunun için sakınmak demektir. Bu nedenle takva sevginin zirvesidir.

Takva kelimesine verilecek mâna konusunda Japon âlim izutsu’nun vardığı sonuç “sorumluluk bilinci”dir.

Kur'an gelmeden önce Arapçada takva kelimesi, insan ve hayvan gibi bir canlı varlığın kendini, dışarıdan gelebilecek bir zarara karşı savunması anlamına gelmekte idi.

Âyette yer alan “cennet” terimi, “mü’minlerin içinde ebedi kalacakları ahiret yurdu” anlamına gelir. Bu kelime, Kur’an’da tekil, ikil ve çoğul şekilleriyle “yüz kırk yedi” kez geçer. Kur’an’da, cennetle eş anlamlı olan diğer isimler de yer alır. İşte bunlardan biri de bu âyette geçen ve “nimetlerle dolu cennetler” anlamına gelen “Cennâtü’n Naîm”dir.

Cennâtü’n Na’îm: Bu ifade 13 âyette geçmektedir. Arapçada "refah, huzur, mutlu hayat" anlamına gelen nimet kelimesinden daha kapsamlı bir muhtevaya sahip olan na’îm, insana mutluluk veren maddî ve manevî bütün güzellikleri ifade etmektedir. Buna göre cennâtü'n-na’îm; mutluluklarla/nimetlerle dolu cennetler mânasına gelir.

Bu âyet onlara bahçenin cennette verildiğine bir işaret olabilir. Konu bütünlüğünde düşünürsek zımnen ; “burada bu fani bahçenin asıl sahibini unutma ki orada sana hakiki bahçe verilsin” deniliyor. Bir sonraki âyet buna işaret edecek. Hiç unutanlarla unutmayanlar bir olur mu?


اَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمٖينَ كَالْمُجْرِمٖينَ ﴿٣٥﴾

35.Ne yani teslim olanlarla günaha batmış olanları bir mi tutsaydık?

Mücrim: Cürüm, suç, günah işleyen demektir. Bunun başı da, cürümü vicdanında helal ve mubah olarak algılamaktır. Zaten bu da küfürdür. Müslim, kelimesi­nin tamı tamına zıddıdır. Bu âyette de müslim mücrim’in zıddı olarak gelmiştir.

Bu kelime “cerame” kökünden gelir. Cerame: Bu fiil istenmeyen durumlar, hoş olmayan şeyler için “kazandı veya topladı” anlamına gelir. Yine ağaçtan meyveyi koparmak, toplamak bu fiile anlatılır. (Rağıb) Bu mânada mücrim dünyada topladığı günahların cezasını görüyor demektir.



Mücrim kelimesini ismi fail oluşu bu işi devamlı yaptığını bildirir. Yani cürüm işlemek onun bir vasfı, karakteri olmuştur. Yoksa bir iki günah işleyene bu isim verilmez. Günahı sayılamayan demektir. Müslüman ise günahsız değil, günahı sayılabilen demektir.

Müslim: Bu kelime, "teslim olmak, müslüman olmak, kurtulmak" anlamına gelen İslâm kelimesinin fâil (özne) ismidir. Bu kelimesinin kökü ‘selime-silm’ fiilidir. ‘Selime’; sulh (barış) anlamına gelir. Aynı kökten türeyen, ‘selm, silm, selâm’ gibi kelimeler de barış anlamını verirler. Yine aynı kökü paylaşan ‘selem’, barış yapmak, anlaşmak, peşin para ile veresiye mal almak demektir. ‘Esleme’, barış yaptı, sulha girdi ve barışın şartlarına uydu anlamlarına gelir. ‘Selime’ fiili aynı zamanda; boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına da gelir. Boyun eğme biraz da saygı duyarak olmaktadır.(bkz Rûm 53)

Bu da gösterir ki suç işlemek için teslimiyetten taviz vermek gerekiyor. Biz dünyada suç işleyenle işlemeyeni bir tutu yormuyoruz. Allah niye bir tutsun.


مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿٣٦﴾
1   2   3


Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©atelim.com 2016
rəhbərliyinə müraciət